Bizi yeniden dirilt

Bizi dirilten o Dost,

Ne kadar hoştur, güzeldir...

Biz insanlar, ruhlardan,

Gönüllerden ibarettik.

Bedenlerimiz yoktu.

O aziz Dost,

Bedenlerimizi ruhlarımıza

Konukevi olarak yarattı.

O dostumuz, O efendimiz,

Lutfeder, kerem buyurursa,

Bizi **affeder.

**

Nasıl önceden yarattıysa,

Gene öyle yaratır.

Bizi yeniden diriltir.

Mevlana

Habercinin dayanılmaz hafifliği

Irak’taki mezhep çatışmalarınına ait bir haberi okuduğu sırada “Hazreti Ali’nin oğlu hazreti Hüseyin’in öldürüşünü anmak üzere.. ” derken spiker, bu saygıdeğer isimleri öylesine ilgisiz bir ses tonuyla ve sıradan isimlermiş gibi söylüyordu ki, tüylerim ürperdi. Şaşırdım . Kalakaldım. Genelde İnsanlık ve İslam  tarihinin bu en eski faciasından bahsederken mes’elenin bu kadar basite indirilmiş görüntüsü, abd-i acizi bir anda çıleden çıkardı.

İsimlerin başındaki “hazret” sözcüğü sanki o ismin bir parçasıydı. Herhangi bir “saygı” göstergesi olmak yerine “lakap” gibi birşeydi.. Bu kişiler hakkında hiçbir bilgisi olmadığı tarz ve tavrından anlaşılan spiker, haberin devamı yazılmış olsaydı “hazret”e endeksli ritmiyle herhalde o cinayetin baş sorumlusu Muaviye’ye de “hazret” diyecekti. Ve cümle şöyle olacaktı “Hazreti” Ali’nin oğlu “Hazreti” Hüseyin’in “Hazreti” Muaviye’nin oğlu “Hazreti” Yezit tarafından öldürülüşü Irak devlet başkanı “Hazreti” Talabani tarafından anıldı.

Bir çare bulunsa da  TV spikerlerine, yorumcularına, yönetici ve sahiplerine, 1000 yıldan bu yana İslam dini ile yaşayan ve bu gün de sınırlarının içinde %98 müslümanın yaşadığı bir ülke olan **Türkiye’**de güdülen İslam dini hakkında gereken bilgiler verilse.. Şimdi laik olan bu ülkede, Hırıstiyanlık, Yahudilik, Musevilik, Süryanilik kadar İslam tarihi ve kültürü de öğretilse..

Dinler artık gittikçe “kültürleşerek” belirli kalıplara oturuyor. Kimse yüzyıllar önce yaşamış Peygamberlere, din büyüklerine evliya veya azizlere eskisi kadar değer vermiyor. Herşeyin altının üstüne geldiği, yiğitlerin harman olduğu bir zamana ulaştık.. Bu zamanı yaşayan, geriye dönüp bakmayan kişilere saygımız sonsuz, ama onlar da bizlere saygı gösterseler de eski  zamanlarda yaşamış bir din büyüğüne en az taştan topraktan yapılma bir tarihi esere gösterdikleri ilgiye yakın bir ilgi gösterseler.

İnsanlar bir zaman o kişilerle mutlu yaşarlardı. Onların varlığı kendi hayatları ile eş değerdeydi. Eski zamanların İslam bilginlerinden Molla Camî, Halkın  “evliya” olduğuna inandığı kişiler hakkında yazdığı bir kitaba “nefahat ün uns fi hadarat ün kuds” adını koymuştu. Bu isim şu anlama geliyordu: “ Halkın nefesleri olan kutlu kişiler…” Fatih devri ulemasından Molla cami insan topluluklarının böyle kişilerle nefes aldığını söylüyordu...

Bu durum değişmemiştir. Bu gün de böyle kişiler vardır. İşler bu gün de böyledir. O kutlu kişiler yine halkın içinde yaşarlar. Ancak devirler değişmiş. Bazıları  sırlanmıştır. İnsanların ilgi alanındaki değişmeler böyle kişilerin vitrinden çekilmesine yol açmıştır. Ancak bu durum  onlar “yoktur” anlamına gelmez. Onlar  hiç bir zaman yok olmadılar..

Böyle kişilerin tarihten silinmeleri olanaksızdır. O yüzden bir Peygamber veya torunu yahut bir zamanlar “aziz” olduğuna inanılmış bir kişi “haber diline “düşecek olursa lütfen dikkat edilsin. Bir peygamber torununun şehadetinden bahsedilirken insanoğlu’nun bir ölçüde kalbi ve az da olsa dili titresin.

