İzmit Bit pazarı

kadir.jpg

Bu gün 25 mart 2008 Çarşamba, vakit  öğle saatini biraz geçmişti ki Yusuf’a telefon edip gelmesini söyledim. İzmit Bit pazarına gideceğiz. Az sonra Kia’ya binerek Sapanca’dan ayrıldık. Kırkpınar’dan geçerken yol kenarında bekleyen iki genç kız gördük, Yusuf:

–Hocam, alalım mı ? dedi.

–Alalım dedim, yanaştık, ben sağ camı açtım:

–İzmit’e gidiyoruz gelin, dedim. Biraz çekingenlik ettiler, sonra yaşlı adam görünce bindiler.

Arabaya alınan otostopçu ile hemen lafa girmek yakışmaz, bir süre bekleyip sordum:

–Buralı mısınız  ?

–Hayır  üniversitede okuyoruz, Bulgaristanlıyız

–Aaa ne güzel, ne taraftan Kırcali mi ?

–Yakın sayılır, ben çift pasaportluyum.

–Benim  babam da Şumnulu, Biz “Uz” Türklerinden, Şumnu’yu bilir misiniz, şimdiki adı Şümen.

–Tabii ki duyduk, ama gitmedik, bilmeyiz.

–Biz Şumnu’nun Hocazâdeler sülalesindeniz, ama dedeler geleli, çok olmuş…

–…..

Araba İzmit’e vardığında kızları girişte bıraktık. Teşekkür ederek ayrıldılar, sağa dönerek bit pazarına girdik. Tanıdık bir eskici var, doğruca yanına gittim., selam hatır, hoş beş derken yanımda altmışların üzerinde bir vatandaşın sesine kulak verdim. Vatandaş kararmış, paslı bir at özengisini eline almış evirip çeviriyordu:

–Suvârî  misin sen attan anlar mısın ?

–İyi bildin, ben askerlikte suvârîydim.

–Hangi  savaşlara girdin ?

Adam tuzak soruya doğru cevap verdi, dürüst olduğu anlaşılmıştı:

–Bizim  zamanımızda savaş yoktu, ben 52-54 yıllarında Ankara’da muhafız alayında suvâriydim, bizden sonra suvârîlik lağvedildi. Biz son suvârîlerdik.

Bizim ülkede herkes her an hava atmaya hazırdır ya, ben adamın “Fahreddin Paşa’nın suvarilerindendim” demesini bekler ve -Yaşın tutmaz, demeye hazırlanırken, o doğruyu söylemiş ve Türkiye’nin son suvârîlerinden olduğunu beyan etmişti. Gerçekten Ordumuzun son suvârîlerinden biri ile karşılaşmış olmaktan sevinmiş, heyecanlanmıştım.

Bir tarihtir suvârîler, bilirsiniz, İstiklal savaşının son noktasını koyanlar Fahreddin Altay Paşa’nın şanlı Suvârîlerdir. Dumlupınar Başkomutanlık meydan muharebesinin ilk yirmi dakikasında Suvârî hücumu başarılmasıydı, şimdi biz başı dik, göğsü kabarık, kalbi hür, İzmit Bit pazarında olmazdık. Â

Son suvârî ile konuşurken serginin arkalarında yarısı görülen bir resim dikkatimi çekti. Resim camlı, beyaz çerçeveli çok iyi tanıdığım bir tasvirdi. Pek çok derviş evinde duvarda asılı olan  bu resim Cenabı Abdülkadir Geylânî’nin’in hayâlî bir cizimiydi. Eskiden biri gönül etmiş, Hz. Pir’i mânâda  gördüğü gibi resmetmişti. Hemen resme yaklaştım:

–Bu  kim ?

–Şeyh Edebâlî…  Â

–Hayır  Cenabı Abdülkadir’dir.

Bu gibi durumların  yabancısı olmayan tanıdık eskici hiç israr etmedi. Eskicinin iyisini meraklısı yetiştirir. Heyecanlandı ve fiyatını sorduğum resmi,  yanında başka bir resimle birlikte bana hediye etti… İkisine de para almadı. “ Bu da onun  bahşişi…” dedi. Adama sarıldım. Â

Sonra Yusuf’la “Outlet Center” de yemeğe gittik. Bir Türk yemeği olan Mercimek çorbasını “İngilizce isimli bir Türk lokantasında” yedik. Hesap 33 lira.

