Gerçekleri saklama gücümüz

Türkiye ve Türkler hakkında yabancı devletlerin düşüncelerini biz Türk halkına hiç bir zaman söylememişizdir. Ne yazarlarımız, ne çizerlerimiz ne liderlerimiz, ne de devlet adamlarımnız bu konuda hiçbir ip ucu vermemişlerdir. Herşeyin güllük gülistanlık, herkesin Türk dostu ve yeryüzünde yaşayan her kavmin Türke hayran olduğunu yıllar boyu anlatmışlardır.

Bu gelenek basında benim bildiğim zamanlarda tüm şiddeti ile hüküm sürüyordu. Kore savaşı biteli iki yıl olmuştu. O sırada ben onyedi yaşındaydım. Gazetecilik heveslisi pırpır bir gençtim. Bir gün ünlü yokuşu tırmanırken zamanın meşhur gazetecisi Hikmet Feridun Es ile karşılaştım. Bu zat yeni kurulan ve sansasyon arayan Hürriyet gazetesinin savaş muhabiriydi. Kore savaşını izlemiş Türk okuyucusuna harikulade savaş hikayeleri, efsane kahramanlıklar ve fantasmalarla dolu bir Uzakdoğu resmi sunmuştu. Dünyalar benim olmuştu. Tanıştık ve sonraki yıllarda pek sık görüştük.

Hikmet Feridıun bey daha sonra uzun yıllar yayınlanan ve devrinde Türkiye’nin en modern aylık mecmuası olan “Hayat Dergisi”nin başına getirilmişti. Ben de o dergiye yazılar yazıyordum. Bir gün yazı işlerinde otururken kendisine sordum: “Feridun bey Kunuri savaşı ile ilgili anlattığınız hikayeler doğru muydu ? ” Bu savaşı Türk okuyucusuna Kanuni’nin Mohaç zaferi gibi anlatan Feridun bey güldü.. Başını çevirdi, yavaş bir sesle” herşeyi karıştırma… " dedi.

Kore savaşının en büyük faciasının yaşandığı Kunuri katliamı hakkında tarihin hükmü şöyledir : “30 Kasım 1950 günü tugayımızın yarısından çoğu kaybedilmişti. Bu çetin mücadelede kahraman Türk askerleri saatlerce süren süngü savaşı sonrasında şehit düşerken, geride bulunan diğer Birleşmiş Milletler birlikleri silahlarını ve teçhizatını bırakarak da olsa kurtulabilmişti. Amerikan karargahı sonradan kendilerinde de yeterli bilgi olmadığı için Türklere bilgi veremediklerini açıklamışlardır. Amerikalılar, hava koşulları, arazi ve Türklerle aralarındaki dil sorununun yol açtığı anlaşmazlıklar yüzünden Kunuri Savaşının bir bozguna dönüştüğünü, özellikle Türkler için çok kanlı ve trajik bir şekilde sonuçlandığını söylemişlerdir. Sadece bir-iki gece süren Kunuri Savaşında Türk Tugayı 741 şehit, 2068 yaralı, 163 kayıp, 244 esir ve 298 diğer olmak üzere toplam 3514 kayıp vermiştir.”

Değerli büyüğüm, ağabeyim, gazetecilikte ustam Hikmet Feridun Es’in büyük kahramanlık hikayeleri ile Türk okuyucusuna zerkettiği Kunuri savaşının, Amerikalıların Türkçe bilmemeleri ve Türklerin de onların ne dediğini anlamamaları yüzünden Ordumuza 3500 can kaybına neden olduğunu, böylece değerli okuyucularımız aradan geçen 60 yıl sonra bu gün, şu saate, öğrenmektedirler.

Osmanlı Ordularının 11 eylül 1697 ‘de yaşadığı  büyük Zente bozgununda Sadrazam Elmas Mehmet paşa ile  Koca Cafer Paşa’nın “araziyi bilmemeleri" dolayısıyle 30 bin şehit verdiğini tarih yazıyor. Aradan geçen 263 yıl sonra “yine araziyi” bilmeyen ve bu defa dil de bilmeyen bir başka Türk komutanı, Ordumuza 3500 şehide mal oluyor.