Bu oykü asırlarca anlatıldı: Nice şairler, destan sahipleri, nice edipler, tarihçiler, yürekleri  “şerha şerha yaralı” insanlar nice alevli mısrağlarla bu dayanılmaz acıyı  dile getirdiler. Yüzyıllarca dökülen göz yaşı **Fırat’**ın, Dicle’nin suları gibi aktı gitti o topraklarda.. Hâlâ akıyor..

Ülkemizde şu anda tüm ruhumuzu ele geçirmiş görünen Tanzimat neslinin, Truvalı Aşil’in hikayesini öğrendiği kadar “Şahı merdan Cenabı Ali”nin ve “Şah-ı Şehid-i Kerbelâ Mazlum Hüseyin” in de hikayesini öğrenmesini tavsiye ederiz. Bir imtihandır kazanmalı.

Şehidi Kerbelâ Hüseyn

![](../uploads/image/hus son.jpg)

Kurrat-ül ayn-i Habib-i Kibriya’sın yâ Hüseyn
Nûr-i çeşm-i Şâh-ı merdan Mürtezâ’sın yâ Hüseyn

Hem ciğerpâre-i Zehrâ Fâtımâ Hayrünnisâ
Ehl-i Beyt-i Müctebâ Âl-i Abâ’sin yâ  Hüseyn

Vâlidin şânında dendi Lâfetâ illâ Ali
Mazhar-ı sırr-ı etemm-i Lâfetâ'sın yâ Ali

Sana gülle dokunan ümid eder mi mağfiret
Gonca-i gülşenseray-i Mustafa’sın ya Hüseyn

Sadhezârân lâ'net olsun ol Yezîd'in canına
Nice kasd etti sana nûr-l Hûdâ'sın yâ Hüseyn

Ehl-i mahşer dest-i Hayder’den içerken kevseri
Sen susuzlukla şehîd-i Kerbelâ’sın yâ Hüseyn

Kil şefâat Ârif’e ceddin Muhammed aşkına
Arsa-i mahşerde makbûl-ür-recâsın yâ Hüseyn

Kahyazade Arif Bey (19.yy.)

Taşaron Savaşlar çağı

Türkler hükümetlerine para verecekler, hükümet bu paralarla polis tutacak, bu polisler Afganistan’da Taliban öldürüyorum diye masum müslümanları öldürecekler. İstanbul’da günlerdir  yürütülen Nato toplantısında konuşulan bu..

Devleti laik fakat halkı müslüman bir insan toplumunun  din kardeşlerini öldürmesi içim Batılı ülkeler birbiri üzerinden uzanarak baskı yapıyorlar. İngiliz kamu oyu, Fransız kamu oyu, Danimarka kamu oyu kendi hain yönerticilerini aşarak bu savaşın gidişatına karşı çıkıyor, ama silah ve uyuşturucu tüccarlarının gizli uzantısı bir avuç insanlık düşmanı, bu kanlı ve yasa dışı savaşa henüz bulaşmamış insan toplulularını da kendi günahlarına ortak etmenin yollarını arıyor. Dünyayı kurtarma adına dünya çapında “Faili herkesçe malûm ve âşikâr" bir global cinayet işleniyor.

Afgan savaşı namuslu ve yasal bir savaş değildir. Namuslu ve yasal savaş güçleri eşit veya yakın ordular arasında yapılır. Oysa ki Afgan savaşında şu anda çalıştırdığı adam sayısı 47.000'e varan  asker olmayan paralı, ücretli, silahlı çete işbaşındadır. Bu bir çete savaşıdır. Eşkiya işidir. Bunların, hiçbir doğru geleneğe dayanmayan kendi vahşi savaş hukukları var. Çağdaş silahlarla donatılmış ilkel mağara adamlarıdır. Meslekleri ölümdür. Bu çetelerin arkasında da kendi düzenli askerlerini kırdırmak istemeyen yasal devletler yer alıyor. Bunlara biz de dahiliz.

Böyle bir savaş kazanılmaz. Bunun yakın tarihte bir benzeri Vietnamda yaşanmıştır. Bu savaşı kazanan olmaz. Biri kazansa dahi ona “muzaffer kumandan “adı verilmez. O bir eşkıya çetesinin taşaronudur..Taşaron savaşlar çağının baronudur. Kaatiller ordusunun başıdır. Özbek general Raşit Dostum gibi. Bunlar göğüslerinde madalya taşımazlar, madalya yerine alınlarında kan lekesi taşırlar. Kaatile madalya verilir mi ? Bunlara ödül de verilmez, isimleri tarihe yazılmaz, hikayeleri anlatılmaz, Anıları üzerine destan düzülmez. Buna karşılık bir zaman bir dağda “köroğlu” isimli bir eşkıya çıkmış, sapına kadar âdil olduğuna, halk öyküsünü asırlarca anlatmıştır.  Truvalı Aşil de öyle..

