Sanatsız şehrin insanları

Tanburî rahmetli Dürri Turan üstad hakkında yayılanacak bir kitap  için telefonda nazik bir ses benden katkıda bulunmamı rıca ettiğinde bir makale yazacak kadar bilgi sahibi olmadığımı ileri sürerek itiraz etmiştim. Sonra nazik sesîn sahibini  kırmayarak görevi üstlendim. Böylece yıllar önce küllenmiş eski bir hatıra, zamanı aralayarak sabah gün doğmadan önce doğdu.

Üsküdar’da Özbekler Dergahı postnişini rahmetli **şeyh Necmi Efendi'**yle ara sıra karşıya geçer Şişli Osmanbey’de faaliyet sürdüren “İstanbul Belediye Konservatuvarı” na giderdik. Burada Şeyh’in ahpapları vardı: Galata Mevlevîhânesi son kudümzenbaşısı Sadeddin Heper, ünlü köşe yazarı Ref’i Cevad Ulunay, Neyzenbaşı Halil Can Şeyh'in yakınlarıydılar.
 
Birinci katta geniş bir masanın etrafında otururlardı. Burada Kemal Niyazi Seyhun, Dürri Turan, Nuri Duyguer ve Refik Fersan gibi musikimizin diğer tanınmış üstadları ile birlikte konservatuarın” Tasnif Hey’eti” ni meydana getirlerdi. Bu hey’et unutulmuş eski eserleri bulup çıkarmaya ve onarmaya memurdu.

Burası bir ilim yeriydi. Müziğin en büyük üstadları, burada  buluşarak, eski zamanlardan kalma en muhteşem san’at dallarından birini yok olmaktan kurtarmak ve onu şanlı mazinin bir hatırası olarak gelecek nesillere aktarmakla görevliydiler. İşleri zordu. Adeta “restoratör mimar” gibiydiler. Şekli bozulmuş, yıkılmış, hatta yok olmuş bir binanın  taşları ile o binayı yeniden ayağa kaldırmak gibi ağır bir sorumluluk taşıyorlardı. Eski müziğimiz sanki İskenderiye feneri'ydi ve bu hey’et onu bir depremle düştüğü denizden bulup çıkaracak, eksiğini gediğini tamamlayarak yerine dikecekti.

Haftada iki gün toplanıyorlardı. Toplantı birkaç saat sürüyordu. Özel kolleksiyonlardan getirilen eserler tartışılıyor, temize çekiliyor ve yayına hazırlanıyordu. Üstadların herbirinin yıllarca topladıkları eserlerden oluşan kendi kolleksiyonları vardı. Herkes, her hafta, birkaç eser seçer komisyona getirirdi. Bunlar genellikle batı notası ile yazılmış, bazen Hamparsum notası ile kaleme alınmış nadide parçalardı. 
Sultan III. Selim’in, Ebubekir Ağa, Şakir Ağa, Abdülhalim Ağa, Zaharya  gibi 17 ve 18. yüzyıl bestekarlarının eserleri, daha sonra neoklasik devrin Hacı Arif bey, Şevki bey, Hacı Faik bey, Ahmet Rasim gibi 19 ve 20. yüzyıl başlarında yaşamış bestekarların pek çoğu unutulmuş eseri böylece bu toplantılarda ortaya çıkarılmıştı. Eserlerin son tashihlerini genellikle Refik Fersan yapıyor ve Nuri Duyguer de son defa notaya alıyordu. Bu şekilde yapılan çalışma ile o yıllarda sanırım 26 fasikül nota Konservatuvar tarafından yayınlandı.

