Tepkiden İlgi Doğar

                                                Â

Al sana bir daha... Bir “Globalizasyon” maskaralığı daha... Bir acaip hilkat garibesi daha, Cami yaptırmış minaresi çan kulesi... Çeşme yaptırmış lülesi yok, Tavansız, döşemesiz ev kurmuş duvarları eksik.

 Adam albüm çıkarmış adı “Senfonik Çağdaş İlahiler”... Satamamış. Yakınıyor. “Anam bile bana darıldı, keşke bu albümü yapmasaydım” diyor... Arkasından ilave ediyor: “**Daha iyisini yapacağım...”**Â

O zaman iş anlaşılıyor: Uyanık bir girişimci “reklamın kötüsü olmaz” diyerek adı geçen san’atçıya  kasten abuk  bir iş yaptırıyor, sonra da   “pişman oldum” diye gazetelere demeç vermesini sağlıyor, San’atçı “daha iyisi”geliyor  diyerek yeni çıkacak albümünü reklam ediyor. Büyük gazetelerden biri bu olayı haber yapıyor. Gizli reklam. Böylece  hem girişimci hem de san’atçı olayı geniş bir ilgi halkasına ulaştırmayı başarıyorlar...

Önce virüs üretip sonra anti virüs satan Bilgisayar korsanları gibi...

Kutsi Erguner bir tarihte Belçika’nın Ganj şehrinde rahmetli Yusuf Gebzeliyle bir konser organize etmişti. Konserden bir gün önce Ganj’a vardığımızda ortadaki büyük katedralin  çan kulesine bağlanmış güçlü bir hoparlörden, Yusuf’un sesi duyuldu. Bütün kasaba bir trafik kazasında kaybettiğimiz rahmetli Yusuf’ un okuyuşuyla  Yunus’un dizelerini dinliyordu:

                                         “Cennette çıktı Adem

                                         Dünyaya bastı kadem

                                         Bunu derdi her dem

                                         Lailaheilallah”

 Organizatör geldi dedi ki:

-ilgi çok iyi, akşama salon dolacak...

-Nereden bildiniz ? dedim.

-Tepki çok fazla...dedi.

-Korkmuyor musunuz ? dedim

-Hayır ! tepkiden ilgi doğar, dedi.

Şehirde çok kişi telefon ederek “kapatın şu hoparlörü” diye feryad ediyormuş. “Ganj’ı müslümanlar bastı” diye panik halinde kaçışan bile varmış... Ben hayretle yüzüne bakınca organizatör biraz daha bilgi vermek lüzumunu duydu:

-Biz ilgi derecesini karşı çıkanlardan anlarız, dedi. Anlattığına göre orada beğenen, sevinen, ses çıkarmazmış da itiraz edenlerin sesi duyulurmuş. Sonra da o itiraz eden ve “olmaz böyle şey” diyenler herkesten önce salona girip ilk sıralara otururlarmış.

Ben Batı’da bu olayın çok çeşitlemelerini gördüm. “Tepkiden ilgi çıkarmak” anlaşılan artık  bizim ülkemize de geldi... Organizatörlerimiz tekamül ederek Batı’daki hocaları ile eşitlendiler. Haydi hayırlısı...

Beethoven’in Acemaşıran saz semaisinden sonra bizimkinin “senfonik ilahileri" nasıl da denk düştü... Bunlara Mozart'ın hüzzam şarkısı ile Dede Efendi'nin keman konçertosunu da eklemeli. Acaba aralarında bilmediğimiz, sırrına ulaşamadığımız, henüz kuralını içimize sindiremediğimiz gizli bir bağ mı var...? Bunlar belki de aynı koridora çıkan çeşitli kapılar...Ne dersiniz ?

 Yaşadığımız, yaşayacağımız ve künhüne varamayacağımız müsibet işlerden, haram hazlardan, şeytan desiselerinden, globalizasyon belasından, hergün, her an sapla samanı karıştıran gizli ajanlardan, hain casuslardan, ruhumuza musallat karanlık güçlerden  Rabbim bizleri elbette koruyacaktır. Şüphesiz. İnandım ve iman ettim. Bu netâmetli  rüya bir gün sona erecektir.

Beethoven'in Anısına Semaî

Beethoven’in anısına yürük semai besteledim çalar mısınız ?
Bir gece yarısı evde düşünürken aklıma 9. senfoni geldi, koydum CD’yi kutusuna çaldım, dinledim. Çok hoşuma gitti, O gece rüyamda Beethoven’i gördüm, bir kalabalıkta tek başın ut çalıyordu, herkes onu mest olmuş dinliyordu, derken Kont Walstein geldi, üzerinde gecelik entarisi vardı, **Beethoven’**i dinledi, dinledi,  sabaha kadar.

Beethoven önce ut'la acemaşıran taksim yaptı, sonra Acemaşıran Peşrevini çaldı, arkadan Dede Salih’in Uşşak saz semaisini çaldı bitirdi. Kont Walstein ve odadakiler Beethoven’i, çılgınca alkışladılar... Ne kadar da yakışıyordu ut, **Beethoven’**in eline... Dikkat ettim “Mısır” utu’ydu.

Gün ağarırken uyandım, rüyanın etkisi üzerimden gitmiyordu, ne de güzel “ut” çalmıştı Beethoven. Batılı olduğu için acemaşıran makamını da iyi kıvırmıştı hani, buna karşılık ben de bir şeyler yapmalıydım, uykulu gözlerle masamın başına geçtim, bir nota kağıdı aldım ve büyük besteci, Beethoven’in ruhunu da yanıma çağırarak onun anısına bir “yürük semai” besteledim. Fena olmadı, vaktiniz olursa bir ara meşgul oluverin.

Bana bu ilhamı veren haber şu :

"Mevlana'nın 800. doğum yılı anısına bir konser düzenleniyor. İzmir Devlet Senfoni Orkestrası'nın İzmir Kültürpark’ta vereceği konseri, dünyaca ünlü müzik ve dans ustaları da gösterileriyle şölene dönüştürecek. Etkinlik, 19 Ekim akşamı İzmir Kültürpark Tenis Kulübü’nde gerçekleşecek. Şef İbrahim Yazıcı yönetiminde İlyas Mirzayev'in Mevlana Flüt Konçertosu ile Sabri Tuluğ Tırpan'ın Mevlana simyacı senfonik şiirinin seslendirileceği gecede, dünyaca ünlü Türk flüt sanatçısı Şefika Kutluer, soprano Aysen Zülfikar, piyanoda Sabri Tuluğ Tırpan, neyde Türkiye'nin ilk kadın neyzeni Burcu Sönmez'in performansları eşliğinde, modernize edilmiş Mevlana dansları ile izleyenleri kendine hayran bırakan Ziya Azazi bir gösteri sunacak"

Modernize edilmiş Mevlânâ dansları...” “**Sema”**nın yeni adını beğendiniz mi ? Ya “performans” ismi verilen “ney taksimleri...? ve Flüt konçertosu...