Şimdi biz vergilerimizle eşkıya besleyeceğiz. Verdiğim tek kuruşu helal etmem. Savaşa giderken askerin hukukunu korumak üzere orduda “kazasker” namı altında yargıcını da beraber  götüren Osmanlı devleti gelsin, ona veririm vergimi. “Er meydanlarında “adam gibi savaşanlara veririm. Çete sürülerine değil.

Yugoslav iç savaşı sürerken Bosna’ya barış gücü göndermek gerekmişti. Türk askerinin adı geçti. Fransızlar itiraz ettiler: “Türkiye yüz elli yıl önce bu topraklardaydı, tarafsız davranamaz…” dediler. Halbuki aynı Fransızlar otuz yıl önce terkettikleri **Vietnam’**a barış gücü namı  altında birliklerini göndermişlerdi. O Fransız askeri  Bosna’ya gitti ve general Morillon’un kumandası altındaki Fransız birliklerinin gözü önünde Sırp’lar, 1995 temmuzunda Serebrenica’da 8 bin Müslümanı öldürdüler. 800.000 Tutsi'nin hayatını kaybettiği  Rwanda katliamı da aynı minval üzre işte o Batılı Barış güçlerinin huzurunda gerçekleşti.

Asırlardan beri dünyayı talan edip kan gölüne çeviren gelişmiş sıfatlı sanayi ülkelerinin insanlık cinayetleri devam ediyor. Bunları Amerika’nın keşfinden bu yana izleyerek 1923'te en ağır sözlerle itham eden  Kazan'lı Mir Sait Sultan Galiyev’in ruhu şad olsun. Devrinin saf yürekli siyaset ve doktrin adamı Galiyev, **Amerika’**yı dünya coğrafyasına hediye eden **Kristof Kolomb'**a bile çatmış “Avrupa’nın deniz eşkiyalarına Amerika’nın yolunu gösteren **Kristof Kolomb’**dur” diyerek o  çağda herkesi şaşkına çevirmişti.

Şu işe bakınız ki Osmanlı muhitinde Erzurum'lu İbrahim Hakkı hz. de aynı kişiden bahsederken “hamiyetli keştiban : değerli denizci” değimini kullanıyor. Sonucun bu noktaya geleğini bilseydi  o da Galiyev'in tarafını tutardı.

Rabbim bizleri “dünyayı kurtarıcılardan” kurtarsın

Gösteri Mevlevileri zamanı

Batıda yetişmiş Mevlana aşıklarından, Mesnevi mütercimi  “Havva hanım” lakaplı Mm. Eva de Vitray Meyerovitz ile bir zaman Konya’nın Sille kazasındaki kaya kiliselerini ziyaret ediyorduk, bir taraftan da konuşuyorduk, lafın bir yerinde Eva hnm. Dedi ki: “ Kelamcılardan hoşlanmıyorum, tasavvuf bana yetiyor…” Aradan uzun yıllar geçti. Eva hnm. dünyasını değiştirdi. Vasiyeti üzre Konya’da Üçler Mezarlığı' na girdi. Şimdi bir zat-ı şerif zuhur etti. Adını “Sufi-kelamcı” koymuş. Anlamadım..

Eva Hnm.’ın sözlerini hatırladım.Söz ve yaşam arasındaki farkı yeniden düşündüm. Şaşırdım. Bu tamlamanın hiçbir anlamı olmadığına karar verdim. Bu bir ucube yaklaşımdı. Aslında “sufi” fazla konuşmaz, içe dönük ve her an kendi kendisi ile hesaplaşan aziz bir Tanrı kuluydu. Kelamcı ise habire konuşan, ne dediğini kendi de bilmez, dinleyen de anlamaz, sufilerce sevilmez  bir tuhaf yaratıktı. Ne demekti “Sufi-kelamcı” hem susan hem konuşan… yani hem suskun balık, hem kükreyen arslan… Az zamanda Nerelere gelmiştik  Yarabii..

Tam kırk yıl önce, 1969 mayısında minyatür üstadı bayan Ülker Erke’nin Londra’da okuyan bir arkadaşı İstanbul’a gelmişti. Bu hanım İngiltere'de tanıdığı Gürdjieff’çi bir grubun Mevlevî usülü sema öğrenmek istediğini söyleyerek kendisine yardımcı olunmasını istiyordu. Devrin tanınmış Mevlevi şeyhi Mithat Bahari Beytur ile görüşüldü. Mithat bey Sema öğrenmek için Mevlevi olmak gerektiğini bunun için de “İslam olma” şartını koydu.