İnşallah bundan sonraki muhtemel savaşlarda kumandanlar karargahtaki bilgisayarlardan “google earh”a dikkatlice bakar ve araziyi daha iyi görürler. Ve onları tarihe “şirin” gösterecek yalancı muhabirler çıkmaz.

Acaba eski zafer hikayeleri de buna mı benziyordu ? Ben bu habercilik olayını gözlerimle görmüşçesine “failinden bire bir” dinlemiştim. Ben şimdi Hikmet Feridun bey’in Kore Savaşını Seul’de Amerikan Subay mahfilindeki sıcak odasından yazdığına inanıyorum. Zannedersem sonraki yıllarda Mehmet Ali Birant dostumuz da Vietnam savaşı hikayelerini Saygon’da belediye parkında kuşlara yem verirken yazmıştı.

Rabbim bu ulusu yalan yazarlardan, yalan haberlerden, hayal ürünü çapsız öykülerden, her çeşit beyin yıkamadan  ve sahte kahramanlık hikayelerinden korusun.

Devlet batırma gücümüz


 Viyana kuşatması 1683

Türkiye son üçyüz yılını mutlaka konuşmak zorundadır. Buna “geçmişi ile yüz yüze gelme” diye bir isim takıldı. Samimiyetten uzak, ağırlıktan yoksun, ağız kenarından söylenmiş, alelacele bulunmuş bir değimdi, ama ne olursa olsun Türkiye ve Türk halkı, binlerce yıllık tarihinin şu son üç asrını mutlaka masaya yatırıp kadavra gibi incelemelidir.

Neden şimdiye kadar onaltı tane devlet kurup bir bir yıktığımız anlaşılmalıdır. Batı’da son zamanda Osmanlı adı altında dört kıtaya yayılmış güçlü bir devlet kurmuşken üç asır uğraşıp onu neden ve nasıl ? batırdığımız bilinmelidir. Bilinmelidir ki hiç olmazsa şu son kurduğumuz Cumhuriyet yaşasın. Yoksa “diri vücutları “toprağa gömmeye” devam edeceğiz. Zira her devlet değişikliğinde gereksiz yere çok adam ölüyor. Tarihin akışı kesiliyor. Doğa'nın gidişatı sarsılıyor.

Bayrak çekmek, “marş” okumak, “yaşasın” diye bağırmakla bir devlet yaşamıyor. Onu sağlam ellerde fiilen yaşatmak gereklidir. Biz bu kutsal görevi başarı ile yerine getiremiyoruz. Öyle olsaydı, bu devletleri kurur kurur batırmazdık.

Doğudan Batıya uzanan tarihimizin yakın zamanda kırılgan noktası son 300 yılın başlangıcıdır. Kesin tarih II. Viyana bozgunudur. Bu savaşta başta veziriazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olmak üzere bir dizi kumandanın hatası sonucunda bozulan Ordu 12 eylül 1683 günü Viyana önlerinde Kalenberg: Almandağı savaşında kesin yenilgiye uğramıştı. Bundan sonra başlayan çöküntü ve gerileme durdurulamamış 250 yıl süren büyük dönüş başlamıştı.

Kalenberg savaşı işin dönüm noktasıdır. Bu olaydan sonra düşman o zamana kadar yenilmez olduğuna inanılan Türklerin yenilebileceğine inanmış ve karşı saldırıya geçmişti. Karşı saldırının en büyük faciası, Kalenberg yenilgisinden 14 yıl sonra, 11 eylül 1697 Zente bozgunudur. Sultan II Mustafa’nın da katıldığı Avusturya seferinde yaşanan ve Osmanlı ordusunda 30 bin can kaybına sebep olan bu bozgun, savaş alanını yeteri kadar tanımayan sadrazam Elmas Mehmet Paşa ile Temeşvar muhafızı Koca Cafer Paşa'nın Padişah'ı yanlış yola sevk etmeleri yüzünden meydan gelmişti.

