Bu bir Cinnet

seytanevil.jpg

İki taraf da birbirini yok etmiş, iki taraf da yıllarca, on yıllarca**, asırlarca** birbiri ile uğraşırken birbirlerini mutasyona uğratmış, genleri, temel yapıları, hareket noktaları, çıkış kotları karşılıklı  değişmiş, fizikleri, kimyalarına karışmış, bedenleri çığrından çıkıp iğrenç yaratıklara dönmüşler, şekilleri aslî yapılarına uysa da içlerinin ahengi bozulmuş, inanılmaz bir bozgunluğa uğramışlar, bülbül görünüşlü eşekarılarına benzemişler. Habire birbirlerini sokup zehirliyorlar. Ne yaptıklarını anlamıyorlar. Zehirlerini her fırsatta, her yerde, herkesin içinde birbirlerinin içine akıtıyorlar. Yaşadıkları kızgın pratik ve kahredici ortamda bir cins yeni yaratılış ucubesi, hilkat garibesi yaratık şekline girmişler. Bu güne kadar yaşamda böyleleri görülmemiş, yaratıklar içinde benzerlerine rast gelinmemiş. Var oluşlarının dayanılmaz hafifliği içinde ruhen yok olmuşlar. Ruhen ve bedenen yaradılış ârızasına mahkûm olmuşlar. Spastik doğmuş çocuklara  benziyorlar. Yok oluşun sınırından varlığı seyrediyorlar. Yoklukla varlık arasındalar. Keşke hiç var olmasalardı. Hep yok kalsalardı.

–Neler anlatıyorsun Olmaz…?

Hiç… kendi kendime eğleniyorum…

–Kimlerden söz ediyorsun… ?

–Söylemem, olmaz, Olmaz …Sen de eğlen.

–Olur… Onlar birbirlerini tanımıyorlar ama birbirlerini tamamlıyorlar, birbirlerini hiç görmemişler, isimlerini de bilmiyorlar, ama yan yana duruyorlar, belki de sırt sırta yaşıyorlar, biri öne bakıyor, biri arkaya, biri yukarı bakıyor, biri aşağıyaGece ile gündüz gibi sırt sırta vermişler biri karanlığa bakıyor, biri aydınlığa , bazen şaşırıp yer değiştiriyorlar, o zaman kıyamet kopuyor, ortalık toza dumana bürünüyor sonra yine kendilerine gelip yaradılışlarına uygun tarafa dönüyorlar. Aslında onlar çok iyiler, iyiliklerinden yanlarına varılmıyor, herkese çok iyi davranıyorlar, keşke herkes onlar gibi olsa, görevlerinin iyilik olduğunu fark ediyorlar, Yaradan’ın onları öyle yarattığından sonsuz mutluluk duyuyorlar. Sen onlara neden iğrenç dedin ? Yaradılış sırrına taan ettin, neden öyle dedin ? Hıııı, ben senden bunu beklemezdim, ama neye yarar ki adın çıkmış **Olmaz’**a … Şeklin dönmüş Yaramaz’a. Senin güllerin açmaz, dikenlerin kurumaz. Ne olur ne olmaz… Hem olur, hem olmaz, belki olur, belki olmaz…Ben gene de susayım.

–Olmaz, konuş

–Konuşursam fena olursun…

–Bundan daha fena olmam…

–Pek iyi öyleyse… Birdenbire içim karardı, sene inat, onların olup olmayacaklarını düşünmeye koyuldum. Sen dedin ki olmaz, ben derim ki olur… Bir suçları yok ki neden onlara olmaz diyorsun. Yılan yılanlığından, karınca karıncalığından sorumlu mu ?  senin adın Olmaz ise suçlu onlar mı…? Ayrıca onlar kimler ? Söylemedin, işi karanlığa boğuyorsun. Sana binlerce defa kimseyi yargısız suçlama dedim, dinlemiyorsun. İnsanoğlu’nun yargıya ihtiyacı var. Yargısız yaşam sargısız yaraya benzer, kanar durur. Adamın içi yanar durur. Olmaz, beni dinle, ortalığı karıştırma, senin yüzünden ocaklar sönecek, kaçaklar çoğalacak, gül gibi analar babalar çocuklarından ayrı kalacak, gayrı düzen bozulacak, şirketler dağılacak, dükkanlar kapanacak ülke harap olacak…

–Çok uzattın,

–Uzatan sen, söylesen onlar kimlerdi ?

–Hergün halkın önüne çıkarlar, her köşeden kafa tutarlar, her lafa karışırlar, her yere kol uzatırlar, her yola baş koyarlar. Her söze maydonoz, her işe salyangoz, her  belaya bulaşık her cefaya alışık, insanlarla sırnaşık, yedikleri herze, kaşık kaşık... TV’ler onlarla dolu, Bilgisayarlar onların yolu. Her çareye baş vurup her gün görünürler. Gece gündüz ekranlarda sürünürler. Kendilerinden söz edilmezse, üzülürler, üzülerek süzülürler. süzülerek büzülürler. Sırası gelince düzülürler.

Bunlar ilerde  kahrolur, şeytan bunlarla haşrolur. Yüzlerini parçalar, göğüslerine jilet atarlar. Bunlar vatanı satarlar sonra yan gelip yatarlar. Sakın yanlarına sokulma ellerine dokunma, yüzlerine bakma, onların tarafına sarkma. Neyi tuttularsa bozdular, neyi elledilerse pislediler, bu toprağın huyuna,  öbür tarafın suyuna amansız düşman oldular. Yine de kahraman oldular.

–Beni dinle Olmaz, sen üşüttün mü ?

–Olmaz, hem olur hem olmaz, olunca olmaz, olmayınca olmaz, olursa olmaz olmazsa olmaz… yeterince olur yeterince olmaz, yeterse olur yetmezse olmaz… Bu bir cinnet, geleceği cinayet.