İngilizlerin sema öğrenmek için müslüman olmaya niyetleri bulunmadığı anlaşılınca konu Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi’nin küçük oğlu Resuhî Baykara’ya açıldı. Resuhî bey “Müslüman olma şartını” koymadı. Bayan Ülker Erke’nin **Kadıköy’**de Çiftehavuzlar'daki evinde yapılan ve benim de hazır bulunduğum bir toplantıda, Resuhî bey’in **Londra’**ya giderek “Gurdjieff mouvement” leri yapan Dr. Ross grubuna sema öğretmesine karar verildi..

Aradan yıllar geçti. Amerika’da Helminski adında Türkiye' den icazetli olduğunu söyleyen bir şeyh çıktı. Aşırı şöhret kazandı. Sorulan bir soru üzerine ”Mevlevi olmak için islam olma ön koşulu gerekmez” dedi. Az zamanda nereden nereye gelmiştik Yarabbii..

Türkiye’de zamanlar değişip Konya’da Mevlana anma törenleri başladığında, ülkenin pek çok yerinde hâlâ dervişlik geleneği yaşayan “masum ve mazlum” kişiler kafileler halinde bu şehre akın ettiler. O yıllarda henüz yabancı meraklı turist şebekeleri ortada görülmüyordu. Konyalı'lar ise uzun terör yıllarının baskısı ile her biri bir kenara sinmişti. Sadece **Mevlana Dergahı'**nın en eski dervişlerinden olan  Mehmet Dede’yi nasılsa hademe kadrosuna almışlar, müze yapılan Dergahta kalmasını sağlamışlardı.

Kısa bir zaman sonra o da **Hakk’**a yürüyünce şehirde Mevlevi sıfatlı “dede” denecek kimse kalmamıştı.  Bunun üzerine bir “Dede” arandı. Dergahlar sırlandıktan sonra Türbe-i şerife yakın bir yerde aşçı dükkanı açarak maişet derdine düşen bir dedecik bulundu. O’na Çelebi Efendi’nin rahmetli valideleri İzzet yenge tarafından “Aşçı Dede” görevi verildi.

Bu yeni aşçı Dede her sene Şebi arus’ta Çelebi ailesi adına helvalar döker, davetler yapardı. Dedecik sonunda “Süleyman Hayati Dede” ünvanı ile Mevlevi camiasının  “Aşçı Dedesi” olup çıktı. Şimdi başta Helminski olmak üzere tüm Amerikan şeyhleri ondan icazetli olduklarını gururla anlatıyorlar. Oğlu Celaleddin Loras Amerika Birleşik Devletlerinin bir numaralı Mevlevi şeyhidir. Her ikisinin de “Himmetleri hâzır ola..”

Son zamanda pek çok öğrencileri olan bir sema heveslisine boş bulunup “ayin yapıyor musunuz ?” diye sormuştum. “Hayır biz gösteri Mevlevisiyiz” demişti. Az zamanda nereden nereye gelmiştik **Yarabbii..
**
Daha nerelere gideceğiz acaba Yarabbii ? ..

Hak ortada kaldı

İnsan hayatı
İnsan
ol da,
Hayatın olsun

İnsan hakkı
İnsan
ol da
Hakkın olsun

Sen insan değilsen
Bu hak, kimin olsun ?
Sen haksız yaşarken
Hak kendine insanı
Nereden bulsun ?

Hak verilmez alınır
Verilmezse nasıl alınır ?
Alınmazsa haksız kalınır
Vay ! haksızın başına

Hak ortada kaldı
Haklıyı aradı
Haklı uyuyunca
Hak da bu işten bıktı

Bitpazarı'na nur yağıyor

Bit pazarları ile ilgili bir soru:

Efendim , gönlünüze sağlık , bir sorum olacak : acaba İstanbul ‘ da hâlâ bu pazarlardan kuruluyor mu ? , kuruluyorsa acaba nerelere kuruluyor ? Aydınlatabilir misiniz fakiri ?

Cevap:
Eski İstanbul’da iki büyük bit pazarından biri Kuledibi’ nde diğeri Tophane'deydi. İkisi de şimdi yerinde yok. Onlara karşılık Aksaray Horhor’da ve Mecidiyeköy’de mobilya ağırlıklı bit pazarları var. Üsküdar’da, çarşı içinde şimdi belediye binası olan yerde ve Çavuşdere’de iki önemli bit pazarı vardı. Çarşı’daki pazar bir apartmana sığındı, Çavuşdere yok oldu.

Yurt dışında en büyük bit pazarı Pariste’dir, ondan hemen sonra Amsterdam, Londra ve Viyana pazarları gelir. Dünyanın bellibaşlı her şehrinde bit pazarı vardır. Türkiye belediyeleri bit pazarlarının değerini anlamamış, onları gerçekten “bit” satılan yerler olarak algılamıştır. Oysa ki Bitpazarları hızla değişen yaşam biçimleri ve reklamcıların şaşkına çevirdiği tüketiciler tarafından  bir "satın alma krizi" sırasında, yanlışlıkla alınmış fakat kullanılmadan atılmış, sürprizlerle dolu, pek çok değerli eşyayı gözler önüne serer.