Bu haberi verenlerin, bu işi düzenleyenlerin, bu etkinliği pişirip kotarmaya hazırlananların, ne Tarihten ne eski yeni Mevlânâ kültüründen ne yedi yüzyıl sürmüş “Mevlevilik Geleneğinden” ne de bu gün bazıları hâlâ ayakta duran ve Macar ovalarından, Arabistan’ın sıcak denizlerine kadar uzanan İmparatorluk topraklarında kurulan 105 Mevlevihane’den asla haberleri olmamış, bu işlerden hiç nasip almamış insanlar. Sanki yeryüzüne bir başka gezengenden gelmiş gibiler. Sanki bu işler bunca yüzyıl hiç olmamış gibi...

Mevleviler yeryüzünde hiç yaşamamış, dört yüz yılda gelişmiş Mevlevi müziği şimdiye kadar ne bestelenmiş, ne çalınmış, ne dinlenmiş, ne de uygulanmamış. Sanki bu devâsâ konu bu yörenin kültür tarihinde bir kara delik...

Globalizasyon’un bu fevkâlade acıklı ve düşündürücü karma gösterisini Bayramın ikinci günü duydum. Keşke bu konuyu hiç öğrenmeseydim. Keşke bu konu hiç gündeme gelmeseydi. Yaralandım... Geçen ay mükemmel biçimde onarılarak seksen yıllık uykusundan uyanan ve yüzlerce yıllık yaşamının yeni bir aşamasına ulaşan “Yenikapı Mevlevihanesi” müjdesinden sonra şu başımıza gelene bakın...

Dostlar ! yelpaze çok açıldı. Mevlânâ 800. yılında dünyanın her yerine ulaştı. Bu netice doğaldır. Biz yadırgasak da artık bu çeşitlenmeyi önleyemeyiz. Bundan sonra her dilde her kültürde her taşın altında Mevlânâ var... Yakında yüzlerce Mevlânâ çıkacak, hiçbirinin diğerinden haberi olmayacak. Herkes ona kendi kimliğinden hareketle bir başka kimlik ekleyecek. Herkes onu kendi dili ile anacak... Kuşkusuz diller birbirine karışacak ama çare yok ki ?  Biz Mevlevîler bâri kendi dilimizi koruyabilsek... Çocuklarımıza anlatacağımız hikayeleri kendi dilimizde anlatsak.

İ**zmir’**deki konserin haberinde ayrıca fâhiş hâtalar var... Türkiye’nin ilk kadın neyzeni “Burcu Sönmez” değildir. Münise isimli bir kardeşimizdir, şimdi soy adını hatırlayamadım. Münise uzun yıllar önce Ney’in Türkiye'deki en yüce ustası Niyazi Sayın’a öğrenci olmuştu. Niyazî Hoca’nın Üsküdar’da Doğancılardaki evinde derse gelirdi. Bir gün heyecandan derste bayıldı. Ben de o gün oradaydım. Munise sonra İngiltere’ye yerleşerek orada kurulan bir İngiliz Mevlevî grubuna ney dersleri verdi. Otuz yılan fazla oldu görmedim. - İngiliz oldu, dediler.

1989 yılında **Mısır’**daydım, Damanhur denen bir kasabada sahnede semazen gibi dönenlere rastladım, hatta arkadaşlar onları Mevlevî bile zannettiler, geniş renkli tennureleri vardı, parmaklarına zil takılıydı, "Zilli semazenler" dönerken tennurelerini göğüs hızasına kadar kaldırıp cambazhane numaraları yaparlardı, sonradan bunların bir folklor grubu olduklarını öğrendik, tanıştık, hepsi de kadınlı erkekli yakışıklı, alımlı, çalımlı çingene gençleriydi... Sevdim onları... Sarıldım, heyecanlandım, Gösterilerini izledim, tebrik ettim. Elbette "Mevlevî" değillerdi ama güzeldiler.

**İzmir’**deki konser ve gösteride “Ziya Aziza” diye birinin adı geçiyor. Acaba onlardan mı ?

Efendiler, Mısırdan “zilli semazen” ithal edip flütlü konçertolu Mevlânâ anma toplantısı düzenleyen cici beyler... Ne kadar ayrı ve anlamsız diller konuşan insanlarsınız... Şu mubarek ülkeyi kimsenin kimseyi anlamadığı  “Bâbil kulesine” çevirdiniz. Yakında tüm şehirlerimiz “Sodom Gomore” olacak. Rabbim şu yeryüzünü ikiye ayırsa da siz uzaya doğru yola devam etseniz. Biz rahat etsek...

Bayram'da Âhîlik Haftası

Bu yıl ramazan bayramı Âhilik Haftası ile birlikte geldi.  Nedir Âhilik ? “Kardeşilik” demek. Bu bir Arapça kelimedir. Sözlüklerde böylece yer alır. Kelimenin çoğulu “İhvan” yani “kardeşler” anlamında...

Âhilik, Selçuk ve Osmanlı Türkleri zamanı esnafa yön veren bir sosyo-ekonomik kuruluştur. 6. Hicrî Yüzyılda Bağdat’ta Abbasî Halifesi Nâsır Lidinillâh (1180-1225)  tarafından, İslamın ilk yüzyıllarından beri toplumda yaşamakta olan kuralların saptanarak bir devlet kuruluşu şeklinde  örgütlenmesi ile ortaya çıkan “eski Fütüvvet” teşkilatına dayanır. Bu teşkilatın **Anadolu’**ya yansıyan şeklidir. Yörede yedi yüz yıl yaşamıştır.

Dr. Haluk Nurbaki “Fütüvvet ve Âhilik" hakkında şu bilgileri veriyor.

“Gençlik, erlik, yiğitlik anlamında Arapça bir kelime. İlk defa Nâsır Lidinillah (566/575) tarafından kurulmuş, bir fedakarlık, mertlik, yiğitlik örgütü. Horasanîler, yani Melâmetîler, esnaf ve zanaat erbabını teşkilatlandırarak, loncalar oluşturmuşlardır. Bu organizasyon 3 kıtaya yayılarak, sosyo-ekonomik hayatın temel direği olma fonksiyonunu icra etmiştir.. Horasan'daki fütüvvet teşkilatlanmasının Anadolu'ya yansıması, Ahilik adıyla olmuştur. Osmanlı Devleti'nde bu teşkilat, 1908 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.Ahilik, başta İbn Batuta (XIV. yüzyıl) olmak üzere, çok sayıda yabancının dikkatini çekmiştir. Ahilerin özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür:

   1. Zaviyelerine gelenlere nazik ve kibar davranırlar.    2. Yabancıların karınlarını doyururlar.    3. Gelen misafirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar.    4. Halka zulmeden zalimlerle savaşırlar.    5. Her ahînin mutlaka bir işi ve sanatı vardır.    6. Başlarında, aralarından seçtikleri bir reis bulunur.    7. Seçilen reis, bir zaviye kurar.    8. Reis, zaviyenin içini tefriş ederek, her türlü ihtiyacını karşılar.    9. Bu gençler, gündüz kendi işlerinde çalışırlar.    10. Günlük kazançlarını ikindiden sonra reislerine getirirler.    11. Toplanan bu paralar, zaviyenin, yiyecek, içecek gibi, çeşitli giderleri için sarfolunur.    12. Şehre gelen yabancıları, zaviyeye davet ederek orada misafir ederler.    13. Eğer misafir edecek bir yabancı bulamazlarsa, kendileri toplanıp yemek yer, ilahi söyler, zikir çeker, sema ederler.    14. Sabah namazını kıldıktan sonra işyerine gitmek üzere zaviyeden ayrılırlar.    Rahmetli Hilmi Ziya Ülken (Ord. Prof.)'in ifade ettiği gibi, bu zaviyeler topluma sosyal âdab-ı muaşereti öğreten kurumlardı. Bu kurumlar, kaldırıldığında o görevi yerine getirecek yapısallaşmaya gidilmediği için sosyal ahlâk dejenerasyonu bugünkü noktalara gelmiştir.”

