Oldu mu ya !

Zavallı **Züleyha
**Kocası bir âlem,
Yusuf
bir âlem.
Biri kudretsiz sahtekâr
Diğeri Hakk’ın Peygamberi.
Züleyha bilemedi.
Feleğini şaşırdı da…
Aşığına değil,
Aşkına âşık oldu.
Zavallı Züleyha,
Dünya güzeli
**Züleyha.
**Oldu mu ya !

Aşkın defteri kalabalık

**
**Ruhsuz çekirge Kalender

Züleyha gök yüzüne bakarken,
Yıldızlar yan yana dizilip
Gökte “Yusuf” yazarmış.
Leyla Mecnun'un yanına varıp
İşte geldim” deyince
Mecnun inanmadı “sen Leyla isen
Diğerleri ne ? ” dedi.
Ferhat’ın aşkı  dağları delerken
Vamık ile Azra’nın öyküsü
Yeryüzünü baştanbaşa sardı. 
Sardı da Şeyh Galip, Hazreti **Galip
**Sonunda “Aşk, mumdan gemiye binip
Ateş denizini geçmektir” dedi.
Aşkın defteri kabarık
Bu hikayelerin sonu
Geleceğe benzemiyor.
Yusufçuğu da  o deftere
Kamış kalemle yazdılar. 
Bir gün mürekkebi kurursa
O da sıraya girecek...

Madalyon'un iki yüzü


Gülen Kertenkele Nedret

-bu gün neden nefret ediyorsun ?
-Herşeyden…
-Nasıl yani ?
-Herşeyden dedik ya, yerden, gökten, yukardan aşağıdan, önden arkadan her şeyden, senden bile nefret ediyorum.
-Benim ne kusurum var ?
-Yürüyüşün., iki yana salınarak gidiyorsun, doğru dürüst yürüsene, kuyruğunu koyacak yer bul...
-Beni Yaradan böyle yaratmış.
-Ben de senin gibi önceden dört ayaklıyken sonradan böyle oldum.
-İyi… bir gün ben de senin gibi iki ayağımın üzerine kalkarım.
-Kalkamazsın.
-Neden ?
-Çok salaksın da onun için.
-Sen de salak olsana.
-Ben Nefretim, nefret ederim, bu yüzden ayaktayım, aşağılardan nefret ettim ayağa kalktım, senin gibi nazik, kibar olsaydım, yerde sürünmekten kurtulamazdım…
-Evet ama ben yaşamımdan şikayetçi değilim ki,
-Olamazsın, ne yaşam gördün ki ?
-Kendime göre bii şeyler gördüm işte.
-Ama hep alttan baktın dünyaya.
-Sen üstten baktın da ne oldu ?
-Gerçekleri gördüm, insanları gördüm, yaratıkların içini gördüm ve nefret ettim.
-Ben de gördüm ama nefret etmedim.
-Yanlış yerden bakmışsın dedik ya…
-Nefret benim adım Nedret ve ben senin cinsinden değilim, sen nefretine devam et, ben kendi işime gideceğim.
-Defooool bir daha buralarda görünme.

  Nedretle Nefret güzelce  anlaştılar. Biri nefretinde sabit kadem eyledi, diğeri yeryüzünde çok ender bulunan bir türden olduğunu bir kere daha hatırlayarak enderliğine şükür etti. Enderin eni boyuna uygun, dişi tırnağına denk, huyu suyu güzel, rengi derisi bakımlı, şanı şöhreti yerinde, kendisini tanıyanları çileden çıkaracak yeteneklere sahip, doğanın eşsiz bir varlığıydı. Savunma yöntemleri vardı, düşünme, çalışma, üreme yöntemleri ile donatılmıştı…. Dedik ya, o eşsiz bir varlıktı.

  Nefret türünün en çarpıcı örneğiydi. O vitrine konmuş ticari bir mal gibiydi, aslında ucuzdu. Her yerde sıradan örneklerine rastlanıyordu, insanlar onu tanır, huyunu suyunu bilir, kendisine bulaşmak istemezlerdi. Ortalığı ayağa kaldırıp her şeyi yakıp yıktığında korkudan kaçışır ama bir yandan da onu seyretmekten gizli gizli zevk duyarlardı. İçlerindeki tahrip duygusunu hafifletirdi Nefret onların. O insanları rahatlatıyordu. Gücünü gösterdiği her defasında  bazıları açıkça sevinç duyardı.

