Sevenlere Selam olsun

Değerli bir okuyucumuzun "sen zamanın oğlusun" başlıklı yazımıza katkısıdır:

Hayat gece ve gündüz demektir...
Geceler başka gündüzler başkadır insanlar için...!
Uyku ve uyanıklık içinde geçer ömürler...
Gündüzler ve geceler yıllar ve günler 
Sarar bitirir hayatları da 
Belli olmaz nasıl olduğu...

Mevlevilik de yoruldu ve uyutuldu sahiplerince...
Ehil ellerde olsun diye dinlendirildi gönüllerde...!
Zamanı gelir uyur... zamanı biter 
Uyandırılır mana güzellikleri...!

Şimdi uyandırılma zamanı... gönüller ısındı... 
Yürekler bir başka çarpmaya başladı artık...!
Ne güzel... ne hoştur semaadaki gönüller...
Ne gizemlidir mevlevi samimiyetler.
Taa derinden sevenlere selam olsun

Bu gece düğün


Bu gün şebi arus.
Bu gece düğün var
Hakk’ın bir sevgili kulu
Bu gece, geç vakit
Rabbine yönelecek.

Bu gün şebi arus,
Bu gece düğün var.
Bir ulu kişi, gece
Gerdeğe girecek.

Bu şanlı hikaye uzun:
Anlatacağım, sıkı durun. 
Doğu**'**da Belh'te  doğdu 
Güneş gibi bir er,
**Batı'**ya çekti onu kader.

Güneşle birlikte yürüdü
Ardından zamanı sürüdü
İzi derindi, açıkça görüldü.
Aşkı
olmayanın defteri dürüldü

İnsanlar dediler ki:
“Celaleddin Rabbine aşık oldu...
Ansızın Aşkın bağrına girdi…
Acep ne diledi de, böyle oldu ?”

O bir insandı.
Melek
değildi, amma.
Valihü hayran” oldu…
Hakk'ın izniyle hemen
Huzura alındı erken.

O bir kuldu,
Peygamber
değildi, amma,
Kitap yazdı, birkaç satır.
Bilinsin sonsuza dek hatır.

İnsanlar dediler ki:
“Bu nasıl oldu ?”
Soruyu soran, sarardı soldu.
Anladı ki, bu başka bir yoldu.

İnsanlar bir yere toplandılar
**Mevlana’**ya sordular: “ aşk nedir ?”
Cevap verdi: "ben ol da bil"
Olanlar
bildi, olmayan kaldı **sefil.
**
Bir akşam vakti son sözünü söyledi:
Yeryüzü onunla Tanrı'yı gözledi
Yaratıklar Yaradanı özledi.

Battı ufuklarında Konya'nın
Yine güneş gibi. İnanın

Aradan Yüz yıllar ve yüz yıllar geçti
Bilmediler. Bilemediler.
Kimseye
soramadılar.
İnsanlar boyunlarını büktüler.

Asırlarca söylendi bu **söz
**Gel de bu sırrın bağını çöz !

Ülke yıkmak kolaydır


Gazi Mustafa Kemal Paşa anıtı-Bursa.

Bir okuyucumuzun yorumunu ve benim katkımı  arzediyorum :

Tam 16 sene önce Milli Güvenlik Kurulu bir karar alır ve o kararda eyleme katılmamış pkk’lıların yargılanmadan affedileceği belirtilir,  ama o günün sabahında 33 erimiz korumasız olarak yola çıkarlar ve şehit edilirler. Ve o zamanki AÇILIM açılamadan biter. İşte okumuyoruz ve bilmiyoruz, unutuyoruz. Yazık bize yazık.