Siz sonuca bakın

images2.jpg

Anlayamayanlar hep anlayamıyor**, Yunus**’la Molla Kasım, bugün bir kez daha aynı konuları müzakere etmek için masa başına geçseler, sonuç ayrı mı olurdu?                                                                               Ahmet Isparta

Yazı yazmak yasaklandı

yazi1.jpg

Bir yazar gece yarısı evinden alınıp kırk yıl önce yazdığı bir yazıdan dolayı sorguya çekilirse, o ülkede yazı yazmak yasaklanmış demektir… Yazmak da yasak, düşünmek de… Orada artık hiçbir akıllı yazı yazmayı ve düşünmeyi aklına getirmez.

Bir yazar gece yarısı evinden alınıp sorgulamaya götürülerek “kırk yıl önce şunu yazmışsın, bunu yazmışsın, neden yazdın ? amacın neydi ? kime hizmet ettin ? ”  diye sorguya uğradıysa o ülkede yazı yazmanın kırk yıl sonrasını da düşünmek gerekir. O halde en iyisi yazmamalı, düşünmemeli, bu işlere hiç bulaşmamalı… Başını belaya sokmamalı.

Bu mantık dünyayı durdurur, uygarlıkları tersine çevirir, gelişmenin önünü keser, bu böyle giderse - ki  gideceğe benzer - hayat durmuş demektir. Mağara devrine geri döndük, “sil baştan” oldu…herşey yeniden kurulacak.

Yarın ölüleri de sorguya çekecekler, Vaftizci Yahya’ya İncil’den soru soracaklar: " Şu ayeti neden tekrarladın ? Tanrıyı nerede gördün ki, onun ağzından konuşuyorsun ? Kanıt göster, amacın nedir ? Yedi kilise'ye, yedi mektubu neden yazdın ? hangi örgüte hizmet ediyorsun ?" Musa’ya soracaklar: " on emri kimden aldın ? örgütünüzün lideri kimdir ? Sen kimin “fikir babasısınBuda’ya soracaklar: “Kama Sutra’nın poşetlik olduğunu bilmiyormusun ?" Mevlânâ’ya soracaklar: “Eşek hikayesini neden anlattın, kime mesaj verdin ?” Martin Luther’e soracaklar: “Papa’ya neden kafa tuttun ? Kilisenin kapısına neden bildiri astın ? ”

Bunun sonu gelmez…Vaktiyle kılçık konularda yazı yazmaya niyetlendiğimde bir basın savcısı arkadaşım vardı, ona sorardım.– Şu  yazıda suç var mı ? – Şimdi bilemem, sen yayınla da bakarız derdi.

Kırk yıl önce Ankara’da Parlemento muhabiriyken şehirde gazeteciler arasında bir haber yayılmıştı, Newsweek veya Time gibi tanınmış bir İngilizce siyasî derginin o hafta çıkan  sayısının kapağında yer alan Stalin’in resmi dolayısıyle derginin Ankara’da görev yapan Türkiye muhabirini tutuklamışlar, sonra ne oldu bilemedik. Acaba adamı bıraktılar mı ?

Bir zaman şunu duymuştuk: Polisler Cizre’de bir yerde sufilerin gizli bir toplantı yaptığını haber almışlar, gidip bakmışlar, toplantı Beyazıd-ı Bestâmî’nin makam türbesinde yapılıyormuş , herkesi dışarı çıkarmışlar, arabalarla emniyete götürmüşler, savcı sormuş:

 –Neden toplandınız ?

 –**Beyazıd-ı Bestâmî’**yi anmak için…

 –O dediğiniz kişi kimdir ?  orada mıydı ?

 –Hayır yoktu…Pir’imizdir, biz hepimiz O’na bağlıyız.

Ve savcı 9. yüzyılda Basra’da yaşamış Beyazıd-ı Bestâmî için o gün, tevkif müzekkeresi çıkarmış, polisler o gün Cizre’de ev ev Beyazıd-ı Bestâmî’yi aramışlar.