Doğrusunu isterseniz Nedretle Nefret bir madalyon’un iki yüzü gibiydi. Bu maden parçasının bir yüzü aydınlık, parlak, neş’eli, güven verici, hoş ve olumluydu, diğer yanı ise karanlık, sarp, korkunç, kuşku verici ve olumsuzdu… Nasıl oluyordu da bu iki yüz arka arkaya gelmişti.…

İşte bütün sır burada…

Bu sırrı ilerde birlikte inceleyeceğiz.

Kralın parasını çaldılar


Salomon Camondo (1781 – 1873)

Tribitum Capitis” Roma’nın yıkılmadan önce tüm vatandaşlarından istediği bir vergiydi. “Tribitum Capitis”in kelime anlamı “Kelle vergisi” demektir. Yani omuzunun üzerinde başı olan herkes bu vergiyi verecek. Ölü bile gömülmeden önce başını taşıdığı için ondan da alınacak. “Tribitum Capitis” yüzyıllar boyu haksız vergi koyan ve bu yüzden düzeni sonsuza kadar dağılan her devlet için söylenmiş ve  örnek bir tablo oluşturmuştur.

"Tribitum Capitis" Roma'da ayrıca aşırı zengin olup devlete kafa tutanları hizaya getirmek için de kullanılıyordu. Devlet gözüne kestirdiği zengine bu vergiyi yazar sonra da o paralarla çarkını çevirirdi. "Tribitum Capitis" in yüzyıllar sonra ülkemizde de uygulamaya konduğu anlaşılıyor. Şimdi bazı zenginler devlete "Kelle vergisi" ödeyecekler.

Tribitum Capitis” Bizansta daha da ileri bir noktaya varmış, devletin açıkça zenginleri soyduğu bir düzeye ulaşmıştı. İstanbul imparatoru parasız kaldığı zaman bir “galere” dolusu askeri gece yarısı **Haliç’**ten yola çıkarır İzmit körfezine yollardı. Askerler bu körfezde o çağlarda iki sıra yer alan zengin konaklarını, yalıları basar, eşyaları toplar, nakit paralara el koyar ne bulurlarsa alır gizlice saraya taşırlardı.

O sırada her ele geçirilen mal ve para bir deftere yazılıyor ve muntazam muhasebesi yapılıyordu. Haksızlık yoktu. Devlet bu paralarla memurlarının maaşlarını öderdi. Devletin bu şekilde vatandaşı gece yarısı soyması sistemini icat eden kişi sanırım Jüstinyen devrinin ünlü maliye nazırı Tribonius olmalıdır. Zira Bizans tarihinde en fazla vergi toplayan adam olarak anılan bu kişi maliye tarihinde çok önemli bir isme sahiptir. Tribonius diyor ki “Hiçbir akıllı vergi vermez. Vergi verenler sadece aptallardır…”

Devlet vergi ve maliye politikaları konusunda Roma tarihinde bir başka olay daha var: **Roma’**nın Anadolu’da yeni yayıldığı çağlarda şimdiki Bordum çevresinde Bergama krallığı adı ile küçük bir devlet vardı. **Türkiye'**den kaçırılan ve şimdi Berlin’de bulunan ünlü Bergama sunağının, vaktiyle topraklarında yer aldığı bu devletin hazinesi bir gün soyulmuş. Tarihçilerin verdiği bilgiye göre hırsızlar son devlet başkanı III. Attale’nin (İ.Ö. 138-133) kişisel kasası dahil her yeri bir gecede boşaltmışlar.