İstanbul’da şenlik var

yaris.jpg

 Hoca ile Hakikat hanım Yaris’e binip (Hakikat hanımın yeni aldığı araba) İstanbul’a gittiler. Gaaak. Guk. Hakikat hanım sergi açacak, yanında Ülker hanımın sergisi, Hoca da konser verecek, nasipse…Gaaak. Guk.. Guruk. İzmiti geçip deniz kenarına varınca  Hakikat hanım denizle gölü farketmedi:

–Sapanca  gölünü daha geçmedik mi ? dedi. Hoca kızdı:

–Sapanca otura otura gölle denizi karıştırdın…

Yolculuk çok  sürmedi, Allahtan hava iyi , yol tenha, Bir saatte gişeler vardılar. Gaaak Arabanın burnunu sola çevirip –Neredesin Bağdad caddesi ? diyerek sokaklara sapmaya başladılar. O sokak, bu sokak derken kayboldular… Kimse sordularsa cevap alamadılar. Kimse hem bilmiyor, hem anlatamıyordu. Hoca ise ne dinliyor ne anlıyordu. Önlerine arabalı bir hayır sahibi düştü:

–Ben de o tarafa gidiyorum, beni takip edin dedi. Yeniden yola koyuldular: Gaaak. Guuuk. Sonunda Göztepe’ye yakın bir yerden Bağdad Caddesine düştüler. Sağa dönüp Kadıköy tarafına doğru gittiler. Bu defa Hoca Ülker Hanımın oturduğu Hasan âli Yücel sokağını karıştırdı. Fenerbahçe sapağına kadar inerek yeniden Cadde Bostan tarafına döndüler ve Ülker Hanımın Menekşe sokaktaki “Ana” apartımanını buldular. Ülker hanımda bir surat… Gaaakk guuuk. Ortak sergi yapmaktan sıkıntılı.  Hoca böyle zamanlara ait en denenmiş stratejisini devreye soktu. Hiçbir lafa su katmadan, gözlerini yere dikerek, fırtınanın geçmesini bekledi. Gaaak guuuuk.

Sonunda Ülker Hanım’ın sergisine ait yirmi beş parça eseri, Yaris’e yüklediler. Ülker hanım Edremitli Karagözoğlu sülalesinden geldiği için aşırı zeytinyağı zenginidir. Hocaya bir koli yeşil zeytin, kara zeytin, 1,5 asitli sızma zeytinyağı ve  sabun hazırlamış. Onu da Yaris’e yükleyerek  Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden Mecidiyeköyü’ne, oradan Taksim’e Fransız Konsolosluğuna vardılar…Vardılar ama kapı duvar. Bahçede onarım varmış, Yaris zorunlu olarak paralı parkta kalacak. Hoca dedi ki: “zeytinden kazandığımızı parka veririz” Gaaak. Guk.

Kapıda tepeden tırnağa kontroldan geçip tabloları içeri aldılar, eserler duvarlara dizildi. Açılış yarın. O gece Fatih Serhat Söğütlü’nün Ümraniye’deki evinde kaldılar. Zişan Hanımın mükemmel sofrasında fırında tavuk, brokoli ve zeytinyağlı pırasa ile karınlarını doyurup mutlu oldular. Bize de kırıntılar kaldı. Gaaak. Guk.

5 Aralık 2007 çarşamba günü  Fransız Paris doğumlu Türk Vatandaşı Hakikat Cathèrine Feller’in “Hüsnühat” sergisi  ile Edremit doğumlu bayan Ülker Erke’nın “Mevlevihâneler” sergileri bir Fransız toprağı olan Taksim’deki Fransız Kültür Merkezinde saat 19’da açıldı. Gaaak. Guk. Sergi ay sonuna kadar açık kalacak… Gidin görün….Gsaak. Guk. İyi gelir.

12 aralık Çarşamba günü de Hoca üç müzisyen arkadaşı ile aynı yerin konser salonında “ sufi müzik” konseri verecek… O da iyi gelebilir. Gaaak. Guuuk. Biz kargalar bilmeyiz, iyi olduğunu söylediler. Fazilet benden ileridir, bir yolunu bulup salona dalarsa olanları, olacakları, bire bin  katıp size anlatır… İstanbul’da şenlik var. gaaask.

Fuhşu edebî piyasası

2463597_0.jpgÂ

Hürriyet gazetesi bundan bir süre önce “artık çıplak kadın haberi ve resmi koymayacağım” diyerek okuyucusuna söz verdi. Sadece “haber niteliği bulunan” kadın resimlerine yer vereceğini gerine gerine ilan etti.

Bir namus gösterisine soyunduğu belliydı… Zira kendi önerisine “haber niteliği taşıyan haberler” şartı koymakla zaten işin sigortasını kurmuştu. Okuyucu bu noktaya dikkat etmedi.Â

Böyle bir tavrın “reiting” merakından öteye geçemeyeceğini biz o zaman söylemiş “inanmayın geri dönecekler “ demiştik. İşte bakın nasıl döndüler. Aşağıdaki liste Hürriyet gazetesinin 3 aralık 07 tarihli internet gazetesinde, ekranın  sağında yer alan haberlerin başlıkları listesidir:

Bir zamanlar adı masum kızdı

Silikon felaketi !

sutyenle sokağa fırladı

Vücudumu seviyorum, kime ne

Yüz vermedim diye işimden oldum

Çıkma teklifi reddedildi

Ne oldu senin bebek yüzüne

Bu haberlerin “haber niteliği olduğuna” inanabilir misiniz ? Yarım yüzyıllık gazetecilik yaşamıma karşın ben asla inanmıyorum. Nasıl inanılabilir ki ?

Gazetenin yayınlarını izlerken insan kendini sanki bir “porno” filmi seyreder gibi görüyor. Ben izleyici  olarak “porno” film seyretmek istesem neden bir günlük gazeteyi açayım ki ? Doğrudan “Porno” açmak yerine… Eğer kanunlar ve yönetmelikler böyle bir davranışa İzin vermiyorsa, Hürriyet gazetesi bu ülke kanunlarının dışında mı ?

64 kuşağından bir arkadaşıma sordum:”neden böyle yapıyorlar” Halen önemli bir gazetenin genel yayın müdürü olan arkadaşım cevap verdi: “ciddi haberleri okutabilmek için” yani açık saçık resimlerin arasına ciddi haber koyup onları da okutabilmek için öyle yapıyorlarmış.

Bir ülkede haberin iyisini kötüsüne bulaştırıp öyle okutma geleneği çıkmışsa o zaman gazetenin değil okuyucunun namusundan şüphe etmek gerekir, acaba bu mantık silsilesinin bir yerden kopukluğa uğraması mümkün müdür ? Okuyucunun bu hale gelmesinde acaba o gazetenin suçu bulunabilir mi ? ki ben buna yürekten inanıyorum.

Gazeteler bir ticari meta olduğunda bu gelenek başladı. Her patron kendi müşterisini hedefleyip imalatına o müşteriye göre yön verdi… “Para yatırdım, satılmayan mala değer vermem…” dedi…ve beyler böylece “fuhşu edebi” piyasasının yüz kızartıcı  rüzgarlarına yelken açtılar…  Helâle haram kattılar… haramı helalin arasında sokuşturmayı meslek edindiler. Kimse bunlara dur demedi… Hâlâ da demiyor… Bu işe girişenlerin resimlerine bakarsanız konu daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkacaktır. Yüzlerinde nur kalmadı. Kerhâne patronların  benziyorlar.