Zente bozgunundan iki yıl sonra Osmanlıların Müttefik avrupa güçleri ve Rusya ile imzaladıkları 26 ocak 1699 Karlofça  barış andlaşması, Osmanlı devletinin en fazla toprak kaybettiği ilk büyük andlaşmadır. Devletin kurulduğu tarihten sonra imzaladığı, ilki 1416 Venedik olan, onaltı andlaşma sırasında düşmanın önerilerini dinlemeyen, sadece kendi koşullarını öne sürerek toplantılardan ayrılan Osmanlı diplomatları, ilk defa bu andlaşmada kaşı tarafı dinlemişlerdi.

Zente bozgunundan sonra yaşanan en büyük bozgun iki asır sonra ünlü 93 harbidir. Eski takvimle 1293 yılına rastladığı için 93 harbi adı ile anılan bu savaş, Türkiye ile Rus çarlığı arasında 1877 ve 1878 yılları arasında yapıldı. Rumeli ve Kafkas olmak üzere iki cephede savaşan Osmanlı Devleti, bu savaşla tum Balkan yarımadasını kaybetti.

93 harbinde Plevne direnişini kırdıktan sonra İstanbul kapılarına kadar yürüyüşlerine devam eden Ruslar, 2 mart 1878 Yeşilköy Ayastafonos andlaşması ile savaşa son verdiler. İsteseler İstanbul’a girecek ve sultan II Abdülhamidi esir edebileceklerdi. Ancak bu yürüyüş sıcak denizler üzerinde hak iddia eden sömürgeci Avrupa devletleri engeline takıldı.
 
93’ten sonraki büyük yenilgi 1912 Balkan faciasıdır. Bulgarların Çatalca hattına kadar gelerek İstanbul’a tehdid ettikleri, Yunanlıların tüm Ege adalarını ele geçirdikleri  bu savaş, Osmanlı Devletinin sonudur. Bundan iki yıl sonra girdikleri, Birinci Dünya Savaşında yenik sayılan Osmanlılar, tam tarih sahnesinden silinecekken son bir hamleyle Çanakkale zaferini kazanmış ve yeniden elde ettikleri  moral gücü ile Anadolu  harbinden galip ayrılmışlardı.

Batı Türklerinin onbeşinci yüzyılda başlayan Avrupa macerası Viyana bozgunu, 93 harbi, Balkan ve Birici Dünya harpleri ile son bulmuştur. Bu büyük dünya faciasında Türk milleti 80 milyon yakın insan kaybetmiştir. Dünya tarihinde bu derecede büyük kayıp yaşayan başka ulusların bulunduğu tahminlerden uzaktır. Gerek Kalenberg savaşında ve gerekse ondan sonra  başlayan büyük çöküntü ve geri dönüş sırasında işlenen hatalar hiçbir zaman söz konusu edilmemiş, nedenler ve gizli suçlar kamu oyu önğnde değerlendirilmemiştir.

Bu güne değin hep zaferlerden bahsetik. Kendimizi öğe öğe öğe bitiremedik. Kıt’aları, koca koca ülkeleri kaybettiğimiz halde hep zaferlerden söz açtık. İki asırda ellerimizle kurduğumuz bir devleti, üç asırda yine kendi ellerimizle yıktık. On altı diye sayılan yıkıntı devlet listesinin sonuna Osmanlı’yı da ekledik. Daha da kötüsü bu yıkıntıda bize ortak olan düşmanlarımıza sığındık. Kurtuluşu Batı’da aradık. “”Medeni olalım” derken yanlışlıkla “Batılı” olalım demişiz. Bu yanlışlığı  Batı’nın bu gün işlediği cürümlere bakan herkes kolayca farkedebilir:

“Nerede hata yaptık” demenin sırası gelmiştir sanıyorum. Bu gelecek için dolu bir ümittir.

Varlığa giden yol

Nübüvvet sırrında
Nübüvvete karşı çıkmak ta vardır
Onlar ki nübüvvete karşı çıkarlar
Nübüvvetin nurunda erimişlerdir
Nübüvvet, evren yeniden yaratılıyor gibidir
Her an var olan, her an yok olan şu evrende
Varla
yok arasında gider gelir, **yaratıklar.