Bir “davranış ve yaşam biçimi” olarak Âhiliğin kurallarını belirleyen “tüzükler” vardır. Bunlara "Fütüvvetnameler” deniyor. Eski “Ahlâk” kitapları da denebilir. Bu metinlerde dürüst olmayan halleri dolayısı ile kendilerine “fütüvvet” verilemeyecek ve Âhî sayılamayacak kişi ve mesleklerin listeleri vardır. Bu güne kadar bulunabilen ve sayıları fazla olmayan fütüvvetnamelerden , rahmetli hocamız Abdülbâki Gölpınarlı tarafından uzun yıllar önce yayınlanan, Karaman, Akşehir’de  Hicrî 689  yılında yazılmış “Nâsırî” Fütüvvetnamesinde şu sözler dikkat çekicidir:

“Adam olmak isteyip duruyorsan adamlık et, adamlık et, adamlık...  Bütün bunlar bir sözle tamamlanır, kötülükten sakın vesselam. Cömertliği ve iyi sözü san’at edin. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi kimseye yapma. Nâsırî’nin öğütlerini kabullenirsen bu sözler, kulağına taktığın inciden daha iyidir, güzeldir. Onun sözünü inci gibi kulağına tak da ondan sonra sedef gibi sus...”Â

Fütüvvetnamelerde rastlanan en çarpıcı ve günümüze en uygun nokta “Bir Âhî’nin 18 dirhemden fazla parası olmaması” kuralıdır. Âhi’nin 18 dirhemden fazla parası kendisinin değil “toplumun” malıdır, kendisine haramdır, O para topluma dönmelidir. Âhi paranın geri kalanını insanlar için harcayacaktır. Bu aynı zamanda “ zenginin malında fakirin hakkı vardır” şeklindeki muhteşem Kur’an hükmüdür. Ahilikte “18 dirhem” kavramı itikâdî bir zorunluluğun rakkama bağlanmış sistematik şeklidir.

Ben hesap ettim yüzlerce yıl öncesinin 18 dirhemi bu gün yaklaşık 150 bin YTL ediyor. Buna göre çağımızda Âhiliği yol edinecek bir kişinin **150 bin YTL’**den fazla parasını topluluğa geri vermesi gerekir, veya hayır yapacak... Ancak  çağımızın Virjil adası zenginleri “ Bizim paramız Rwanda zencilerinin yüzü gibi kapkaradır, Tanganika gölünün suları bile bu paraları arındıramaz, dolayısıyle böylesine alçak bir paranın topluma geri dönmesi ve hayra yaraması söz konusu değildir...” diyerek “18 dirhem” kuralını rafa kaldıracak olurlarsa o zaman da hiçbirine “fütüvvet” verilemez... Kara paralarının karanlık boşluğunda cehennemin esfeli safilinine doğru dönüşsüz yolculuğa şimdiden başlamalıdırlar...

İstanbul'da bilginler toplanmış, günlerdir "Âhilik" haftası diye "kellim kellim lâyemfâ" programı uyguluyorlar... Yani boş lafın boş salatası...

Efendiler, siz Âhilikten dem vuracaksanız bu hesapları yapın... O zaman Hakk'a ve Halka yarar bir tarafınız olur... Yoksa siz de zenciler sınıfından.

Gerçek Bayramlara doğru

Bayramınız kutlu olsun... Fas’tan **Uzak Doğu'**ya kadar iki büyük Okyanus arasında, dünyanın orta kuşağına selsebil yayılmış 1500 yıllık İslam Dünyası, yeni bir dini bayram daha kutlayacak... Rabbim izin verirse.

İslam dini yeryüzünde gelip geçmiş veya halen etkisine devam eden pek çok din gibi yalnız ahreti değil dünyayı da hedef aldığı için bu dinin güdücüleri “pieux: lahutî: Yaradana ait” bir yaşamın yanında maddesel dünyalarına ait değerleri  de en saygılı biçimde sürdürüyorlar. Bayram her iki ruh halini birbirinden ayırmaya yarıyor... yoksa bazılarının dediği gibi bir ay sıkıntıda yaşayanların, bir ayın sonunda “ oh ! kurtulduk...” diyerek şenlik, şadımanlık yapmaları değil...

Neden sıkıntıda yaşasınlar ki ? bilerek, isteyerek bir ibadeti yerine getiriyorlar. Bunun gururu da var, sevinci de... İşte bayram sevinci o... Ayrıca bayram, sosyal değerleri de beraberinde getiriyor... Aile bağlarının pekiştirilmesi, ana baba, akraba, hasta ziyaretleri, dargınların barışması  falan gibi... Yaşadığımız dünyada en zor yürüyen ilişkiler aile bağları olduğuna göre bayramda ilk akla onlar gelmeli diye düşünüyorum... Örneğin yakın akrabalarınızla aranızda miras meselesinden dolayı bir dargınlık var ise, bu dargınlığın tansiyonunu biraz olsun hafifletmenin yolu Bayramı göz önüne almaktır sanıyorum... Konu belki çözüme kavuşmayacaktır ama atılacak küçük bir adım, bazen dağları yıkacak kadar güç kazanabilir. Çözümsüzlük batağında bir çiçek açabilir.

Bizim kuşağımız bayramı ve bayram neş’esini önceki kuşaklardan devralmıştı... Ancak yeterince sahip çıktığı söylenemez... Bayramda kimse evinde oturmuyor... Bayram “tatildir” diyerek kendini sokaklara atıyor... Antalya otellerinde rezervasyonlar, yurt dışında gezintiler, günler sayılarak aylar öncesinden hazırlanmış  planlar, bayramı bir çeşit eğlence şekline sokuyor... Oysa bayram, insanın evinde oturarak ziyaret kabul edeceği veya  vakit bulup ziyarete gideceği bir zamandır. Bu bir kutsal görevdir. Özellikle hastalar ve huzur evine bırakılmış İhtiyarlar, kimsesiz çocuklar dört gözle bayramları bekliyorlar... Nöbet bir gün size gelebilir.

Bayramın değerini anlamak için hayattaki son bayramları beklemek pek de akıllıca sayılmaz... İnsan hayatında kaç bayram var ki ? Görünenin dışında kalplerde de bazen bayramlar oluyor... Huzurla yaşanan her gün bayram sayılır... Acaba huzurlu günlerimizin sayısı ne kadar ?  İnsanın bir beklediğine kavuşması, uzun zaman hayal ettiği bir şeye sahip olması, izini kaybettiği bir dostunu birden karşısında görmesi de bayram... Kişinin **bayramı...**Toplu bayramın yanında küçük bayram. Bütün bunlar kahırlı bir yaşamı “dayanılabilir” şekle sokuyor. Bir çeşit hayat dopingi... İnsanın enerji kaynağı, itici gücü. Var olmanın gerekçesi...

