Tükenmeyiz kırmak ile

Zahit bizi taan eyleme
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazrete varır yolumuz

Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Ko desinler bize deli
Usludan yeğdir delimiz

Tevhid eden deli olmaz
Allah deyen mahrum kalmaz
Her seher açılır solmaz
Bahara irer gülümüz

Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan bakmak ile
Kimse bilmez ahvalimiz

MUHYİ sana ola **himmet
**Aşık isen cana minnet
Elif Allah mim Muhammed
Kisvemizdedir
dalimiz.
           Bezcizade Muhyeddin
             17. yy.

Değerli bir insandı


Nezih Uzel ve İhsan Sabri Çağlayangil
Yeşilköy mart, 1964

Son günlerde konuşulan 1938 Dersim olayları ile ilgili  Rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’i soran değerli okuyucumuza:

Ailemiz Mudanya’dayken İhsan Sabri Çağlayangil Bursa Valisiydi (1949) Ben kendisini 1966 Nisan’ında Ankara'da tanıdım. Dış işleri bakanıydı. Ben bir gazetede  Meclis-Başbakanlık ve Dış İşleri Bakanlığı muhabiriydim. Bakanlıkta her gün “Background” denen toplantılar yapardı. yazılmamak ve sadece gazetecilere bilgi vermek üzere yapılan bu toplantıların mucidi sanırım oydu. O toplantılarda Türkiye’nın dış politikaları ile ilgili pek çok şey öğrenip söz verdiğimiz için yazmazdık. Bilmiyorum şimdi o gelenek bakanlıkta sürüyor mu ? Değerli bir insandı, sözüne güvenilir bir devlet adamıydı. Ruhu şad olsun.

Kamu düzeni adına


Devlet adına cinayet işleyerek kurulmuş bir kamu düzeninin ne kadar süreceği söz konusu… Şimdi diyecekler kiPadişah da çocuklarını öldürdü…” Evet öldürdü, iyi etti, dünya düzeldi  mi ? kurduğu kamu düzeninin tarihsel yargılaması sürüyor…

Yavuz Diyarbakır’a irade göndermiş: “ Karındaşım Şah İsmail’i sevenler adını bir deftere yazdırsın…” Koşan koşana, herkes defterin başına toplanmış –Beni de yazın…beni de, beni de yazın… Yavuz arkadan bir irade daha göndermiş “Cümlesin katledün…” Ve “cümlesini katletmişler. Neden ?  “Kamu düzeni adına

Yavuz İran seferine çıkarken bir Türk sülalesi olan Safevilerin başındaki Şah İsmail'e  şöyle sesleniyor**:

**             Ey şehinşahı Erdebil er kim imiş gör de bil
               Han selimdir bu gelen öz canını mürde bil

Şah İsmail’i kendilerine önder edinen Anadolu’nun yoksul Türkmen köylüleri ise cıhangir “dünya saltanatı” rüzgarına tutulmuş Osmanlı’nın “kamu düzenine” karşı: şu dizeleri söylüyorlar:

Şalvarı şaltak Osmanlı
                Eğeri kaltak Osmanlı
                Ekende yok, biçende yok
                Yemede ortak Osmanlı
Öncesi var… Anadolu Selçuklu Devleti, II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanı, aç, perişan, soyulmuş ve çaresiz bir halkla, zengin ve bigâne  bir yönetici sınıf arasında, kötülerin en kötüsü bir görüntü verdiğinde, bir Horasan eri olan **Baba İlyas; Konya’**da, korkunç sosyal çöküntüye duyarsız kalmış, eğlenceye dalmış **Alaeddin Sarayı’**na karşı, İslamın kutsal kitabı Kur’anı kerimi açarak şöyle haykırıyor: “Yaşadığınız hayat bu kitabın neresinde yazıyor…? ” Ve  Kırşehir’in kuzeyinde “Malya ovası savaşı” Yıl Kasım 1242.