**Hem var, hem yoklarVarlığa boyun kesen kul
Yokluğa neden karşı çıksın ?
Varlığa giden yol
Yokluktan geçer.

Süslü Sosyete hanımları

Hanımlar kermes düzenlediler
Sosyetenin süslü hanımları
Bir bahçede toplanıp
yoksul çocukları andılar

Hayırsever hanımlar,
Çocuklar için çok üzüldüklerini
Açıkladılar
… Zaten bunu hep yaparlardı

Yirmi tane korunmaya muhtaç çocuk için
kermes düzenlediler,
geri kalan yüz **yirmi bin çocuğu
**soymaya devam ettiler.
 
Kocaları soyguncuydu.
Bu yüzden onlar da **soyguncuydu.**Hanımlar çocukları korurken
Kocaları çocuklara **acımadılar.
**Süslü Sosyete hanımları
Kermes düzenlediler.

Yuvarlak masa muhabbeti

Uzun zamandır aramızda görülmeyen Olur’la Olmaz kardeşler dün akşam çıktıkları geziden geri döndüler. Nereye gittiklerini sormadım. Sorsam da söylemezlerdi. Bunların ikisi de sır küpü. Ne yapar ? Nerelerde gezer ? Kimlerle konuşurlar bilinmez, Hangi derelerden su içer, hangi fırınların ekmeğini yerler anlaşılmaz. Onlarla karşılaşırsanız sakın bunları sormayın;

hal hatır bile sormayın, hem söylemezler hem de size diş bilerler. Bunların ikisinin arasına düşerseniz sakın kişisel konulara girmeyin. En iyisi hiç lafa karışmayın… Bekleyin bakalım neler konuşacaklar. Ben de sizin gibi sabırla bekliyorum. Saçmalama olasılıklarını da hesaba katarak ..

Şu anda son günlerin gazetelerini önlerine açmış gevezelik ediyorlar. Olmaz’ın gözü bir resme takılıyor:

-Şuna baksana Olur ! Sırmalı general Cumhurbaşkanı’nın yanına oturmuş, Başbakan da onun yanına…
-Hayır ! Olmaz, yanlış söyledin…
-Doğrusunu sen söyle..
-Cumhurbaşkanı Başbakanın yanına oturmuş..
-Olmaz !
-Neden ?
-Protokola aykırı..
-Bizim protokol böyle...
-Sizin protokol  neden böyle ?
-O Cumhurbaşkanını, o Başbakan seçtiği için..
-Benim bildiğim cumhurbaşkanını başbakan seçmez, başbakanı cumhurbaşkanı seçer..
-Bizde ters..

-Pekiyi Sırmalı general kimin yanına oturdu ?
-O belli değil, masa yuvarlak.. Hem Başbakanın hem Cumhurbaşkanın yanına oturmuş olabilir..
-Olur kardeşim bak, senin adın “Olur” ama herşeye de olur deme...
-Seni de adın “Olmaz” biliyorum, ama her zaman olmaz deme, her zaman olmaz olmaz..
-Pekiyi şunun doğrusunu söylesene, kim kimin yanına oturmuş ?
-Onu ilerde tarih gösterecek...
-Şimdi söylesen..
-Yanlış söylerim.

Olur’la olmaz “yanlış”tan korkarlardı. İkisi de ismine uygun olarak dürüst hareket etmek istiyorlardı. Bunun zor olduğunu da biliyorlardı. Dürüstlük herkese nasip olacak bir “erdem” değildi. Hatta erdem de değildi. Bir karakterdi. Yaşadıkları ortamda bir insan ya “dürüst” olur veya “olmazdı” Bazen dürüst, bazen dürüst olmayana dürüst demezlerdi onlar. Yaşları oldukça ileriydi, herşeyi bilecek yaşa geldikleri günler gerilerde kalmıştı. Görüyorlar, biliyorlar ve inceliyorlardı.