San’at ve kültür meraklıları gittikçe daha fazla oranda bitpazarlarında buluşuyorlar.. Ben son çıktığım TV programında İzmit bit pazarından aldığım ve üzerime pek yakışan bir ceketle görünmüştüm. Ekranda yazmak üzere firma adı sordular: Yazın dedim “İzmit Bit Pazarı” yazdılar. Son zamanda her ayın ilk pazarı açılan Ankara bit pazarı meşhur oldu. Ben mayıs ayının ilk pazarında ordayım. Buyurun bekleriz.

Sanatsız şehrin insanları

Tanburî rahmetli Dürri Turan üstad hakkında yayılanacak bir kitap  için telefonda nazik bir ses benden katkıda bulunmamı rıca ettiğinde bir makale yazacak kadar bilgi sahibi olmadığımı ileri sürerek itiraz etmiştim. Sonra nazik sesîn sahibini  kırmayarak görevi üstlendim. Böylece yıllar önce küllenmiş eski bir hatıra, zamanı aralayarak sabah gün doğmadan önce doğdu.

Üsküdar’da Özbekler Dergahı postnişini rahmetli **şeyh Necmi Efendi'**yle ara sıra karşıya geçer Şişli Osmanbey’de faaliyet sürdüren “İstanbul Belediye Konservatuvarı” na giderdik. Burada Şeyh’in ahpapları vardı: Galata Mevlevîhânesi son kudümzenbaşısı Sadeddin Heper, ünlü köşe yazarı Ref’i Cevad Ulunay, Neyzenbaşı Halil Can Şeyh'in yakınlarıydılar.
 
Birinci katta geniş bir masanın etrafında otururlardı. Burada Kemal Niyazi Seyhun, Dürri Turan, Nuri Duyguer ve Refik Fersan gibi musikimizin diğer tanınmış üstadları ile birlikte konservatuarın” Tasnif Hey’eti” ni meydana getirlerdi. Bu hey’et unutulmuş eski eserleri bulup çıkarmaya ve onarmaya memurdu.

Burası bir ilim yeriydi. Müziğin en büyük üstadları, burada  buluşarak, eski zamanlardan kalma en muhteşem san’at dallarından birini yok olmaktan kurtarmak ve onu şanlı mazinin bir hatırası olarak gelecek nesillere aktarmakla görevliydiler. İşleri zordu. Adeta “restoratör mimar” gibiydiler. Şekli bozulmuş, yıkılmış, hatta yok olmuş bir binanın  taşları ile o binayı yeniden ayağa kaldırmak gibi ağır bir sorumluluk taşıyorlardı. Eski müziğimiz sanki İskenderiye feneri'ydi ve bu hey’et onu bir depremle düştüğü denizden bulup çıkaracak, eksiğini gediğini tamamlayarak yerine dikecekti.

Haftada iki gün toplanıyorlardı. Toplantı birkaç saat sürüyordu. Özel kolleksiyonlardan getirilen eserler tartışılıyor, temize çekiliyor ve yayına hazırlanıyordu. Üstadların herbirinin yıllarca topladıkları eserlerden oluşan kendi kolleksiyonları vardı. Herkes, her hafta, birkaç eser seçer komisyona getirirdi. Bunlar genellikle batı notası ile yazılmış, bazen Hamparsum notası ile kaleme alınmış nadide parçalardı. 
Sultan III. Selim’in, Ebubekir Ağa, Şakir Ağa, Abdülhalim Ağa, Zaharya  gibi 17 ve 18. yüzyıl bestekarlarının eserleri, daha sonra neoklasik devrin Hacı Arif bey, Şevki bey, Hacı Faik bey, Ahmet Rasim gibi 19 ve 20. yüzyıl başlarında yaşamış bestekarların pek çoğu unutulmuş eseri böylece bu toplantılarda ortaya çıkarılmıştı. Eserlerin son tashihlerini genellikle Refik Fersan yapıyor ve Nuri Duyguer de son defa notaya alıyordu. Bu şekilde yapılan çalışma ile o yıllarda sanırım 26 fasikül nota Konservatuvar tarafından yayınlandı.

Aslına bakarsanız bu heyet çalışmazdı !.. Masanın başı ile son bölümü birbirinden ayrılmıştı. En önde oturan Hocam Sadeddin Heper, sessiz ve az konuşan bir insandı, kimseye laf yetiştirme derdine düşmez, son kelamın sırasını beklerdi. Onun sağında oturan Refi’ Cevad bey ise tersine aşırı konuşkan bir zattı. Musiki ile ilişkisi o yıllarda Milliyette yayınlanan günlük makale’lerden öteye geçmezdi. Ancak daha çok Ulunay soyadı ile tanınan bu değerli büyüğümüz fevkalade meclisârâ bir insandı, yani kültürü, sohbeti, konuların en çarpıcı yönünü bulmaktaki olağanüstü ustalığı ile her mecliste aranan bir kişiydi.