Aslına bakarsanız bu heyet çalışmazdı !.. Masanın başı ile son bölümü birbirinden ayrılmıştı. En önde oturan Hocam Sadeddin Heper, sessiz ve az konuşan bir insandı, kimseye laf yetiştirme derdine düşmez, son kelamın sırasını beklerdi. Onun sağında oturan Refi’ Cevad bey ise tersine aşırı konuşkan bir zattı. Musiki ile ilişkisi o yıllarda Milliyette yayınlanan günlük makale’lerden öteye geçmezdi. Ancak daha çok Ulunay soyadı ile tanınan bu değerli büyüğümüz fevkalade meclisârâ bir insandı, yani kültürü, sohbeti, konuların en çarpıcı yönünü bulmaktaki olağanüstü ustalığı ile her mecliste aranan bir kişiydi.

Ref’i Cevad bey’in karşısısnda ise Dürri Turan oturuyordu. O da üstün kültürü ile pek değerli, sözü dinlenir, sevecen bir insanı. Böylece İstanbul Belediye Konservatuvarı “tasnif hey’eti” nin üç üyesi devamlı sohbet eden konuyla fazlaca ilgilenmeyen  kişilerdi. Masanın diğer tarafında oturan Nuri Duyguer ve Refik Fersan ise bu hey'etin çalışan bölümüydü. durmaksızın çalışırlardı. Diğerlerinin sohbetine fazla karışmazlar, bir arı ciddiyeti ile işlerini görürlerdi.  
 
Konservatuvar'ın  “Tasnif hey’eti”nin yanısıra asıl görevi olan eğitim sınıfları ve bir de “icra hey’eti” vardı. İcra hey’eti devrin tanınmış ses ve saz sanatçılarından oluşan 60 kişilik  bir koro’ydu. Harbiye’de eski Şan Sinemasında, kış aylarında onbeş günde bir konser verirlerdi. Münir Nureddin Selçuk ve Kemal Gürses, bazen Emin Ongan, pek nadir olarak da Radife Erten ve Mefharet Yıldırım bu koro'nun şefiğini sırayla yürütürlerdi.

**Münir Nureddin Selçuk’**un yönettiği konserler pek muhteşem olurdu. O sırasında kendisi de solo okur, kendi bestelerini seslendirirdi. Galatasaray Lisesi yıllarında ilk gençliğim bu konserleri izlemekle geçmişti. Anıt konserlerdi onlar, dua gibi, ayin gibi, ibadet gibiydiler.

Ben sonradan o hey’ete kudümzen oldum. Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbaki efendinin oğlu Gavsi Baykara benden önceki kudümzendi. Onun vefatı ile konservatuvarın kudümzenliği bana kalmıştı.

Bütün o insanlar bir bir şu fani dünyadan ayaklarını çektiler, sararmış sonbahar yaprakları gibi topraklara serilerek dağıldılar. 70 ve 80’li yıllarda esen sert bir rüzgar, geri kalanları da sildi süpürdü. Ne sesleri kaldı, ne çalgıları... O sesler de öylesine uçup gitti ki, sanki hiç olmamış gibi…

**İstanbul Belediyesi Konservartuvarı'**nın kıymetini bilmedi. Hem Doğu hem Batı müziğinde yüksek bir hizmet veren bir asırlık bir müzik okulunu işi bitmiş bir konteyner gibi çöplüğe bıraktı. Osmanlı’nın “Darül Elhan”ı Belediyenin sırtına yük oldu, Üniversiteye devretti, Üniversite de onu götürüp Kadıköy’de “sebze meyve hali” olarak kullanılan binaya tıktı. Şimdi orada çalışan cılız bir hey’et, son çırpınışlarını veriyor… Halden duyulan “ıspanak… “maydanoz… nidaları Zaharya’nın Bestenigar Kâr’ına karışıyor… Kârla zarar iç içe.

2010 kültür yılı diye ilgililere ulaştırılan 1500 projenin bir tanesi bile konservatuvarla ilgili değildir. İstanbul şehri konservatuvarsız kalmıştır, ufukta bir ümit bile yok Bu şehrin insanları san’atsız kaldılar. San’atsız şehrin insanlarından ne hayır gelir dostlar ?