Huylarını biliyordum ama sırası geldi, dayanamadım, yaşlarını sordum... Gözleri daldı. Aramızda uzun bir sessizlik oldu. Sonunda biri cevap verdi :
-Yazar kardeş, ne sen sor, ne biz söyleyelim, biz yaşlarımızı unuttuk.
-Nasıl olur canım ! bir yaşınız yok mu sizin ?
-Vardı ama çok gerilerde kaldı.
-Nasıl yani ?
-İnsanlığın kendini bildiği zamanlara kadar gider, ateşin, yazının keşfi  gibi mesela..
-Neden ?
-Çünkü insanoğlu yeryüzüne geldi, bizle tanıştı, Hem “olur” hem “olmaz” la arkadaş oldu.

Soru sorduğuma pişman oldum, Benimle eğlendiklerini hissettim. Ama yine de bu ikisine hayranım.. Ne de güzel anlaşıyorlar. Bir sırası geldiğinde cinslerin de sorarım. Acaba hangisi erkek, hangisi dişi ? Pek belli olmuyor da.. Herhalde “Olmaz” bir bayandır. Ne dersiniz ?

Derde derman Merhaba

Yaradılmış cümle alem oldu şâdıman
Gam gidüp âlem yeniden buldu can

Cümle zerraât-ı cıhân idüp nidâ
Çağruşuben dediler ki merhabâ

Merhabâ ey âli sultân merhabâ
Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ

Merhabâ ey sırr-ı Kur’an merhabâ
Merhabâ ey derde derman merhabâ

Merhabâ ey bülbül- bâğ-ı cemâl
Merhabâ ey âşinâ-yi Zü’ül-Celâl

Merhabâ ey mâh ü hurşid-i Hüdâ
Merhabâ ey Hak’tan olmayan cüdâ

Merhabâ ey âsi ümmet melcei
Merhaba ey çaresizler eşfei

Merhabâ ey can-i bakî merhabâ
Merhabâ ey uşşaka sâki merhabâ

Merhabâ ey kurret-ü’l-aynı Halil
Merhabâ ey has-i mahbûbi Celil

Merhabâ ey rahmeten li’l-âlemin
Merhabâ sensin şefi’ül müznibîn

Merhabâ ey padişâh-ı dü cıhân
Senin içün oldu kevn ile mekân

Ey cemalî gün yüzü bedr-i münir
Ey kamu düşmüşlere sen destgîr

Destgirisin kamu üftadenin
Hem penahı bende vü âzadenin

Sensin ol sultânı cümle enbiyâ
Nûr-i çeşm-i evliyâ vü asfiyâ

Ey nübüvvet  mührünün sen hatemî
Ey risâlet tahtının sen hatemî

Çün nûrun rûşen etti alemi
Gül cemâlin gûlşen etti âlemi

Ya Habibu’llah bize imdâd kıl
Son nefes didârın ile şâd kıl
                     Süleyman Çelebi
                     (13.yy.)
Kandiliniz mubarek olsun

Sufi Müzik piyasası

Facebook'ta bir vatandaş "benim dini yönüm yoktur, müzik açısından paylaşıyorum" diyerek Pakistanlı Sufi Müzik üstadı Sabri Brothers'la ilgili bir video yayınladı. İlgilenerek yorum yaptım. Sunuyorum:

Batı'da son yıllarda Nusret Fethi Han'la başlayan Hint sufi müziği hareketi Sabri Brothers ile devam etti. Ben Kutsi Erguner ile birlikte bu adamlarla yıllarca aynı sahneleri paylaştım. Nusret'in yanında Sabri'nin fazla değeri yoktur.

Ayrıca  İsmail bey "benim dini yönüm yoktur, bu olayı sadece müzik açısından  paylaşıyorum yanlış anlamayınız diyor" hayır efendim, bu alanda doğru anlama yeteneğimiz vardır.