Rasputin Putin oldu

180px-rasputin_pt.jpg  4104ve7.jpg

Rasputin                 Putin

Geçen yüzyılın başı ile, bu yüzyılın sonu arasında **Rusya’**da çok önemli bir gelişme oldu, Rasputin’in “rası gitti “**putin"**i kaldı.

Rasputin Komünistlerden önce Rusya’yı yöneten Romanof sülalesi zamanı Çar’ın sarayına nufuz ederek “hemofili hastalığı ile doğmuş veliaht prensi dua ile iyileştirmiş, kimsenin inanmadığı bir mucize gerçekleştirmişti. Onu Saray’a aldılar.

Papaz Rasputin Çariçe’nin gönlünü kazanmıştı, bununla da kalmadı, odasını da paylaştı, yatağını da… Kremlin Sarayı dedikodudan inledi. Sonra herkes Rasputin’e aşık oldu. Saray kadınları onun peşini bırakmadılar. Her ne olduysa üzerine bin hikaye daha katıp anlattılar. Romanof’ ların arasında herkes Rasputin’in reklamını yapıyordu.

Sonunda gururları kırılan Sarayın erkekleri Rasputin’i öldürmeye karar verdiler, Prens Yosopof bu görevi üslendi. zehir içirdiler olmadı, kurşuna dizdiler olmadı, nihayet  nehirde boğdularRasputin’in olağanüstü doğa güçleri olduğuna Destur...Sarayda ve ülkede herkes inanıyordu.

Rasputin kelimesi Rusça’da “baştan çıkarılmış anlamınma geliyordu. Bu anlam tersine döndü o “herkesi baştan çıkardı  İmparatorluklar dağılırken her kral sülalesinin hakkında dedikodular çıkarırlar. Bu fizyo-politik olay belki de ters biliniyor, dedikodular çıktığında mı imparatorluklar dağılıyor ? imparatorluklar, hanedanlar, siyasal düzenler bozulduğunda mı dedikodular çıkıyor bilinmez… Dedikodu ve rezalet iktidarların yapısında, elmanın kurdu gibi doğuştan yer alıyor, Ancak  Romanof Sarayının “Rasputin  hikayeleri gerçekten bir edebiyat türü doğuracak kadar zengindir.

Rasputin’in sarayın kirlettiği Rus Çarı İkinci Nikola Osmanlı’yı “hasta adam “ilan eden Çar’dır. Yaradanın hikmeti bizi “hasta adam  ilan eden **Çar’**ın kendisi hastalanmış, işin sonunu getirememiştir.

Rusya’da büyük değişme var… Bu ülke Korkunç İvan’dan beri bir imparatorluk şeklinde birkaç yüz yıl yaşadıktan sonra yine onun kadar korkunç bir diktatörün kanlı pençesine düştü. Stalin 1953’te öldüğü sırada yapılan bir sayımda doğal gelişim gereği Rusya’nın o zaman 180 milyon çıkması gereken nufusu, 167 milyon çıkmıştı. **Stalin’**in 13 milyon insan öldürdüğü anlaşılmıştı.

Putin yönetiminin Rusya için bir nimet olduğu son seçimde anlaşılmış bulunuyor.  Sık sık yönetim biçimi değiştirseler de Ruslar, Orta Asya kavimlerinin çoğunda görüldüğü gibi derin siyasi yapılarında “şef " kavramını sıkıca koruyorlar. İsimleri ne olursa olsun şefler bu yörede siyasal iktidarlarla bütünleşmiştir, çar, başbakan, devlet reisi gibi isimler taşısalar da şefler  o ülkede her şeydir. Asya halkları siyasal güçlerini bir parlementoya değil de, adeta bir şefe emanet ediyor gibi görünüyorlar…

Rusya’da **Çar’**lar yok oldu, onların yerine geçen Komünistleri de tarih yedi yuttu, şimdi sıra yeni zamanların şeflerine geldi. İşte Putin onlardan biri. Yeni şef yine **Kremlin Sarayı’**nda oturuyor. O görkemli Sarayın koridorlarında bir zamanlar mağrur dolaşan Rasputin şimdi yerini Putin’e bıraktı… Hayırlı olsun. Ruslar bir süre daha daha bununla avunur sonra ihtiyarlayınca başka bir şef bulurlar. Öncekiler beceremedi belki sonradan gelecekler onlara denizin yolunu gösterir. Sıcak denizlere inmeye heves ediyorlar ama benizleri soluk.

Gece Gözlerinizi açmayın

dscn0712.JPG

–Gece hava karardıktan sonra ne yapıyorsun ?

–Hiç… bir dala konup sabahı bekliyorum Gaaaak.

Sakın gözlerini açma…

–Neden ?

–Kafana kurşunu yersin…Gaaak. Gurk.

Nasıl ?

Hocanın ara sıra gittiği Sapanca’nın arkasındaki köylerde geceleri avcılar dolaşıyor, kafalarına lambalar takıyorlar, gecenin karanlığında uzakta bir göz parlarsa basıyorlar kurşunu…Aslında bu çeşit av şiddetle yasak, gaaaak. Ama anlayan kim, bizim kuzenlerimiz olan keklikleri, çullukları, kara tavukları daha pek çok av kuşunu sapır sapır indiriyorlar…Ne yumurtlama mevsimi dinliyorlar, ne kuluçka…Gaaaak. Adamın kafasındaki lamba yandı mı arazide ne kadar göz varsa araba farı gibi parlayıp avın yerini gösteriyor… Silahlar patlayıp kurşunlar, saçmalar birbiri arkasından hedefe doğru uçarken zavallı kuşlar da arka arkaya devrilip gidiyorlar. Köpekler topluyor. Bu şekilde sabaha kadar yüzlerce av hayvanı indirenler var gaaaak. Gururk. Tısss.

Yasak  değil mı ?

–Tabii ki yasak ama yasak masak dinleyen yok gaaak. Yasağı uygulayacak görevli de yok, koca Sakarya vilayetinde üç kişilik bir ekip varmış… nereye yetişsin ?

Jandarmayı çıkarsınlar…

–O da yetmiyor, burada yasa dışı lambalı av öylesine yayılmış ki, geceleri köyler boşalıyor, herkes çulluk peşinde, geçen gün biri bir ineği vurmuş… hayvan ölmüş

İnsanı da vururlar. Gaaak,

–Yakındır… Dikkat et, seni vurmasınlar…

–Benim etim yenmez. Gaaaak.

