Balyoz mantığının kökeni

“Niyet” suçlu değildir. Niyeti suçlayacak bir hukuk nizamı bulunmamıştır. Belki “kötü” olduğu anlaşıldığında gizli tedbir alınır o kadar… Ama gelin görün ki Türkiyede “niyetler” de suçludur.  İnsan kafasının içinde bir yerlerde gizlenip saklanan niyetler için de ceza var..

Tedbirin cezaya dönüştüğü bu hukuk sisteminde insanoğlu nasıl sağlıkla ömür sürecek ? Birileri onun “kötü niyetli” olduğunu iddia ettiğinde bunun doğru olmadığını nasıl kanıtlayacak. Hukukta müddei iddiasını ispat etmekle yükümlüdür, Bizde mağdur, masum olduğunu kanıtlamakla yükümlüdür. Böyle şey olur mu ?

Aklı başında hukukta biri size “hırsız” derse o kişi sizin hırsız olduğunuzu belgelerle açıklamak zorundadır. Bizde öyle değil, biri size “hırsız “ derse, siz hırsız “olmadığınızı” mahkemede belgelerle açıklamak zorundasınız. Buna hukuk değil, adıyla sanıyla "kayıkçı kavgası" derler.

Galatasaray’dan sınıf arkadaşım, ülkede gazetecilerin şanlı pir’i  Mehmet Ali Birant, Evren Paşa’nın darbesinden önce “On ikiye beş var” başlıklı bir kitap yazmıştı. Devrin I. Ordu ve Sıkı Yönetim Kumandanı darbeciler şahı, ünlü Orgeneral Haydar Sanal, Mehmet Ali’ye demiş ki “:Kıtabınızı savcılara verdim beyninizin içinden ne geçtiğini” araştıracaklar... “ Orduye göre o çağda sadece insanlar değil, henüz olgunluk devresine ulaşmamış beyin içi “niyetler” de suçluydu.

Bir tarihte bir sıkı yönetim albayı girişilen bir arama harekatı için “sıcak bir savaşta paramiliter unsurların yurt içinde neler yapabileceklerini göstermek için çaba harcıyoruz ” demişti. Yani o askerlik dışı: paramiliter karanlık uınsurların “henüz ne yapacakları ?  nasıl yapacakları belli değil ? niyetleri belli olsun da suçlu oldukları ortaya çıksın” demek istiyordu.

Ancak o yürekli asker, böylece ya bilerek ya bilmeden o zavallı insan topluluklarını suça itiyor, açıkça koşullandırıyor, neyi nasıl yapmaları gerektiğini adeta onlara öğretiyordu. İşte Balyoz mantığının kökeni ve “yörüngeden” saptığı yer; Kökü 1970’lere varan eski bir hikaye.

Şimdi Balyoz suçlamasına uğrayan değerli çılgın Paşalarımız “neden” diye sorulduğunda “tehlike o kadar büyüktü ki tedbir de öylesine devâsâ olmak zorundaydı. Biz başımıza ne geleceğini çok önceden anlamış o yüzden planlar yapmıştık” diyeceklerdir. “Bunlar koşula bağlı planlardı, ciddiye almayın, gazeteciler işi büyüttü” diyeceklerdir. Ya “başınıza ne geleceğini” yanlış hesapladıysanız ?

Ya olmayan bir düşmana yanlışlıkla “var” dediyseniz ? Ya “sanal” bir iblise karşı zafer kazanma sevdasına düştüyseniz ? Ya vatanı sevme yolunda kendinizi kaybedip zıvanadan çıktıysanız ? Nukleer silah var diye Irak’ı gaz döküp yakan sonra da “hataydı, silah yokmuş” diyen sabık İngiltere başbakanı yılışık cadı Blair’e benzemek zorunda mıydınız ?  yazık olmaz mıydı, bunca halka ? Savaşı ilk vuran kazanır, doğrudur ama ilk vuran da suçlu olur.   
 
Bizim niyetlerimiz her zaman “kötü” damgası vurdunuz. Onları  “yakın takibe” alırken ortada ne Hürriyet, ne adalet, ne vicdan rahatlığı, ne demokratik filizlenme, ne kanun, ne anayasa, ne yönetim felsefesi, ne icraat gücü, ne girişim ruhu, ne devlete güven duygusu  bıraktınız. Değerli paşalarımız bilirmisiniz ki : Ülkenin çivisini oynattınız.