**  Müslüman Gıyaseddin’**in Müslüman askerleri, Müslüman köylülerin üzerine yürümeyi reddettiğinde, silahlarını kendi kumandanlarına çevirmeye ramak kalmışken, Sultan 3000 altına paralı hırıstiyan zırhlı frank askerler tutarak cepheye sürüyor. Bunlar Anadolu tarihine “Babalılar” olarak geçen isyancılara, alınlarına boyadıkları haç işareti ile amansızca saldırıyorlar. Neye yarar ki isyancıların mızrak ve okları “demir donlu” frank askerlerine işlemiyor. Yeniliyorlar.

Tarihçi **İbni Bibi’**nin yazdıklarına göre : “Siyah libaslı, kızıl börklü ve ayağı çarıklı Türkmenler” in cesetleri Malya ovasını kızıla boyuyor. Seyfe gölünün rengi dönüyor. Bir günde 4000 ölü. Veya daha fazlası… gerçek sayı belli değil. Neden ? “Kamu Düzeni” adına.

Tarihçiler Anadolu’nun bu en vahşî  saldırısında 4000 kişiyi boğazlayan  ve savaş sonrası katliamları ile birlikte 50.000 soydaşını katleden, silahı kendi halkına dönük, son meydan savaşını kendi halkına karşı, paralı yabancı askerlerle kazanan,  Anadolu Selçuklu  Devletinin yine de kendisini kurtaramadığını ve iki yıl sonra 1243 Kösedağ savaşında Moğollara yenilerek İlhanlı Devletine sığındığını ve dünya sahnesinden silindiğini yazıyorlar.

  Osmanlı tarihinde Kuyucu Murat Paşa isimli bir vezir vardır. Öldürdüğü insanları kuyulara doldurduğu için bu lakabı alan Kuyucu Murat Paşa hakkında ünlü tarihçi Peçevî İbrahim efendi şunları naklediyor: “"Bu ol vezir-i azamdır ki, memalik-i Al-i Osman’ı eşkiyadan temizlemiştir Saltanatın namusunu korumakta, kesin kararlı idi. Celali diye adı çıkan kimsenin Cuhud, imana gelmez, merd-i mülhid, tövbekar olmaz anlamına uygun olarak, ne imanına, ne Müslümanlığına, ne de tövbesine kesinlikle güvenmezdi. Ölümden gayrı bir araçla onun doğru yola getirilebileceğine inanmazdı

Kuyucu Murat Paşa Hırvat asıllıdır. Sultan I. Ahmet zamanı 1606 ile 1611 arasında dört yıl sadrazam olmuştur. Tarih, Paşa’nın Anadolu Türkmen halkından 150.000 kişiyi katlettiğini söylüyor.

Yoksul Anadolu köylüsünün kitleler halinde katledilmesini Ermeni rahip Kemahlı Grigor 1595-1640 yılları arasını kapsayan kronolojisinde de şöyle değinmektedir: "Görenlerin bize bizzat anlattıklarına göre Murat Paşa bütün konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır ve bütün Celalileri, muzir adamları öldürüp bu kuyulara attırır, oraya indirilen birkaç adamda yukardan atılanları istif ederdi. Vakadan dört sene sonra kış mevsiminde oradan geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları görmüştük. Birkaç tanesi çökmüş olduğundan odun ve toprakla kapatılmıştı

Rahip Grigor Canbolatoğlu isyanında **Murat Paşa’**nın bir günde günde 26.000 kelle kestirdiğini şöyle anlatıyor: “"O gün, gün batımına kadar ruus-u maktüa-ı a'dadan (kesilmiş düşman başlarından) defterlerle adetleri zaptedilen, yirmialtıbin kelle-i büride (kesik baş) işgah-ı serdar-ı Behram iktidara (Behram kudretle serdarın önünde) getürülüp otag-ı zernitak (altın kuşaklı otağ) önünde püşte-var (tepe halinde) yığıldı. Yirmi neferden fazla cellatlar, darb-ı rikabdan (ense vurmaktan) dinlenmeyip güruh güruh getirilen eşkiyaların kellelerini kat'ederlerdi"

