Dağda fuhuş odası

Altın BacaklarDevir ne kadar değişmiş... Demek ki şimdi de insanlar ibadethâne yerine fuhûşhâne yapıyorlar... Gark, gurk. Artık iyice anlaşıldı ki, dünyamızda iki çeşit insan var: kalbiyle yaşayan, çükü ile yaşayan... gark gurk. Bu ikisi bir arada olmuyor. Her ne kadar iki alet de aynı bedene bağlıysa da birinin derdi, diğerine uymuyor.

Gak Gak Guk. Hoca hafta başında sıcaktan boğularak kendini Sapanca'nın arkasındaki dağlara attı. Bir süre gittiler. Bir vâdinin başına vardılar. Hoca'nın arabayı kullanan arkadaşı:                              –Burası iyi...dedi. Gak Gak Guuk. Arabayı bir ağacın altına çektiler. Bagajdan masayı, bez koltuğu, mangalı, termosları çıkardılar. Ateş yaktılar... Gak Guk. Tak tuk tıkırr. Hoca etrafı beğendi. Biz de Fâziletle bir ağacın dalına konup olanları seyre koyulduk. Gak Guk... Bol yeşillikli bir yerdeydiler. Ağaçların arasından su sesi geliyordu. Buraya “İstanbul Dere” deniyormuş... Gak   Guk. Yakındaki köy de adını bu dereden alırmış... Mangal yanmaya çalışırken Hoca çantasından çıkardığı bir kitabı karıştırmaya başladı. Gak Guk... Fazilete sordum:                              –Ne okuyor gördün mü ? eğildi baktı.                              –Ebüzziya Tevfik'in “Yeni Osmanlılar”ı... dedi. İnşaat Tuğlası gibi azametli bir kitap Gak... Guruk   Gark.                              –İyi mi ? dedim.                              –Sus, sen   anlamazsın karışma...dedi. Pis Faziletin yine ukalalığı tuttu.

Mangal'dan dumanlar çıkarken Hoca'nın resim aklına geldi. Gak Guk. Makinasını çıkardı. Ağaçların, vadilerin, ormanın, patikaların resimlerini çekmeye başladı. Bir ara uzakta tek bir odadan ibaret olduğu anlaşılan, beyaz badanalı bir ev gözüne çarptı...Guuuk Guuuk...Sordu:                              –Ne var orada ?                              –Önemli   değil, içinde kimse yaşamıyor... bir zaman iki İstanbullu kafadar gelmiş, buraya kulübe yapmışlar, sonra kadın getirmişler, kadınlarla aşna fişna eğlenirken, izlerini süren kendi kadınları kulübeyi basmış, zanpara kocalarını bir temiz döğüp ormana atmışlar. Adamlar ölümlerden dönmüş, Gark gurk. guruk. tıkır, ıhı ıhı. Sonra da kaçarak bir daha buralara uğramamışlar. Kulübe şimdi boş duruyor.                              –Yâni   dağda fuhûşhane...Gak Guk.                              –Biraz   öyle... ne yapalım zaman böyle. Gak. Guk. Tısss.

Hoca bakışlarını   beyaz badanalı evden ayıramıyordu... Gark Gurk. Adama yine bir şeyler olduğu anlaşılıyordu. Gark Guuurk. Gözleri çakmak çakmak oldu, rengi sarardı... Fazilet dedi ki:                              –Sakın ses çıkarma... dur bakalım... ne diyecek... Hoca muhatabına bakmadan ağır ağır, mırıldanır gibi   konuştu:                              –Vaktiyle böyle yerlerde, Ormanlarda, su başlarında Doğa'nın en canlı olduğu yerlerde eski dervişler, tarikat pirleri tek kişilik tekkeler ibadethâneler yaparlarmış onlara “Savmaa” denirmiş.   Bu bir hırıstiyan keşiş icadıymış. Zaman içinde   Müslümanlar da benimsemişler. Şehrin kalabalığından kaçmak isteyen dervişler, şeyhler sık sık buralara gelir “murakabe”ye dalarlarmış   Şimdi “meditasyon” diyorlar. İşte öyle. Devir ne kadar değişmiş... Demek ki şimdi de insanlar ibadethâne yerine fuhûşhâne yapıyorlar...   Artık iyice anlaşıldı ki, dünyamızda iki çeşit insan var: kalbiyle yaşayan, çükü ile yaşayan...Bu ikisi bir arada olmuyor. Her ne kadar iki alet de aynı bedene bağlıysa da birinin derdi, diğerine uymuyor. Nasıl da aynı yere takılmışlar, anlaşılmıyor...eskiden bir Hint atasözü “acı ve ızdıraplar insanları Tanrılara, zevk ve eğlenceler hayvanlara yaklaştırır” dermiş...Acaba yalan mı ? . Mevlânâ'nın da böyle bir sözü var: hazret insan vücüdünü kastederek diyor ki : “Şeytanla meleği aynı yere koymuşlar, nasıl oluyor ? ”

Hoca konuşmasının bu yerine gelmişti ki, artık utancımdan dayanamadım, Gark..Tısss, Faziletin kuyruğunu çekerek bağırdım – Hadi artık uçalım... Hızla ormandan uzaklaştık. Hoca ve arkadaşı daha sonra göl kıyısına inerek çay içmişler. Oradaki kargalar söyledi. Tısssss.