Kralın parasını bile çalmışlar.  “talon” adı ile anılan o çağın parasından 9 bin talon para buhar olup uçmuş. Zavallı kral parasız kalmış, çalışanların ücretlerini dahi ödeyememiş. Kral Devletin tüm üst düzey yetkililerini Bergama'da taht salonuna toplayarak onlara şöyle seslenmiş : “Kasa soyuldu, paramız kalmadı, bu devleti yürütemiyoruz, siz de kabul ederseniz ben burayı **Romalı'**lara vereceğim, onlar gelip nasıl istiyorlarsa öyle yönetsinler…benden bu kadar ” Ve kral devletini Roma İmparatorluğuna devretmiş.

Bir devletin parasını korumak zordur. Devletin devletliği, parasını koruması ve ona bağlanan kişilerin can güvenliğini sağlaması ile mümkündür. Maliyesiz, parasız, adliyesiz, polis ve askersiz devlet olmaz. Olursa batar. Son çare zenginleri soymaktır. Becerebilirseniz, hâlâ gücünüz kalmışsa milyarlara varan vergi'ler, cezalar  koyacaksınız,  memurlarınızın, askerlerinizin  ücretini o paralarla ödeyeceksiniz, o vergileri, cezaları, yükümlülükleri koyamazsanız parasızlık sizi batırır. Osmanlı devleti de böyle battı. Onun da parasını Galata bankerleri yürüttü. Bunların başında Salomon Camondo geliyor. Devletin en zor zamanında Dolmabahçe Sarayının inşaatını ve Kırım savaşını finanse eden bu Yahudi banker ve torunları o sırada **Avrupa’**da bollaşan ticari krediye ucuza alıp Osmanlılara  pahallı satarlardı.

Osmanlı devleti de Basileus gibi Camondo’nun bu gün otel olan Galata Kulesi cıvarındaki muazzam malikhanesini bir gece yarısı soysaydı veya ona külliyetli miktarda bir  "Tribitum Capitis= kelle vergisi" koysaydı da o parayla  memur maaşlarını ödeseydi. Belki bir süre daha ayakta kalırdı. Ama adı namussuza çıkardı. Adam gibi gelip adam gibi tarihten silindiler.

Darısı diğer darda kalmış devletlerin başına…

Gurdjieff'i Türkiye'ye getiremedik


George İvanovich Gurdjieff 1866-1949

Nezih Uzel’den not:
Bir okuyucumuz Gurdjieff hakkında soru sordu. Soruyu ve cevabımı arzediyorum.

Sayın Uzel,
 
  Ülkemiz topraklarında doğmuş ve dünyada tanınmış olan ve 4. yol öğretisinin kurucusu kabul edilen Gurdjieff hakkında daha detaylı bilgi arıyorum. Yardımcı olursanız sevinirim. Gurdjieff'in tüm düşüncelerini bilmiyorum. Ancak bazı konulara getirdiği yorumları oldukça ilginç buluyorum.Örnek verecek olursak; at arabası ve sürücü benzetmesi, insanın görüşünün (bakışının) iç dünyasını nasıl şekillendirdiği ,bazı kimselerde görülen  insanları kale alma(umursama hastalığı) v.s. saygılarımla,

