Sonunda İşi Bağladılar

dscf2768.JPGFazilet sus diyor ama susmayacağım...gaaak.guuuk. Bizim sayfayı yapan Hocanın has adamları Caner ve Fatih haftalardır işi salladılar...Gak.Guuk. Sonunda bir araya gelip işi bağladılar...Gak.Guuuuk. Tak.Tıkır. Bir gün sabahtan akşama kadar çalıştılar. Gaaaark. Caner ara sıra ahlayıp ofladı...Guuuk. Fatih ona gaz verdi. Gak. Biz Faziletle ağaçtan ağaca konup işin sonunu merakla bekledik... Gaak. Guk Sanki Mecliste tezkere oylanıyor... Guuuk. Çok heyecanlandım. Fazilet'in kılı kıpırdamadı. Guuuk. Duygusuz karga; adamlar bizim geleceğimizi konuşuyorlar, Fazilet umursamıyor... Bu Karga'nın karakteri bozuk... Guuuk... Bana ikide bir   – Bekle...diyor, anlamıyorum ya, beni kandırıyor. Sözüm ona Bilgisayardan anlıyor... Gaaak. Guuuk. Faziletin dediğine bakılırsa Hoca'nın WEB sayfası yeni bir teknik ve düzenle yeniden yapılıyormuş, şimdi daha güzel ve okunaklı olacakmış. Fazilet'in sevindiğine inanılırsa iş bu sefer yürüyecek gibi görünüyor. Gaaak.Guuuk. Nasıl kızmıyayım, nasıl gülmiyeyim ki, boşluk haftalar sürdü. Gak. Guuuuk. Hoca'nın dostları her gün   bizi sormuşlar   – Azgın rezaletle, durgun Fazilet ne oldu ? Hani Paris anılarını anlatacaklardı, demişler gaaak. Guuuk. Paris anıları boşlukta kayboldu. Gak. Guk.Tıkır. Artık unuttum. Yeniden dışarı çıkarsak anlatırım. Gaak. Tak. Tuk. (Üzüntü sesi) Bu arada haberler var: Hoca'nın başı dertte. Gak.Guk. Eski bir Fransız bayan arkadaşı haber vermeden yatıya geldi. Fransa'da baba evini satmış, parasını alamamış, son kalan öro'larla bir araba edinmiş, içine eski eşyaları   tıkıştırmış, 3 bin km. yoldan binmiş gelmiş. Taaaaak.Toooos (Hayret sesi) Geçen hafta Hoca balkonda otururken –Kapının önünde yabancı dil konuşan bir kadın var...dediler. Hoca yerinden fırladı...Gaaak. Guuuk. İşi anlayınca deliye döndü...- Olmaz...olamaz diye bağırdı durdu. Gaak.Gak. Kapıyı kapayıp kadını kovdu. Yarım saat sonra çaktırmadan baktı, kadın merdivende oturuyor... Gaak. Guk. Kadın az sonra da kapıyı çaldı –Bir bardak su...dedi. Hoca yarım pat şişeyi kapı aralığından uzattı... Gaaak. Guk. Olanları Fazilet de gördü, hiç ses çıkarmadı... Gak. Guk... Şimdi kadın on gündür Hoca'nın evinde... Gitmeye de niyeti yok... zoraki sığınmacı, gaaak.guuuk. Fazilet dedi ki:                    - Bu   kadın gitmez...                  – Sus Fazilet ağzını hayra aç...dedim. Gaaak. Guk. Dedim ama beni de aldı bir düşünce Hoca bu işi çözemezse bizim de hayatımız tehlikeye binecek. Gark.Gark. Adam kadını kovamazsa kendisi gidecek... Yanına hangi eşyaları alacağını düşünmeye başladı bile... Fazilet saf olduğuna Hoca'nın içindeki fırtınaların yönünü kestiremez... Onu ben bilirim. Guk. Neyse, Karga dostları, iş bu noktada...Gak Gok... Hoca'nın acınacak hali var ama biz yine Faziletle bakışıp gülüştük. Ben Usta'yı tanırım Mutlaka bir çıkış yolu bulacaktır... Gak.Guk. Bulamazsa yandı gülüm keten helva Gaaaaaak.      Neyse, Karga dostları, iş bu noktada...Gak Gok... Hoca'nın acınacak hali var ama biz yine Faziletle bakışıp gülüştük. Ben Usta'yı tanırım Mutlaka bir çıkış yolu bulacaktır... Gak.Guk. Bulamazsa yandı gülüm keten helva Gaaaaaak.      Neyse, Karga dostları, iş bu noktada...Gak Gok... Hoca'nın acınacak hali var ama biz yine Faziletle bakışıp gülüştük. Ben Usta'yı tanırım Mutlaka bir çıkış yolu bulacaktır... Gak.Guk. Bulamazsa yandı gülüm keten helva Gaaaaaak.

Keşke Başbakan'a yakışmaz

tayyiperdogan2.jpg

Başbakan “keşke Irak'a girseydik...” dedi.