"Hem Milli Güvenlik kurulu hem de Anayasa Mahkemesinin kararları tavsiye mahiyetindeyken siyasi karar hükmüne girip, 27 mayıs tepki nayasasının getirdiği kötü bir devlet geleneği ile icra gücüne kavuştu. Gazi hazretlerinin "Milli hakimiyet prensibi" rafa kalktı. Ülke hakimlere ve askerler teslim edildi. Siyaset yapılamaz oldu, kötülendi. Hükümetlerin elleri kolları bağlandı, devletin otoritesi sıfıra indi ve bu günkü durum doğdu. Şimdi ayıklasınlar pirincin taşını…Ben gazete yönetirken muhabirleri toplar “aman anayasa mahkemnesi kapatı” diye  yazmayın "kapatılmasını istedi" deyin, sonra alışırlar hakimleri azdırırsınız derdim, kimse dinlemezdi. Aradan otuz beş yıl geçti. Devletin düzeni bozuldu. Bozulmakta geç bile kaldı. Korkuyorum, bir kıyamet kopacak. Şimdi iş vatandaşın sağduyusuna kalmıştır. Benden söylemesi üst tarafını bu ülkenin değerli, insanları düşünsünler. Tanrı herkese basiret ve vicdan nasip buyursun. Ülke yıkmak yapmaktan kolaydır. Saygılarımla"
Nezihuzel
Sapanca 15 Aralık 2009

Sipariş üzerine Asker

Amerikan West Point Askeri Akademisi'nde Afganistan Savaşı için yetiştirilen askerler.

Siyaset denge demektir

Dünyada yapılan her işin bir iyi, bir de kötü tarafı vardır. İnsanların doğasından gelen ve her türlü yaratıkta bulunan bu  ikilem, toplumların yaşamında daha da geniş boyutlara ulaşır. Toplum yaşamında hem iyilere, hem de kötülere yer vardır. Dünyada şimdiye kadar içinde sadece iyilerin veya sadece kötülerin yer aldığı bir topluluk görülmemiştir.

Toplumda iyilerle kötülerin güçleri dengelendiğinde o toplumda bolluk refah huzur ve saadet oluyor. Bu dengeyi kurmak toplumun kendilerine teslim edildiği yöneticilerin görevidir. Yöneticiler en az kötü ile en fazla iyiyi gözetmek durumundadırlar. Kötüyü en aza indirmek, iyiyi en çoğa yüceltmek onların sanatlarıdır. Bu siyasettir. Politikadır. Diplomasidir.  Siyaset böylece bir denge sanatıdır. İyinin mayasında kötü de vardır, siyasiler bazen o kötüyü iyilik için kullanırlar. Kötünün mayasında da iyilik vardır ama o fazla bir değer taşımaz. Güçsüzdür, siyasi malzeme olarak kullanılamaz.
 
Siyasiler bu dengeyi kurarken  hukukçular tarafından engellenirler. Zira hukuğun dengeden mengeden haberi yoktur. Olamaz. Siyasî denge, hukuğun konusu değildir. Adliye siyasetten anlamaz. İşi değil. O bir kötülük gördüğünde üzerine giderek cezayı keser, kötülüğün içinde yer alması muhtemel olan fayda adliyeyi ilgilendirmez. İşte bütün çelişki buradan doğuyor. Zorluklar bu noktada...

Dünyanın her ülkesi bu noktadan zarar görüyor, zira toplumlarda iyilerle kötüleri dengeleyecek, iyiyi ayıklayıp teşvik edecek, kötüyü sindirecek azametli siyasiler artık yetişmiyor. Kurumlar etkisiz kalıyor. Özellikle demokrasinin güçlü olmadığı, kamu hukukunun aranmadığı ve siyasi temsilin güdük kaldığı toplumlarda, siyaset birtakım uğursuz şeflerin eline geçiyor. Siyasi hayat kıran kırana bir kör döğüşü olarak on yıllarca  devam ediyor. Toplumların dertlerine çare bulmak yerine dünyayı saran uluslararası para şirketlerinin amaçlarına hizmetten başka yapacak işi olmayan politikacılar, her şeyi halklarına şirin göstermek için birbirleri ile kıyasıya yarışıyorlar… Toplantılardan çıkarken: “İşler çok iyi… içerde pek olumlu şeyler” konuştuk diyorlar, sonra bir zaman geçiyor ve kanlı bir savaş patlak veriyor… Hani işler çok iyiydi…

Demokrasi halkın sözü demektir. Halkın kendi kendisini yönetmesi demektir. Bu yönetim için bir takım uzman kişiler, hür ve dürüst seçimlerle görevlendirilirler. Siyaset bu noktada başlıyor. O görevli kişiler ülkede rahatça işlerini yapmak durumundadırlar. Tabii ki onları bağlayacak bir hukuk mekanizması olacaktır, ancak hür bir seçimle iş başına gelmiş bir milletvekilinin  hukuğu da değişik olmalıdır. Bu parlementer dokunulmazlıktır. Partlementer dokunulmazlık bu yüzden icat olunmuştur. Bir nedeni vardır.