Gurdjieff başlıbaşına bir konudur. Ülkemizde tanınmamıştır. Ben adını ilk defa 1957'de duydum. Sonraki yıllarda dünyanın her tarafına Gurdjieff'çilere rastladım. Mevlevî dervişlerini dünyaya tanıtan onlar olmuştur. Onlarla uzun yıllar beraber oldum. Adamın hakkında pek çok makale yazdım, galiba bir kitabını da türkçeye çevirdim, şimdi hatırlamıyorum. Paris'te Commendant Marchand sokağında bir merkezleri var, 1976'da orada, rahmetli neyzen Aka Gündüz Kutbay ve Kudsi Erguner'le birlikte Gurdjieff'in hayatı ile ilgili ünlü filmin müziklerini, yapmıştık. Ekolün doyeni ve Gurdjieff’in Moskovadan tanıdığı ve “hakikat arayıcıları” grubunun önde giden ismi  Mme de Salzmann ile orada tanışmıştım. Salzmann ölümünden birkaç yıl önce İstanbul'a  geldi. İşgalde Beyoğlu'nda Kumbaracı başı sokağında, Gurdjieff ile birlikte oturdukları evi bana gösterdi. Kurumun bu gün başında olan Peter Brook yakınımdır. Ama ne çare ki bu kurum " ihtiyar üretim merkezi" oldu. Hareket gücünü kaybetti. Ben bunlara Gurdjieff'in 1920'lerde İstanbul'da oturduğu evi merkez yapalım burada bir şübe açalım diye defalarca yalvardım. Aldırmadılar. Peter ilgilenmedi. Eğer öyle bir şey olsaydı, Gürdjieff hareketinin İstanbul ayağını kurar, 4. yol, beşinci yol, at eşek arabası türünden hurda ayrıntılara ve tartışılmamış safsatalara girmez , ufoculuk tuzağına düşmez, o değerli adamın gösterdiği yolda, insanoğlu'nun geleceğine yönelik adam gibi çalışmalar yapardık . Özellikle gençlere dönük aktivite yapabilirdik. Olmadı. Bu iş benim elli yılımı aldı, şimdi artık ilgilenmiyorum. Size başarılar dilerim. Sadece size son olarak şunu söyleyebilirim: Gurdjieff Doğu tasavvufunu, modern çağlarda, Batı'ya aktaran adamdır. O bir ekol sahibidir. Yunanlı bir baba ve Ermeni bir anneden 1866'larda Aleksandropol (Gümrü) 'de doğmuş, Kars'ta büyümüş, Moskova'da okumuş, Devrim'de grubu ile birlikte Türkiye'ye göçmüş ve 1949’te Paris’te vefat etmiştir. Müslüman olduğunu duymadık, olduysa Tanrı katında kabul görsün, olmadıysa dinince dinlensin. Tasavvufla ilgisi "ilim" mesabesindedir. Kurum devam ediyor.

Tasavvuf'ta ölçümüz İslam'dır

.
Kenan Rıfai Büyükaksoy 1867-1950

Bir okuyucumuz tasavvuf konusunda dört soru sordu. Soruları ve cevaplarımı arzediyorum.
 
ı.soru: Tasavvuf ele alınırken kalıplarımız ne olmalıdır? Fıkh bu kalıplardan biri midir? Tasavvuf ehlinin fıkh kuralları dışına çıkması mümkün müdür? Mesala velayet makamı olsa dahi bu ayrıcalık var mıdır?
 2.soru: Tasavvufta ilim nedir? İlim kitaptan okunarak öğrenilir önermesi tasavvufta geçerli midir? Kitabi ilme soğukluk var mıdır?
3.soru: Son dönem mutasavvıflarından Kenan Rifai [Büyükaksoy] hakkında bilgi verir misiniz? Halife olarak bayanlar olduğu söyleniyor, bu doğru mudur neden?
 4.soru: Tasavvuf ve siyaset arasındaki ilişki nasıldır?

1-Çevresinde bulunduğumuz kültür dairesi itibariyle bizim anladığımız manada tasavvuf İslam tasavvufudur. Tasavvuf ele alınırken kalıbımız İslam'dır. Fıkıh İslamın içinde var. Tasavvuf ehli fıkıh kalıplarının dışına çıkamaz. Çıkarsa dininden vaz geçmiş olur. Ayrıcalık hiç bir zaman yoktur.Velayet makamı olsa dahi... Zaten öyle bir durumda "velayet" makamından söz edilemez. Özellikle başta mutasavvıflar olmak üzere herkes dinine uyar. Ben tasavvuf için "ince müslümanlık" diyorum. Anadolu-Türk tasavvufu " Ortaasya Horasan" kaynaklıdır. Fuat Köprülü'nün "ilk mutasavvıflar" kitabını okuyunuz. Özellikle Yusuf Hemedânî'nin biyografisine dikkatinizi çekerim.
 