–Yenir ama ekşi olur…

–Yeter Fazilet fenalık geldi, şu kısacık ikiyüz elli senelik karga ömrümü karartma, şunun şurasında ne kaldı ki ?

–Sen çok yaşarsın …Gaaak.

Nereden bildin ?

–Derdin yok, sıkıntın yok, bütün gün uçar gezersin, onun bunun sırrını sezersin, elalemin yolunu kesersin, adın çıkmış rezalete, kafan çıkmış selamete

Fazilet senden bu gün bıktım, akşama o köylere git seni vursunlar

–Niye beni vuruyorlar seni vursunlar, alçak karga, rezil karga, pis karga…leş kargası gaaaak. Guruk.takırrr,tısss.

Böyle durumlarda derhal oradan uzaklaşıp ortadan kaybolmalı, ben Fazilete cevap vermesini bilirdim ama içime kurt düştü, gaaak, gurk. Acaba dedikleri doğru mu ? Bir de gidip kendim bakayım, dedim. Arkamdan gelmedi, Sapanca’nın kuzey doğusundaki dağlara doğru uçup Şükriye köyünü aştım, Hacı Mercan mezarlığını solda bırakıp Akçay vâdisine vardım, dereyi takiben güneye döndüm, fazla kanat çırpmadan Fevziye köyüne vardım.

Burası Hoca’nın mekânıdır. Burada eskiden Rumlardan kalma bir değirmen var, ara sıra çalışır, sahibi Sapanca’da İtfai taburunda çalışıyor. Hoca  bazen buraya gelip su değirmeninin tıkırtısını dinliyor. Etrafa göz gezdirdim, ortalıklarda kimseyi göremedim, gaaaak. Anlaşılan geceyi beklemek lazım… Uzaktan değirmenin sesi gelirken bir dalın üzerinde uyuya kalmışım. Fevziye’den okunan akşam ezanıyla uyandım. Gaaak. Camiye gidenlerden başka yine kimse göremedim, **Fevziye’**de evler pek görünmez, yeşillikler arasında kaybolmuştur. Gaaak. Guk. Herhalde yassı ezanından sonra çıkarlar diyerek yeniden beklemeye koyuldum. İçim geçmiş bir kere daha gözüm kapanmış…

Bir çatırtı ile uyandım, her taraftan ateşler parlıyor, pırıldayan gözler, ateş kusan silahlar, kendimi savaş meydanında sandım, gaaark. Guuuurk. Tam sol kanadımın ucundan vızıldayarak bir kurşun geçti, bir çifteden boşalan saçmalar yanımdaki bir çınar ağacının dallarını delik eşik etti… Zor kendime geldim, acele toparlanıp rastgele uçmaya başladım…gaaaark, gurk karanlıkta nereye gittiğimi bilmiyordum, bir taraftan da avcılar yerimi belleyip beni vurmasınlar diye gözlerimi kapıyordum. Fazilet yine haklı çıktı…Ah ! Fazilet sen neymişsin sen...

Aman yetiş ya Fazilet diyerek uçtum… uçtum… Hacı Mercan köyü mezarlığını kerteriz alarak zor belâ  Akçay vadisinden çıktım… Gaaark guuuurk, bir daha mı ? asla, buralarda gezmem, deve olsam gezmem. İneği vuran deveyi de vurur kargayı da… Eğer sizin de yolunuz geceleri buralara düşerse, sakın ola ki gözlerinizi açmayın. Kapayın. Görevliler de öyle yapıyor. Yoksa vururlar.

İyilerle kötüler dünyası

arabi-pacha-1905.jpg Â

Arabî Paşa Â

                      Â

Batı, Filistinli’leri iyi Filistinli ve kötü Filistinli olarak ayırdı. İyiler “el Fetih” kötüler “Hamas” İyiler **Batı Şeria’**da, kötüler Gazze’de. Şimdi sıra kötüleri iyilere ezdirmeye gelecek.

Amerikalı’lar bunu daha önce Kore’de yapmışlardı. Pasifik Okyanusundaki Kore yarımadasını  Güney Kore, Kuzey Kore olarak ayırdılar. O zamanın modasına uyarak  Kuzeye Komünist, Güneye Hür Dünya dediler ve sonra her iki tarafı birbirine kırdırdılar. Dünyanın tüm ülkeleri de bu yalanı yuttu. Dünya henüz o sırada “Hür Dünya” değiminin “Dünyayı soyma hürriyeti” anlamına geldiğini bilmiyordu. Herkes bayıla bayıla Kore’ye asker gönderdi, Türkiye dahil…

**Amerikalı’**lar daha sonra aynı şeyi **Vietnam’**da denediler tutmadı. Dünya artık uyanmıştı…Bu defa tutacağını sanıyorum zira Dünya çeşitli nedenlerle yeniden karanlığa gömüldü. Amerikalı ilk defa Somali saldırısında, daha sonra Afganistan ve Irak’ta basını engellemekle bu sonuca ulaştı, şimdi yarım yüzyıllık  Kore siyasetini yeniden gündeme sokacak.

Romalı’lardan kalma yaşlı “divida impera: parçala yönet” siyasetinin yakın zamanda Amerikalı mimarı, ellili yılların Amerikan Dış İşleri Bakanı olan John Foster Dullas’tır. Bir ölçüde ilkel fakat sonradan gelişen “Dullas” doktrini, şimdi İsrail’de nasıl başarılı olur ? göreceğiz.

Amerikalı’lar “parçala hükmet” siyasi terimini, kültürel kökenlerinin uzandığı  Anglo-Sakson yönetim biçiminden aldılar. Bu tarihsel olayın en çarpıcı örneği İngiltere’nin Mısır’ı işgalidir. İngilizler 1882’de **Mısır’**a girdiklerinde o tarihten 13 yıl önce açılmış olan Süveyş kanalı yüzünden zaten **Fransızlar’**la rekabete düşüp Mısır’ı ele geçirme planları yapmaya başlamışlardı. Bir Osmanlı toprağı olan ancak Batılı emperyalistlerin elinde bir kurtlar vadisine dönüşen Mısır’da 1878’de 1. Mısır Meşrutî Hükümeti kurulduğunda maliye bakanı bir İngiliz, bayındırlık bakanı bir **Fransız’**dı. Bu süreç içinde Mısır’da milliyetçi Arabî Paşa direnişi görüldü. İngilizler 1882’den sonra bu direnişi kan ve ateşle yok ettiler. Arabî Paşa ve milliyetçileri tarihten silindiler.