Dünyada dini müzik diye özel bir müzik yoktur, sadece dini içerikli şiirlerin müziğe benzer  basit namelerle okunması vardır, ona "lithani" derler. Şiirlerin veya kutsal kitaplardan alınan düz metinlerin derin anlamını ve lahuti boyutunu aradan çıkarırsanız ortada sadece mırıltılardan ibaret acaip  bir şey kalır ki ona da müzik denmez. Dinlenecek şey değildir. Din işine karışmadığınız anlaşılıyor. Sizi canü gönülden kutlarım. O işi dindarlara bırakmakta ne kadar haklısınız. Selamlar.

Kolbaşı’nın kır atı

(Arşiv’den)
I971 yılında Türkiye’de yine bir hükümet darbesi oldu. Biz radyoda darbe olacağını arşiv memurlarından öğrendirdik. Hava gerginleşip bir şeyler olacağı sezildiğinde, uyanık yöneticiler, arşivcilere haber gönderip Hasan Mutlucan’ın bantlarını hazırlatırlardı. Gecenin hangi saatinde devrim olacağı belli olmadığı için bantları akşamdan hazır bulundurmak gerekiyordu.

Hasan Mutlucan, Türk halk müziğinin değerli bir san’atçısıydı. Bilmem şimdi hayatta mı ? Oldukça kalın, gür ve volümlü bir sesi vardı. Kahramanlık ve Rumeli türkülerini en iyi o okurdu... 27 mayıs darbesinde ve sonraki darbelerde, radyolardan hep onun okuduğu türküleri dinledik. Hasan Mutlucan...

“Yine de şahlanıyor aman, kolbaşının kır atı”

Diyerek türküye başladığında, o gece bir şeyler olduğu anlaşılırdı. Ertesi sabah kalktığımızda Türkiye’yi değişmiş bulurduk. Sonra bildirileri, haberleri beklemeye sıra geliyordu. Bu gelenek darbelerin seyrekleştiği zamanlara kadar sürmüştür... Ama ben, rahatsız edici bir içgüdü ile radyolardan ve şimdi TV’den o sesi hep bekliyorum... Mutlucan’ın türküleri siyasi hareketlere öylesine damardan karışmış olacak ki, onun sesini duyunca hâlâ insana bir ürperti geliyor..
 
1971 darbesi de galiba yine bir sabah Mutlucan’ın türkülerinden öğrenildi. Darbeciler geldiler ve her şeye el koydular... Radyo’da yine “düzeltilecek şeyler” arama günleri gelmişti. Ancak bu defa programlara karışacak, stüdyolarda koşuşturacak, uzun saçlı san’atçıları kovalayacak bir Kenan Albay ortalarda görülmüyordu. Sadece “güvenlik” görevlisi olarak etrafta gezinen emekli bir binbaşı vardı... Koridorda herkesi çevirir, hatta çalışma yapılan stüdyolara dahi girer, çalgıcıların  resimli yaka kimliklerine bakardı.

Kimliği olmayanları azarlardı. Siz dalmışsınız, birşeyler okuyup çalacaksınız adam başınıza dikiliyor, – Hani kimliğin ? diyor. Herkesin yakasına, bebelerin üzerinde “öpme beni” yazan önlükleri gibi resimli kimlik takma zorunluluğu vardı  ki, içerde anarşist’le,san’atçı birbirinden ayrılsın.

O binbaşıyı bir gün Sirkeci garının önünde gördüm. Radyo’nun dışında ne kadar da güçsüzdü, Harbiyedeki binada şimşek çakan bakışları donuk, omuzları çöküktü... Selâm verdim. Saygı ile eğilerek yanıtladı. Radyoda olsa  ona asla selâm vermezdim.

1971 darbesinin hareketli günlerinde bir sabah elimde kudüm torbası radyoya girdim. Arkamdan bağırdılar: “Ne o elindeki,  çabuk getir buraya..” Başımı çevirdim kapıdaki resepsiyon memuru sesleniyordu. Kudümden aşırı kuşkulanmıştı. Gerçekten  iki tas  kudüm torbasında sakin sakin yatıyordu ama bombaya benziyordu. Ödüm koptu. O dehşetli günlerde eğer bana “ ne kudümü, bu bomba...sen radyoyu havaya uçuracaksın” deselerdi kendimi kurtaramazdım.