Dokunulmazlık sonsuza kadar değildir. Parlemento görevi bittiğinde o da biter. eğer görevi sırasında bir milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasını gerektirecek kötü bir iş yaparsa bu dokunulmazlık yine meclis kararı ve oylama ile kalkar, milletekili yargılanır. Meclis kararı yoksa, adliye milletvekilinin dokunulmazlığının kendiliğinden kalktığı dönem sonunu bekler. O milletvekili yeniden seçilmezse yakasına yapışır. Bu demektir ki, adliye meclisi, meclis dışından denetler. İçine giremez.  Milletvekilinin dokunulmazlığı gerçek bir “dokunulmazlık” değildir.  Ancak ona dokunan kesinlikle polis ve adliye değil, parlementonun kendisidir.

Milletvekilinin dokunulmazlığı ile ilgili kanunlar meclisin kendi kendisini denetlemesi, bir ülkede kanun yapan en yüksek organın “kendi kanunu  kendisinin yapması” demektir. Siz kanun yapan bir organa üstelik onun yaptığı kanunlarla saldırırsanız o organın kanun yapma gücü nerede kalır ? Otoritesi ve manevi saltanatı nereye gider…? Parlemento kral demektir. Eski hükümdarların yerini tutar.

Fransa’da III. Napolyon devrinde, polisler bir miletvekilinin evini basmışlar. Milletvekili  polis şefine itiraz etmiş:
-Ne hakla evimi basıyorsunuz ?
-Yasa’ nın verdiği hakla…
-O yasaları biz çıkardık,
-İyi ya… doğru yasalar çıkarın, evinizi basmayalım.

Yasanın iyi olup olmadığına polis nasıl ve neden karar veriyor ? o da hadisenin bir başka yüzü. Şurası muhakkak ki, doğru yasalar çıkarma konusunda dünya meclislerinin yetenekleri her zaman yüksek derecelere ulaşmıyor. Pratikte yaşanan hayat, her zaman ilkelere uygun düşmüyor. Kısacası bazen işler zivanadan çıkıyor. Ne kanun kalıyor, ne meclis…ne denge ne siyaset ne de milletvekili ahlakı…Meclis halkın kendisinden beklediği ustalığı gösteremiyor.

Bir zaman Amerika Birleşik Devletleri başkanı, bir ziyaret sırasında Türk Parlementosu’na konuşarak “Kaliteli kanunlar çıkarın….” demişti. Bu bir anlamda: “Biz sizden daha kaliteli kanunlar çıkarmaktayız, bu yeteneğe sahibiz” demek oluyordu. Ne yazık ki, içinde az da olsa gerçek payı bulunan  bu cümle, oldukça anlamlıydı. Türk’lerin Ortaysa stepleri’nde birbirinden dürüst devletler kurarak birbirinden kaliteli kanunlar ürettiği eski çağlarda gerçi Amerika  kıt’ası henüz keşfolmamıştı ama işte olan oldu. Devran döndü. Şimdi gelip bize bunu söylemeye kendilerinde hak ve yetki buluyorlar.

Meclisin de milletvekilinin de kalitelisi, o ülkenin ve devletin siyasetinin dengesini, hukukunun yüceliğini, devletinin  şeref ve şöhretini, vatandaşına olan güven ve saygısını, verdiği sözlerin arkasına duruşunu ve en sonunda uygarlık düzeyini gösterir. Rabbim nasip buyursun:

Sırlar Medyatik oldu

**
**Hüseyin Tüzün, Konya 1961

_Nezih Uzel'den not: İki soru daha geldi. Sunuyorum:
_

Nezih Bey,

Güzel insanlarla olan hatıralarınızı bizimle paylaşmak lûtfunda bulunuyorsunuz. Müstefid oluyoruz. Eğer çok meşgul etmiyorsam iki sualim daha olacak:

1-Selman Tüzün Dede için Bahariyenin son postnişini ifadesine rastladım. Dede’nin mürşidi kimdir?
2-Son dönemin güzel insanlarından Fahreddin Kalemcioğlu ve Hobcuzade Şakir Çetiner Efendiler hakkında bilgilerinizi bizimle paylaşır mısınız?