İngilizler fiilî  İşgalden sonra Mısırlı’ları “**iyi Mısırlı’**lar” ve “**kötü Mısırlı’**lar” olarak ayırdılar, aynen şimdi **Amerikalı’**ların Filistinde yaptıkları gibi… İyi Mısırlı’lar işgalci İngiltere’ye bağlıydı, kötü **Mısırlı’**lar ise isyancı, terörist...  Sonra işgalin gerekçesini “**kötü Mısırlı"**lar üzerinde yoğunlaştırdılar ve bunları, kendilerine bağlı “iyilere” kırdırmaya başladılar.

Londra’nın Mısır’a atadığı ilk Genel vâli, yüzü gülmediği için “suratsız” lakabı ile tanınan Cromer Lordu Evelyn Baring daha sonra anılarında Mısırlı’lar için şunları yazdı:

Enerji ve girişim yoksunu “saf” kişilerdir. Her zaman “sadakatla yaltaklanmaya hazır” entrika ve kurnazlığa yetenekli, hayvanlara karşı acımasız insanlardır. Doğu’lu ne doğru dürüst yolda, ne de kaldırımda yürümesini bilir. Dağınık kafası, yolların ve kaldırımların yürümek için yapıldığını fark eden Avrupalı zekâsının yanına dahi erişemez. Doğulu’lar sağlam yalancıdır. Hareketsiz ve şüphecidirler. Tek kelime ile Anglo-Sakson ırkının açıklığına, doğruluğuna ve asâletine ters düşerler"

Mısır’ı “demir elleri ile25 yıl yöneten Kromer Lordu bunları yaşlılığında yazdığı “Modern Mısır” kitabında dile getirmişti. İngiliz Vâlisi tam anlamı ile görmek istediği ve İngiltere’nin işgalini haklı gösterecek bir Mısırlı tanımı yapmıştır. Aynen şimdi Amerikalı’ ların çizdiği “Hamas” yanlısı Filistinli gibi...  Daha önce çizilen “Kuzey Koreli “ ve “Kuzey Vietnamlı” portrelerindeki genel çizgilerle…

Lord **Cromer'**den önce Mısır'da ahlâki ve siyasi mücadele veren Arabî Paşa ve arkadaşları acaba Lord'un "yaltaklanmaya hazır" dediği cinsten insanlar mıydı ? Elbette hayır, İngiliz geldi, o dürüst insanları  ortadan kaldırdı, geriye İngiltere'ye ve işgale uygun köpek suratlı "yalakalar" kaldı.

İşte o "yalakaları" tarif ediyor Cromer. Bunu siyasi yatırım gereği bilerek mi yapıyor ? yoksa kendi medeniyetini yüceltme iç güdüsüyle bilmeden mi ?  işte onu kimse bilmiyor . Her ikisi de ağır  ceza gerektiren açık seçik insanlık suçudur. Adamların hem memleketlerini ellerinden al hem de onları türlü hakaret ve iftiralarla  yerin dibine batır.

Dünyayı iyi ve kötüler diye ayırıp böylesine bozmak için kimden  yetki aldıklarını bir gün insanlar, bunlara sorarlar…

Gündemde ölüm var

birlesmis_milletler_bm000000.jpg                                                        Â

TV’de **spiker’**in anlattığına göre Toplantıya elli ülke katılmış ancak toplantının  ana gündem maddesi belli değilmiş. Destur...Tahminler yürütülüyor.

Adının “anapolis” oluşundan başka bu toplantıda ne konuşulduğu ?  Kimlerin ne dediği ? Ne demek istediği ? Ne demek istemediği ? Tarafların ne çeşit temalar taşıdıkları ?  Hangi yöne doğru koştukları ? Kime hizmet ettikleri bilinmiyor…

Tavanlara bakarak, koridorlarda katı adımlarla yürüyerek, ciddi tavırlarla koca koca dosyalar taşıyarak, birbirlerine kuşkulu nazarlar sallayarak toplanıyorlar.

Bunlar toplanıp konuşadursun başkaları da başka yerlerde toplanıyor, tüfekleniyor, silahlanıyorlar, parsayı toplayanlar da onlar oluyor. Cephelerde ise insanlar ölüyor, ocaklar dağılıyor, hayatlar sönüyor, şehirler yıkılıyor,medeniyetler çöküyor…

Küresel ısınma gibi, depremsel felaket gibi, su baskını, yangın gibi, artık uluslar arası ilişkiler de doğal afetler arasında … Ortadoğu tam bir “gayya kuyusuna” dönmüş, kimin kime saldırdığı anlaşılmıyor.  Kim kimle barışık, kim kimle sırnaşık, kim kimle çatışık, kim kimle yılışık, kimin kimle davası var belli değil. Koca  toplantıların gündemi yok. Lüks salonda geyik muhabbeti

Bir gündem var: Ölüm. Gündemde ölüm var… Siyasetin adı ölüm. Kan ve ateş. Diplomat masalarında kan ve ateş konuşuluyor…Diplomatlar seferber olmuş yeryüzüne kan ve ateş saçanları gizlemeye çalışıyorlar…  Bizim “baş müzakereci” de engin siyasal deneyimi ile aralarında volta atıyor.

Gelecek yüzyıllar acaba bu günleri nasıl değerlendirecek… Ne diyecekler  bize ? Hem birbirlerini yediler, hem üzerinde oturdukları gezegeni çökerttiler mi diyecek ? Havayı kirletenleri yola getirmek üzere imzalanan Kyoto andlaşmasına, misket bombasının engellenmesine karşı çıkan  Amerikalı imza koymadı. Türkiye’nin de imza koymadığını daha yeni öğrendim. Bizi yönetenler bize hiçbir şey söylememek için and içmişler, bazen aralarından biri ağzından yanlışlıkla bir sır kaçırıyor. Bu açıklamayı yapan Çevre bakanına acaba Tayyip bey telefon etti mi ?