Ancak o çivileri yeniden yerine oturtacak “paramiliter” vicdan bir gün geri helecektir. Hiç kuşku olmasın. Bu halkın yaşama gücü her türlü mel’anetin üzerine çıkacak mertebededir.

Rabbim insanlarımıza metanet versin. Zeval şafağın müjdesidir. Akşam batan güneş sabah doğar, ama aynı yerden değil...ters yönden. Yanlış tarafta beklemeyin.

Sır yumurtanın içinde

Çağdaş ejderha ve suvarisi

İnsanlığın bilinçaltı konumundaki  “mitolojik” kurguların  en çarpıcı olanlarından biri Kuzey'den gelen “İskandinav Mitolojisi” dir. O ülkelerin gizemli fiyordlarının koyu sisleri içinde, karmaşık hayallere dalan sarı kafalı, sert yüzlü, saf insanları, eski çağlarda bir takım hikayeler üretmişler: Henüz elektroniğin bulunmadığı ve sanal dünyanın gerçekten “sanal” olduğu o sırada, dünyada ejderhaların yaşadığına inanılırmış.
Bunlar yumurtadan çıkar, gökte uçarmış. Birkaç gün içinde büyür ve olgunluk dönemine varınca, üzerine binen güvendiği insanoğlu cinsinden bir suvarinin güdümünde, ağzından saçtığı korkunç  alevlerle yeryüzünde zalimleri yok eder, zulmün kökünü kazır, dünyaya huzur ve barış getirlermiş.

Barış için bir ejderhaya gerek duyulan o kaoslar döneminde, bir ejderhanın yumurtadan çıkması için suvarisinin daha önce yaratılması gerekiyor. Eğer kendisine güven verecek olan suvarisi yaratılmışsa, henüz gün ışığına kavuşmamış civcic ejderha da bunu doğasından gelen sezgilerle anlamışsa, o zaman kabuğunu kırar dünyaya ayak basarmış. Daha önce kabuk içinde bekler dururmuş.

Suvarisini bulan ejderhanın günün birinde yumurtadan çıktığı da zulmün başı olan kişinin bilincine her nasılsa anında düşüyor. İşin sonuna geldiğini o da derhal anlıyor ve bir gün kendisini mahvedecek olan ejderhanın peşine düşüyor. Bunun için ejderhanın suvarisi olan insanoğlunu bulup yok etmesi gerek. O zaman ejderha da yok oluyor.

Bu hikayenin Ortadoğu versiyonunu da bilmem farkettiniz mi ? Musa Peygamber ve Firavun arasındaki Tanrısal ilişkidir. Firavun da kâhinlerin uyarması ile bir zamanda Mısır’da doğan tüm çocukların öldürülmelerini emreder de annesi Musa’yı bir serpet içinde Nil nehrine bırakır. Çocuğu bulur büyütürler, bu da Firavun’un sonu olur.

Şimdi efendim ! bu denklemi analoji = benzetme yoluyla ülkemize ve zamanımıza taşıyalım:

Ejderha henüz yumurtasında bekleyen Türk Demokrasisi’dir. Simavna kadısı Şeyh Bedreddin ile Osmanlı şeyhzadesi Musa Çelebi arasında geçen 1212 İnciğiz savaşından bu yana 800 yıldır yumurtada suvarisini bekliyor. Suvarı Türk halkının “sağ duyusu”dur. Bu sağ duyu bir gün demokrasiye güven verecek ve onu yeryüzü sathına getirecektir. O zaman bu halkın “başına bela olmuşların” nesli tükenecektir.

Demokrasi geçmişte  birkaç defa yumurtadan çıkmayı denedi. Ama her defasında kabuğunu kıracağına kendi kafasını kırdı. Sonra yeniden kaçarak saklandı. Güvendiği suvariler “cılk” çıktı. Doğru seçim yapamadığını farkederek dertlere kapıldı.

Şimdi bir deneme daha yapacak. Bu defa suvarinin adı konmak üzere. Herşeyin sonu olduğu gibi “zulmün de sonunun” olması gerekiyor. Şu topraklarda “halk iradesine dayanan” asil bir yönetimin kurulması gerekiyor. Kötülüklerin, ateş saçan bir ejderha nefesiyle yok olup gitmesi gerekiyor.