Tarihçi Naima Murat Paşa’nın küçük bir çocuğu kendi ellerl ile boğduğunu şöyle anlatıyor: Bir gün pişgah-ı otakta (otağın üstünde) iskemle üzerinde oturup harfolunan (kazılan) bi're (kuyuya) gelen adamları katlettirip doldurmağa meşgul idi. O sırada gördü, halk verasında (arkasında) bir atlı sipahi, bir sabiyi (çocuğu) kenduye redif edip (ardından getirme) geçup gide. Paşa emreyledi varıp sabiyi at arkasından indirip huzuruna götürdüler. Oğlancığa:
- Sen ne yerdensin? Celali arasına neden düştün?, dedikte, sabi doğru söyleyip,
- Falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğuna yanlarınca gezerdik, dedi.
- Baban ne idi?, deyu sorıcak,
- Şeştar çalardı ve anınla doyunurdu. Vezir-i Azam Murad Paşa başını sallayarak acı acı güldü.
- Hay, Celalileri şevke götürürdü, deyup, çocuğun katline işaret etti. İşaret üzerine çocuğu cellatlara verdiler. Fakat cellatlar;
- Bu sabi masumu nice öldürelim, deyu çekilip her biri bir tarafa gidip göz yumdu. Murad Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların çocuğu merhamet edip istinkaf ettiklerini bildirdiklerinde, Paşa:
- Yeniçerilerden birisi öldürsün, deyü buyurdu. Yeniçeri dilaverlerine teklif olduklarından onlar dahi, sabiye bakıp;
- Biz cellat mıyız? Cellatlar bile merhamet etti. Vezir kendi iç oğlanlarına emretti ki sabiyi öldüreler. Anlar da ki huzurundan dağılı kabul etmediklerinden oğlancık meydanda kalıp onu öldürecek adam bulunmadıkta, ihtiyar vezir arkasından kürkünü bırakıp ve kalkıp sabiyi kendi eliyle alıp, kuyunun kenarına getürüp başını vurup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya inkaa etti."

Kuyucu Murat Paşa ve  kendisinden çok sonra yaşayacak benzerlerine Tarih’in koyduğu isim haklarında verilen idam hükmüdür. Kamu vicdanında böyle hükümler kıyamete kadar canlı kalır ve her nesil tarafından aralıksız infaz edilir. Nasıl mı ? gerçek “Kamu düzeni adına…”

Ahvali bilen bilir

Seher vaktinin reyhanı
Sen yarattın bu cihanı
Göz seyreder
asumanı
Ol kapıyı açan bilir

Hakk’tan hidayet erişir
Cennet reyhanı karışır
Küs olanlar hem barışır
Bu halkayı açan bilir

Ne olur hâl çeke çeke
Gözyaşını
döke döke
Götürürler bir gün **öte
**Ol ahvali bilen bilir

İçerler Âb-ı Kevser’i
Kalpteki
ışkın eseri
Ol bizi etti **serseri
**Ol kapıyı açan bilir

Beyt’e çektiler karayı
Kalbe vurdular yarayıSenden isterim çareyi
Rahmetleri
saçan bilir

Bellidir hidayet yolu
Sanırsın dünya **dopdolu
**Kapındaki âciz kulu
Ol kapıyı açan bilir

Bu kalbimdeki **aşk nedir
**Onun yangını tendedir
Ahvale bakmak sendedir
Ol ahvali bilen bilir

Açılır kudret kapısı
Pâk eyle
kalbin yapısı
Cümle hesabın **hepisi
**Ol hesabı veren bilir

Hesabıyla yessir eyle
Bu kuluna âsân eyle
Ne ahvaldir bu da böyle
Ol yangını çeken bilir

Kalp ağlar da gözler döker
Bu yangını ceset çeker
Bazı olur kalbe **şeker
**Ol ateşi çeken bilir

Hasret odu yaktı beni
Külhane eyledi teni
Cihan arzu eder seni
Ol merkadı bulan bilir

Lâdikli Ahmet Ağa
(1888-1969)

Pir olmak üzerine

Değerli dostlardan üç soru daha geldi. arzediyorum:
1-Tarikat silsileleri tarikat kurumu için ne mana ifade eder? Silsileler de neden Hz.Ömer ve Hz.Osman'a yer verilmemiştir?
2- Bugün birisi çıksa bende kendimi "pir" ilan ettim, yeni bir tarikat kurdum dese, tarikat kültürü için bu ne mana ifade eder?
3-Üveysilik mevzuusu tartışılıyor. Bizim Konya'da Ladikli Hacı Ahmet Ağa vardı. Ümmi olan hazret ilm-i ledün sahibi olduğu söylenirdi ve el öpmüşlüğü yoktu.. Üveysilik nedir?