“Her şey çok güzel, her şey çok iyi, içerde çok olumlu şeyler konuştuk, sizin için en iyi şeyleri düşünüyoruz” diyorlar sonra bir gün ülkeler dağılıyor, halklar birbirine giriyor, devletlerin alanları, daralıyor, güçleri tükeniyor, sınırları karışıyor…Bizim için “çok iyi” şeyler düşündüğünüzden eminiz ama “nasıl düşünüyor ve neler yapıyorsunuz ?” Onu merak ediyoruz. Â

**Brüksel’deki sokak gösterilerinde orta yaşlı bir adam televizyonda kameralara gözünü dikerek gömleğinin düğmelerini açtı, alttan görünen fanilasında “Bizi geri zekâlılar yönetiyor” (Nous sommes gouverné par des embeciles) sözcükleri okunuyordu. O ülkenin yöneticileri de bundan bir süre evvel hangi toplantıdan çıkarlarsa, kapı önünde biriken gazetecilere “işler çok iyi…her şey tastamam” derlerdi. Şimdi orada Valonlar’la Flamanlar Belçika’**yı güle oynaya parçalara ayırıyorlar…

Bilmediğimiz toplantılarda acaba “parçalanma” kararları alıp dışarı çıkınca “iyiyiz” mi diyorlar… ? vaktiyle “Sizin için iyi yapıyoruz” diyenlerin arasında Hitler, Musolini, Stalin de vardı. Her üçü de ülkelerini yıkıma götüren liderler olarak tarihe geçtiler. Halklar kafalarında kaynayan kazanları, içine düştüklerinde fark ediyorlar. Rabbim muhafaza buyursun

Zehirli Mantar salatası

gale_mar.jpg

–N’oldu sana gene ?

–Hiç…

–Konuş pis karga, neyin var…?

–Hiç dedik ya, gaaaaak.

–Senin kara kafanda birşeyler dolaşıyor…Guuk Tısss.

–Nerden  anladın ?

–Ben anlarım…Gaaak

–Dinle öyleyse Hoca’nın başı dertte…

–Neden ?

Hakikat hanıma üzülüyor, kadın **Fransa’**daki evini tarlasını satıp burada bahçe içinde üç katlı villa aldı, on parası kalmadı, geçen hafta komşular odun kömür vermişler, yazı dersine gelen bir öğrencisi elektrik faturasını ödemiş, bekliyor birisi gelsin de ekmek alsın gaaak.

Geçen hafta Hocanın arabası ile Akçay vadisine su doldurmaya giderken dağda arabadan inip  kocayemiş toplamış, Hoca demiş ki:  –Ağaçlardan mantar topla, salata yapar yersin… Gaaak, Hakikat hanım kuşkulanmış. Geçen yaz **Kerpe’**de Hoca ona denizi işaret edip –Şu karşıkı kayalıklara kadar yüzsene… dediğinde de kuşkulanmıştı…  Gaaak. Guk.

–Yine rezilliğe başladın… neden kuşkulansın, Hakikat hanım Hoca’dan ? …

–Sen Fazilet kargasın bilemezsin, Hoca Hakikati denizde yüzmeye kandıramayınca, zehirli mantar yedirmek istemiş olamaz mı ? Gaaak. Guk Takırrrr.

–Sus Allah cezanı versin, alçak karga, pis karga, kapa gaganı duyan olur…tıssss

Fazilet daha fazla dayanamayıp yanımdan uçtu gitti… Ben zehirli mantar hikayesini Fazilete takılmak için, uydurmuştum ama ben de soğuk soğuk terledim.  Ciddiye alır, gider başka kargalara anlatır, al başına belayı gark,gurk,  Allahtan Hoca bizim Faziletle fısır fısır konuşmalarımızı duymadı, duysaydı ne yapardı kimbilir ? gaaak.

Geçen hafta Hoca trene binip **İstanbul’**a gitti.Gaak. Guk. Biz de yanında… Tren bir İstasyonda durdu. Hoca camdan bakıyor, Fazilet dedi ki :

–Hocanın  nereye baktığını görüyor musun…? Sen de bak bakalım ne göreceksin ?

Hoca Köseköy istasyonunda vagonlara yük kasası yükleyen vinc’e doğru bakıyordu gaaak, guuuk, ben de baktım, biraz dikkat edince vincin çalışmadığını, havada hareketsiz durduğunu, kasanın da vincin ucunda havada asılı kalmış olduğunu  fark ettim… Hiç bir şey anlamadım, Fazilet’in yüzüne baktım…Fazilet in gözleri dalmıştı, başını çevirmedi.

Fazilet söylesene, yükü neden indirmemişler…? Neden böyle havada duruyor ? Gaaask. Guuuk. Fazilet cevap vermedi, onun yerine gizlice bizi dinleyen Hoca konuştu:

–Yükü  indirirken mesaî bitmiştir.

Yenikapı Mevlevihânesi

                                         Â

(Arşivden/1993)

Mevlânâ Celaleddin-i Rumî’nin vefatından sonra O'nun yolundan gidenler, topluluklarının devamı ve ortaya atılan yüksek insanlık ideallerinin yaşaması için, za­manın icaplarına uyarak "Mevlevî Tekkeleri" kurdular. Anadolu Selçuklu Devleti'nin sonu ve Osmanlı’ların ilk yıllarında tesis edilerek yeni devletin yayıldığı topraklarda onunla birlikte gelişen bu tekkeler, devletin temelinde yer alan inanç ve kültür birliğinin taşıyıcısı ve koruyucusu görevini üstlenmişlerdi.

İstanbul'da ilk Mevlevihâneler Pir'in vefatından yaklaşık iki asır sonra kuruldu. Osmanlı başkentinde yer alan beş mevlevihâneden biri olan Yenikapı Mevlevi­hânesi, 1597 yılı Receb ayında açıldı. Bu dergâhın bânisi, yeniçeri katibi, Malkoç adı ile tanınan Mehmed Efendi'dir. Malkoç Mehmed Efendi, dergâhı kendi bağ ve bahçesini vakfederek şeyhi ve murşidi Kemalî Ahmed Dede adına kurmuştu...

Dergâhın açılış merasimi sırasında kürsüye çıkarak vaaz veren ve Mesnevî oku­tan değerli Mevlevî büyüğü Kemali Ahmed Dede, Yenikapı Mevlevihânesi'nin ilk şeyhidir.Yenikapı Mcvlevihânesi kurulduğundan itibaren Türkiye'de dergâhların bir in­kilap kanunu ile kapatıldığı 1925 yılına kadar 328 yıI yaşadı. Bu müddet içinde Kemalî Ahmed Dede'den, 1935'de vefat eden son şeyh Abdulbâki Dede Efen­di'ye kadar 20 şeyh, Dergâh'da postnişin oldu.

Yenikapı Mevlevihânesi İstanbul kara surlarının dışında, Merkezefendi Cami ve mezarlığının  yanındadır.

Tarihinde birkaç defa yanan ve yıkılan Mevlevihâne'nin son tamiri Sultan Re­şad devrinde yapılmış ve bugün ortada görülen bina o tarihte meydana getiril­miştir.

Mevlevihâne üç ana bölümden oluşuyordu: Semâhâne, Dedegân Hücreleri ve Matbah, Harem Dairesi.