Atlas Okyanusundan Pasifik denizine kadar  milyarla insanın yaşadığı İslam Dünyası, bir bayram daha kutluyor... Ancak bu bayramda da yürekler buruk, gönüller daraldadır... Dünyanın ikinci büyük Dini, yaşadığımız terör çağında Batılı dostlarımız tarafından kuşkulu ilan edilmiştir... Bu haksız saldırıya aklı başında Müslümanlar cevap veremiyorlar... Zira İslamın bir sözcüsü yoktur... Fas’tan Endonezya’ya kadar hiçbir İslam ülkesi gerçek demokrasi kurallarıyla yönetilmediği ve hepsinin başında iktidar hırsızı, belâlı idareler ve Batı üniversitelerinde yetişmiş casus yöneticiler bulunduğu için, yeryüzü Müslümanları, dertlerini anlatamıyorlar...

Bir ülkede halkın konuşmasına yarar Demokratik kurumlar yoksa o ülkede terör olur... İfade edilemeyen fikirler, söylenemeyen sözler kılıç olur kan olur**, kaleşnikof** olur can alır. İslam Dünyasının acele Demokrasiye ihtiyacı var... Acil ilaç Demokrasidir... Aksi halde her bayram sanal bayramdır... Biz sanal olmayan bir bayramın niyetini şimdiden kuralım... değerli Müslümanlar.  O gün İslam dünyasında, Bağdat'ta, Kabil'de, Pakistan'da, Mısır'da, Fas'ta   ve her yerde gerçek bayram olacaktır, kuşkusuz.

Rabbim izin verirse.

Rezalet Geri Döndü

 

-Adi karga aylardır neredesin ?

-Hoca yazgıdan çizgiden vazgeçti, ben de gurbete gittim...

-Beni neden götürmedin ?

-İkide bir canımı sıkıyorsun, seni neden götüreyim...Gaaaak.

-Sen leş kargasısın ben oturaklıyım onun için yanında istemiyorsun, guuurk.

-Defol şuradan... git karşıkı dala kon...

-Geri gelmeseydin, şimdi belânı buldun. Takırrr.

-Ben seni... neyse, gagamı açtırma Fazilet, eskisi gibi hoşça geçinelim.

-Çok hoş geçiniyorduk ya... nerelere gittin ?

-Tekirdağ tarafına...orada beni tanıyan kargalar vardı, Rezalet gelmiş diye hep etrafımı çevirdiler, bir zaman orada kaldım sonra birlikte Edirne’ye doğru uçtuk, tam sınırı geçecekken yanımdaki kargalar kanadımı çektiler:

-O taraflar bizim değil, buraya gel... dediler. **Gaaak. Guuuk. Tak...Takır.**Â

Dönüşte  Hoca’nın kırk yıl önce asker-öğretmen olarak görev yaptığı köye indik. Birkaç karga’ya Hocayı sordum:

-Artık onu bu köyde tanıyan kalmadı, dediler.

-Ne diyorsun Rezalet unutmuşlar mı ? Guruk.

-Biraz öyle, zaten adam iyice yaşlandı, bundan sonra onu kim hatırlar ki ?

-Denyoluk etme , o daha çok kişiyi kendine bağlar... Gaaaak.

-Sen öyle zannet...Fazilet, bak odasında kendi başına oturuyor ?

-Hayır oturmuyor yazı yazıyor...

Â

Biz iki karga dalmış konuşurken, farkında varmadan kanatlarımız bizi Hoca’nın penceresinin karşısındaki söğüt ağacının yanına kadar getirmiş, konduk dallara...

Â

Vakit ilerlemiş, akşam saati gece yarısına dönmüştü. Hoca sahiden yalnız oturuyordu, önünde klavyesi habire yazıyordu, anlaşılan bizi yazıyordu, bizim yaptıklarımızı mı yazıyordu ? yoksa biz onun yazdıklarını mı yapıyorduk ? belli olmuyordu....Gaaak. Guuuk. Fazilet dedi ki :

-Sen sanal âlemin sırlarını bilemezsin... Hele yazarlığa hiç aklın ermez... Gaaak. O mu bizi uydurdu ? biz mi onu dirilttik ? anlaşılmaz... Bir yazar konularında yaşar ve yaşadığını yazar... Sen kaşı kara, gözü kara, gönlü kara, kalbi düşmüş dara... Kanı kızıl, görüntüsü hımbıl, beyni pırtık, bacağı çarpık**, gagası yamuk,** karakteri bozuk, boyu **güdük,** çaldığı düdük, sesi falso, duruşu denyo, ahlâkı kıt,  fikri **kıt,** yaşantısı önemsiz, çevresi çelimsiz, geleceği **belirsiz,** yeryüzünde yeri yok, dünyada gün görmemiş talihsiz bir kargasın... bu işleri nereden bileceksin ?  Gurk, guuurk, takır.Â

-Sen çok mu biliyorsun ?

-Senden **fazlasını...** .Gark

 Baktım ki aylardır görmediğim dostum Fazilet yine yüzüme çemkiriyor, iyisi mi susayım, kapattım gagamı, “çarpık” bacaklarıma sürdüm.... **Gaaak. Guk.** Hoca yazısını bitirmek üzereydi, sarı rengi uçmuş yanaklarına kan gelmişti, Saç Traşını da ne kötü yapmışlar, adamın  kafası topatan kavununa benzemiş, hemen delip suyunu içmeli...Gak.

Kadir Gecesi Duası

Hakk cellec****elâluhü nasip buyurdu, Kadir gecesi Sapanca’da Mahmudiye camiinde, fakire dua etmek düştü. Bu camiin değerli imamı Mahmut Hoca, geçen Cuma:

-Kadir’de bizim Camide bir dua yapar mısın ? diye sordu.

-Ben duahan değilim bilemem, dedim.

-Olsun, birkaç cümle söyleyemezmisin ? Dedi, Hoca dedim,

-Ben Tekke duası bilirim, o da Camide olmaz...

-Olur**, daha iyi olur**, dedi.

Araboğlu ile oturup düşündük. Hoca duası ile Tekke duasını bir araya getirebilmenin çarelerini araştırdık. Bu iş biraz zordur. Cami ile Tekke yüzyıllar boyu yan yana Hakk yolunda derece almayı denemiş, ancak bazen biri diğerine çelme takmıştır. Bu bir hizmet yarışıdır ki, arasıra biri diğerinin önüne geçer... Olsun. Beis yok. Şu can alıcı, gönül kırıcı, ortam bozucu yaşam pazarında bu çeşit eskiden kalma lafları artık söylememeli... Örtmeli gitsin.

Eski Şişli Camii imamı hafız Cevdet Soydanses Hocamız ki, kendileri ile Küçük Hüseyin Efendi kapısında Pirdaş olmuşuz, Hoca efendi Şişli’den emekli olduktan sonra ramazanları İstanbul’da Karaköy’de, içinde  Sahabe kabri de bulunan, eski Kurşunlu Mahzen, Yer altı Camiinde**, ikindi** namazından sonra Mukabele okurdu. Bir Kadir günü, gönül yakıcı bir dua ile kalpleri nurlandırmıştı. O duayı 1975 senesi bant kayıtlarından bulduk. Tertibe başladığımız duamızın baş tarafına koyduk.