Hürmetlerimle.

Cevabım:

1)Selman Tüzün 6 yaşındayken Bahariye meşihatı kendisine kalmış, yaşı küçük olduğuna Konya Çelebilik makamı Bahariye’ye bir vekil tayin etmiş. Sonra tekkeler kapanmış. Selman bey’in mürşidi konusunda bilgim yok. Mevlevilikte mürşid “Mesnevi”dir. O’nun da sıkça Mesnevi okuduğunu biliyorum. Mürşidi olarak herhangi bir kişinin adının konuşulduğunu hatırlamıyorum. Kendileri söylemezse makam sahiplerine böyle şeyler sormak edebe uygun düşmezdi. Bunlar “sır”dı. Sır saklamak eskiden faziletti. Şimdi sırlar “medyatik" oldu. Artık herşey, herkese, herkes tarafından, her zaman, her yerde uluorta konuşuluyor.

  1. Fahreddin Efendî’nin “Kalemcioğlu” soyadını da bu yüzden ilk defa sizden duydum. Demek ki o muhterem kişiye “soy adını” dahi sormamışız. Neyse… Birkaç defa merhum Hacı Muzaffer Ozak’ın dükkanında görmüştüm. Bende oldukça derin bir tesir bırakmıştı. Prof.Sadeddin Ökten benden iyi bilir. O’na sorunuz.

3)Hopçuzade Şakir Hoca ile uzun beraberliğimiz vardır. Konya’da Mevlana ihtifallerinde Kudümzen başıydı. Tophanede Karabaş Camii şeyhinin oğludur. Kadirhane’de zakirbaşıydı. Evkaf’tan emekliydi. Vakıf mevzutını avuç içi kadar iyi bilirdi. Alanında tüm kanunları ve Mecelle’yi ezbere okurdu. Bir Medrese üretimiydi. Şehzadebaşındaki İbrahim Paşa Medresesinde okumuştu. Arkadaşları kendisine isim takmışlar: “Molla Kereviz” demişler. Eve gelmiş babasına söylemiş. Babası: “ses çıkama kereviz sağlıklıdır, on altı türlü faydası vardır” demiş. Rahmetli oldu. Yeri boş kaldı.

Tarikat'ın Hakikate yürüyüşü


No Comments: Ankara 2009

Barış için Savaş

Nobel barış ödülü alan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama ödülünü aldığı toplantı’da konuşarak “savaşı”nı övdü. Birleşik Amerika’nın bu savaşta “haklı” olduğunu ileri sürerek dünyada “barış sağlamanın” savaştan geçtiğini  hatırlattı. İyi bir “savaşın” kötü bir barıştan her zaman üstün olduğunu söyledi.

Zamanımızdan iki bin yıl önce yaşamış bir Roma imparatoru da işte tam  böyle söylerdi.  Auguste bu gün yaşasa, ve gidip  **Oslo’**da tantanalı törenlerle barış ödülü alsaydı, bundan başka türlü konuşacak değildi.

Savaşan bir ülkeye “barış ödülü” vermeyi uygun gören Nobel ödülü ağaları da bundan başka türlü düşünmüş değillerdir. Böylece binlerce yıldan beri dünyamızı allak bullak ederek barışı engelleyen kanlı savaşçıların alçak yüzleri ortaya çıkıyor. Vaktiyle Manş Denizinden İndüs **Vâdisi’**ne kadar dünyanın üçte ikisini kamanço etmiş ve sonra “Barış” ilan etmiş Roma’nın yerine şimdi Birleşik Amerika geçmiştir. Romalı’lar onca ulusun üzerine mızraklarını dikip bayraklarını asarak rahatladıkları zaman “Pakta Romana” dediler. Şimdi Amerikalılar, özellikle can düşmanları Sovyetler, sahneden çekildikten sonra dünyanın üzerine kalabalık yıldızlı bayrağı dikerek “Pakta Amerikana” ilan ettiler. “Amerikan Barışı” anlamında... Hayırlı olsun.