“keşke” kelimesi bir başbakana yakışmaz...

Eski başbakanlara da yakışmazdı. Bu güne de yakışmaz, yarına da yakışmayacaktır.

Başbakan'ın **“keşke”si kendisinden kaynaklanmış olmasa dahi o icraat'ın başıdır. Bu yüzden onun“Keşke”**si tüm siyasal yapıyı ilgilendirir. Adamlarını kandırsaydın da bu gün hep birlikte “keşke” demeseydiniz.

Devlet hayatında “keşke”nin yeri yoktur. Diplomasi dilinde ise bu kelimenin hiç anlamı yoktur. “Keşke” eskiden yapılmış bir hâtâ'nın itirafı anlamına gelir... Eğer geçmişte bir hata yapılmışsa, itiraf yerinde olabilir, ancak diplomatik bir dille ile ifade edilse gerekir. Koskoca bir ulusu yöneteceksiniz, sonra o koskoca ulus'un karşısına çıkıp “keşke şöyle yapsaydım... keşke böyle yapmasaydım...” diyeceksiniz... Böyle şey olmaz.

“Keşke” lerle devlet yönetilir mi sayın Başbakan... ? Destur “Keşke” size yakışır mı... ? O tüyler ürperten “Keşke” lerle geleceğe doğru nasıl adım atarız ? Siz geleceğe şimdiden ipotek koydunuz... Gelecekte de **“keşke"**lere başvuracağınızı ima ettiniz... Eğer siz şimdi “Keşke” lere alışırsanız bu gün yaptığınız işlere de gelecekte “keşke yapmasaydım” demeyeceğinizi kim garanti edebilir ? Farkında değil misiniz... ? Acaba Atatürk hiç “keşke” dedi miydi ?

Eğer “keşke” denilmesi gereken bir hâtâyı, geçmişte yapmışsanız, bunun itirafı sözle değil fiille olur. O hâtâ'nın kötü etkilerini ortadan silecek yeni bir karar alır yolunuza devam edersiniz... Kimseye de ekinizi belli etmezsiniz...Ayrıca “Keşke” geri dönüş demektir. Geçmişi “yargılama” demektir. İcraatın içindeyken geçmiş yargılanamaz... O tarihin işidir. Siz şimdilik olayların içindesiniz. Sizi geçmiş değil, gelecek ilgilendirir. Devlette geri dönüş yoktur. Orası kahve sohbeti yeri mi ? Devlet ciddiyeti nerede kaldı ?

Ben uzun zamandan beri Tük politikacılarının ağzından en ufak anlamda bir “keşke” duyduğumu hatırlamıyorum. Acaba bu moda yeni mi çıkıyor...? Bunun sonu gelmez... Toplum hayatında iki adım öne, dört adım geriye tablosu çıkar. Devlet bundan zarar görür.

Türk siyasal tarihinde “keşke” kullanılmış ama adı değişik olmuştur. Ülkenin son yarım asırda en önde gelen siyaset adamı bu kavramı “dün dündür, bu gün bu gündür” şeklinde ifade etmişti ki bence en emin anlatım bu olsa gerekir. Sayın Demirel'e ait olan bu cümle, bir devrin “özeti” bir çağın siyasal “mahsulü” ve gelecek kuşaklara verilen “diplomasi” dersidir.

Aslında “diplomasinin” de “siyasetin” de “politikanın” da dili tükenmiş, nesli kurumuş, zamanı geçmiştir. Bu kavramların hiç geleceği yoktur. Gelecekte mültinasyonel yaşayacak insanoğlu, bu işlere şimdi bizim “ortaçağ” karanlığına baktığımız gibi bakacaktır.

Sayın Recep Tayyip Erdoğan siz keşke “keşke” demeseydiniz. Bu lâfın artık bir anlamı yok.

Yeniden yayındayız !

nezihuzel.com adresi yeniden yayında. Sitenin kullandığı içerik yönetim sisteminin WordPress olarak değiştirilmesi sandığımdam daha fazla zaman aldı.

Hükümetin gazetecileri değiliz

abdullah_gul.jpg             TC Dışişleri bakanı Abdullah Gül gazetecileri azarlayarak “bir haber yazmadan önce bize sorun” dedi. Böylece biz gazetecileri “hükümetin özel yazıcıları” olarak düşündüğünü açıkladı... Bir ufak nokta var... Sizin doğrularınız ile bizim doğrularımız aynı değildir. Bakış açılarımız da farklıdır. Bu bir “görev” farkıdır.   Bir gazetenin bir köşesine düşen bir haber, yüzyıllar sonra dahi okunabiliyor...

