Adımız Kötüye Çıkmış

Bize hep, yanlışlar yapma,

Günahlar işleme yazısı yazılmış,

Bizim aşkta adımız kötüye çıkmış,

Aşk ayıbı, çılgınlık, sarhoşluk hepsi de

Bizde toplanmış. Ey dost !

Madem ki zamâneden, yaşayıştan

Amaç sensin, şu halde şikayet yok.

Madem ki Sen varsın, her şey vardır.

Mevlânâ

Çapsız Kişilerin Sohbeti

Gama yol verme Ey gönül, kendinde gama yol verme, Kendini kedere kaptırma. Çevrende içten sana yakın olmayanların, Çapsız kişilerin sohbetine katılma. Kuru ekmekle tere sana yetiyorsa, El âlemin dik bakışlarına, Bıyık bükmelerine, Zerre kadar değer verme.

Mevlânâ

Loti'yi sakın unutmayın

Pierre Loti

Pierre Loti, Resim:Henri Rousseau (Laval 1844-Paris 1910)

Birinci Dünya savaşına yaklaşan günlerde ve hatta savaş içinde Osmanlı Türkiyesi'nin en heyecanlı savunucusuydu Pierre Loti... O sırada Batı, Almanya'nın savaş ortağı Türkiye'yi, karşısına dikilen düşmanlarının en koyusu sayıyordu. O günlerde bir Batılı olarak Türkiye'yi savunmak Batı dünyası için hiyanetlerin en katısıydı. Ancak Pierre Loti Türk halkını öylesine sevmişti ki, savaşın kahredici atmosferi içinde her türlü tehlikeyi göze alarak yanında yer aldığı Osmanlı-Türk dünyasını inanılmaz bir gayretle savunuyordu. Bu alanda tek Batılı sanırım Pierre Loti olmalıdır.

Pierre Loti bir gün şişhane tepelerinden İstanbul tarafına bakmış ve büyük camilerin minarelerini işaret ederek "Köhne Bizans'ın üzerine mert Asyalı'ların diktikleri zafer mızrakları..." demişti. Asya'dan yola çıkarak Batı'ya yürüyen Türk'ün yüzyıllar süren şanlı zaferini bundan daha iyi anlatacak bir insan bulunabilir mi ? Ayrıca bu insanın bir yabancı olduğuna inanılabilir mi ?

Pierre Loti'nin Türkiye'ye ve   Türk halkına karşı inanılmaz bir sevgisi vardı. O Türkü Türkten daha iyi tanımıştı. Bu halkın yüce duygularını, asaletini, insanlık tablosundaki müstesna yerini en derin çizgileriyle bulup çıkaran adamdır Loti. Yazarlık sezgisini bu uğurda sonuna kadar harcamıştı, ülkemize yaptığı çeşitli gezilerin her defasında bu yönde duygu ve   düşüncelerini daha da ileri boyutlara götürmüştü.

Türkiye'nin Batı karşısında sür'atle gerilediğini görüyordu. Üzülüyordu. Batı'nın maddi manevi çeşitli silahlar kullanarak **İslam Halifesi'**nin   vatanını   dize getirmeye çalıştığını herkesten daha iyi hissediyordu. İstanbul'un her gün değişen çehresini farkediyordu. Beyoğlu'nun levanten şımarıklığı Loti'yi rahatsız ediyordu. Bu alanın, ülkenin dinamik iç yapısına ters düştüğünü anlıyordu. Loti İstanbul'a son geldiğinde kaleme aldığı kitabında Galata rıhtımına yanaşan yük gemilerinden boşalan Avrupa'nın eski elbise yığınları karşısında hayrete düştüğünü yazmıştı. Avrupalı kumaş ve hazır giyim tüccarları orada modası geçmiş giysileri getirip buraya yığmışlar ve pazarlamaya koyulmuşlardı. Asırlarca renkli giysileri ile çiçek gibi yaşamış İstanbullular bu elbiseleri giymişler, ortodoks   papazları gibi karalara bürünmüşlerdi. Günlük kıyafetimizi ilgilendiren faciayı dahi Pierre Loti'den öğreniyorduk.

Loti Boğazın en eski yalısı olan Anadoluhisarı'ndaki Amucazade Hüseyin Paşa yalısının harap halini görmüş ve bu kabul edilemez tarih ihmali karşısında dertlere düşmüştü. "Bu sahillerde eskiden bebek yapımı ince zarif sandallar dolaşırdı, şimdi korkunç yandan çarklı vapurlar işliyor, dalgaları binayı yıkacak..." dedi. Aradan 90 yıl daha geçti, şimdi oradan yüz binlerce tonluk tankerler geçiyor. Yalı hâlâ yıkılmadı.

Ülkesinde "Islanda balıkçıları" romanı ile meşhur olan **Pierre Loti'**nin Doğu'lu sevgilisi "Aziyade"nin gerçekten yaşayıp yaşamadığı kuşkuludur. O genç kız belki de romancının hayalhanesinden doğmuştu. Ancak Pierre Loti kadar meşhur oldu.

Türk dostu Pierre Loti'nin ismi ülkemizde son zamana kadar korunmuştu. Eserleri Türkçe'ye çevrilmiş, Beyazıt'ta Divan yolunda  yaşadığı eve bir plaket çakılmış, Haliç'in sonunda Eyyüb Sultan'da sık sık gidip oturduğu kahveye Pierre Loti kahvesi adı verilmişti. Eyyüp Sultan Belediyesi şimdi bu ismi değiştirerek onun yerine "Eyyüb Sultan Kahvesi" adını koymayı tasarlıyor. Olabilir, Türkiye'yi, Türk insanını, İstanbul'u, İstanbul kültürünü Pierre Loti'yi tanımayanlar böyle bir girişimde bulunabilirler. Ancak "Türk kanı zehirlidir" diyen bir insan için dünyayı başımıza yıkanlar, korkunç bir savaşta canı pahasına bizi korumuş bir Türk dostunun hatırası önünde acaba nasıl bir tavır takınacaklar ? merak ediyorum.