Acaba ben, o anda, kapıcılara elimdeki “kudüm’ün bomba olmadığını” nasıl anlatabilecektim. Sonradan yakın  arkadaş olduğumuz, Radyonun uzun yıllar resepsiyon memuru olan, herkesin sevdiği Hasan bu olayı hep hatırlar “İsteseydim sana kudümün derilerini çözdürürdüm” derdi... Doğrudur, belki beni idama da gönderirdi.. Geçmiş bir zaman.  Hasan, herkesi tanırdı, bu yüzden güvenlikçiler nice yıllar onu kapıdan ayıramadılar.

1971’de Türkiye devletini  ele geçirenler, halkın gönlüne girebilmek ve yasallıklarını sağlama bağlamak için bir marş ısmarlamayı düşünmüşlerdi. Bunun için rahmetli Cemal Reşit Rey uygun görüldü. Kendisine rıca edildi ve Cemal bey darbecileri öğen bir marş bestelemeye razı oldu. Sanki Cumhuriyetin ilk günlerindeydik. O çağda ve ondan sonra nesiller boyu kalpleri titreten o ünlü “   Onuncu yıl “ marşının efsane bestekârı,  acaba bu defa nasıl bir eserle karşımıza çıkacaktı ?

Aradan bir zaman geçti. O günlerin telaşı içinde Cemal bey marşı besteledi ortaya koydu., Dinledik ve hayretlere kapıldık. Berbat bir şeydi, zorlama ve sıkıntıyla çıktığı anlaşılıyordu. Marşın anlatım ve heyecan trendi bir yana müzikal değeri dahi yoktu.  yenir yutulur gibi değildi. Buna rağmen ısmarlayıcılar tarafından Cemal Reşit bey’in anısına kabul edildi. Türk insanına on yıllardan beri “Onuncu yıl “ marşı ve “ Lüks Hayat” operetini dinleten Cemal Reşit bey’den beklenen elbette bu değildi ama olsun, zâten başkası da yoktu ki..

Bir gün radyo’nun birinci katındaki sendika odasına otururken gözüm dışarıya ilişti. Cemal Reşit bey, yolu düşmüş binanın önünden tek başına geçiyordu. Dikkat ettim, yürüyemiyordu, sendeliyordu. Yaşı oldukça ileriydi. Onuncu yıl marşını bestelediği gençlik yılları gerilerde kalmıştı. Elbette artık marş besteleyecek durumda değildi, kendisi yürüyemiyordu ki, yürüyüş ritmi gerektiren “marş” bestelesin... Bu yüzden 71 darbecilerinin ısmarladığı marş çok kötü olmuştu. 10. yıl’ın enerji ve neş’esi 40 yıl geride kalmış 71’e erişememişti. (Radyoda Bir Gün, Nezih Uzel, Pan yayınları İstanbul 2006)

Doğruyu Bilmek üzerine

"Doğruyu kalp bilir, akıl bilmez hocam"
                                    Sezin Zap

Cephe Gerisi muhabbeti

Yiğit Paşamız, kahraman Paşamız aslan Paşamız’ın, masaları yumruklayarak haykırdığı sözlerin beynimin içindeki çınlaması günlerdir sona ermedi. Şekli gözümün önünden gitmiyor. Babam, dayım ve eniştem, olmak üzere ailemizden üç kişi Çananakkale harbi gazisi. Biz de burada demokrasi savaşı veriyoruz. Bir çeşit cephe gerisi muhabbeti.. Şehitlik nasip olmasa da belki adımız gaziye çıkar.

Sırmalı Generalin sözlerindeki “şerefsizlerin” kim olduğunu ? merak ettim :

  1. Adını “Balyoz” koyarak darbe planlayan görevliler mi?
  2. Bu haberi gazetelere sızdıran namussuzlar mi ?
  3. Bu haberi gazeteye yazan gazeteciler mi ?
  4. Haber doğru değil de, onu uyduranlar mı ?
  5. Silahlı kuvvetleri yıpratmak isteyen bir avuç hain insan mı ?
  6. Böyle bir habere inanan devlet düşkünleri mi ?
  7. Bu haberden meded uman gizli güçler mi ?
  8. Ordunun olagan bir "iç çalışmasını" etrafa yayanlar mı ?