1-Her tarikat kendi silsilesini kurar ve bununla iftihar eder. Ancak bilimsel kanıt yoktur, aranmaz, ruhen bağlılık yeter. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a silsilelerde yer verilmiyor mu ? verilene rastlamadınız mı ? bütün silsileleri gördünüz mü ? ben bilmiyorum, dikkat etmemişim, eğer öyle ise, bu yer verilmeyişin, devirlerindeki siyasi olaylarla ilgili olduğunu düşünüyorum. Gerçek tarikat "bir dünya işi olan" siyasetten hoşlanmıyor.
2-Hiç bir şey ifade etmez. Geçmişte büyük tarikat kurucularının hiç biri "ben pir'im, tarikat kuruyorum" diyerek ortaya çıkmamıştır. Tarikat, o değerli kişilerin yolundan gidenlerce daha sonra kurulup geliştirilir. Pir'ler "**Biz tarikat-ı Muhammed"**e bağlıyızdan öteye bir şey söylemezler,ancak onların kendi zevkleri doğrultusunda özel salavat ve duaları vardır. Bunlara "vird" deniyor. (Vird-i Bahaiyye, Vird-i Settar) gibi) Bu "vird"lere bir de "eğitim metodu" ve münasip "merasimler" eklenince (usül ve fûruğ) tarikat zaman içinde  kendiliğinden doğuyor. Ben buna "din sosyometrisi" diyorum. Belki ilerde  bu değim tutulur.
3-Üveysi'lik bir şeyhe bağlı olmadan kendi kendini irşad edene derler. Mümkündür. Halk sonuca bakar. **Tevfik Fikret'**in "bir karınca bile beni Yaradana götürebilir" dediği gibi. Ladikli Hacı Hoca Ahmet Ağa'yı çok duydum. Rahmetullahıaleyh. Hal ehli nurlu bir zat imiş.


Ladikli Hoca (1888-1969)

Devlet adam öldürmez

  Genellikle insan hayatını korumak üzere düzenlenmiş olan devlet kuruluşu adam öldürmez. Bu eşyanın tabiyatına aykırı ve dünyanın gidişatına terstir. Ancak devletler yönettikleri ülkelerin halkına can güvenliği sağlamak üzere bir dizi tedbirler aldıkları sırada, bu can güvenliğini tehdid eden unsurları temizlemek hakkına da sahiptirler. . Bunun adı “hikmet-i hükümettir

Ne var ki devlet bu tedbirleri alırken suçluyu uçsuzu ayırmak zorundadır. Ayıramıyorsa kaatil damgası yer. İnsanları bir mağaraya doldurup içeriye zehirli gaz veren devlet cânîdir. Bunu devlet hizmeti diye yapan yetkili kişi hayduttur. Böyle bir emri veren de, uygulayan da, insanlığın yüz karasıdır. Günün şartları ne olursa olsun öncesinde ve sonrasında  Kamu vicdanında hüküm giymiştir.

Onur Öymen demiş ki “ İsyanı bastıranları değil, isyancıları korumak doğru değildir ” Yani şimdi bizler, mağaradakileri korumakla devlete karşı çıkmışız… Devlet hizmeti verdiğini sanan uğursuz mendebur haydutları korumalıymışız… Eşkıya öldürüyoruz diye Devlete yıllarca temizlenmeyecek bir kara leke süren o resmî eşkiyadan yana olmalıymışız… Sanki Sayın Öymen o mağaraya girip kimlik tesbiti yapmış ve oradaki insanların tümünü suçlu ilan ederek ölüme mahkum etmiş gibi.

Bir tavır hangi devlet adamına yakışır…?  hangi dürüst devlet böyle bir beyanata rıza gösterir ? Madımak otelinde insanları yakanlar da  işte bu, vaktiyle mağaralarda kalabalıkları zehirli gaza boğanlardır. Baykal “yaraları kaşımayın…” diyor. Eğer bu gün bunlar tam bir açıklıkla konuşulmayacak ve kanayan yaralar tez vakitte sarılmayacaksa, gelecekte de böyle şeyler olacak demektir.