Ref’i Cevad bey’in karşısısnda ise Dürri Turan oturuyordu. O da üstün kültürü ile pek değerli, sözü dinlenir, sevecen bir insanı. Böylece İstanbul Belediye Konservatuvarı “tasnif hey’eti” nin üç üyesi devamlı sohbet eden konuyla fazlaca ilgilenmeyen  kişilerdi. Masanın diğer tarafında oturan Nuri Duyguer ve Refik Fersan ise bu hey'etin çalışan bölümüydü. durmaksızın çalışırlardı. Diğerlerinin sohbetine fazla karışmazlar, bir arı ciddiyeti ile işlerini görürlerdi.  
 
Konservatuvar'ın  “Tasnif hey’eti”nin yanısıra asıl görevi olan eğitim sınıfları ve bir de “icra hey’eti” vardı. İcra hey’eti devrin tanınmış ses ve saz sanatçılarından oluşan 60 kişilik  bir koro’ydu. Harbiye’de eski Şan Sinemasında, kış aylarında onbeş günde bir konser verirlerdi. Münir Nureddin Selçuk ve Kemal Gürses, bazen Emin Ongan, pek nadir olarak da Radife Erten ve Mefharet Yıldırım bu koro'nun şefiğini sırayla yürütürlerdi.

**Münir Nureddin Selçuk’**un yönettiği konserler pek muhteşem olurdu. O sırasında kendisi de solo okur, kendi bestelerini seslendirirdi. Galatasaray Lisesi yıllarında ilk gençliğim bu konserleri izlemekle geçmişti. Anıt konserlerdi onlar, dua gibi, ayin gibi, ibadet gibiydiler.

Ben sonradan o hey’ete kudümzen oldum. Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbaki efendinin oğlu Gavsi Baykara benden önceki kudümzendi. Onun vefatı ile konservatuvarın kudümzenliği bana kalmıştı.

Bütün o insanlar bir bir şu fani dünyadan ayaklarını çektiler, sararmış sonbahar yaprakları gibi topraklara serilerek dağıldılar. 70 ve 80’li yıllarda esen sert bir rüzgar, geri kalanları da sildi süpürdü. Ne sesleri kaldı, ne çalgıları... O sesler de öylesine uçup gitti ki, sanki hiç olmamış gibi…

**İstanbul Belediyesi Konservartuvarı'**nın kıymetini bilmedi. Hem Doğu hem Batı müziğinde yüksek bir hizmet veren bir asırlık bir müzik okulunu işi bitmiş bir konteyner gibi çöplüğe bıraktı. Osmanlı’nın “Darül Elhan”ı Belediyenin sırtına yük oldu, Üniversiteye devretti, Üniversite de onu götürüp Kadıköy’de “sebze meyve hali” olarak kullanılan binaya tıktı. Şimdi orada çalışan cılız bir hey’et, son çırpınışlarını veriyor… Halden duyulan “ıspanak… “maydanoz… nidaları Zaharya’nın Bestenigar Kâr’ına karışıyor… Kârla zarar iç içe.

2010 kültür yılı diye ilgililere ulaştırılan 1500 projenin bir tanesi bile konservatuvarla ilgili değildir. İstanbul şehri konservatuvarsız kalmıştır, ufukta bir ümit bile yok Bu şehrin insanları san’atsız kaldılar. San’atsız şehrin insanlarından ne hayır gelir dostlar ?

Kriminel magazin basını

Bir ülkede uygarlık, o ülkede insan hayatına verilen değerle orantılıdır. Neyi ne kadar benimsiyorsanız o kadar uygarsınız. Ve benimsenecek şeylerin en başında insan hayatı gelmektedir.

Bu ülkede insan hayatı değersizdir. Bu değersizlik ülkede çalınıp söylenen şarkılara dahi yansımıştır. Bir Urfa türküsünde yer alan şu sözlere bakınız:
             Anne sen ağlama bu işler olur,
              Beni vuran zalim Allah’tan bulur…”

Türküde bir insan hayatının söndürülüşü “bu işler olur…” diyerek ifade ediliyor. Ve bu ifade evladını kaybetmiş bir anaya teselli olarak öne sürülüyor. Olayın “Allahın vereceği ceza ile” kapanacağı da ilave edilerek…

İnsan hayatının bu derecede ucuzladığı bir yerde “uygarlıktan” söz açmak mümkün olabilir mi ? Kanun ve adalet bir yana insanların ölüme ve hayata böylesine dolaylı yoldan baktıkları bir toplumun kendisine sahip çıktığı söylenebilir mi ? Bu toplumda “hayat hakkının” varlığı iddia edilebilir mi ? Cinayet ve adam öldürme dünyanın her yerinde suçtur. Bu suç eninde sonunda mutlaka cezalandırılmalıdır. Ceza konusunda titiz davranmamak ve suçluyu bulmak için olağanüstü gayret sarfetmemek o suçu kabullenmek ve onu suç olmaktan çıkarmak anlamına gelmiyor mu ?