Suvari hazırdır. Kimse şüphe etmesin. “Sağ duyu tam kapasite” ile yerindedir. Sır yumurtanın içinde.

"Cazular" oyununda Karagöz'ün
ejderhası ve kanatlı suvari

Devleti beş'e böldüler

Ne yargı krizi, ne asker krizi, ne para, ne insan krizi..  apaçık, güpegündüz, anlı şanlı “Devlet Krizi” Bir “devlet sorunu”nun içindeyiz. Altı yüz yıllık ömrü bitmiş Osmanlıyı Cumhuriyete çevirememenin şahane krizini yaşıyoruz.

Adını yanlış koyduğumuz bir düzenin içinden çıkamıyoruz. “Devleti mutlaka silahlı kuvvetler kurtarır” şeklindeki büyülü cümlenin asırlardan beri süregelen mantığı ile bir kez daha yüz yüze geldik. Karşımızda yine “Halaskâr Zabitan Çetesi”

Önce Sultan Genç Osman’ın kaatili Yeniçeriler, sonra Sultan Aziz’in bileğini kesen Paşa’lar, Hükümet basan İttihatçılar, Balkan Harbi komitacıları, Başbakan asan gece baskıncıları,  şimdi Ergenekon.. Padişah 140 yıl önce bunların kışlasını topa tuttu yine üstesinden gelemedi.

Anaların çocukları “inşallah büyüdüğünde paşa olacaksın” diye büyüttüğü, devlet kapısından başka yerde ekmek aramayan insanların mahalleleri caddeleri, şehirleri doldurduğu bir ülkede yaşıyoruz. “Devletimiz var ne gamımız var” diyerek “ibda”nın “üretim”in tüm kapılarının kapandığı bir cenderenin içine düşmüşüz. Ne mal üretiyoruz, ne fikir, ne yol ne iz, ne geçmiş ne gelecek.. Bunun gerçek adı “kaht-ı rical”dir. Büyük adam, düşünen adam “bilen adam” eksikliği

Düşünen devlet adamlarımızın en genci seksen yaşında. Gazi’nin devleti ihtiyarladı. 180 ton vücut 20 gram beyinle yaşamış eski çağların dinasorları misali ortada gezinen bir takım yaşı geçkin pejmürde zevat, her gece TV’lere çıkıp millete akıl dağıtıyor. Ortalık Babil kulesine döndü. Kimin ne dediği ?  neden dediği ? nasıl dediği ? ne amaçla dediği ? belirsiz. Söz yok, kelime yok, çapraz gürültü var.

Biri: “nerede hata yaptık ? diye sordu. Değerli kardeş ! işin nereden kırıldığı belli değil mi ?  Bundan yüz yıl önce yıkılan bir devletin enkazını toplayıp yeni bir devlet kurmuşsunuz. Adına “Türkiye Cumhuriyeti” demişsiniz. Cumhuriyet ne demek  ? “çoğunluk” değil mi ? Yani bu devlette “çoğunluğun sözü geçer” anlamında.. Bunun için topladığınız bir Meclis var, üzerine “egemenlik ulusundur” yazmışsınız.

Aradan otuz küsür yıl geçmiş, bir gece yarısı birileri çıkıp o meclisi dağıtmış, vekilleri kovalamış, bakanları hapsetmiş, başbakanı asmış,  “egemenlik ulusun değil, bizimdir” demiş. Sonra o kutlu Devleti karpuz keser gibi ortasından beşe bölmüş. Meclisin yanına “Senato, Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi" ve şimdilerde pek adı geçmeyen "Devlet planlama teşkilatı” adı altında dört tane daha devlet dikmiş..  Olmuş devlet merkezi Ankara’da beş devlet..

Neden yapmış bunu ? iyi olsun diye ?  Sonra ne olmuş ? kötü olmuş .. Kötü olacağı önceden anlaşılamamış. Zaten her kötülük iyilik olsun diye yapılır. Ama zaman onu kötüye çevirir. İyiler “düzen” kurar, kötüler onu bozarlar.. İdeolojiler, doktrinler, siyasal gruplaşmalar, hatta Dinler hep böyledir, başı parlak sonu karanlık.. Her türlü suç zamanın.. Ah şu zamanlar olmasaydı ? Ne güzel yönetilirdi hayat !