Girişi düzenledikten sonra Azerbaycan’da Şirvanşahlar yurdunda, On üçüncü asrı Milâdi’de kurulan Halvetî Tarikini, yedi yüz yıl evvel Anadolu’ya ulaştıran Yahya Şirvânî Hazretlerinin söylediği ve “Virdi Settar” adıyla maaruf ve muhteşem virdinden en çarpıcı birkaç paragraf ile tertibe devam ettik... Aynı ve Bir temelden doğan bu iki neş’eye, Mevlevi’lerin meşhur “Post Duası”nı ekleyerek tertibe son verdik.... Ortaya şöyle bir metin çıktı:

“EUZU   BİLLAHİ  MİNEŞŞEYTANİR   RACIM.   BİSMİLLAHİR  RAHMANİR  RAHİM.  ELHAMDÜLİLLAHİ   RABBİL   ALEMİN.   VEL   AKİBET    İL MÜTTEKİN ESSALATÜ   VESSELAMÜ   ALA    RESULİNA    MUHAMMEDÜN   VE   ALA  ALİHİ  VE  ESHABİHİ   ECMAİN.   ALLAHÜMME   RABBENA   TEKABBEL   MİNNA   İNNEKE  ENTES   SEMİ   ÜL  ALİM  VE  TUB   ALEYNA   YA  MEVLANA   İNNEKE   ENTET  TEVVABÜL   RAHİM.   VEHDİNA VE  VESSUKENNA  İLEL   HAKKI   VE   İLEL   NECATİ VE  İLA   TARİK  İL  MÜSTAKİM.  VE  Bİ  BEREKATI  HATEMATI      KURANİ AZİM.  VE  Bİ  HÖRMETİ   HABİKE   RESULİKEL   KERİM.   VAFUENNA   YA   KERİM. VAFUANNE   YA   RAHİM.   VAFİRLENA   ZÜNÜBENA   Bİ  FADLİKE VÜCUDİKE  VE   KEREMİKE   YA    EKREMEL    EKREMİNE    VE   YA    ERHAMER   RAHİMİN.

YA ALLAHIM.   HER   BİRERLERİMİZE    ELTAFI   ALİYYEN   İLE   İMDAD   EYLE. HER  BİRERLERİMİZİN    KUSURUNU  AFFEYLE  YA  RABBİ.   ŞUNDA HUZURU   İZZET  VE  AZAMETİNDE   ELİMİZİ   AÇTIK.   BOYUN   BÜKTÜK RAMAZANI   ŞERİFİN  EN   KUTSİ   GECESİ   OLAN   LEYLEİ   CELİLEİ   KADİR HÖRMETİNE   SENİN   AFFI   MAĞFİRETİNE   İLTİCA   EDİYORUZ.   BİZLERİ   BOŞ ÇEVİRME   YA  RABBİ. KUSURLARIMIZI AFFEYLE  YA  RABBİ.   RAMAZANI ŞERİF   HÖRMETİNE   YAPILAN   İBADATI   TAATI   RIZAİ    İLAHİYYENE MUKARRİN   EYLE   YA  RABBİ.    RAMAZANI   ŞERİFİN   ŞEFAATİNE   HER BİRERLERİMİZİ   NAİL   EYLE  YA  RABBİ.   ŞİKAYETİNDEN   EMİN   EYLE   YA RABBİ.   EMSALİ    KESİRESİ    İLE    MÜŞERREF     EYLE    YA    RABBİ.   BU  GECE ŞEREFYAB   OLACAĞIMIZ   LEYLEİ  CELİLEİ KADİRİN    HER    BİRERLERİMİZ VE  BÜTÜN   MÜSLÜMANLAR,   BÜTÜN  ALEMİ   İSLAM   HAKKINDA   HAYIRLI   EYLE   YA   RABBİ.

ALLAHIM.  EY  BÜTÜN AYIPLARIMIZI, KUSURLARIMIZI VE NOKSANLARIMIZI ÖRTEN, EY  BÜTÜN  KÖTÜLÜKLERİMİZİ  VE  GÜNAHLARIMIZI SETREDEREK BİZLERİ  YANILGI  VE  UTANÇTAN   KORUYAN  ULU  ALLAHIM.  EY  HÜKMÜNDE  GALİP  VE  AZİZ  OLAN  YÜCE  RABBİM.  EY BİZ GÜÇSÜZ  VE GÜNAHKAR  KULLARINI   FAZL  Ü  KEREMİNLE  YARGILAYIP  BAĞIŞLAYAN.  EY ULULARDAN  ULU VE YÜCELERDEN YÜCE OLAN. EY BÜTÜN YARATTIKLARINI  DİLEDİĞİ   HERŞEYE  YÖNELTEN  VE ONLARI SALAHA VE FELAHA  GÖTÜREN.  EY KALPLERİ  VE  GÖZLERİ HAK VE HAKİKATE DOĞRULUK VE FAZİLETE ÇEVİREN. EY MUTLAK BİR NİZAM VE İNTİZAM İÇİNDE  GECELERİ  GÜNDÜZE  VE  GÜNDÜZLERİ  GECEYE DÖNDÜREN ALLAHIM. BİZLERİ  KABİR  VE  CEHENNEM  AZABINDAN  KURTAR. AYIPLARIMIZI  KUSURLARIMIZI  NOKSANLARIMIZI  VE  GÜNAHLARIMIZI ÖRT. İSYANLARIMIZI YARGILA VE BAĞIŞLA. KALPLERİMİZİ İMAN VE İSLAM İLE ARINDIR. KABİRLERİMİZİ KURANI AZİMİ BURHAN İLE NURLANDIR. GÖĞÜSLERİMİZİ  ŞERHEDEREK  ÖLÜ  KALPLERİMİZİ  HAKİKAT  VE  MARİFET SIRLARI İLE UYANDIR.  GÜNAHLARIMIZI VE KÖTÜLÜKLERİMİZİ  SİL VE  BİZLERİ  İLAHİ  RIZANA  MAZHAR  OLMUŞ  SÂLİK  VE  SÂDIK KULLANLIRNDAN  EYLE .

ALLAHIM  VARLIKTA  DARLIKTA  SEVİNÇTE  VE  KEDERDE  HER  HALÜ  KÂRDA.  BİLDİĞİMİZ  VEYA  BİLMEDİĞİMİZ  BÜTÜN  NİMETLERİNE  KARŞILIK OLARAK  SANA  ŞÜKREDERİZ.  EY BÜTÜN  KUDRET  VE  HALLERİ  DİLEDİĞİ GİBİ  DEĞİŞTİREN  ALLAHIM.  BİZİM  HALLERİMİZİDE  EN  GÜZEL  HALE  ÇEVİR.