Bizim için görev olan sorular sizin için vatana ihanettir... Gazetecilik kurulduğundan beri ülke yöneticileri ile gazeteciler arasındaki kavga son bulmamıştır. Ne var   ki, bir ülkede doğruların ortaya çıkması için de bundan daha ileri bir sistem bulunamamıştır. Siz iktidara geldiğinizden bu yana her gün eğitim görerek “yuvarlak laf söyleme” uzmanı kesildiniz. Siz halka “hiçbir şey söylemiyorsunuz” sayın bakan... Ne soralım size ? CİA uçakları geceleri  ıssız hava alanlarına inip “Amerika'ya karşı olanları” toplayıp götürüyor, işkence ediyor ne dersiniz ? ” dedik “yok öyle şey...” dediniz. Sonra yabancı gazetelerde okuduk. Suriye'ye giden İran uçaklarını indirip kontrol ettiğimizi haftalar sonra batı medyasından öğrenip yazdık ödünüz koptu, Sizin söylemediklerinizi onlar söylüyor...Artık sorun bitti. Sizden alınamayacak haberleri, Batı'dan alabiliriz, tabii yine görüş farklarıyla... Allah sonumuzu hayretsin. Sayın bakan “Biz barıştan yanayız” demek hiçbir şey söylememektir. Yeryüzünde hiç barıştan yana olmayan var mı ? Dünyada her gün patlayan silahların tetiklerini hep “barıştan yana” olanlar çekiyor... Savaşları hep barıştan yana olanlar çıkarıyor... İnsanlar evlerinde, sokaklarda, meydanlarda sapır sapır dökülürken siz “Barış” gazelleri okuyorsunuz. Dünyanın sadece ve sadece “Kuvvet dengesi” ile ayakta durduğunu size kim öğretecek ? Şu günlerde yaşadığımız böylesine can alıcı bir “ dezenformasyon” ve propaganda savaşı içinde bu akıl almaz tutumunuz , her gün daha da fazla can yakıyor... Biraz “devlet adamı” sıfatı takınarak herşeyi açıkça anlatsanıza... “Biz savaştayız, sıkıntılara hazır olun”   diyen bir İngiliz devlet adamı tarihe bu sözle geçmişti. Sayın gül “Bize sorun” diyorsunuz...Ne soralım size ? gerçekten hiçbir şey söylemiyorsunuz. Biz “Büyük Ortadoğu planı nedir ? “diye bir soru sorsak “Sormayın haddinizi aşmayın” diye cevap alıyoruz.   “yedi maddelik barış planı” nedir ? desek “sus karışma...biz biliriz...” diye yanıtlıyorsunuz.Dün Hürriyet'e “Kimse Türkiye'nin coğrafyasındaki gelişmelere ilgisiz kalmasını bekleyemez” dediğinizi yazmışlar. Nedir bu gelişmeler ?   Kim neyi bekliyor ? ülkelerin sınırları mı yerinden oynayacak...? yeni haritalar mı çizilecek. Söyler misiniz ? Hayır...Söylemiyor ve saklayabileceğiniz yere kadar saklamaya çalışıyorsunuz... Türkler bir sabah kalktıklarında Diyarbakır kalesine PKK bayrağı çekildiğini gördüklerinde olanları anlayacaklar... Vaktiyle Granada'nın son Müslümanları hükümetlerinin **Aragonlar'**la ne konuştuğunu hiç bilemediler. Alhamra'nın gittiğini papaz bir sabah kuleye haçı diktiğinde anladılar. Girit Yunanistan'a bağlandığında Fransa kralı III. Napolyon "bu sizin için hayırlı oldu" dedi. Sizin   Kasımpaşalı patronunuz soru soranı “vatan haini” ilan ediyor... Doğduğuna pişman ediyor... Zavallı genç gazeteciler de karşısında tir tir titriyor...Siz bu alanda ustanızı derece derece aştınız. Tebrikler... Al birinden vur öbürüne... Devlet yöneten iki eski arkadaş...

Sayın bakan en iyisi siz gidin de başkası gelsin. **Türkiye'**de şu sırada bakanlığınızın kadrosunda sizden iyi bakan olacak ne kıymetli hademeler var.

Dağda fuhuş odası

Altın BacaklarDevir ne kadar değişmiş... Demek ki şimdi de insanlar ibadethâne yerine fuhûşhâne yapıyorlar... Gark, gurk. Artık iyice anlaşıldı ki, dünyamızda iki çeşit insan var: kalbiyle yaşayan, çükü ile yaşayan... gark gurk. Bu ikisi bir arada olmuyor. Her ne kadar iki alet de aynı bedene bağlıysa da birinin derdi, diğerine uymuyor.

Gak Gak Guk. Hoca hafta başında sıcaktan boğularak kendini Sapanca'nın arkasındaki dağlara attı. Bir süre gittiler. Bir vâdinin başına vardılar. Hoca'nın arabayı kullanan arkadaşı:                              –Burası iyi...dedi. Gak Gak Guuk. Arabayı bir ağacın altına çektiler. Bagajdan masayı, bez koltuğu, mangalı, termosları çıkardılar. Ateş yaktılar... Gak Guk. Tak tuk tıkırr. Hoca etrafı beğendi. Biz de Fâziletle bir ağacın dalına konup olanları seyre koyulduk. Gak Guk... Bol yeşillikli bir yerdeydiler. Ağaçların arasından su sesi geliyordu. Buraya “İstanbul Dere” deniyormuş... Gak   Guk. Yakındaki köy de adını bu dereden alırmış... Mangal yanmaya çalışırken Hoca çantasından çıkardığı bir kitabı karıştırmaya başladı. Gak Guk... Fazilete sordum:                              –Ne okuyor gördün mü ? eğildi baktı.                              –Ebüzziya Tevfik'in “Yeni Osmanlılar”ı... dedi. İnşaat Tuğlası gibi azametli bir kitap Gak... Guruk   Gark.                              –İyi mi ? dedim.                              –Sus, sen   anlamazsın karışma...dedi. Pis Faziletin yine ukalalığı tuttu.