Harem dairesi daha önce yanmıştı, ahşap Semâhâne 1961 yılında yandı, kâgir Dedegân hücreleri ve Matbah henüz yerinde duruyor. 1961 yılındaki yangında sonra vaktiyle Semâhâne çatısı altında bulunan türbeler ufak bir düzenleme ile Dergâhm mezarığına dahil edildi. Semâhânenin bulunduğu yer şimdi boş arsadır. Yanda gorülen kümbetli yapı Nâfiz Paşa kütüphanesidir.

Yenikapı Mevlevihânesi'nin tarihinde, klasik Türk musikisi'nin iki büyük dehâsı: Buhurîzâde Mustafa Itrî ve Hammamîzâde ismail Dede yetişmiştir.

1712'de vefat eden Itri, Dergâhın dördüncü Şeyhi Câmî Ahmed Dede'nin dervişidir. 1799'da Dede'lik ünvanına kavuşan ismail Dede'nin mürşidi ise Mevlevihâne'nin ünlü Şeyhlerinden Ali Nutkî Dede'dir.

Yenikapi Mevlevihânesi'nin en parlak çağı XVII. yüzyıl sonları ile XVIII. yüzyıl başıdır. Bu sırada Dergâh'ta Kütahyalı Seyyid Ebubekir Dede ve sırası ile üç  oğlu, Ali Nutkî Dede, Nâsir Abdulbâki Dede ve Künhî Abdurrahim Dede post makamında  bulunmuşlardı. Ali Nutki Dede, Mevlevî kültürünün yetiştirdiği en değerli insan, Galata Şeyhi ince ve zarif divan efendisi, hassas ruhlu şair, Şeyh Galib'in rehberi ve mürşidi­dir. Galib, çilesini Yenikapı Mevlevihânesi'nde çıkarmıştı.

Yenikapi Mevlevî tekkesinin yakın tarihinde iki büyük sima göze çarpıyor Dergâhm postunda 57 yıl oturarak kendisine en uzun hizmet devresi nasip olan Şeyh Osman Selahaddin Dede ve ayni vazifeyi 20 yıI verine getiren Şeyh Celal  Efendi...

Osman Selahaddin Dede dönemi siyasi olaylarla doludur. lmparatorluğun büyük gailelerle uğraştıği bir zamana rastlayan bu dönemde, Ye­nikapi Mevlevihânesi ve post makamı, o sırada ortalığı kasıp kavuran siyasi çal­kantılardan kurtulamamışur. Şeyh Celal Efendi'nin zamanı ise Yenikapi Mevlevihânesi'nin yeniden canlanıp bir ilim, irfan ve musiki çağlayanı ile coştuğu donemdir.

Kendisi de değerli bir musikişinas olan Şeyh Celal Efendi'nin Yenikapı postunda oturduğu yıllar, bu Dergâhın eski parlak çağlarını hatırlatacak kadar değerlidir. Nitekim o sırada Şeyhin müridleri arasmda hulunan Rauf Yekta Bey, sonraki yıl­larda ünlü bir müzikolog olacak ve yaşadığı döneme imzasını atacaktır.

XIV. yüzyıldan itibaren tedrici bir gelişme gösteren, en büyük üretimini son üç yüz yıl içinde veren Mevlevî musikisi repertuvarının Batı notası ile tesbiti ve günümüze ulaşması, bu büyük insanın çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Şeyh Celal Efendi olmasaydı Rauf Yekta Bey olmazdı. Rauf Yekta Bey olmasaydı, dünya etno-muzikoloji tarihinin belki de en değerli bir hazinesine, modem zamanlar sahip olamazdı.

Bir "Yenikapı" yetiştirmesi olan Rauf Yekta Bey, Zekaîzâde Ahmed ve Dr. Suphi Ezgi ile birlikte lstanbul Belediye Konservatuvarında teşkil edilen bir ilmî hey'et aracılığı ile, 300 yıI içinde bestelenmiş olan ve sayıları 50' ye varan bütün Mevlevî âyinlerini, 1932 yıllarının başında notaya aldı, tarihe bağışladı. Bu çalışma, o zamana kadar eski meşk geleneği ile, usta-çırak arasmda kalan mu­azzam Mevlevî Musiki repertuvarının üzerinde yapılmış ilk, en ciddi ve şu ana kadar eşine rastlanmamış bir ilmî  çalışma olarak kaldı.

Yenikapı Mevlevihânesi, Türkiye'de bütün tarikatlar ve tekkelerle birlikte 13 aralık 1925 tarihinde  bir inkilap kanunu ile kapatıldı ve tarihe gömüldü. Görevi ilga edilen Mevlevihâne'nin son Şeyhi Abdulbaki Dede hayatını sürdü­rebilmek için çeşitli eğitim hizmetlerinde bulundu. 1935 yılında bu dünyadan göçtü.

Yenikapi Mevlevihânesi daha sonraki yıllarda çocuk yurdu oldu. çocuklar eski Dedegan hücrelerinde barınıyorlar, eski tekke mutfağmda pişen yemekle besleniyorlardı. 1961 yılının Eylül 'ünde bir gün, iki çocuk bir kuş tuttular. Uzun zamandan beri terkedilmiş Semâhânenin arka bahçesinde bir ateş yakarak kuşu pişirdiler. Yediler. Sonra ateşi söndürmeyi unuttular. Gece ateş büyüdü, arka du­varı sardı. Yangm hızla çatıya yükseldi. Mevlevihâne bir anda ateş çemberi için­de kaldı... lki saat içinde yandı, kül oldu... Mevlevihâne daha önceleri de yanmış  fakat tamir edilmişti. Ancak son yangm­dan sonra onu yeniden diriltecek kimsesi yoktu.

Yenikapi Mevlevihânesi son §eyhi Abdülbâki Efendi, Gavsî ve Resûhî Baykara isimlerini taşıyan iki değerli oğul bırakmıştı. Bunlardan ilki Gavsî Baykara, değerli bir müzisyendi. Rahmetli Neyzen Aka Gündüz Kut­bay' ın hocası ve  bu satırların yazarının lstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Hey'e­tinde, kudümde selefiydi. Resûhî Baykara lstanbul Belediyesi müfettişlerindendi. Her ikisi de merhum oldular.