Şimdi bu Devlet yönetilemiyor. Devletin gücü, kuvveti, otoritesi, samimiyeti, vakarı, asaleti zedelendi. İbni Haldun’un değimi ile “asabiyeti “enerjisi tükendi. Kendini koruyamıyor. Yakaladığı eşkiyayı asamıyor, suçluyu suçsuzu ayıramıyor, mahkemeleri bitiremiyor, vergileri toplayamıyor, güvenlik birimleri, savcılar birbirini tevkif ediyor, yetki karmaşasında bir sanığın peşine birkaç mahkeme düşüyor. Bu Devlet halkına güvenmiyor ve ona güven  vermiyor, seçim yapamıyor, halk seçtiği vekillerinin hakkını koruyamıyor. Halkı “cahil” bellemiş bir takım “okumuş hainler” ona her gün hakaret üstüne hakaret yağdırıyorlar. Senin zamanın geçti, şimdi “bilgi çağı” biz bilginleriz, “Ulusal Egemenlik ilkesi fasaryadır” diyorlar.

Halka rağmen halk nasıl yönetilecekse, o efendiler buyursunlar yönetsinler..

Söz süngünün ucunda

Devrimizden  yüz yıl önce, o zamanki devletimiz, yürümemiş bir deneyime ikince defa baş vurarak bir Millet Meclisi meydana getirmiş. Adı “Meclis-i Meb’usan”  Bu Meclisin açıldığı gün memlekette şenlik şadımanlık olmuş, evlere bayraklar asılmış, her yere zafer takları kurulmuş, halk yollara dökülmüş, neş’e sürur, gülüş cümbüş bacayı sarmış.

“Hür ve adil” seçimle gelen milletin temsilcileri yüksek yerlere çıkıp nutuklar atmışlar, liderler kalabalıkların nabzına göre şerbetler dağıtmışlar. Şairler şiir söylemiş, müzikten anlayanlar marşlar yazmışlar. Herkes bu marşları sokaklarda, caddelerde, salonlarda “canü gönülden” bağıra bağıra söylemiş. Bunlardan birinin güftesi şöyle:

Osmanlılar oldu bu gün muzaffer
                   Feth etti yeniden vatanı asker
                   Açtı meb’uslara yolu süngüler
                   Yaşasın Niyazi, yaşasın Enver

Niyazı ve Enveri bilmeyen yok... Resneli Niyazi ile Enver Paşa halkın sevgili önderleri.. Bunlar devletimizi kurtaran, Fransız ihtilalinden aceleyle tercüme “Hürriyet, musavat, uhuvvet= özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlüsünü vatana ithal eden halk kahramanları.. Tıkanan rejimin kan damarlarını açan, yalpalayan devlete ümit ışığı sunan, tökezleyen sisteme can veren adamlar. Tek gözlü müthiş dev Golyat’ı bir vuruşta yere seren Hz. Davud Aleyhşisselam’ ın bu gün yaşayan torunları.

Seçim, yapmışlar Meclis kurmuşlar. Ne var ki bu Meclise giden yolları “süngüleri” ile açmışlar. Asker ya bunlar.. Başka nasıl olacaktı.. Askerin işi süngü, tüfek, tank, top.. Marş’ın ikinci satırında apaçık belirtildiği veçhile vatanı yeniden fethetmişler... Ne var ki eski Fetihler “küffara” karşıydı.. Olsun,. bu defa da iç küffara karşı zafer kazanmışlar...

İşte bütün sır burada, üzerinde rahatça nefes aldığımız şu toprakları bizlere hediye eden kahraman ordumuz yüz yıldır yabancı düşmandan çok iç düşmanla savaşıyor. Bunu kendine meslek edinmiş, bir gün iç düşman yok olursa, onun da mesleği sona erecek.. Bütün planlar bu yolda. Ortalıkta hiç düşman olmasa bunlar yeldeğirmenleri ile savaşacaklar.