Mangal'dan dumanlar çıkarken Hoca'nın resim aklına geldi. Gak Guk. Makinasını çıkardı. Ağaçların, vadilerin, ormanın, patikaların resimlerini çekmeye başladı. Bir ara uzakta tek bir odadan ibaret olduğu anlaşılan, beyaz badanalı bir ev gözüne çarptı...Guuuk Guuuk...Sordu:                              –Ne var orada ?                              –Önemli   değil, içinde kimse yaşamıyor... bir zaman iki İstanbullu kafadar gelmiş, buraya kulübe yapmışlar, sonra kadın getirmişler, kadınlarla aşna fişna eğlenirken, izlerini süren kendi kadınları kulübeyi basmış, zanpara kocalarını bir temiz döğüp ormana atmışlar. Adamlar ölümlerden dönmüş, Gark gurk. guruk. tıkır, ıhı ıhı. Sonra da kaçarak bir daha buralara uğramamışlar. Kulübe şimdi boş duruyor.                              –Yâni   dağda fuhûşhane...Gak Guk.                              –Biraz   öyle... ne yapalım zaman böyle. Gak. Guk. Tısss.

Hoca bakışlarını   beyaz badanalı evden ayıramıyordu... Gark Gurk. Adama yine bir şeyler olduğu anlaşılıyordu. Gark Guuurk. Gözleri çakmak çakmak oldu, rengi sarardı... Fazilet dedi ki:                              –Sakın ses çıkarma... dur bakalım... ne diyecek... Hoca muhatabına bakmadan ağır ağır, mırıldanır gibi   konuştu:                              –Vaktiyle böyle yerlerde, Ormanlarda, su başlarında Doğa'nın en canlı olduğu yerlerde eski dervişler, tarikat pirleri tek kişilik tekkeler ibadethâneler yaparlarmış onlara “Savmaa” denirmiş.   Bu bir hırıstiyan keşiş icadıymış. Zaman içinde   Müslümanlar da benimsemişler. Şehrin kalabalığından kaçmak isteyen dervişler, şeyhler sık sık buralara gelir “murakabe”ye dalarlarmış   Şimdi “meditasyon” diyorlar. İşte öyle. Devir ne kadar değişmiş... Demek ki şimdi de insanlar ibadethâne yerine fuhûşhâne yapıyorlar...   Artık iyice anlaşıldı ki, dünyamızda iki çeşit insan var: kalbiyle yaşayan, çükü ile yaşayan...Bu ikisi bir arada olmuyor. Her ne kadar iki alet de aynı bedene bağlıysa da birinin derdi, diğerine uymuyor. Nasıl da aynı yere takılmışlar, anlaşılmıyor...eskiden bir Hint atasözü “acı ve ızdıraplar insanları Tanrılara, zevk ve eğlenceler hayvanlara yaklaştırır” dermiş...Acaba yalan mı ? . Mevlânâ'nın da böyle bir sözü var: hazret insan vücüdünü kastederek diyor ki : “Şeytanla meleği aynı yere koymuşlar, nasıl oluyor ? ”

Hoca konuşmasının bu yerine gelmişti ki, artık utancımdan dayanamadım, Gark..Tısss, Faziletin kuyruğunu çekerek bağırdım – Hadi artık uçalım... Hızla ormandan uzaklaştık. Hoca ve arkadaşı daha sonra göl kıyısına inerek çay içmişler. Oradaki kargalar söyledi. Tısssss.

Çatışma İkili Olur

0268.jpg

Türk hükümetinin yetkilisi “Lübnan'a gidecek Türk askeri çatışmaya girmeyecek” dedi.

Ya öbürleri girerse..

Çatışma ikili olur. Tek kişi, tek başına çatışamaz... İki kişi veya iki ordu karşı karşıya gelir çatışırlar. İki ordu veya iki askerî gücün çatışmaya veya çatışmamaya karar vermesi için her ikisinin de ortak görüş sahibi olması gerekir. Taraflardan biri “çatışacağım” derse o “çatışacağım” diyen tarafın kararı geçerlidir.Ve çatışma olur.Bütün bunları bilmek için geçen yüzyılın Alman savaş filozofu Clausevitzh'in “der Kriege” Savaş kitabını okumaya gerek yoktur. Sokaktaki veletler bile bunu bilir. Kaldı ki bu kitap yıllardan beri Türk askeri okullarında ders kitabı olarak okunmaktadır.