Türkiye’de son yıllarda “18 bin faili meçhul" cinayetten söz açılmıştır. Tek bir cinayet failinin bulunmaması halinde o ülkenin güvenlik güçlerinin, adliyesi ve polisinin töhmet altında kalması mümkünken onsekiz bin faili meçhul cinayet nasıl oluyor ? Bu toplum savaşlarda dahi bu denli ağır insan kaybına uğramamıştır. Ne oluyoruz ? savaş mı var ? işgal mi ? düşman saldırısı mı ? halk ayaklanması  mı ?

Faili meçhulleri bulma konusunda ihmal duygusu taşımak, tüm toplumun ayıbı olmak bir yana o toplumun cinayetlere ortak olduğu izlenimini doğurmaktadır. Eğer o toplum bu sosyal facia ile ilgilenme veya en azından üzüntü duyma geleneğini dahi kaybetmişse ortada ciddi bir rahatsuızlık var demektir. Maalesef toplum hastalanmıştır. Tedaviye ihtiyacı vardır. Kamu yaşamını “insan hayatına karşı ilgisizlik” tanımı altında  ölümcül bir tümör sarmıştır. Bu tümör nasıl yok edilecektir ?  Uygarlık yolunda meydana gelen bu sapma nasıl doğru çizgiye  geri çevrilecektir ?
 
Kimse cinyetlerle ilgilenmiyor. Gazetelerde verilen cinayet haberlerinin bir paragrafı eğer “kaatil bulundu…” cümlesi ile son bulmazsa ertesi günü veya daha ertesi günlerde “kaatilin bulunup bulunmadığı…” konusunda basından sağlam bir bilgi edinmek mümkün değildir. Eğer o cinayet “Garih cinayeti” veya Hırant Dink “ cinayeti gibi “Medyatik malzeme” olmaya uygun değilse, derhal unutulmakta olay kara deliğe düşmektedir.

Abdi İbekçi cinayeti de böylece "Kurtlar vadisi" gibi “Ağca’nın serüvenleri” dizi filmine dönüşmüş ve işin asıl gereği olan “Gerçek kaatilin bulunması” mahşere kalmıştır. Abdi İpekçi'yi vuran kurşunun arkasındaki itici gücün ne olduğunu, bizzat kaatilin kendisi dahi bilmemektedir. Bu cinayet “”kriminel magazin basını” konusu olmuştur. Ne toplumun fertleri ne bizzat maktulün yakınları cinayeti  kimin işlediği ile meşgul değillerdir. Milliyet gazetesi yıllarca  **Ağca’**yı baş tacı etmiş, siyasi ve toplumsal görüşlerini “bilimsel doktrin” edası ile yayınlamıştır. Bütün bu tablodan çıkan sonuca göre biz hepimiz **Abdi İpekçi’**nin kaatiliyiz. Üzerimizde kan hakkı var. Bu böyle devam ederse daha pek çok Abdi İpekçi'leri telef etmeye hazırız..

Günün her saatinde suçluların, kaatillerin peşine düşerek cinayetleri aydınlatma görevi taşıyan bir gazete, kendi baş yazarının kaatilini otuz yıldır bulamadı. Buna “bulmak istemedi” de diyebilir miyiz ? Bence doğrusu budur. Milliyet İsteseydi bulurdu. Bulmalıydı. Dünya basınına bir örnek vermeliydi. Kendi baş yazarının kaatilini bulamayan bir gazete, onsekiz bin cinayet sorumlusunu nerden bulup çıkaracak ? Meğer ki o “faili meçhuller” “faili malum” olsun ve bazı kişiler “kamu düzeni adına” o faili malumları kendi kanadı altında korusun.

Abdi bey iyi gazeteciydi, vicdanlı ve dürüsttü. Kendi kaatilini bulma görevi ona verilebilseydi mutlaka bulur ve hepimizin yüzüne çarpardı. Ruhu şad olsun. Gazetecilikte ilk “yazı işleri müdürümdü” hep öyle kalacaktır.