Uygarlık bir süreçtir, uygar olmaya çalışmak bir “denemedir” olabilir veya olamazsınız, ama bunun bir tekniği var: “insan düşüncesine ufuk açmak” İnsanı insan olarak yorumlayarak ona yapısına uygun “gelişme ortamı” sağlayacak önlemleri almak. Bunun  adı uygarlıktır. Bunun tersi vahşettir. Uygarlığı yasaklar, önünü keser, hayatı çekilmez kılarsanız bu insanlık suçudur.  Siz uygarlık adına “düşünmek yasaktır” uygarlığı kurar ve böyle yaptığınızı fark dahi edemezsiniz. Değerli uygarlık bekçileri. Siz hangi örgüte hizmet ediyorsunuz ?

Ülkeyi kimler geriyor…

ulke.bmp

gerilimi düşürelim” diye diye Türkiye’yi  gerilimin taaa ortasına itiyorlar. Toplumsal  sınıf ve siyasal yapıları dolayısı ile gerilimden kendilerini kurtaramayanların çoğunlukta olduğu bir yerde gerilim nasıl düşürülecek ? Kimse bu gerilimi istemedi ki, kimse nasıl gerilime ulaşıldığını da bilemedi. Şimdi taraflar suçu birbirlerinin üzerine atma yarışında  iyice yol alacaklar, sonunda hodri meydan… Rabbim encamını hayreyleye Â

Herkes arı kovanına çomak sokmak için birbirini çiğniyor, yarın arılar ortalığa yayıldığında artık suçlamanın ne önemi kalacak…? Arılar suçluyu da sokacak, suçsuzu da…

Yüz şu kadar yıl önce İttihadı Terakki ve Hürriyeti İtilaf fırkaları Türkiye’yi gere gere koca Osmanlı imparatorluğunu parçaladılar. Altı asırlık devlet bir gecede ortasından çatlayıp un ufak oldu. Sonrası malum… Ordular cephelerde savaşırken dahi İstanbul’da politikacılar birbirleri ile uğraşırlardı. Sonunda gerilim orduya da sıçradı, koca Balkan yarımadası 1912’de Devletin elinden çıktı. Balkan savaşında ordumuzun kumandanları birbirleri ile çekişirken Bulgarlar Edirne’ye girdiler. Uluslararası dengeler el verseydi İstanbul’a da gireceklerdi.

Bu olayda devrin Bulgar Başbakanıİstanbul’da derdimizi anlatacak kimse bulsaydık, bu savaşa girmezdik…” dedi. Galatasaray Lisesi mezunu Başbakan **İstanbulof’**un Osmanlı Başkentinde laf anlatacak kişi bulması için ne kültürel kökeni ne de adının sihri yetmemişti.Â

Yeryüzü yeryüzü olalı hiçbir devlet sadece bir başka devletin saldırısı ile yıkılmamıştır, her devlet önce kendi içinden yıkılır… Yabancı saldırıya kucak açan yerli düşmanlar, kurdukları kendi devletlerini kendileri, kendi elleri ile yıkarlar… Böyle zamanlarda yabancı saldılarına karşı kurulmuş ordular çaresiz kalırlar. Lübnan ordusunun İsrail saldırılarına karşı durmayışı gibi… Irak’ta bir kesim eski Baas aydının Amerikan bombardımanı nimet sayması gibi… Bir ülke içinde hayattan ümit kesen mutsuzların, bir başka ülkenin saldırısından medet ummaları mümkündür. Bu tavır genişlerse o devlet ortadan kalkar, **Tibet’**in Çin’in içinde ortadan kalkması gibi. Büyük devlet küçük devleti yutar.