Adam diyor ki:Çatışma zamanı geldiğinde çatışmamak, çatışmaktan daha tehlikelidir.

Ne demektir çatışmaya girmeyeceğiz... ? Ya onlar girerse ? değil mi efendim. Hiç askerlik yapmadınız mı ?

İngilizler büyük sıcak sömürgecilik yıllarına hiçbir zaman ilk ateş eden olmamışlardı. Yelken döneminin büyük savaş kadırgaları dahi karşıdan ateş yemedikçe toplarını konuşturmadılar... Ancak daha sonraki yıllarda, tavşanlıkları arttığında karşı tarafa casus koyup gizlice ateş ettirdiler. Savaşlar hep öyle başladı “1861 Navarin Körfezi” savaşında olduğu gibi

18o6' da dört İngiliz savaş fırkateyni bir sabah Marmara'ya girip Sultan III. Selim'in henüz uykusundan uyanmadığı bir saatte, sulara kadar inen büyük bayrakları ile Topkapı Sarayı'nın karşısına dizildiklerinde İstanbulda Fransız Devrim Hükümetini temsil eden İhtilal'in sevimli çocuğu General Sebastiyani iki atlı arabası ile acele saray'a koşup “aman sakın sahilden ateş etmeyin...   görürsünüz sonra size ne yapacaklarını...”dedi.

İngiliz donanması daha o tarihlerde namusunu kaybetmemişti. Karşıdan   Ateş yemeyince ateş etmediler ve **çekip gittiler...**Hırslarını yenemeyip Yassıada'ya asker çıkardıklarını tarihler yazıyor.

Efendi sen dürüst bir savaşın içinde değilsin. Bu şerefsiz bir gerilla savaşıdır. Vur kaç düzenidir. Ne demektir çatışmaya girmeyeceğiz... Karşı tarafa sordun mu ?

Devlet adamı eksikliği ülkemizde her sabah güneş gibi yeniden doğuyor.

Hak şerleri hayreyler... Zannetme ki gayreyler... Görelim   Mevlam n'eyler. Neylerse güzel eyler...                       Erzurumlu İbrahim Hakkı

Bilgi iyi gelir...

slayt1.JPG

Aşağıda geçenlerde   üç ayrı gazete tarafından verilmiş üç ayrı haber var. Bunları görüşlerinize arzederim:

Hürriyet 20 ağustos)   Gül, Haremüşşerif'teki Kubbet-üs Sahra'da namazını kıldıktan sonra El Aksa camisine girmesinin ardından bir Filistinli bağırarak, “bu toprakların kurtulması için mücadele edilmesini” istedi. Filistinli, Bakana eşlik eden İsrailli korumalar tarafından dışarı çıkarıldı.

Sabah 21 ağustos)   Miraç Kandili nedeniyle Gül temaslarına başlamadan önce Kudüs'e geçerek, Mescid- i Aksa'yı ziyaret etti. Gül önce Hz. Muhammed'in göğe yükseldiği kabul edilen yerde namaz kıldı. Sonra Haremüşşerif'e geçen Gül'ü burada Filistinli bir genç protesto etti. "Sizin İsrail ile ilişkiniz var. Sizi istemiyoruz" diye bağıran gence İsrail polisi müdahale etti. Filistinli gencin arkadaşları da polise direnince kısa süreli arbede yaşandı.

Radikal 21 ağustos)     Dışişleri Bakanı, Kudüs'te Harem üş-Şerif ziyaretindeyse heyecanlı dakikalar yaşadı. Kubbet üs-Sahra'da namaz kılıp El Aksa'ya giren Gül, burada Filistinli bir genç tarafından 'sıkıştırıldı'. Gencin üzerine yürüdüğü Gül'e "Gelin ve burayı kurtarın" diye bağırdığı belirtildi. Kudüs polis sözcüsü Ben-Rubi ise, gencin bakana hakaret ettiğini söyledi. İsrailli korumalar ve camide bulunanlarca uzaklaştırılan genç, sorguya alındı. Harem üş-Şerif Vakfı yöneticileri, genci ilk kez gördüklerini söyledi.

Bu haberlerde Kudüs'te Harem üş Şerif'te el- Aksa Camiinde bakan Abdullah Gül'e hakaret eden Filistinli gencin “gelin burayı kurtarın” veya “sizi istemiyoruz İsrail'le ilişkileriniz var...” dediği belirtiliyor... Bu iki ayrı ifadenin hangisi doğrudur ? Destur...

Bu haberler doğru değilse, bunların arkasındaki maksat nedir ?

Hürriyet'in birşeyler sakladığı anlaşılıyor... Destur ! Acaba kimlerden ve nerelerden emir almıştır. Şu günlerde yaşadığımız korkunç “dezenformasyon”dan en fazla yakınan bu gazete, acaba, artık iyiden iyiye kara deliğe dönüşen dezenformasyon girdabına kendisi de kapılmış mıdır ? Anlaşılmıyor...