2- Tasavvufta ilim kendin bilmektir. Yunus "ilim ilim ilmektir, ilim kendin bilmektir" diyor. Biz bu çağda buna "kendinle barışmaktır" diyoruz. Bu anlamda kitap sadece ilmin yolunu gösterir, ilmin kendisi değildir. Tasavvuf kitaptan öğrenilmez. Tasavvufta Kitabi ilme her zaman soğukluk vardır. Yemeği tarif etmekle yemek gibi. Tasavvuf erbabı kitaptan okuduklarını yaşamla tamamlamayı tercih ederler. Okuduğunu yaşamayanı Mevlana kitap yükü taşıyan eşeğe benzetiyor. Tüm büyük tasavvuf yazarları aynı şeyi söylemişlerdir. Tasavvuf bir yaşam biçimidir. Bunun uzantıları vaktiyle "ahilik" ve "dergahlar"dı. Şimdi özel yaşamın şekillenmesidir.

3-Kenan Rüfai son devir tasavvufunun önemli bir ismidir. Ancak yaşamı ve çevresi soru işaretleri ile doludur. Refik Halit Karay'ın "kadınlar tekkesi" kitabını bulup okuyunuz. Kadınların halifeliği konusunda fikir beyan edemem o konu rahmetli Kenan Rufai’yi ilgilendirir.
 
4- Tasavvuf ile siyaset arasında hiç bir teorik bağ olamaz. Tasavvufçular dünyayı yöneten gücün kaynağını ilahi tabloda gördükleri için son tahlilde insanoğlu'nun girişimlerine kuşkuyla bakarlar. Ancak gerçek tasavvufu yaşamayan bazı grupların siyasetle organik bağ kurdukları görülmektedir. geçerli değil, "ephémere" geçicidir. Reaksiyoner bir harekete malzeme arayışı... Siyaset belirli zaman dilimleri içinde aksiyon ve reaksiyonlar yumağı ve zinciridir. tasavvufun kendisi ise bizatihi bir aksiyondur. Hiç bir yapısal-kurumsal benzerlik göremiyorum. Özel ve kişisel ilişkiler olabilir. Samiha Ayverdi ve Ekrem Hakkı Ayverdi kanalıyle yürüyen Kenan Rüfai grubunun, bir zamanlar Türkeş hareketine ilham kaynağı olması gibi.
 
Teşekkürler.

Dünya'da mola verdik

Gökte uçarken yere indirdiler
Çahr
anasır bentlerine urdular
Nur iken adın Niyazi koydular”
Şol ezel ki i'tibârın kandedir
              Niyazi Mısrî (1618-1693)

Bir zaman uçardım gökte ben sessiz
Bir yerde yaşardım ıssız, kimsesiz
Bir ben vardım, benden öte yine Ben
Bilmezdim
nasıl şey varlık bedensiz

Yokluk da yoktu varlığa nazîre
Yokluğun içinde varlık hazîne
Bir ümitti varlık, alna yazılı
İnsanoğluna en büyük  cemîle

Aklım yoktu akıl nedir bilmezdim
Dilim yoktu dilsiz söz söylemezdim
Benden özge yaratık yoktu amma
O çağda can pazarında gezmezdim

Bilmem ki hangi diyardan gelmişem
Diyarın Issından destur almışem
Ben bu yere can havliyle inmedim
Bildim ki bu yerde sürûr bulmuşem

İndik ve mola verdik bu gidişe
Hem sevine gülüşe, hem didişe
İşler öylesine boz bulanık ki
Melekler ve ben, çok şaştık bu işe

Melek dedi ki: bir suçun var senin
İnsan oldun dörde katlandı tenin
Yokluktan gelip yokluğa giderken
Varlıkta karar kıldı, nur bedenin

Şimdi artık rahat yok bundan özge
Bir süre eğlen gizli sırrı çöz de
Gelip geçerken uğradık buraya
Bir an unutma ! evet her şey **bizde
**

Kadir bilmektir hüner

![](../uploads/image/divan edeb.jpg)

Tahmis-i Yahya bey (16.yüzyıl)
 
**Ahiret yolu gibi gurbete tenhâ gittim 
Gittim ama ne acep valihü şeyda gittim

**Yolun yarısında hey ben aklımı yitirdim
Bir gün oldu sonu geldi dertleri bitirdim
Sensiz kaldım gece ve gündüz ah ü vah ettim