BÜTÜN  KORKULAR  İÇİN  “LA İLAHEİLALLAH”

BÜTÜN  NİMETLER  İÇİN  “ELHAMDÜ LİLLAH”

BÜTÜN  BOLLUK  VE  GENİŞLİK  İÇİN  “EŞŞÜKRÜ LİLLAH”

BÜTÜN  ŞAŞKINLIKLAR  İÇİN  “SUBHANALLAH”

BÜTÜN  GÜNAHLAR  İÇİN  “ESTAĞFİRULLAH”

BÜTÜN  MÜSİBETLER  İÇİN  “İNNA LİLLAH”

BÜTÜN  DARLIKLAR  VE  SIKINTILAR  İÇİN  “HASBİNALLAH”

BÜTÜN  KAZA  VE  KADER  İÇİN  “TEVEKKELTÜALALLAH”

BÜTÜN  GAM  VE  KEDERLER  İÇİN  “LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAH”

BAREKÂLLAH VE BEREKATI  KELAMULLAH  RA.  SEMARA  SEFARA  VEFARA VECDÜ HALATI MERDANI HUDA RA. EVVEL AZAMETİ BUZURGİİ HUDA VE RİSALETİ  RUHİ  PAKİ  HAZRETİ  MUHAMMED MUSTAFA  RA.  VE  CIHARI  YARI GÜZİNİ  HABİBULLAH  RA.  VE  HAZRETİ  İMAM  HASANI  ALİ VE HAZRETİ İMAM  HÜSEYİNİ  VELİ  VE  ŞUHEDAYI  DEŞTİ  KERBELA  RA. VE  EVLİYAYI AGAH  VE  ARİFANI  BİLLAH RA.

VESSAFAİ  VAKTİ  DERVİŞAN  HAZİRAN GAİBAN DUSTAN MUHİBBAN. EŞŞARKU ALEM TA  BE  GARBI ALEM ERVAHI GÜZEŞTEGANI  KAFFEİ EHLİ İMAN RA  VE  RIZAİ  HÜDARA  FATİHATÜL  KİTAB  BERHANİM  AZİZA

AZAMETİ  HÜDARA  TEKBİR  ALLAHÜEKBER  ALLAHÜEKBER LA İLAHE İLLAHU  VALLAHÜ  EKBER  ALLAHU  EKBER  VELLİLAHİL  HAMD  ESSELATÜ VESSELAMİ  ALEYKE  YA RESULALLAH  ESSELATÜ  VESSELAMÜ  ALEYKE  YA HABİBALLAH,  ESSELATÜ VESSELAMÜ  ALEYKE YA NURİ ARŞİLLAH ESSELATÜ  VESSELAMÜ   ALEYKE YA  SEYYİDEL  EVVELİNE  VEL  AHİRİN  VE ŞEFİ EL MÜZNİBİN VE SELAMÜN ALEL MÜRSELİN VELHAMDÜLİLLAHİ RABBÜL  ALEMİN  ELFATİHA”

Bu duayı bendeniz Pazartesi gecesi Cami’de okudum. Hakk (C.C.) Kabul buyursun.  Rahatsızlığım dolayısıyle Mihrabın sol tarafına  bir yere bir iskemle koydular. Çıktım oturdum...Mahmut Hoca dedi ki:

-Vaaz kürsüsüne çıkmak için müftüden izin gerekir, ama bu yerde oturmanın bir sakıncası yok...

Duadan önce “kadrin kıymetini bilmeli” başlıklı bir yazımı okudum. Sonra Duayı okudum  Cemaat amin dedi, Yukarıya metnini verdiğim Duaya, devlete silah çekenlerle savaşırken Doğu’da, o gün şehit olanları da ekleyerek son verdiğimde, Cemaatte bir hareket sezdim. Burası konferans salonu olmadığı için alkış beklenemezdi. İnsanların   kalplerinden “Dua yerini buldu “ dediklerini duyar gibi oldum. Yaradan kabul etsin, diyerek yerimden ayrılıp safa geçtim. O sırada Mahmut Hoca Cemaate, bu yapılan dua’nın “Mevlânâ hazretlerinin duası” olduğunu söyledi...

Dostlar ! önemli bir gece yaşadık. Evvelemirde idrak ettiğimiz Leyle-i Celile-i Kadri ihya etmeye çalışmanın mutluluğuna erdik, saniyen destur “Mevlevîliği ait olduğu yere, yani Cami’ye yeniden taşımanın ilk adımını attık. Böylece elli yıldır “Turistik gösterilerle” ayakta durmaya çalışan bu fevkelbeşer Hakk ve aşk yolunun yörünge sapmasını, tashih etmeye başlamanın da nurunu yaşadık

İstanbul’da **Tophane’**de, Kadirhâne âsitanesi’nin aziz banii İsmail Rumi hazretlerineefendi tekkeyi kilise kalıntısının üzerine kurmuşsun, aşağıda papaz mezarları var...” dediklerinde “Taraflar birbirinin eksiğini tamamlar” demişti... Şimdi biz de fuhuş otellerinde ve içkili gazinolarda “semazen” namı altında dönenlerin  eksiklerini tamamlamak üzere, görevlendirilmiş bulunuyoruz. Onlar da dilleri uzadığında bizim eksiğimizi söyleyecekler.

Hakk doğrusunu bizden çok daha iyi bilir. Hemen teslim Olmalı.

Kadrin Kadrini Bilmeli

Bu gece Kadir gecesi. İslam Dinine göre, Müslüman yaşamının esaslarını bildiren ana öğüt Kur’an, bu geceden başlamak üzere indirilmiş. Bu dine giren insanlar bu kitabı rehber edinerek hayatlarını tanzim ve yaşam sonrasını garanti altına almışlar...

Yeryüzünde insanlar var olduğundan beri kurulmuş dinlerin sonuncusu olan İslam, önce değişmeyen Kur’an hükümleri, sonra Hz.  Peygamber’in doğru olduğuna inanılmış hadisleri, sonra özüne, sözüne ve bağlılığına inanılmış bilginlerin sağlam hükümlere dayanan yorumları ve nihayet “islamla yaşadığını “ kanıtlamış örnek bir toplumun ilerleyen zamanlardaki sorunlara önerdiği dürüst çözümlerle ayakta duruyor...

İslamın dört ana kaynağının birincisi olan Kur’an ‘ın kavramdan cisme dönüşmeye başladığı gece... Bu yüzden kutsal... Bu gece yapılan dualar boşa gitmiyor... Varlıkların varlığına sebep olan, sebeplerin sebebi olan ve sonsuza kadar da olacak olan Tanrı, insanların dualarını, isteklerini, temennilerini bu geceye yoğunlaştırmalarından ra****zı oluyor.

Kadir gecesinin hangi gece olduğu ? kesin olarak bilinmiyor... Ramazan ayının 27. gecesi olduğu genellikle kabul edilmiş. Ancak “duanın ve ibadetin “böyle belirli bir geceye bağlı kalmaması ve devamlı olması için kesinlik yok... “Her geceni kadir bil...” demişler. Bir Arap şairi :

**“Ey hoca, kadir gecesinin işaretlerini 
Neden arayıp duruyorsun ?
****Kadrini bilirsen ;**Her gece Kadir Gecesi’dir

Demiş. Yani “Kadrin kadrini bilmeli” diyor. İnsanları devamlı ibadete alıştırmak için her geceyi kadir bilmenin karşıtı... İsmi unutulmuş bir başka şairin mısraları da şöyle :

Her gece Kadr olsa, Kadrin kadri olmazdı seha 
 Her hacer cevher olaydı, cevher etmezdi beha

Kadrin kadrini bilmek için fazla gayrete hacet yok... Eskiler ne yaparmış ona uymalı... Birikim kolaylık sağlar. Şair Yahya Kemal “kökü mâziye dayanan âtiyiz “ demiş... Yani “Kökü geçmişe dayanan geleceğiz...” demek istiyor... Çınar ağacı gibi... Kökü yer altında dalları “eflâke ser çekmiş...”