Devletlerin nasıl kurulduğu, nasıl yürüdüğü ve nasıl ortadan kalktığını merak edenlerin İbni Haldun’un “Mukaddime”sine baş vurmalarında sayısız faydalar vardır. İnsanlık tarihinin yetiştirdiği bu en büyük düşün ve aksiyon adamına göre bir devlet kurulmaya ve yükselmeye başladı mı, onun ilerleyişini kimse durduramaz, çökmeye başladı mı da onun çöküşünün önüne kimse geçemez. Çöküş hızlandığında o ülkenin akıllı adamları “biz ne kusur işledik ? acaba nerede yanlış yaptık ? ” diye günler geceler boyu düşünceye dalarlar, bir takım tedbirler almaya çaba harcarlar, ancak alınan tüm tedbirler çöküşü önlemek bir yana sadece arttırmaya yarar. Artık ömür bitmiştir ve defteri kapama zamanı yaklaşmaktadır. İbni Haldun bu anlamda tek tek insanlar gibi devletlere de ömür biçmiştir. En uzun yaşayanı 600 yıl yaşar diyor… Yani "Devleti aliyye: Osmanlı İmparatorluğu" gibi…

Asrın başında Çarlar devrilip Bolşevik Rusya kurulduğunda aklı işleyenler de aynı şeyleri söylemişlerdi. İbni Haldun’dan kopya mı çektiler bilinmez ama Bakü’de başını Resûlzade’nin çektiği bir grup bağımsız Azerî aydını, bu devlet “seksen yıl yaşar” demişti. Dedikleri gibi oldu. Tam gününü söylemişler.   Â

**Türkiye’**yi kimler geriyor… ? Tabii ki iki taraf birlikte geriyor… Çare: iki tarafında da centilmence anlaşarak sahneden çekilmesi. Ülke’ye, vatan’a, tarih’e hizmet budur. Kafası, ve suratı eskimemiş yeni bir insan cinsi zuhur etmedikçe işimiz zor. Â

lütfen, yorumsuz yorumlar

Nezih Uzel'den not:

  1. Yorum yapmadan önce yazıyı okuyunuz.

  2. Lütfen yazı ile ilgili olmayan yorum yapmayınız.

3)Yorumdan ziyade sorularınızı bekliyoruz.

  1. Üç çeşit soru vardır:

I) Bir ön yargıyı doğrulatmaya çalışan sorular.

2) Eleştiri amaçlı, yorumlu sorular.

3) Yorumsuz, önyargısız, gerçek sorular.

5) Lütfen üçüncü kategoriyi seçiniz.

  1. Lütfen soru sahipleri kendi aralarında konuşmasınlar,

bu amaçla kendi e-mail’lerini kullanabilirler.

  1. Referans kabul edilen bir kişin önünde iki veya daha çok

kişinin, kendi aralarında konuşmaları, etiğe aykırıdır.

Saygılarımla Nezih Uzel

Fikir Babalığı suçu

26650.jpg

İskilipli Atıf Hoca Samsun İstiklal Mahkemesinde beraat etti, Ankara İstiklal Mahkemesinde asıldı. Suçu şapka kanunundan iki yıl önce “ frenk mukallidliği ve şapka” isimli, bir kitap yazmasıydı. Bazıları bu kitaptan esinlenerek şapka'ya direnmişti. Samsun Mahkemesi yerel suçlara bakıyordu, Ankara İstiklal mahkemesinin etki alanı ise tüm ülkeydi. Yerel’de beraat eden Hoca, Ülke Mahkemesinde suçlandı.

İnkilapların zor günlerinde bir Devrim mahkemesi tarafından asılan Atıf Hoca’ya yüklenen suç, şapka kanunundan iki yıl önce yazdığı kitap değil, şapka kanununa karşı çıkarak Devrimi sulandıranlara fikir babalığı etmesiydi. Aynı suçu son günlerde gece evinden götürülen, evrakı dağıtılan bir yazara da yüklemek istemişler. Dikkat buyurunuz “fikir suçu” değil “fikir babalığı” suçu. Savcı’ya göre  eylemin bir parçası veya başlangıcı...

Bir zamanlar Uzak Doğu'da Filipinleri demir yumrukla yöneten Ferdinand Marcos, devrilmesinden az önce bir Fransız gazetecisine "Bizim hapishanelerimizde hiç fikir suçlusu yok, bunların hepsi eylem suçlusu" demişti. O sırada Filipin hapishanelerinde 1500 fikir suçlusu ceza görüyordu.

Acaba diyorum, biz şimdi seksen yıl öncesinin“takriri sükun” devirlerine geri mi döndük ?  Ufak bir fark var: o zaman bu suçtan bir insan asılmışken, bu gün o suçlamaya uğrayan kişi iki gün sonra evine dönebiliyor… Demek o günlerde değiliz .