Barack Obama ödülünü eline alınca insanlara Nazileri hatırlattı. Yeryüzüne parmağını salladı**.**  Herkesi tehdid etti. Dilinin altından dedi ki: “Biz Amerikalı’lar  vaktiye sizi Naziler ve çılgın **Hitler'**den kurtardık, kanlı Stalin’in komünistlerinden, Saddam’dan halâs ettik. Bırakın da şimdi Afganistan ve Irak'tan da kurtaralım. Molla Ömer, Usame bin **Ladin’**ler artık ortalarda dolaşmasın. Barış böyle olur” Afganistan ve Irak savaşına bir günde harcadığı parayla bu ülkerin açlarını yıllarca doyurabilecek olan o Amerika böylece arzın te'dibi için savaştan başka öneri ileri sürmüyor.

Bir savaş ülkesi olan Amerika bunları söylüyor ve Avrupa ona barış ödülü veriyor. Barış’ın savaştan geçtiğine inanan ilk insanlar **Amerikalı'**lar değildir. Bunların öncesi var: Geçen yüzyılın Prusyalı  Alman savaş filozofu Carl von Clausewitz “ Savaş politikanın devamıdır” demişti. “Lafın bittiği yerde silahlar konuşur” demek istiyor… Birleşik Amerika’nın hamur suratlı generalleri işte tam bu dersi aldılar. West Point’teki hocalarından bu sözü ezberlediler. Vaktiyle birkaç nesil Osmanlı subayını yetiştiren von der Goltz Paşa da “savaş nimettir” diyordu. Bunu ilk körfez savaşının  galibi “Çöl Ayısı” lakaplı general Norman Scwarzkopf da böylece söyledi. Scwarzkopf şimdi Newyork’ta çorap ticareti yapıyor. Anılarını yazıyor... Savaş sırasında Lawrence’in “Hikmetin yedi direği” kitabını okuyormuş.

Sorun Barack Obama değildir. O savaş oyununda barış türküsü çağıran bir sinema oyuncusu… Amerikan halkının hayranlıkla seyrettiği bir konu mankeni. Çok güzel konuşuyor, yanında hanımısı da var... Ancak Dünyayı yöneten o değil ki... Dün sabah borsalarda silah fabrikalarının hisse senetleri hangi hareketleri gösterdiyse işte o şirketlere dikkat ediniz. O şirketlerin içinde olduğu siyasi birimin başkanı barış ödülü alıyor. Bu nasıl bir iş ? Bu hangi perhizin lahana turşusu ?… Bunlar nasıl barış yapacak ? Silah fabrikacısının barış yapma olanağı, arslan pençesindeki ceylanın hayatta kalma şansından fazla değildir. Silah üreticisinin barış için dua ettiği görülmüş müdür ? Birinci Dünya harbinin baş aktörlerinden Fransa Cumhurbaşkanı Clemenceau'nun kardeşinin silah fabrikası vardı.

Allah Amerikayı başımızdan eksik etmesin. Ancak bekleyiniz yaramazları islah etmek için savaştan başka çare göremeyen ve “barışın savaştan” geçtiğini defalarca insanoğluna haykıran bu kuruluş, kendi çelişkilerini de içinde saklıyor. Kurt elmanın göğsünde… Yeryüzünün ve uzay'ın Amerika Birleşik Devletletleri imparatorluğu  mutlaka öncekiler gibi kendi içinden çürüyüp dağılacaktır. Bunlar soğuk savaşın en hızlı günlerine Yahudi kökenli Matekamatikçi Herman Khan’ın ağzından  bir nükleer saldırıda dünya gezegenini ikiye, üçe beşe ayırmayı düşünmüştü.

İnsanoğlu buna izin verecek midir ? İş bir yerde dibe vuracaktır. Roma’lıların “Pakta Romana”sını Afrikada zuhur eden zenci Anibal birkaç yılda yerle bir etmişti. Şimdi “Amerikan Pakta”sına karşı bin Ladin aynı hizmete taliptir. Neye yarar ki önceki şerefli bir askerdi, şimdiki dağ faresi terörist. Ya “terörist” jenetik mutasyona uğrayarak bizimki gibi legallik kazanacak, yahut Amerika kendini kurtarmak için eşkiyalıktan vaz geçecek. Barış yolunda savaş yerine, paraları döküp insanları doyuracak.