Suçluyu suçsuzu bir mağarada yakanları koruyan Öymen’le “kurşun adres sormaz…” diyen Abdullah Öcalan arasında hiçbir fark kalmamıştır. Öcalan’ın “adres sormaz” değimi ile **Onur Öymen’**in operasyonlarda “yan hasar” değimi aynı sözdür. İkisi de eşkıya lafı.

Eline silah alıp dağa çıkan bir eşkıya ile bir köy halkını mağarada boğan insanı savunan arasında ayırım yoktur. Biri dağ eşkiyası öbürü şehir eşkiyası. “Adres şaşıran kurşun” eşkıyaya ne kadar yakışıyorsa “yan hasar” kavramı devlet adamına o kadar yakışmaz. Yakışıyorsa o da eşkıya olmuş demektir. “Yan hasar” bir itiraftır. Devletin suçsuz insanlara da bilerek zarar verdiğinin itirafı. …

Gelecekte “ TC’nin Mağara Cinayeti “ adı ile anılacak olan bu faciada olayın aktörlerini savunanın sadece Onur Öymen olduğunu sanmıyorum. Bu gün korkudan ağzını açmayan pek çok yandaşı, büyük olasılıkla “yaptılarsa devlet için yaptılar…” demektedir.  “Netayic-il vukuat” başlıklı kitabında tarihçi **Celal Nuri Paşa’**nın şöyle bir notu var: Şedid Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim, Saray hademelerinden kırk kişiyi ölüme mahkum etmiş.

Devrin ulemasından ünlü müftü Ali Cemâlî efendi karşısına dikilmiş –Bunları öldüremezsin… Padişah diyor ki: –Dünyayı düzeltmek için adam öldüremez miyim ? Tarihe “Zenbilli Ali Efendi” lakabı ile geçmiş olan Ali Cemâlî Efendi buna karşılık şu cevabı veriyor: –Dünyanın düzelmesi bu kırk kişinin ölümüne bağlı değildir. Celal Nuri Paşa, bu konuşma üzerine “Yavuz’un ölüm kararını geri aldığını” yazıyor.

İdarî bir ölüm kararını, Ulu bir hükümdar dahi yanlış verebilecekse, Dersim’de bir jandarma kumandanı  nasıl rahatlıkla verebiliyor ? Suçluların neden suçlu oldukları ve ortadan kalkmaları ile dünyanın düzelip düzelemeyeceği konusunun o gün dahi sorgulanması gerekirken, bir adam onca insanın kanına nasıl girebiliyor ?

Dersim cinayetinin olduğu yıl benim doğum tarihimdir: 1938. Eğer bir toplumda bir kişi dahi kurulu düzen adına suçsuz olarak öldürülürse o düzen içinde geri kalan cümle vatandaşlar suçludur. Ben 70 yıldan beri bu suçu dolaylı yoldan sırtımda taşımışım. Suçumu itiraf ederek Allah katında masum ve mazlum ibadullahtan özür diliyorum. Kendimi kurtarmaya çalışıyorum.

Geri kalanlar ne yaparsa yapsınlar…

Telefon çok karıştı


Martin Cooper ve telefonu

Etats-Unis - C'est en 1973 que Martin Cooper, alors ingénieur en chef de Motorola à la retraite, invente le téléphone portable. L'appareil est à l'époque volumineux et encombrant, mais aujourd'hui tout a changé. De plus en plus fin, petit et offrant davantage de fonctionnalités, le téléphone portable est devenu un outil multifonction jugé trop compliqué par son créateur.