Biz bu son derecede tehlikeli Atıf Hoca olayını toplumsal barış adına, vicdanen yıllarca gündeme getirmedik. Bu konuda suskun davranmamızın, Merhum şehit Hoca’nın manevi mirasına uygun olduğuna da inandık, Yine de gündeme getirmek istemiyoruz, ancak aradan geçen bunca yıla karşılık o “toplumsal barış” neyse, acaba gerçekleşmedi mi ? Boşuna mı çaba harcıyoruz ?  Devlet adına işlenmiş bir cinayeti, ört bas etmenin üzerimizde vebali olmalı.

Devrimden seksen yıl sonra bir yazar, Devrimin ilk günlerinde olduğu gibi bir devrim mahkemesinin benzer sorusuna yeniden muhatap olabiliyorsa, bu nasıl barıştır ki, seksen yıldır kurulamıyor. Demek bir seksen yıl daha bekleyeceğiz. Bunda bir var.

Bir soru soruldu: “bu işler nedir ?” dediler. “Ciddiye almayınız” dedim, birkaç gün sonra unutulur. Toplumsal barış ancak böyle sağlanabilir, şükürler olsun ki Yaradan insanlara bir “unutma” mekanizmasını yaradılıştan tahsis etmiştir. Toplumda “amnezi” derecesine varmayan “unutmaların” toplumsal barış sağlamada artık tek ümit olduğu anlaşılıyor, aksi halde bunca emekle kurulan kamu hukuku, kamu ahlakı, kamu yönetimi bu ülkede geçerli ilkelere kavuşamayacak.

Tehlikedeyiz… Hepimiz her an her yerde tehlikedeyiz… Yazdıklarımız, söylediklerimiz, inandıklarınız bir gün gizlice bir silahlı örgüt tarafından kullanılacak olursa, o orgüte “fikir babalığı” yapmakla her an suçlanabiliriz… kolayca yüklenebilecek siyasi bir suçtur bu. O halde ne yapalım…? Güvenlik açısından Egemen sınıfların istediği insanlardan mı olalım…?  düşünmeyelim mi ?  yazmayalım mı ?  ülkenin ve bizden doğacak  nesillerin geleceğine dair bir fikir sahibi olmayalım mı ? Ne dersiniz ?

Osmanlı dünyasının yetiştirdiği en ulu zekalardan onyedinci yüzyılın büyük düşünce ve devlet adamı  Katip Çelebi “bu söylediklerimin devrin büyüklerinin  kulağına gitmeyeceğini biliyorum ama yarın ahrette “sen bir akıllı adamdın, neden sesini çıkarmadın” derlerse kendimi kurtarmak için yazdım" diyor…

Hangi fikirlere babalık etmiştir bilmem ama ben şahsen İskilipli Hoca’nın, Mevlevî şeyhi Kemahlı Hoca gibi “zümre-i nacilerden yani “kurtulmuşlardan” olduğuna inanıyorum. Mevlam cümleye nasip buyura.

Bir İnsan pişirmek

taylor1.bmp

Nezih Uzel'den not: "Cuisiner un homme [Bir insan pişirmek]" başlığı altında, 18 mart'ta "Planéte" kategorisinde yayınladığımız, Fransızca Le Monde gazetesinden alınan haberin "Meydancı" imzası ile İngilizce versiyonu geldi. Teşekkürler. İngilizce ve Fransızca kullanan dostların dikkatine sunulur. Birkaç gün sonra Türkçesini vereceğim. Saygılar.

"To cook a man Joseph Marzah, known as “Zigzag “, can neither read nor to write. But Zigzag can kill. And it did it on order of Charles Taylor, former chief of war elected president of Liberia in 1997, judged by the special Court for Sierra Leone (SCSL), for crimes against the humanity made during the war in Sierra Leone (1991-2002).

Thursday March 13, Zigzag, ex-commander of a death squad of Charles Taylor, told with the bar of the witnesses whom the former bast president “said to us that we could even eat the White of the United Nations, it said that we could use them like pigs, and to eat them”. During the war, it adds, the “enemies “were promised with the same fate. The lawyer of Charles Taylor, Courtenay Griffiths, questions: “Did you cook Them?” The witness, introduced by the charge, answers: “Yes, I took part.” New question: “And how one prepares a human being?”