Uçsuz bucaksız kainatın içinde şu ufacık gezegeni birkaç kendini bilmez çarçur ediyor.. “Dünya’ya ziyan oluyor” Bindiği dalı kesen İnsanoğlu’nun  en büyük savaşı kendinle. Savaş Amerika’da **Irak'**ta Afganistan’da değildir. Savaş insanların içinde. Kendi nefsiyle barışık olmayan bir insan nesli, evrensel barışa nasıl ulaşsın ?  Belki gelecek bir başka nesille…  Sabırla Bekleyeceğiz.

Adliye siyasete soyundu

   Adliyenin siyasete müdahalesi hayra alamet değildir. Bir ülkenin eline teslim edildiği siyaset, eğer her attığı adımda karşısında adliyeyi bulacaksa o ülkenin hiç bir sorunu, hiç bir yerde, hiçbir zaman halledilemeyecektir. Eğer adliye sorunların hallinde birinci başvuru makamı ise siyasete ne luzum var ? Kurun sandıkları, seçin hakimleri, yönetsinler ülkeyi... Neden hakimler varken siyasiler işe karışıyor ki ?

Neyin nasıl yapılacağını bilmeyen, bilse de görevi söylemek olmayan, sadece  ikide bir ortaya çıkıp “yapma… yapamazsın ” diyen bir adaletle bir ülke nasıl yönetilecek ?

1984 Anayasasından beri Türkiyeyi, işgal altında tutan yargıçlar otokrasisinden bizar kalmış hiç bir siyasi yoktur bu ülkede… Siyasilerin siyaset bilmedikleri, hukuktan anlamadıkları çıkardıkları kanunlarla hukuğu ihlal ettikleri doğru olabilir, ancak bu yeni bir hukuki kararla önlenemez. Hukuk burada sadece fikrini söyler, siyasileri var kılan kamu oyu da bu tavsiye doğrultusunda ne yapacağına, nasıl ve ne zaman yapacağına  karar verir. Kısacası son değerlendirme için seçim bekler. Siyasi  kararlara  adliyenin direkt müdahalesi kamu hukuğunu yok saymaktır. Bunun sonu nereye varır, bu ülkeyi kim idare eder. Bu halkı kim  temsil eder…?

Anayasa mahkemesi bir diktadır. Bu diktayı kuranlar vaktiyle bu ülkeyi darbelerle muma  çevirip şimdi, de haklarında  tarihin vereceği hükmü bekleyen mütegallibelerdir. İktidar hırsızlarıdır. Ülkenin kamu hukukuna saldırıp siyasetini tahrip ettikten sonra çıkardıklar yasaları şimdi Anayasa Mahkemesi uyguluyor. Kırk yılda arka arkaya gelen  iki hükümet darbesi ve kamu hukuku ihlalı arkası kesilmeden devam ediyor.

Anayasa mahkemesi ülkenin siyasetine bir darbe daha vurmuştur. Vaktiyle çeşitli baskılarla AKP’yi kapayamayan Mahkeme DTP’yi dişine uygun buldu. Siyasi parti kapatmakla demokrasi olsaydı zaten parti açmanın da gereği olmazdı. Kapatılmayı bekleyen partilerle siyaset nasıl olur ? Parti kapatmak  o siyasi partinin temsil ettiği kütleleri topluca cezalandırmaktır. Bu kadar insan sandık başına boşuna mı gitti ? Bir milletvekilinin milletvekilliğini sen nasıl kaldırırsın ? ona oy veren  binlerce insanın namusu olan o güzelim oyları nasıl tahrip edersin ?… Bu tutum seçime hile karıştırmak değil de nedir ? bir ülke düşünün ki mahkemesi hile yapıyor…

Bu ne biçim demokrasidir ki bu demokrasiye yargıçlar karar veriyor ? Bu nasıl bir tablodur ki seçimle gelmiş bir milletvekilini Ankara'da bir yargıç azarlıyor: "Hizaya gel" diye tavsiyelerde bulunuyor. Nereye gitti Meclis 'in dokunulmazlığı ? nereye gitti o milletvekilinin şerefi ? namusu ? asaleti otoritesi  ? Kanun yapan adama bu saldırı neden ? Milletvekilinin milletvekilliği yargıcın merhametine mi kalmıştır ? Onu seçenler nerede ? Bunun kamu hukuku nerede ? hani “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi” “Seçilmişle atanmış” aynıdır diyenlerin şu ulaştıkları noktaya bakınız. "Biz de siyasi partiler gibi gücümüzü Anayasa’dan alıyoruz" diyorlar…Nasıl ve ne hakla ? Bu nasıl bir adliyedir ki demokratik seçimle gelmiş bir siyasi oluşumu darbe hukukuyla yeryüzünden silmeye çalışıyor.