Kadriniz ve gelecek Bayramınız kutlu olsun... Mümin Dostlar !

Güzellik Onların Töresidir

İnsanın yüceliği geçmişe dayanır. Hatır gönül bilenler, yüksek bir ruh ve erdem taşıyan insanlardır. Bir işe giriyorsanız o işin içinde harcanmış emeklere, geçmiş yıllara, saygı göstermeniz gerekir, sizden önce o kapılardan geçmiş kimseleri nazarı itibara almazsanız sonra o kapılar yüzünüze çarpılır. Ağır bir konudur, şöyle bir etrafınıza bakmanız gerekir... Çevreye bir göz gezdirin

Mevlevî büyüklerinden rahmetli Şefik Can Hoca odaya bir çocuk girse ayağa kalkardı. Siz yarım yüzyıldan fazla hayatını bu işlere vakfetmiş adamlara aldırış ettiğiniz yok... Tekkelerimiz birer ikişer tamir oluyor ama içine koyacak “Mevlevî” nerede ? Bir gün çıkacaktır kuşkusuz.. Bu  ocaklar henüz sönmedi.

Mevlevîlik yedi yüz yıl yaşadı. Tanrı aşkına dayalı bu eğitim sistemi bir insan modeli çizdi. O model yeryüzüne salınalı birkaç yüz yıl oldu. Şimdi yerinde duruyor, üstü örtülü... Nasibi olan örtüyü kaldırır bakar.

Mevleviler güzel insanlardı. Güzellik onların töresiydi. Temiz ahlak, dürüst tavır, kuşkusuz yaşam şiarlarıydı. Mevlevîler bu sonuca ulaşabilmek için uzun zaman çaba harcadılar. Aralarında “yolda tökezleyenler” oldu. Onlara diğerleri “yolsuz” dedi. Yer vermedi, pabucunu çevirdi, postekisini dürdü. Mevlevî saymadı. Bu ölçü bugün için de geçerlidir. Yarın için de geçerli olacaktır.

Mevlevîlergönül kalsın yol kalmasın” demişler, yoldan çıkanı uyarmışlar, darılırsa  aldırmamışlar. Yolun değerlerini, kişiden üstün tutmuşlar, “ya uyarsın ya, seni bizden saymayız” diyerek işin içinden çıkmışlar. Tekkelerde ceza yoktur sadece insanın adı “yolsuz”a çıkar bu da topluluğun dışına itilmektir.

Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin hayat felsefesi ve yaşam şekilleri çevresinde odaklaşan Mevlevilik Pir’in kökeni itibarıyle Horasan geleneğine dayanır. Horasan geleneğinde “Hacegan efendilerimizin” tavrı vardır. Bu da Peygamber yoludur.

Mevleviliğin strateji yönünden Ahilikten kaynaklandığı kesindir. Eski çağların sistematiğe bağlanmış bu en değerli yaşam formülüne göre yeryüzünde son aç doymadıkça bir ahi doymaz, yeryüzünde son çıplak giyinmedikçe bir ahi giyinmez. Ahi, Yunus Emre’nin değimiyle “yaradılmışı sever, yaradandan ötürü...” Ahi "zenginin malında fakirin hakkı vardır" diyen Kur’an hükmüne sımsıkı sarılmıştır. O herşeyi insanlar ve topluluk için ister. Kendisine yeterinden fazlasını ayırmaz. O fenafillah makamına gözünü dikmiştir. Hiçliğe taliptir. Varlık konusu değildir.

Sen çık aradan kalsın seni yaradan...” Çağlar ötesinden bize miras kalan bu favkalade iman neş’esi günümüzde de canlılığını koruyor. Aramızda tarif etmeye çaba harcadığım kimselerden genç veya yaşlı kimseler vardır.

Bu günün **Mevlevi’**si dünün Mevlevi’ sinden farklı olamaz... Bu bir akımdır ki sürer gider. Devran yüz bin şekle girer, ruh onların hepsine sahip çıkar.... Şekiller doğar, şekiller yaşar, şekiller ölür, “Tanrı aşkı” cümlesini aşar gider. “Aşk gelince cümle eksikler biter” denmiştir. Aşk gönüle düştü mü kabalık ve eşkiyalık sona erer.

Bir aşktır Mevlevilik, güzellik aşkıdır, yaradılış aşkıdır, bir ruh'tur, yaşam neş’esidir, erdemli insanın kendisi ile barışıklığıdır. Kimse ile dalaşmamaktır. Herkesi, her varlığı sevmektir. Herşeyi Tanrı'dan bilmektir.

Kutlu olsun dünya, Mevlevî gibi, Ahi gibi, adam gibi yaşayanlara...

Nur Hayat'a Döndü

dscf0325.JPG

Sedd olunmakla tekâyâ sedd olunmaz zikri Hakk,  Bir gün gelir açılır, sen derdinle yanmaya bak.

İstanbul’da sur dışında, onarımı sona yaklaşan  eski Yenikapı Mevlevîhânesi 30 eylül 2007 Pazar günü açıldı. Bu açılış dolayısıyle bu dergâhta yetişmiş **Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’**nin Hüzzam makamında bestelediği Mevlevî Âyini çalınıp söylendi. 13 Semâzen sema’  çıkarttı. Post makamında Kadri dede bulunuyordu.

Bu açılışı ve Sema’ Âyini için İstanbul’da Kadıköy’de bir dernek oluşturan ve başarılı çalışmaları ile geleneği yaşatmaya gayret gösteren Hamit Çakmut grubu görev aldı.

Yenikapı Mevlevîhânesi Sultan Fatih döneminde **Yeniçeri Kâtibi Malkoç Mehmet Efendi’**nin vakfettiği arazi üzerinde kurulmuştu. Dört yüzyıl faaliyet gösteren bu Dergâh, 1925 yılında çıkarılan bir “inkilap��? kanunu ile ve çeşitli tarikatlara mensup tüm diğer dergâhlarla birlikte  kapılarını kapattı ve bu kapılar seksen iki yıl kapalı kaldı. Yenikapı Mevlevîhânesi, kış uykusuna yattı. Bu dönem içinde birkaç yangın geçiren Mevlevîhâne nihayet dün yeni yaşamına başladı. Küllerinden bir Tekke doğdu. Bir yüz yıla yakın fırtınalarla boğuşan Mevlevîhâne gemisi, rüzgar ve **kasırga’**nın kesilmesiyle bulduğu ilk limana ulaştı. İnanmıyordum ama gidip görünce inandım.

Mevlevîhane’nin "seksen yıllık uyku��?su sırasında bu asil makama gönül veren birkaç kişi, onu cismi ile değil ama ruhu ile yaşatmayı başarmıştı. Bu kişilerin bu gün hayatta olanları, Pazar günü gerçekleşen açılışta hazır bulundular. Bir ömür boyu gönüllerinde yaşattıkları idealin, karşılarında, damı çerçevesi, duvarı zemini, türbesi sandukası ile “nurlu bir yapı��? şeklinde yer aldığını gördüler. Fevkalade başarılı çalışması ile bu mutluluğu kendilerine yaşatan, restorasyon  mimarı bayan Nilgün Olgun ve **Başbakanlık Vakıflar idaresi'**ne övgüler yağdırdılar.