Haberleri çarpıtma anlamına gelen “dezenformasyon” eğer gizli maksatlara hizmet etmiyorsa en azından Ortadoğu ve İslam toprakları konusunda, her gün inanılmaz cehalet örnekleri veren Türk basının bir yüz karasıdır. Hürriyet “sayın Bakan'a “Kubbet üs Sahra” da namaz kıldırıyor... Diğerleri “Mescid-i Aksa”da... Sabah haberinde “Gül, önce Mescid-i Aksa'da namaz kıldı sonra “Harem üş Şerif'e geçti” diyor... Mescid-i Aksa zaten Harem-üş Şerif'in sınırları içinde, bu haberi yazan hiç o tarafa gitmemiş ki... Paris, Londra, Vegas dolaylarında dolaşmış...

Ülke yönetiminde etkin bir kısım Türk aydınının yüz elli yılda ve iki siyasal sistem içinde laikleşerek İslam dini ve İslam topraklarından soğuması üzerine başlayan bu cehalet halkası işte bizi, şimdi bu hallere getirmiştir.

Kızgın pratiğin tam orta yerinde dahi hükmünü icra eden bu cehalet yüzünden zaten bu ülkede çok az kişi “Kubbet-üs Sahra” ile “Mescid-i Aksa” arasındaki farkı biliyor... Doğan güneşe göre biri solda diğeri sağda   olan bu iki mekân, İslam geleneğinde Kâbe-i Muazzama' dan sonra gelen en değerli kutsal yapıların bulunduğu yerdir. Kudüs'te İslam'a yabancıların “Tapınaklar tepesi” Müslümanların “Harem- üş Şerif” adını verdikleri birkaç kapı ile çevreye açılan kale duvarları ile çevrili bir alan, bir tepedir.

Bu tepede vaktiyle Süleyman mabedi vardı. Romalılar yıktılar. O tapınaktan kalan bir duvarın önünde “burası neden yıkıldı...”diye Musevî dindarlar   binlerce yıldır hâlâ ağlıyorlar... Ağlamayı din edinmişler...

Bizzat Hz. Peygamber'in kararıyla İslam'ın “kıble”si, Kabe'den önce “Kudüs” tü. Bu yüzden İstanbul'da mihrabı hem “Kudüs'e hem de “Mekke”ye bakan ve “Kıbleteyn” adını taşıyan bir cami vardır.

Ne olur, gazeteci kardeşler, şimdi sırası geldi... Acilen lâzım oldu. Biraz İslam tarih ve coğrafyası okuyun... İyi gelir. Haber yazarken “gülünç durumlara” düşmezsiniz.

Kim bilir ! belki de tarihe hizmet edersiniz...

Arapoğlu Askerden Geldi

adsiz-copy.jpgGak gara gak gak, guk guk guk... Araboğlu askerden geldi. Hocanın ağzı   kulaklarında, bir sevindi, bir sevindi... Faziletle ikimiz de sevindik. Fazilet Araboğlu'nu tanımıyor. Onaltı ay önce askere giderken Fazilet ortalarda yoktu. Gak.Guk. Ama benim anlatmalarımdan karga kulağında birşeyler kalmış olmalı. Gak guuuuk. Bana sordu:                          –Kim bu Araboğlu ?

–Hoca'yı   Sapanca'ya getiren iki kişiden biri dedim ?                          –Nasıl yâni ? dedi. Tamam dedim, Fazilet sorgulamaya başladı mı sonu gelmez, gaaak guuk   gene de anlatmaya çalışayım bâri, bilmem karga kafasına girer mi ? zeki kargadır ama ara sıra dalga geçer...Gark,gurk,tısss.                          –Dinle   fazilet, dedim, Hoca'nın Üsküdar'da otururken elli dört yıllık baba toprağından ayrılmaya hiç niyeti yoktu. Ama bir takım olaylar oldu, adamı rahat bırakmadılar, gaaak.guuk.                            –Yaaa...guruk.                            –Sözümü kesme, susarım anlatmam tısss.                            –Devam et rezalet, nazlanma. Arkadan deprem lafı çıktı. Hoca'ya oturduğu apartmanın pek de sağlam olmadığını söyleyenler oldu gark...İki daireden biri baştan, içinde oturan kiracıya satıldı. Gaaarek. Sonra ikincisi satıldı. Guuuurk. Hoca o sırada Sapanca'da bir villaya taşınmıştı. Guuurk. İstanbul'daki bütün eşyayı da getirdi...Sonrasını sen biliyorsun   Fazilet, beni yorma...                          –Olsun ... sen yine anlat...                          –Araboğlu'nu sormuştun ya diyne, Araboğlu Hoca'ya Sapanca'da en yakın olan kişiydi. O villaya yakın bir yerde oturuyordu, Hocayı Villayı tutmaya o razı etmişti. Gaaak. Guuuuk... Hoca Villa'ya taşınmadan önce çarşıda bir evde oturuyordu o sırada da gelip gidenlerin en kıymetlisi Araboğlu'ydu. Guuuuk. Hoca'yı Sapanca'ya çeken, Villada oturmasını isteyen sonra da ev alarak orada kesin yerleşmesine sebep olan hep Araboğlu'dur. Gakkk.Bir de Metin Sakarya vardır ama o ayrıdır.                          –Ne   var bu Araboğlunda gaaaak...?                              –Hiç... inatçı bir gürcü o kadar...                          –Anlamadım...                          –Anlamazsın... karga yaratılmışsın gaaaark. Gurk...ıhı...ıhı tısss.                            –Rezalet sır gibi konuşuyorsun, kıracam kafanı şimdi...                          –İstersen kır, ama ben sana ne anlatayım ki, Hoca Araboğlu'nun her an nerede olduğunu bilir... ne yaptığını bilir... ne yediğini, kimlerle konuştuğunu bilir...Gaaak guk. Artaboğlu'nun karnı doymadan kendi karnı doymaz... Araboğlu'nun sırtı üşürse onun da sırtı üşür. Araboğlu'un karnı ağırırsa Hoca'nın da karnı ağırır...Gaaark. Anladın mı şimdi...?                          –Hayır... yine anlamadım. Gaaark Guuurk... sen film senaryosu mu yazıyorsun ?                            –Ananın örekesi guuurk (kızma sesi) anlamazsın dedim ya, bak yine anlamadın. Tanrı Kargaların belleğine “muhabbet” koymadı... Hiç uğraşma...                          –Senin   çiplerinin arasında “muhabbet” var mı ?                          –Yok Fazilet yoook...Ahhh.ıhı ıhı...Keşke karga olacağıma“muhabbet kuşu”olsaydım.                          –O zaman da altına işerdin.