Osmanlı İmparatorluğunu Söğüt yaylasının koyun tüccarları kurmuştu,  bu yüzden o devlet dağılana kadar uyruklarından “agnam= koyun ” Vergisi alamadı. Cumhuriyeti de Paşalar kurduğu için bu işi asla elden bırakmazlar.

Süngü hucumu ile seçim, süngü gücumu ile Meclis, süngü hücumu ile Anayasa, süngü hücumu ile Demokrasi.. Süngü hücumu ile ekonomi, herşey.. Söz süngünün ucunda.

Türkiye'de kurulan Cumhuriyet ve Demokrasi'yi ağırlıkla askerler kurduğu için bu hal eşyanın tabiyatına uygundur.. Eğer bir gün Devletimizi, Osmanın torunlarının elinden çekip alan ilk Cumhuriyetin sivil kadrosu   kadar güçlü bir  idare çıkarsa, onu çıkaracak ortam,  işleri doğrusuna yöneltebilir. Yoksa şimdilik balta balyoz, süngü tüfek.. Fırtına general, saldıray teğmen.. Bunlar gemideki haini bulamayınca toplu intikam için kendi teknesini batırmaya kalkan öfkeli kaptan...

“Enver” in iki harfinin yerini değiştirmişler “Evren” olmuş. Birilerini “darbe yapacaktı” diye tutukluyorlar. Eskiden darbe yapmış şanlı Paşamız da Güney sahillerinde resim çizıyor.

Onlar hep yaşarlar

Her Mevlevi ayini yepyenidir
Her Mevlevi ayini, sanki
Dünya yeniden kuruluyor gibidir.
Semazenler sema’a kalktıklarında
Sanki hepsi yeniden doğuyor gibidir.
Zâhirde ölür, bâtında doğarlar
Onlar hep yaşarlar, hep yaşarlar
Yaşayanlara inat yaşarlar.

Göz delil istemez

Celvetî Veli Baba Türbesi, Pendik 17 şubat 2010

Hüdâ’ya hamd-ü minnet evvel âhir
Ki oldur zâhir ve bâtinda zâhir
Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nûra
Güneş zâhir değil midir karındaş ?
Ne var ki görmez anı çeşm-i huffaş

               Aziz Mahmut Hüdai (17.yy.)

varlık Yoklukla arkadaş

Zamanların sırlarında yaşat kendini
Bir zaman seç de arala, gir içine bak
Her bir zamanın içinde ne zamanlar var
İç içe, koyun  koyuna, uc uca
Bazen ters, sırt sırta, varla yok gibi
Ve yok ol da gör, varlık neymiş..
Varlık yoklukla arkadaş

Yorumlar ve sorunlar

Değerli dostlar**: Uzun yorumlarınızı  yayınlayamadığım için üzgünüm, sadece ilgi alanıma giren kısa sorulara cevap verebileceğim. Saygılar**  Nezih Uzel

Güneş Gölgemi sildi

Bir O vardı önceleri
Sonra ben
Sonra bir de sen
Bana beni gösterdin,
Ben beni görünce
Utandım da vaz geçtim.

Benlikten
Ben benden kaçtım da
Sana sığındım
Güneş gölgemi sildi
Kaldın Sen, şimdi:
Ben O sen,

Gönüldeki "gerçek resim"

![](../uploads/image/hus son.jpg)

_Yayınladığımız hayalî bir resim üzerine değerli bir okuyucumuz "İslam'da tasvir yasaktır" dedi. Ce_vabımdır:

Yapma resim niyete ve tecelliye bağlıdır. Tecelli ne şekilde tezahür eder bilemeyiz, taraflar arasında “r” dır, edeben karışmayız, geriye niyet kalıyor. Her çeşit resim, İslamda “put” olmasın diye baştan yasaklanmıştır. Ancak çağımız bir “görsel uygarlık” çağı, etrafta pek fazla resim dolaşıyor. Bunların arasında seçme yapmak ve gönüldeki “gerçek resme” en uygun olanını aramak “niyet”i pek “açık” bir şekilde ortaya koyuyor. “Halis niyet”in yanında, kişinin irfanına, zevkine ve idrakine yakışan titiz bir seçim “putlaşma” tehlikesini ortadan kaldırabilir. Iman zevkine ve Gayretullaha dokunmadan resimlerle uğraşabilirsiniz.