Yenikapi Mevlevihânesi son Şeyhinin iki oğlu 1953 yılında Konya'da başlayan "Mevlânâ" ihtifallerinin kurucu kadrosu içinde yer almışlardı.Her ikisi de zaman zaman posta oturarak 350 yıllık aile geleneğini devam ettir­diler. Bu ihtifalin ilk yıllarında ve henüz hayatta olan lmparatorluk donemi Mevlevi ailelerin her yıI Konya'da toplandıkları sırada, zarif halleri ve fevkalade yüksek kültürleri ile eski Mevlevî geleneğinin yaşadığını ispat ettiler.

Gavsî Baykara'nın vefatından sonra Resûhî Baykara, Konya İhtifalinin gidişatı konusunda kuşkuya düştü. Geleneğe fevkalade saygılı ve tâviz vermez tutumu sonucunda bu ihtifalle ilgisini kesti. Aldığı bir davet üzerine .Londra'ya giderek "Collect House" isimli bir kuruluşta "semâzen" yetiştirdi.

Konya'da her yıI yapılmakta olan Mevlânâ ihtifallerinin kurucu kadrosunun ba­şında bulunan Sadeddin Heper de bir "Yenikapı" yetiştirmesiydi. Bu Mevlevihâne'nin son kudümzenbaşısı olan Zekaî Dede’nin oğlu Zekaîzâde Ahmed Efen­di'nin oğrencisiydi, kendisi de hocası ile birlikte mutrıbda kudüm çalmıştı. Aynı ihtifalde başından beri görev alan çilekeş dedelerden Halilezen Osman Dede ve merhum semâzenbaşı Ahmed Bican Kasaboğlu da Yenikapılıydılar. Türkiye'de şu anda görülen bütün semâzenlerin hocası Ahmed Bican Kasaboğ­lu'dur. O, son zamanda sema geleneğinin yüzük  taşıydı.

Dergâhların sırlandığı 1925 yılından 30 yıl sonra Konya'da yeniden uyanan "Mevlevi" ocağına  iki şeyh, bir kudümzenbaşı, bir semâzenbaşı ve bir halilezen veren “Yenikapı Mevlevihânesi”   varlığını böylece sürdürmüştü. (1993/Arşivden)

Başkan Söz verdi

252394.jpg

Başkan Çakar

Olmaz’ın psikopat olduğunu bilmem size söyledim mi ? aziz site izleyicileri. O huyu dolayısıyle inkâr ediyor, “olmaz öyle şey��? diyor, ama ben doktorlara sordum “ doğru��? dediler. Tımarhane bekçileri “bizde bunlardan çok var��? dediler.

Aslında ben Olmaz’ın deli olduğuna yürekten inanmışken yine de “acaba nasıl deli ? diye merak etmişimdir. Bilirsiniz deli’nin de çeşitleri var, az deli, uz deli, zır deli, zır zır deli, hınzır deli gibi… Bir tarihte “keşif paranoyası��? konusunda Cerrahpaşa’da Nöro psikoloji uzmanı dr. Süleyman Velioğlu ile konuşmuş çarpıcı veriler edinmiştim.

Doktorla muayenehanesinde karşılaştığımız sırada içerde kimse yoktu. Sayın Doktor “Paranoya nedir ? diye sordum. Doktor yine de “acaba içerde kimse var mı ?��? diye etrafına bakındı ve gözlerini üzerime dikerek: “aman kardeşim beni karıştırma, bunlar delilerin en tehlikeli olanlarıdır, bir şeye takıntı kurdular mı cinayet dahi işlerler. En korktuğum deli türü Paranoya’dir��? dedi. Sonra aramızda şu konuşma geçti:

Dâhiler, diktatörler, ideoloji kuranlar, sanatçılar, müzisyenler, ressamlar, şairler, başkanlar, insanlığa önder olma sevdasına kapılanlar da onlardan çıkıyormuş.

–Doğrudur ama onlar kültürlü olanlar, bir de kültürsüz olanlar var…

–Onlar kimler ?

–Hiçbir eğitim görmemiş, bir baltaya sap olmamış, toplumda yeri yok, caretta kaplumbağası gibi dalgaların şiddetine kapılmış, yuvarlanarak, savrularak gidiyor…

Olmaz’la arkadaş olduğumdan beri düşünürken Dr. Süleyman bey’in otuz yıl önce söyledikleri aklıma geldi, birden uyandım.

–Hah… dedim işte bizim OImaz bu cinsten… Bu bir “paranoya vak’ası��? Olmaz “olmaz��? lafına takılmış. her şeye olmaz diyor, olurla olmazı karıştırıyor. Sanırım bu tavır ikimizin de yaşadığı şu güzelim ülkede genel bir eğilim. Zira bilirsiniz ki**, Türkiye**’de her “olmaz��?ın altında bir “olur��? her “**olur��?**un altında da bir “olmaz��? yatar… Her “olmaz��? ın yapısında bir “olur��? her “**olur��?**un kapısında bir “olmaz��? nöbet tutar. “olmaz��? ların en gizli köşelerinde her zaman bir “olur��? a rastlamak mümkündür. Bu yörede olurlarla olmazlar alt alta, üst üste birlikte hayat sürerler. Olurun “**olmaz��?**ı ile olmazınolur��?u bir araya geldiğinde yaşam yürür gider. İnsanlar böyle alışmış…İşin tadı da burada, eğlencesi de…

Benim Olur’la anlaştığımın sebebi işte tam bu nokta, ikimiz bir bütünün parçasıyız. Birimiz madalyonun bir yüzü diğeri öbür yüzü… Sırt sırta, arka arkaya yapışmış gideriz.

Neyse… bu kadar izahat yeter, gelelim son günlerde başımıza gelenlere… Geçen gün bizi Üsküdar belediyesine çağırdılar. Başkan bana dedi ki : “sana yeni onardığımız evlerden birini vereceğiz, kültür evi yapacaksın. Olmaz lafa karıştı :

–Olmaz… Başkan şaşırdı, bana baktı:

–Bu da kim ?

Tanıştırdım: Olmaz… Başkan devam etti:

–Neden olmaz ? Olmaz anlattı:

–Şundan olmaz, o evin damı akarsa, bu adamın kiremit alacak parası yok…

–Onu da biz veririz dedi Başkan. Olmaz ilave etti…

Nah… verirsiniz…

İşin karışacağını anlayıp lafa girmek gereğini duydum. –Sayın Başkanım dedim, sen bu Olmazın dediğine aldırma…o dediğini yap…İyi gelir. –Görürüz dedi, Olmaz… Ben “olur��? derken o deli bozuk hâlâ “olmaz��? diye tepiniyordu. Hem olur, hem olmaz dedik, anlaştık. Başkanı selamlıyarak Belediye’den çıktık. İmam Osman’ın kahvesine çay içmeye gittik.