Il est vrai que le téléphone créé par Martin Cooper n'a rien à voir avec l'iPhone qui occupe le devant de la scène aujourd'hui, et que l'homme juge bien trop compliqué. Il explique d'ailleurs à Madrid : "Chaque fois que vous essayez de créer un appareil universel qui fait tout pour tout le monde, il ne fait rien de bien". Et d'ajouter : "Notre futur je pense se trouve dans plusieurs appareils spécialisés qui se concentrent sur une tâche qui améliorera nos vies".Cette remarque de l'ex-ingénieur de Motorola intervient alors que monde n'a jamais été autant équipé en téléphones mobiles et que les marques constructeurs se livrent une guerre technologique pour savoir qui sortira le meilleur appareil doté des meilleures fonctions.(Courtoisie Yahoo)

Türkçe özet : _1973 yılında cep telefonunu icat eden Motorola firmasından emekli şef mühendis Martin Cooper günümüzde cep telefonlarının fazla karışık hale geldiğini söylüyor. Madrid’de bir açıklama yapan Cooper «  herkesin kullanacağı bir alet icat ettiğiniz zaman bu önce birşey değil, ancak geleceğimiz yaşamımızı kolaylaştıracak çeşitli aletlerin yapımına bağlı. »dedi. (Teşekkürler Yahoo)
_

Milyarderler zor dururmda

Etats-Unis - Ouvert depuis lundi 9 novembre, le site internet « BillionaireXchange. com «  est réservé aux milliardaires qui veulent vendre leurs bijoux, yachts ou autres objets afin de faire face à la récession en toute discrétion.

Le site internet lancé officiellement cette semaine est en réalité ouvert depuis dix mois, en test. Il assure d'ailleurs avoir vendu pour 180 millions de dollars de biens lors de cette période d'essai. Et le co-fondateur du site d'expliquer à l'agence Reuters : "En raison de la conjoncture économique actuelle aux Etats-Unis, nous voyons beaucoup de personnes qui ont effectivement besoin d'écouler ou d'échanger certains de leurs articles de luxe, de façon discrète et en privé, afin de ne pas éprouver de honte ou de gêne lors de la transaction".

Pour s'inscrire à ce site, les internautes doivent prouver que leurs revenus excèdent les deux millions de dollars. Concernant les transactions, elles s'effectuent aux enchères pour tout type de bien, de l'automobile à la joaillerie en passant par le marché de l'art, tout en sachant que le site s'octroiera une commission de 5% sur le montant de la vente. (Courtoisie Yahoo)

Türkçe özet : Ekonomik kriz dolayısıyle zor durumda kalarak ellerindeki mücevherleri, değerli otomobil ve yatlarını, kimse duymadan gizlice satmaya çalışan Amerikalı milyarderler için 9 kasımda bir enternet müzayede sitesi açıldı. 10 ay süren deneme sırasında 18o milyon dolarlık satış yapan site, müşterilerinden % 5 komisyon alıyor. Yetkililer siteye üye olabilmek için iki milyon doların üzerinde gelir sahibi olmanın şart olduğunu söylüyorlar. (Teşekkürler Yahoo)

Kırkyedi desibel feryad


Etats-Unis
-Un juge ainsi que deux magistrats ont écouté un enregistrement de 10 minutes où l'on entend le couple, mis en examen après que des voisins et des passants ont porté plainte pour nuisances sonores. Les voisins du couple racontent que les ébats débutent aux alentours de minuit et se prolongent jusque 2 ou 3 heures du matin.

Les cris de plaisir poussés par Mme Cartwright sont décris comme alarmants, douloureux et hystériques. "On a l'impression qu'on est en train de la tuer" raconte un voisin. Au plus fort de l'action, les cris atteindraient 47 décibels! C'est du moins ce qu'affirme des spécialistes qui auraient mesuré le volume sonore depuis un appartement jouxtant celui des Cartwright. La principale intéressée se défend en invoquant le droit "au respect pour sa vie privée et familiale" défini dans l'article 8 de la Déclaration des droits de l'homme. Elle déclare également ne pas pouvoir s**'empêcher** de crier et a fait appel à un sexologue pour confirmer ses dires. (Courtoisie Yahoo)