Kerpe'de Denize Girdiler

dscf2727.JPG  İmar planı hiç yok... elektriği zar zor bağlanmış, su şebekesi bulunmayan, belediyesi kurulmamış, köy mü ? nahiye mi ? kasaba mı ? ne olduğu anlaşılmayan Kerpe'nin denizindeydi hoca geçen gün... Gaaak. Guuuk. Fazilet ve ben KİA'yı Sapanca'dan Kerpe'ye kadar izledik. Gak. Guk. Arabayı askerden yeni gelen Ahmet kullandı, Hoca yanda, Arkada Murat, sabah erken yola çıktılar. Özdilekte arabayı yıkattılar. Gak Guk... Yolda Fazilet dedi: -Yüzme bilir misin ? -Ben ördek değil kargayım, dedim. -Olsun dedi, sudan korkuyor musun ? -Sen dalarsan ben de dalarım dedim. Kerpe'ye vardıklarında hafta ortası olmasına rağmen kumsal kalabalıktı. Gak.Guk. Arabayı parkettiler, sahilde yer beğendiler, tenteyi, çadırı kurdular. Masalar, bez koltuklar, naylon kilimler, hasırlar dizildi. Çantalar, termoslar, kumanyalar hazırlandı. Gaaark... Guk. Hoca'nın aralarına çadır bezi dikilmiş altı kazıklı bir japon bahçesi var... Önce o kazıkları kumsala saplayıp alan belirlemesi yapıyorlar...Gark. Tısss. (Hayret !) Hoca o paravanayı Pariste yıllar önce seyrettiği Okira Kirosava'nın “Kagamuşa‿ filminde görüp kopya etmiş,gak guk.... –Doğru mu Fazilet...? – evet doğru... Gurrk Guurk. Bu paravana her yaz ortaya çıkar. Geçen yaz Karasu'da görüldü. Önceki yıllar Kilyos'ta, Şile'de, Poyrazköyündeydi...Gak.Guk... Deniz tarafı açık kalacak biçimde alanın üç yanı güvenceye alınıp, altı kazık sert kumsala sağlamca sokulduğunda Hoca'nın masası açıldı, Bezden koltuğu yerine kondu, bu sene geçici kampa bir de ilave var: İki bez koltuk daha... Özdilekten alındı, ithal malı fransız... Onlar da paravananın denize bakan uçlarına iki taraflı yerleştirildi.... Gark. Gurk... İşler bittikten sonra kumsaldan her geçen kişi, başını çevirip “yerleşkeye‿ bakmaya başladı. Gaaark. Guuurk. Hoca dedi ki: “bu yapıda uzun yılların birikimi var, insanlar merak ediyor‿ sonra sıra sıra denize girdiler. Gurk.Gururk... Fazilet – Hadisene, dedi. Hain karga ben suda boğmaya çalışıyor... Yermiyim. Girmedim. Guurk,tıss... Sonra biz iki Karga Kumsalın arkasındaki villaların ağaçlarına konduk. Fazilet gerilere bakarak –Bu villalar hazine arazisinin üzerine ruhsatsız yapılmış...hiç birinin tapusu yok, muhtar senedi ile denize karşı oturuyorlar, dedi. Fazilet bazen mikropluktan yana beni aratmaz. Gark Gurk...Takır tıss. Bir bildiği vardır her halde... Guuuurk. Akşam güneş batana kadar kaldık orada, takır. Tıss. Sonra eşyalar toplanıp, hep birlikte az ötede “kayalıklar‿ denen yere gittik. Aman yarabbi, dünyada bu kadar güzel bir yer olamaz. Karadeniz binlerce yılda kayaları oymuş taştan kaleler yapmış... Gark.Guuuk. Sanki insan eliyle dikilmiş mimarlık şaheserleri. Türkiyede böyle yer var mı ? neden kimse bilmiyor ? Takır, tuuurk.Tısss.Tısss. Ben ilk defa gördüm, kargalığımla hayran kaldım... gurk. gurk. Fazilet'in ağzı bir karı açık kaldı: –Keşke karga olacağımıza martı olsaydık...buralarda uçar dururduk, dedi. –Balık olup denizde yüzsen, bulut olup havada uçsan, dalga olup kayalıklara vursan, duru deniz olup kıyıları okşasan yine de karganın tekisin Fazilet “simurg‿ değilsin ya, dedim. Guuurk.Guk.Tıkır. Hava kararırken yola çıktık. Sapanca'ya girdiğimizde vakit hayli ileriydi.Gark.Tısss.