Hangisi ?.. Bu uzun listede konumları yer alanların hangileri “şerefsizdir ?”  Paşam bunu izah etmelidir. Izdırap içindeyim, ben de gazeteciyim. General kimlere seslenmektedir ? Bir bilen var mı ? Allah Lillah aşkına söylesin..

Cumhuriyetin “Genel Kurmay Başkanı” haklıdır. Devletimiz zor günler geçiriyor. Bu devleti kurup kollamakla görevli TSK elbette görevini yapmak zorundadır. Bu görev kutsaldır. Mutlaka yerine getirilmelidir. Kabul.. Pekiyi, bu görev nedir ? ve nasıl ? yerine getirilmelidir.

Zamanımızdan otuz dokuz yıl kadar önce Ordumuz  27 mayıs “gece baskınından” sonra bir darbe daha yaptı. Terör şehidi rahmetli Nihat Erim Başbakan oldu. Memleket yeniden sıkı yönetime girdi. Nihat Erim hükümeti o zamanki düşman “Komünistleri” hedef tahtasına koydu. Gariptir ki onlara karşı başlattığı harekete de “Balyoz” adını taktı. Yani bundan önceki ilk “Balyoz” Bu ikincisi.. “Komünistlerin başına Balyoz gibi ineceğim..” diyerek işe başladı. Rahmetli Erim’in bir adı da “Şalcı Nihat”tı. İsmet Paşalı  yıllarda yine karışık bir zamanda “Devletin devamı söz konusu olduğunda hürriyetlerin üzerine  şal örtmek gerekir” dediği için..

Askerler bir gün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan ettiler. Seksen bin askerle şehri sardılar. Taksim'de su deposunun üzerine apuletli, sırmalı alay sancağı diktiler. İşgal ordusu gibi.. Bir de meydana,  kocaman demir çiçekli bir süngü.. O süngü orada yıllarca kaldı. Sonra yok oldu. Ben o sırada Fransız siyasi Paris Match dergisinin “free lance” Türkiye muhabiriydim. Yasaklı günün sabahında İstanbul Harbiye’de I. Ordu Sıkı Yönetim merkezine gittim. Tüm ulusal ve yabancı gazetecilerle birlikte orada bize adını “Fırtına-I” koydukları harekat hakkında bilgiler verdiler. Sert yüzlü bir albay dedi ki: “Bu cephe gerisi harekatıdır.. Şimdi soğuk savaştayız, ama bir gün sıcak savaş olduğunda düşman karşıdan geldiği kadar ülke içinden de gelecektir. Onun için hazırlık yapıyoruz."

Bu olay kırk yıl önce oldu. Görüldüğü gibi ordu o Balyoz’dan bu Balyoz’a bir günde gelmedi. Herşey yavaş yavaş birikerek gelişti. Bazı değerli Ordu mensuplarının devleti kurtarma adına “iç düşmanı” hedef almasında şaşılacak bir şey yoktur. Onlar bu düşmanı yuvasında yok etmek için cami bombalamayı 200 bin insanı tutuklamayı da elbette düşüneceklerdir. Bana kalırsa bunun “suç olduğunu” da bileceklerdir. Hastayı tedavi ederken öldürücü ilaç veren doktorlar gibi ..

“Cephe gerisi harekat”ın hedefine yanlışlıkla “Türk halkını” koyduklarını şimdi yargıçlar onlara hatırlatacakır. Rabbim bu ülkede cümleye “görüş berralığı” nasip etsin. İnsan iki şeyden “kafir”  olur: ya çok muhabbetten ya “yok” muhabbtten.. Anlaşılan bazılarının derdi işte bu “çok” muhabbet.. Hayırlı  “muhabbetler” olsun.