_Mahi koyun gibi boynum büküp hasret ile
Ağlayu ağlayu sensiz yine câna yettim

_Ben zulmü sana değil her an kendime ettim
Ağladım geceler boyu canı kıldım yetim
Bir bir kesildi takatım kalmadı kudretim

_**Seni cânum gibi hoş tutmadum  mâh-i siyâm
Bilmedüm kadrüni hayfâ vü dirigâ gitdüm
**_Canımdan hoş tutmaktı muradım ne çare ki
Oruç ayında gurbet içre ne çileler çektim
Kadir bilmekti hüner yazık, çok yazık ettim

**_Ne gönül kaldı ne akl ü firâset ne karar
Eyledüm kenümi bir zâlime yağma gitdüm
_**Gönülden akıldan geçtim geriye ne kaldı
Bir kıymet bilmezin cevrinden terane kaldı
Aşık ki aşkından bir deli divane kaldı

_**Çare yok sabra elümden ne gelür ey YAHYA
Emr-i takdîr-i Hudâ takazâ gitdüm
**_Sabırdır ya, sabırdır yoktur başka teselli
Bu işler elbette çoktan beri  bes belli
Rabbin takdirine sarıl bu sana yeterli
            Taşlıcalı Yahya bey (16. yüzyıl)

Anlamakta zorluk çekenler


Ziya Paşa (1829–1880)

Nâdanlar eder sohbeti nâdanla telezzüz
Divanelerin hemdemi divane gerektir”
                                          **Ziya Paşa
**Günün Türkçesi:
“Anlayışsızlar anlayışsızların sohbetinden hoşlanır
Sohbet etmek için divanelere divane gerektir…”

_Tahmis
_Nâdan ki dünyayı kıldı **karanlık
**Nâdan ki vermedi huzur bir anlık
Nâdan ki yaradılıştan **gabîdir
**Sevgiden nasipsiz hem müfterîdir.

Nâdanın yanına sokulma sakın
Hem ruhun yok olur gider hem aklın
Derdine dert katar hiç heveslenme
Anlamaz, duymaz, görmez hiç seslenme

Nâdan bilse nedir nâdanlık  bir an
Kahreder kendini, her aklı olan 
Nâdanlığı talep etmez gönlünde
Aydınlık doğar karanlık çölünde

Bulur da bir divane sohbet için
Geceler günler hoş muhabbet için
Nadanın dostu divane değildir
Divaneyi boş sanma o **ehildir.
**

İlmi zulüm etti

Hocaların hocası Yaşar Nuri
Ona imrendi hem melek hem huri

İlimde yoktur eşi kabul, fakat
Ekranda
 bol laftan kalmadı takat

İlim ilim ama neye yarar ki 
Aşkın
adı önde gelir halbuki

İlme kurban etti aşkı bu **Hoca
**Aşk yerine kelam koydu çokça

İbni Hambel, el Mülcem yok bilmem ne
Muaviye’den, **Ali’**den  sana ne

Onbeş yüzyıl önce gelmiş birisi
Sonra yüzülmüş adamın derisi

Ekranda var gücüyle bağırıyor
Kim, kimi neden ? neyle çağırıyor
 
Anlaşılmaz, hâşâ yenmez yutulmaz
Er olan bu f
ırtınaya
tutulmaz

İlim yerinde şatafat  yerinde
Ense, kulak fişek, piştov belinde

Çatacak adam arıyor  çok **kızgın
**İlmi zulüm etti, pek fazla azgın

Yürürken yerler sarsılır azminden
İnsan bıkar hocanın çenesinden

Din nedir ki ? Allah bir Peygamber hak
Üst tarafı boş işler sen öze bak

Hak vergisi varsa kalbinde bir **nur
**Elbet bulursun sen de bir gün huzur

Bin yıllık lafı getirir koyarsın
Kafamın içini her gün oyarsın

Abbasi  ve Emevi muhabbeti
Artık yetti, artık yetti, çok yetti

Ne çektiyse halk okumuştan çekti
Okumuş da şeytan olmuştan çekti

Bırak artık bu işi git evine
Müminleri terk et kendi haline

Duydun !  Hakk yolu onların işleri
Ey hocalar hocası Yaşar Nuri