O gün orada bulunanlar “muhteşem bir tarihî gün��? yaşadılar. Semâhâne’ nin girişte sol cenâhına sıralanmış sandukalarının altında sıra dağlar gibi yatan eski Dede’lerle, onların  önünde sema’ eden, bu gün yaşayan torunları ve bu beraberliğe çepeçevre katılan **insanlar, Mevlânâ Celâleddin Rumî’**den kalma ruhu, o gün orada, o salonda, bir alev topu gibi yaşadılar.

Dergâhın en parlak döneminde burada postnişin olan Kütahyalı Ebubekir Çelebi, kendisinden sonra sıra ile makama geçen üç oğlu: Ali Nutkî Dede, Nâsır Abdülbâki Dede ve Künhî Abrürrahim Dede kolunun bu gün hayatta olan son torunları Bâki Baykara, yanında değerli eşi bayan Baykara ile birlikte salonda yerini almıştı. Sandukaların tam karşısında oturdu ve Sema’ı izledi. Kendisi de semâzendi. Bundan elli yıl önce, sekiz yaşındayken  sema' çıkartmış, Babası Resûhî Baykara ve amcası Gavsi Baykara ile birlikte, ilk defa  Konya’da, ihtifalin ilk yıllarında, o sırada **Konya il kütüphanesi'**nde yapılan Sema’ törenine katılmıştı. Bâki’nin babası ve amcası, Yenikapı Mevlevîhânesi’ nin son **postnişini şeyh Abdülbâki Baykara’**nın oğullarıydı. Bu gün hiç biri hayatta değiller. Böyle bir günü görmelerini isterdim.

Mevlevîhâne o gününü, yüzlerce yıl önce ölmüş büyükleri ve bu gün hayatta olan  canlıları ile birlikte yaşadı. Geçmiş geleceğe bağlandı. Nur yeniden hayata döndü.

Mevlevîhâne’de yapılan Sema’ âyini’ni, Kültür bakanlığının yayınladığı  “Minyatürlerle Mevlânâ ve Mevlevîlik “ kitabını birlikte hazırladığımız Minyatür ressamı, elli altı yıllık vefâkâr arkadaşım  bayan Ülker Erke ve Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü **Hat müzesi'**nin çok değerli müdiresi bayan Cıhan Sayıner ile beraber izledik...

Cıhan hanım dedi ki:  “burası Mevlevî Müzesi olacak... İnşallah dedim.

İş Yerine Oturuyor

**galata_mevlevihanesi_1.jpg**  Resim: Galata Mevlevîhânesi, İstanbul Sema Grubu, 80'li yıllar.

İstanbul’un beş Mevlevihâne’sinden üçü kapılarını açtı, kaldı iki Mevlevîhane... Açılanlar sırası ile Galata Mevlevîhânesi, Üsküdar  Mevlevîhânesi, Yenikapı Mevlevîhânesi... Geriye kalan iki Mevlevîhane de Kasımpaşa ve Bahariye...

Galata ve Üsküdar Mevlevîhaneleri bundan otuz yıl önce, Yenikapı Mevlevîhânesi ise geçen hafta hayata yeni baştan girdi. Galata, Kültür Bakanlığı Divan Edebiyatı Müzesi adı ile açılmıştı. Üsküdar Vakıflar Bölge müdürlüğünün idare binası oldu. Yenikapı’nın  ise şu anda ne olacağı meçhul. Müze diyorlar... Göreceğiz.

Â

Türkiye’nin bütün Mevlevîhâneleri ve diğer dergâhları 13 aralık 1925 tarihinde çıkarılan bir “inkilap” kanunu ile kapatılmıştı. Devlet bu kanunla yeni laik düzenini kurmada çok önemli, bir adım atıyor ve bu düzene uymayan “Tekke” kurumunu her türlü ayrıntıları ile  tüm vatan sathında ortadan kaldırıyordu.

Â

Galata Mevlevîhânesi, devrin **Kültür bakanı Rıfkı Danışman’**ın pek çok seçkin kişiye gönderdiği 27 aralık 1975 tarihli bir davetiye ile kapılarını açmıştı. Böylece laik devlet 1925 tarihli kanundan tam elli yıl on dört sonra eski devrin çok önemli bir **Tekke’**sini yeni bir isimle tekrar gündeme sokuyordu.

Â

Pazar günü yapılan açılış bundan otuz yıl sonradır. Böylece seksen yıl aradan sonra Bin yıllık Anadolu tasavvuf yaşamının iki önemli kuruluşu, içinde bulundukları yeni Türk devletine kendilerini tanıtarak, siyasi ve sosyal engelleri aşarak yeni, modern ve çağdaş bir yaşama ilk adımlarını atmış oluyorlar. Rabbim bundan sonrasını hayra tebdil buyursun.

Â

İstanbul’da şimdi onarım sırası bekleyen iki Mevlevîhane’nin yerinde yeller esiyor. Buraları boş arsadır. Kasımpaşa Mevlevîhanesi bu ismi taşıyan semtte bir yamacın başındaydı. Büyük ve sevimsiz bir binaydı. Semâhânesi, dede hücreleri ve harem dairesi duruyordu. Her yıl biraz daha yıkılarak on yıl kadar önce yerle bir oldu. Elimizde resimleri kaldı.

Â

Kasımpaşa Mevlevîhânesini 1925’in aralık ayında buradaki Güreş kulübüne vermişler. Kulüp derhal binaya el koyarak Semâhâneye güreş minderlerini sermiş ve antramanlara başlamış. Birkaç hafta sonra 1926 yılı yılbaşı gelmiş, Kulüp yılbaşı gecesi için bir balo düzenlemiş. Bina’nın başka uygun yeri yok, balo Semâhânede yapılacak Akşamdan hazırlıklar tamamlanmış, o devirde “cazbant” adını taşıyan orkestra salona girmiş çıkıp “Mutrıb” yerine oturmuş. Başka oturacak yer yok.İcrai ahenk başlamış, aşağıda Semâhânede ise süslü hanımlar ve yakışıklı beyler dansa kalkmışlar, artık Çarliston mu oynadılar ? tango mu ? belli değil. Acaba diyorum o gecede birkaç eski semazen – Ne oluyor, diye kapıdan baksaydı, yürekleri burkulur muydu, yoksa – Bu da bir tecelli, diyerek –Allah, nidasıyla kendilerini Semâhâne’nin ortasına atarak Çarliston ile Sema arası bir şekil yaparlar mıydı ?  İnkilabın gereği...

Â

Eyyüb Bahariye Mevlevîhânesinin semâhâne ve harem kısmı yıllar önce yanmış, geriye küçük bir mesçit, bir de ahşap, tek katlı bir ev kalmıştı. O evde “Udî Şerife Hanım” isimli emekli bir öğretmen oturur, müzik dersleri verirdi, rahmetli neyzen Aka Gündüz ilk musiki derslerini ondan almış daha sonra **Gavsi Baykara’**ya gitmişti.

Â

İki Mevlevîhâne daha onarırsak İstanbul kurtulacak. İş yerine oturuyor... Bu nesil **semâ'**ları ve binaları ortaya çıkardı, gelecek nesiller de bunların içine koyacak “Mevlevî” yetiştirirler iş biter.

Haydi hayırlısı, bizden bu kadar