Türkçe özet : _Bir Amerikan mahkemesi, komşuları tarafından şikayet edilen bir ailenin ses kayıtlarını inceliyor. Şikayetçiler genellikle gece yarısı bayan Cartwright’ın yüksek sesle haykırışlarını  duyduklarını ve « kocasının onu  öldürdüğünü » sandıklarını söylediler. Komşular Cartwright ailesine yakın bir apartmanda uzmanlara  yaptırdıkları bilimsel araştırmada cinsel ilişki sırasında bayan Cartward’ın 47 desibel’in üzerinde ses çıkardığının anlaşıldığını söylediler. Yargıçlara karısının bağırmasını önleyemediğini açıklayan bay Cartwright, insan hakları beyannamesinin aile mahremiyetine ait 8. maddesi ile kendisini savundu ve  mahkemenin bir seksologu dinlemesini önerdi. (Teşekkürler Yahoo)
_

Kahraman Ölüm tüccarları


Mihail Kalaşnikov ve AK-47 Kalaşnikov'u

Rusya’nın sanayi bürokrasisinden gelme 44 yaşında genç devlet başkanı Dimitri Medvedev Kalaşnikov silahının mucidi **Mihail Kalaşnikov’**a Rusya’nın en büyük devlet nişanını vererek 90 yaşındaki mucid’i Rusya’nın ulusal kahramanı ilan etti.

Medvedev bu amaçla yapılan törende Kaleşnikov için şunları söyledi : “Rus Silahlarını dünyanın en iyi markalarından biri durumuna getirdiniz. Kalaşnikov sözcüğü, en iyi bilinen Rusça sözcüklerden biri. Bu da tesadüfi değil. Sizin muhteşem çalışmanız ulusal gelişmeye katkı sunuyor. Siz, eski Sovyetler Birliği’nde, Rusya’da ve dünyanın birçok ülkesinde onlarca yıldır kullanılan olağanüstü bir silah dizayn ettiniz" İnsanların saygısı ve sevgisi de sizin ödülünüz oldu."

Bu konuşmaya karşılık Kalaşnikov  “Rusya, yeni silahlar yapmayı sürdürecek. Halkın barışçıl yaşamını korumayı sürdürecek. Ben bu silahı ülkemi korumak için dizayn ettim” dedi.  Rusya Başkanı Vladimir Putin ise yayımladığı mesajında, Kalaşnikov’un 90. doğum yıldönümü kutlayarak, "Siz, dünyaca tanınan silah tasarımcısı ve gerçek bir efsane kişiliksiniz. Sizin yorulmak bilmeyen çalışmanız, sınırsız enerjiniz ve mühendislik yeteneğiniz hala birçok ülkede kullanılan çok sayıda silahı üretmenizi sağladı. Kalaşnikov adlı silahınız 20. yüzyılın en büyük buluşlarından biri olarak anılıyor" dedi.

**1947’**de Rusya tarafından üretimine başlanan silahı tasarlayan Kalaşnikof, birkaç yıl önce kendisi ile yapılan bir röportajda AK-47’nin gerilla grupları tarafından kullanılmasının kendisini üzdüğünü belirtmişti. Kaleşnikof, “İnsanlar bana, icat ettiğim silah pek çok kişiyi öldürürken nasıl uyuyabildiğimi soruyor. Ben de onlara çok derin uyuduğumu söylüyorum. Çünkü suçlanacak kişi silahları kullanmadan çözüme varamayan politikacılardır. Ben her zaman ülkemi yabancılardan korumak için çalıştım ve bunun için silah tasarladım” dedi.

Mihail Kalaşnikof II. Dünya Savaşı sırasında yaralanmasının ardından, tedavi gördüğü hastanede adını taşıyan silahı tasarlamıştı. Ancak silahın küresel bir ölüm makinesine dönüşeceğini tahmin edemedi. pişmanlık duyan Rus general, “Keşke bu silah yerine, çim biçme makinasını icat etseydim” demişti.


Hıram ve makinalı tüfeği

İngilizlerin 2 eylül 1898’de Umm Durman savaşında kullandıkları dünyanın ilk makinelı tüfeği bir Amerikan yahudisi olan **Hıram Maxim’**in icadıdır. Maxim 1840’ta ABD’de Sangewrville’de doğdu. Küçüklüğünden beri mekanik olan her şeye ilgi duymuştu. İlk icadı fare kapanıdır. **Hıram’**ın İmal ettiği kapan, fareyi yakaladıktan sonra yeni bir fare yakalamak üzere otomatik olarak yeniden kuruluyordu. İleri yaşlarda pek çok icadın patentine sahip olan Maxim 1881’de Paris sergisini gezerken bir İngiliz ona “çok para kazanmak istiyorsan öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin” demişti.