“We cut the throat, then, we throw the head and the intestines. Afterwards, we put the flesh in a pan and we make cook. Charles Taylor knows it (…). It said to us that we could eat them. But I could not eat them believed, we made a barbecue, with salt and pepper.” (Courtesy the World)"

İşimiz işsizler sanatı

mevlana.jpg

Bu dünya işleri ile uğraşanlar, Bu dostlardan, bu Hak âşıklarından Değillerdir. Çünkü bizim işimiz, Sanatımız**, işsizlerin** işi, İşsizlerin Sanatıdır. Hırsızların düzenbazların Yolu olan bu yolda, zenginlerin, Altını çok olanların, ne işi var ?                             Mevlânâ

Kargalar yağmurda uçamaz

dsc00271.JPG                                  Â

-Hoca Eskihisar’da yağmura tutulduğunda sen oralarda mıydın ?

-Hayır kargalar yağmurda uçamaz, gaaak gurk tısss.

-Neden ?

-kanatları ıslanır da ondan,

-İyi ya sen de kanatları ıslanmış bir karga olarak uçsaydın,

-Fazilet bu gün fenayım, bana dokunma.

-Ne zaman iyi oldun ki ?

-Sen aptal, kendini beğenmiş ukala, çekilmez, bir kargasın.

-Sen de rezilin rezili fevkaladenin fevkinde iğrenç bir kargasın.

-Ben neysem neyim, sen kendine bak, lavuk.

-Söylesene oralarda mıydın ?

-Evet oradaydım, neden sordun ?

-Hiçç… gaaak gurk.

-Nasıl hiç ?

-Ben kenardan bakıyordum, adam 71 yaşında ne biçim tırmanıyordu kaleye gördün mü ? yağmura falan da aldırmadan resim çekeceğim diye oradan oraya koşuyordu, yanındaki müze müdürü ile asistan bayan, kale kapısının altına sığınmışken, o  bir elinde şemsiye bir elinde fotograf makinası ortada gezdi durdu, gaaak gak.

-Ne kalesiymiş orası ?

-Rezalet biraz rezilliği bırak, bu zamanda cahillik rezilliktir. biraz bir şeyler öğren, acık kitap oku, TV'de dizilere bak, belgesel izle, Bilgisayarın var mı senin ?

-Yok…

-Sana kargalar güler, git Bilgisayar al, paran yoksa bilgisayarı olana kablosuz bağlan…

-Anladık, anlat şu kaleyi Gaaak. Guuurk. (açlıktan karın ağrısı) Â

-Vazgeçtim…neş’emi kaçırdın, anlamaza ne anlatılır ?

-Sen anlat, ben anlarım ?

-Nah anlarsın…Gak.

-Anlatsana, pis karga

-Bu kalenin tarihi karışık, kimin ne zaman yaptığı belli değil, Roma diyen var, Ceneviz diyen var, şimdilerde adı “Eski Hisar”  Avni Dilbaz müdürlüğü zamanı burada arkeolojik kazı yaparak Doğu kulesinin yanında bir sarnıç ortaya çıkarmış, Hocayı çağırıp göstermişti. Hoca üstü açık, suyu çekilmiş sarnıcın, vaktiyle tavanını tutan sütunlarına hayran olmuş… - Burada gece ışıklandırma yaparak ne güzel konser olur demişti.

-Sen gördün mü sarnıcı ?

-Yağmur olmasaydı gidip bakacaktım, Hoca da o tarafa gidemedi.

-Kargalar yağmurda uçar demiştin, uçsaydın ya…kanatların mı ıslanırdı ?

-Rezalet susar mısın ? Garrrk kuuurk trısss tıkır, şııııırt. (Adrenalin salgısı)

Fazilet ve Rezaletin adını koyup görmeye gitmedikleri sarnıcı ziyaret bir başka bahara kalmışken ben bu arada kalede vaktiyle yer alan anfiteatr’a sonraki bir onarımda plastik koltuklar koyduklarını tesadüfen fark edip dertlere uğradım, nasıl da daha önce görmemişim. Müdür Mustafa Özçelik – Ben yakında bunları değiştireceğim, dediğinde uyandım. Sağ ol Müdür, sen her derde dermansın… Bir daha gelişimde bunları burada görmeyeceğim, bizim mutfakta bile plastik eşya yok, kim koydu bu renkli ucubeleri buraya…?