Ertegün Tilkilere Karıştı

Üsküdar Sultantepe, Özbekler Dergahı sülalesinden Amerikalı iş adamı Ahmet Ertegün, bir Tilkiyle ortak olup TGRT televizyonunu satın almış...Gak...Gak... Gak...Guuuuk. “Tilki” Ertegün'ün Amerikalı iş ortağının lakabı... Nasıl bana Karga diyorlarsa ona da Tilki diyorlar... Böylece 86 yaşındaki iş adamı Ertegün, yaşamının sonuna doğru Tilkilere karışmış... Bu Ahmet Ertegün bir zamanlar yıkılmak üzere olan Tekke'yı tamir etmiş ve böylece “Vakıf onaran” kişiler için söylenen “vâkıf” lakabını üstlenmişti...Gak.Guk. Ama ne yazık ki, Türkiye'nin eski Amerika Büyükelçisi Münir Ertegün'ün, Amerikada büyüyen oğlu olduğu için, Türk geleneklerinden habersiz olan bu adam, yaptığı vakfa gelir sağlayacak bir düzen düşünmemiş, yaptığı hayrın günden güne çözülüp çökmesine engel olamamıştı. Gaaak. Guk.Tak.Tuk.Kıssss. Şimdi televizyonculuğa soyunmuş...Gak. Guk. Çağdaş global soygun düzeninin önde gelen kuramcılarından olan sayın Ertegün, bir zamanlar dinsel yayınlar yapan TGRT televizyonunda şimdi modern yaşamın pisliklerini Türklere aktaracakmış gak.Guk. Tukkk. Fazilet kuyruğumu yine çekmeye başladı, bıraksa neler söyleyeceğim... Ama yezit karga rahat vermiyor ki, gaaaak.guk. Fazilet'in kulağıma fısıldadığına göre Ahmet Ertegün'e Hoca'nın daha önce yazdıklarını tercüme etmişler...gaaak.guuuk. İş adamı Hoca'ya kızarmış. Hatta Hoca'nın bir dostundan öğrendiğine göre Ertegün bir gün Hoca'yı kasdederek “ Özbeklere ayağını atmasın...kırdırırım” demiş. Gruk.Tısss. Fazilet pek dedi-kodu sevmez ama yine de sordum: Kaşlarını çattı... gagasını gerdi ve bana dedi ki: -Hoca bu tehdidden sonra iyice kızdı, her fırsatta adamın üzerine gitmeye başladı, bilirsin tehdide hiç gelemez... Polis Burhan'ın dediği gibi asapları bozuldu...Ertegün'le arayı iyice açtı... Asıl sebebi biliyor musun Rezalet...? -Hayır, bilmiyorum.Gak...Guuuuk. Aman anlat Fazilet... -Tekke'nin tamirinden sonra açılış günü Ahmet Ertegün, dostu eski Amerikan Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger'i davet etmişti, Hoca o zaman çalıştığı gazeteye “eli kanlı, ayağı kanlı bu adam benim şeyhimin mezarı üzerinde ne geziyor ?” diye yazmıştı, ona kızmış... -Yaaaa...gak.guk... Hoca neden öyle yazmış ? -O Kissinger denen adam, bir zamanlar üç bin Şili'li genci uçaklardan okyanus'un sularına atan general Pinoşe'nin baş destekçisiydi de onun için... Sen politikadan anlamazsın ama bunları öğren... öbür kargalara da öğret.... Dünyadaki bütün Kargalar Ahmet Ertegün'ün, Kissinger'in Pinoşe'nin işlerini öğrensinler....günlerce gülsünler... Belki o zaman Hoca da rahatlar... Fazilet ara sıra işe yarıyor... Bu bilgileri pek beğendim doğrusu...Gaaak.Guuuk. Şimdi Amerikalı iş Adamı ile ortağı “tilki”nin yanına gitmem gerekiyor... Gaaak.GukTakTukur. Tırıssss