Yeni silah İlk kez 1885'de tanıtıldı. 1891'de İngiliz ordusunda kullanılmaya başlanacak yaklaşık yüz piyade tüfeğinin ateş gücüne sahip silah, hem Matabele Savaşı'nda (1893-94), hem de Güney Afrika Boer’ler Savaşı'nda İngiliz ordusu tarafından kullanıldı. Şimdiki adı Zimbabwe olan **Matabele'**deki bir muharebede, sadece 50 İngiliz koloni askeri, 5000 Matabele savaşçısını dört adet **Maxim'**le püskürtmeyi başarmıştı. Bu silahı İngilizlerden hemen sonra ordularına dahil eden ülkeler arasında, Avusturya, İtalya, Almanya, İsviçre ve Rusya vardı. 1905'e gelindiğinde ise Maxim otomatik makinalı tüfeği, 19 farklı ordu ve 21 donanma tarafından kullanılıyordu.

Hıram Maxim dünyadaki tüm güç dengesini altüst etmiş, ateşli silahlar çağında yeni bir çığır açmıştı. Bu yeni çağda insanların artık fareler kadar değeri olmayacaktı. **Hıram’**ın  fare kapanı giderek “insan kapanına” dönüşecek ve bu kapana sahip olan dünyaya hükmedecekti. Umm Durman savaşından sonra gazeteci-teğmen Churchill İngiltere’ye gönderdiği mesajında “Vahşîler medeniyetin silahları önünde yok oldular…” cümlesini kullanmıştı. Sadece silah dünyasında değil, sömürgecilik çağında da yeni bir çığır açan bu savaştan sonra elindeki **müthiş silahla İngiliz imparatorluğu’**nun dünyanın geri kalan insanlarına “vahşî” damgası vurmasının pek de fazla yadırganacak tarafı yoktu.

  Dünya silah piyasasının gelmiş geçmiş en büyük ustası **Sir Basil Zaharof’**tur. Muğlalı bir rum çocuğu olan Zaharof dünyada ilk defa denizaltı imal eden İngiliz Nordenfeldt silah fabrikalarının ve daha sonra Wickers silah fabrikalarının temsilciliğini yapmıştı. Çarpışan taraflara aynı anda silah satan bu olağanüstü adamın mallarını satmak için ülkeleri birbirine düşürdüğü söylenir.

**Anadolu'**yu işgale yeltenen Yunan ordularını da hem para hem silah yönünden donatan Zaharof’tur. İsminin başındaki “sir” ünvanı savaşta İngiltere'ye yaptığı hizmetlerden dolayı zamanın İngiliz hükümeti tarafından verilmişti. II.Savaş sırasında İngiliz ordusu için Wickers makinalı tüfekleri imal  ederken  ilk mazotlu savaş gemileri için  Almanlara diğer taraftan  gizlice mazot sattığı öğrenilince ünvan geri alındı.   Zaharof'un Osmanlı'lara sattığı ilk denizaltı Çanakkale boğazında

İngilizler Zaharof’a “Sir” dediler. Ruslar Kalaşnikov’a “Milli Kahraman” dediler. Churchill Sudan savaşçılarını doğrayan Hıram’in fare kapanı kökenli makinalı tüfeğine “medeniyetin silahı” dedi.  Silah icat edenler barış koruyucusu kesilmişler... Kahraman silah tüccarları demokrasi ve barıştan yana tavır koymakta yarış ediyorlar... ne garip değil mi ? Osmanlı da "hazır ol savaşa ister isen sul ü salâh" demişti. Silah tüccarlarının en yenilerinden  Adnan Kaşıkçı “benim sattığım silahlar korunma içindir” diyor. Ya saldıranlar neyle saldırıyor ? “çim kesme makinası” ile mi ? Silah iki şeye yarar: savunma bir, saldırma iki… Savunma haktır, saldırma vahşet, siz hangisinden yanasınız ?


Winston Churchill  Adnan Kaşıkçı