Gemiler Geçmeyen Umman

Elli yıl önce kaybettiğimiz üstad tanburî Dürri Turan hakkında ailesi benden yayılanacak bir kitaba konmak üzere bir yazı istedi.  Yazdım ve gönderdim. Arzediyorum:

Bir Üstadın hatırası

Yaşadıkları zamana sözünü geçirmiş insanlar vardır. Bu kimseler diğerlerine benzemezler. Toplum bir kanadıyla bu insanlara bir görev yüklemiştir. Onlar seçilmiş insanlardır. Böyle kişiler için eski zamanda “Kümmel insan içre binde bir insan” denmiştir. Bu sözün günümüzdeki anlamı şudur: “ Tüm insanlarin içinde binde bir insan”

Bu muhterem kişilerden birini 60’lı yılların başında tanıdım: Ben o yıllarda genç bir muzik meraklısı o ise zamanları aşmış bir musiki üstadıydı. Bu gün artık şu fânî dünyada yer almayan bu değerli insan, tanburî Dürri Turan’dı. Aramızda yarım yüzyıldan fazla yaş farkı vardı. İnsan ruhlarını derinden etkileyen san’at olaylarında yaş farkları fazla değer taşımıyor.. Bazen anlık titreşimler, zamanları da, yaş farklarını da aşıyor. Bu olayda da öyle olmuştu. Bir anda kendisine  ısınmıştım.

Tanburî Dürri Turan Hoca’ya ilk defa Şişli’de İstanbul Belediye Konservatuvarı giriş katında toplanmış olan “Konservatuvar Tasnif Hey’etinde”  rastladım. Geniş bir masanın etrafında oturan altı kişiden biriydi. Masanın başında Sadeddin Heper vardı, sağında devrin tanınmış köşe yazarı Refi’ Cevad Ulunay, onun sağında kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun, yer almışlardı. Masanın alt başında sinekemanı üstadı “alyanak” lakaplı Nuri Duyguer, onun solunda tanburi Refik Fersan bulunuyordu. Bu heyet haftanın belirli günlerinde burada toplanarak Türk Klasik Musikisinde repertuvar çalışması yapıyordu. Herkes kendi kolleksiyonunda topladığı eski eserleri getiriyor, eserler burada notaya alınıyor veya yazılmış nota’lar onarılıyor ve yeniden yayınlanmaları sağlanıyordu.

Eski adı ile “Dâr ül Elhan” İstanbul Belediye Konservatuvarının adı geçen  “Tasnif Hey’eti”  musiki tarihimizde müstesna yeri olan bir hey’etti. Bu hey’et Türk Klasik Musikisinin birkaç asırdan bu yana unutulmuş veya az bilinen en nadide eserlerini bulup çıkarmak ve yeniden yaşamalarını sağlamaka görevliydi. Bu çalışma bir çeşit “müzik arkeolojisi” anlamını taşıyordu. Konservatuvar benzer bir çalışmayı daha önceki yıllarda da yapmış ve o sırada tamamiyle kaybolmaya yüz tutmuş “Mevlevî Musikisini” kurtarmıştı.

Hafızasında yer alan altı yüzden fazla eserle Tasnif Hey’etinin tesbit ve koruma çalışmalarına fevkalade değerli bir katkıda bulunan Tanburî Dürri Turan Hoca, bu pek önemli hizmetinin yanısıra yüzlerce besteye imzasını atmış, sayısız öğrenci yetiştirmiştir. Güftesi Mustafa Nafiz Irmak’a ait olan “ bir sitemin zehriyle içimden yaralandım” güfteli buselik şarkısı en beğenilen eserleri arasındadır.

Türk Musikisi hakkında değerli bir monografik eser bırakan İbnül Emin Mahmut Kemal “Hoş Sada” isimli kitabında Tanburî Dürri Turan hakkında şu hükme varıyor: “ Hammamîzâde İsmail Dede ile musikişinas Sadık Ağa’nın musiki ruhunu tevarüs eden Durrî  Turan’ın musiki Mahfuzatı büyük bir değer taşımaktadır. Bu eserlerin notalarını bastırmak musiki tarihi bakımından bir vazifedir..”

Bu vazife yerine getirilmiş midir ? Pek sanmıyorum. Üstadın ve diğer muhterem zevatın vefatları ile “Tasnif Hey’etinin” devamının sağlanamadığını biliyoruz. Dolayısıyle notaya alınmasına zaman bulunamamış olan pek çok eski eser de böylece kaybolup gitmiştir. Dürri bey'in  kendi bestelerinin notaları mevcuttur, ancak özellikle zekaizade Ahmet İrsoy ve Rauf Yekta bey olmak üzere pek çok kaynaklardan derlediği 500’den fazla eserin pek az bir kısmı tesbit edilebilmiştir. Şair Yahya Kemal’in değimi ile anlaşıldığına göre  o ölümsüz eserler bundan sonra artık, ne yazık ki sadece “gemiler geçmeyen bir ummanda” çalınacak..                                           
                                                                                                                  Nezih Uzel
                                                                                                                  Sapanca, 30 0cak 2010