Yargı Yasama Değildir

Aşağıdaki bildiri dün yayınlandı:

26 Hukuk Fakültesi Dekanı'nın kamu oyuna duyurusudur:

**1)**Yargı organları, yasama organı gibi, millet adına egemenlik yetkisi kullanır. 2. Cumhuriyet Savcıları,  kanuni görevleri gereği dava açar. Bu nedenle, Cumhuriyet Savcıları, açtıkları davalarda kişisel olarak taraf değillerdir. 3. Açılmış bir dava nedeniyle hakim ve savcılara yönelik tacizlerde bulunulması, yargı organlarının Anayasa ve kanunlarla belirlenmiş görevlerinin sorgulanması hukuk devletini yıpratır. 4. Basın ve yayın organlarının yayınladıkları haberlerde ve yorumlarda, herkesin ve özellikle siyasi parti temsilcilerinin kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda yargı organlarını yıpratacak, hakim ve savcıları baskı altına alacak yaklaşımlardan özenle kaçınmaları zorunludur. 5.  Yargıyı korumak, hukuk devletini korumaktır. Bu görev, hepimizindir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 20.03.2008

Bu bildiri de benden :

26 Hukuk Fakültesi Dekanı'na Nezih Uzel'in duyurusudur:

  1. Yargı organları Yasama organı gibi millet adına egemenlik yetkisi kullanamaz, millet adına egemenlik yetkisi  kullanmak sadece Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir. Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur, ulus bu egemenliği Meclis vasıtası ile kullanır. Meclis toplumda eski Hakan ve Sultan’ların yerine kurulmuştur. Geçen yüz yılda Ülkenin siyasi yapısını değiştiren Türk Meclisi, yüzyıllar içinde aşırı zorluklarla gelişerek bu noktaya gelmiştir.

2)Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kuruluş ilkesi 27 mayıs askeri darbesinden sonra yapılan tepki anayasasında değiştirilmiş ve milletin egemenlik hakkı birbirine yabancı beş ayrı kuruma verilmiştir. Bu davranış Devletin kuruluşuna,  tarihsel gelişimine ve eşyanın tabiyatına  uygun değildir.

  1. Bu girişim kuvvetler ayrılığı prensibine aykırıdır. Yargı Yasama değildir. Çünkü yargı halk oyu ile seçilmemiştir. Ülkede tek egemen güç halk oyudur ve bu güç düzenli bir seçim aracılığı ile büyük millet meclisine yansır. Devletin tüm organları yetkilerini Meclisten alırlar ve o Meclise karşı soruımlu olurlar. .

  2. Yargı doğrudan egemenlik hakkı kullanamaz bu hak Yargıya Yasama tarafından atamayla verilmiştir. Yargı Yasamanın bir parçası, danışma kurumu ve teknik devamıdır.

  3. 27 mayıs darbecilerinin yaptığı ve halen uygulanan  bilinçsiz düzenleme, on beş asırlık Türk egemenlik hukuk kazanımlarına aykırıdır. 26 dekan yanlış bilgi sahibidirler. Hukuk devleti hukuksuzlukla korunamaz.

Ben Nezih Uzel, Türk vatandaşı… Türk yargı hukukunu korumak adına 26 dekan tarafından imzalanmış olan bu bildiriyi, bu hukuku korumayı aslî görev bilerek reddediyorum. Adı geçen dekanların kırk yıl önce bir hükümet darbesi ile sislenen Türk Egemenlik hukukunun temel niteliklerini yeniden düşünmelerini ve bu hukukun özüne  inmelerini teklif ediyorum. Bu tarihsel görevi farkedecek Türk aydınlarının, ilerde bu halkın ve bu ülkenin tarihinde şerefle anılacaklarını düşünüyorum. Tanrı aklı, vicdanı ve gönlü işleyenlerle beraberdir.