İlkel bir kararla karşı karşıyayız. Mahkeme siyasi partiyi kapatma kararının gerekçelerini açıklarken İspanya’nın Batasuna’sını, Irlanda’nın İra’sını ve daha bilmem nerenin nesini karıştırarak kendini temize çıkarmayı deniyor, hakkında ileri  sürülecek eleştirilerin peşinen önünü kesmek için… Demokrasi adına demokrasiyi yıkmak işte tam budur. Siyasi yaşamda yeri olmayan, hukuk sarhoşluğuna tutulmuş  bir mahkeme,  "Demokrasi diye, demokrasi diye demokrasiyi tepeliyor. Bunun başka bir şekline  vaktiyle Osmanlı aydınları "kanun diye, kanun diye kanun tepelendi" demişler.

Sonuç kötüdür, “bu Mahkeme Türkiye’ye yararlı değildir. Hangi yetkilerle donatılmışsa o yetkiler kamu vicdanında yasa dışıdır. Elinden alınmalıdır. Gelecek zamanı düşünen her siyasetçi bu Mahkeme’nin yetkilerini, elinden almak için Meclis Kürsüsünden çaba harcamalıdır.Kendi üretiği hukuku kendisine karşı kullanan bir mahkemeye Meclis daha ne zamana kadar tahammül gösterecek. ? Kendi varlığına kasdetmiş hangi kuruluş her çeşit derdi başından atmaya çalışmaz ?

Bu iş ciddidir. Yargıçlar durdurulmalıdır. Bu çılgınlığın önüne geçilmelidir.  Siyaset ve Adliyeye  tez vakitte birlikte var olma yolu açılıncaya kadar hepimiz dünya üzerinde yatacak başka bir yer bulmak zorundayız. Ülkeyi kaoslardan kurtarıp ortalığı temizleyecek bir adliye ve siyaset ilişkisi  gelene kadar bir yerlere sığınıp beklemeliyiz.

Kutsal Arkadaşlık üzerine


"Allah'la arkadaş olma"  (Hş.) konusuna Neyzen Kudsi Erguner' de şerefle katıldı. Paris'ten gönderdiği mektubu sunuyorum:

"Allah ile Arkadaş olma" tartışmasını web sitesinden takib ediyorum.

Arkadaş ve Dost kelimerini lugatlardan  tetkik ettim:

Arkadaş: Eskiden savaşlarda, düşmanın  saldırmasını önlemek amacıyla, iki kişi sırt sırta verip kılınç salladıklarında  arka-daş kelimesi doğmuş. "Aralarında yakınlık bulunan " kişilerin her biri.

Dost :
*Genelde birini riyasız sevme,
*Tasavvufi anlamda ise "Allah"
*Allah yoluna götüren Mürşid, eskiden Mevlevilerin "Hak Dost" dedikleri anlamda.  .

Herhalde bahs olunan zat, Dost kelimesini günlük türkçemize nakl ederek "Hak dost" tasavvufi tabirini "Hak Arkadaş" olarak tercüme etti.

Rahmetli annemin mevludundan sonra Meşhur duahan rahmetli Adem Erim,  Fatih camiinin minberine çıkıp yaptığı dua sonunda cemaate "Allahın Şerrinden sakının " cümlesini sarf etti . Allah'dan ancak hayır geldiği nasihati ile büyümüş bir kimse olarak kulaklarıma inanamıştım. Heyecan ile Adem Beyi kolundan tutup Adem bey, bu nasıl söz ? diye sual ettiğimde arkamızdaki cemati  başıyla işaret edip ; "bunlar başka türlü sözden anlamaz" demişti.

Camii insanları, müslümanları " Allah'ın şerri ile " korkuturken , hergün türeyen mutasavvuflarımız da "Hak Arkadaş" laubaliliğine düşerlerse, birgün gelir Allah'in hâşa ŞERRI  ile korkutulanlar ile  kendilerini haşa Allah'la arkadaş zannedenler, bir guzel dövüşürler.

Allah takvamızı arttırsın, Şerleri hayreylesin.