Günlerin Geleceği var

taha_yasin.jpg

Taha Yasin

Bağdat'ta iki senede 300 bin kişiyi öldürenler 148 kişinin ölümüne neden olan Taha Yasin Ramazan'ı ölüme mahkum ettiler. Bir idam mahkumunun ruh halini merak edenlerin, Taha Yasin'in mahkemede "Allah biliyor... hiçbir kötü iş yapmadım..." dediği an, saptanan görüntüde, gözlerinin içine bakmalarını tavsiye ederim. Yeryüzünde hiçbir yaşayan canlının, diğer bir canlıya böyle bir zulüm yapmaya hakkı yoktur. Hayvanat bile bu derecede gaddar olamaz. Şu hayal âleminde kim kimin hayatını söndürmeye yetkilidir ki...

Siz kamu görevi yapan, suçlu veya suçsuz bir insana, bu gün ceza verebilirsiniz ama o ceza bu gün için olur. bunun bir de "yarını" var. Suç görecelidir.Siyasette bir devrin suçlusu, bir başka devrin suçsuzu, bir devrin suçsuzu, bir başka devrin suçlusu'dur   Suçlu "insan" yok, suçlu "devir" vardır. Neye yarar ki devirleri insanlar çekip çevirdiği için, suçlar yeryüzünde salınan insan bedenlerinde odaklaşıyor. Devirlerin suçu insanlara yükleniyor. Devrin suçu insan aynasında yansıyor. Devri yakalayıp suçlayamadığınıza göre, birini yakalayıp toplumun suçunu onun boynuna asıyorsunuz. Bu siyasettir**. Siyaset** kendi suçunu başkasına yükleme san'atıdır.

Benim bir asker arkadaşım vardı: Duray Akpınar. Duray'ın babası yargıç'tı. Üsküdar adliyesinden emekli oldu. Bin dokuz yüz altmış bir senesinde bir akşam eve gelmiş... Yüzü asıkmış - Ne oldu baba...demişler... - Hiç ...demiş, bir süre konuşmamış, sonra yavaş yavaş açılmış -Beni Yassıada mahkemesine seçmişler... demiş. Eve bir neş'e yayılmış - İyi ya baba bundan büyük şeref olur mu ? demişler. O günlerin şerefi oymuş... Babanın suratı değişmemiş... Hep somurtuyormuş, evi bir sessizlik dalgası daha dolaşmış, sonra rahmetli ağır ceza reisi değerli insan Eleşkirt'li Cevdet Akpınar şunları söylemiş : "Bakın evlatlarım fazla sevinmeyin, ben şimdi bu mahkemeye üye olurum. Gün gelir iddianameler, duruşmalar biter, Celal Bayar'ı Adnan Menderes'i daha bilmem kimleri mahkum eder asarız... Aradan yıllar geçer, sonra o mahkûmların cenazelerini mezarlarından çıkarırlar, top arabasına koyarlar, devlet töreniyle getirir İstanbul'da Vatan Caddesinde yeniden gömerler, üzerlerine anıt mezar yaparlar, her yıl devlet adamları gelir o mezarlara çiçek koyarlar. İşte o günde ben aileme şerefsiz bir isim bırakmış olurum... Bu görevi kabul etmiyorum..." Duray diyor ki: "Babam bunları söyledikten sonra hepimiz donduk kaldık. Kimsede laf söyleyecek mecal kalmadı. Babam otuz yıl sonrasını pencereden bakar gibi görmüş ve bize söylemişti. Dedikleri aynen çıktı. Devrin başbakanı Menderes'i Yassıada'da astılar, otuz yıl sonra mezarından çıkarıp top arabasına koydular, Vatan Caddesinde yeniden gömdüler Üzerine anıt mezar yaptılar. Babam artık hayatta değildi, keşke olsaydı da görseydi. O mahkemenin başkanı Salim Başol, savcısı Necdet Egesel ve Yassıada Kumandanı **Tarık Güryay'**ın çocuklarına bıraktıkları isimler gibi bir ismi, bıze bırakmayan büyük insan babama,Tanrıdan sonsuz rahmet dilerim..."

Yüz binlerle ölüyü ve insan kanını Irak topraklarına saçtıktan sonra şaibeli bir mahkeme kurup işgalci güçlerin zorladığı uydurma   yasalarla insan asmanın da bir cezası olmalıdır. Bu gün veya yarın o ceza haksız olanların boynuna mutlaka dolanır. Akıllı insanlar olacakları herkesten önce bilirler. Saddam'ın, Taha Yasin'in bir gün mezarından çıkarılıp Bağdad'ın orta yerinde anıt mezarlara gömülmeyeceğini kim iddia edebilir ?   Bu ülkede siyaset ölü eliyle mezarlarda oluşuyor.   Bunun için hakim Cevdet olmak da gerekmez... Artık bu işler öylesine ayan     beyan ki... Geleceği bu günden gazete havadisi gibi yazabilirsiniz.

İnsanları değil, devirleri suçlayıp asmanın bir yolunu bulmalı... Irak'ı yeryüzünün kan çanağına çeviren ABD yönetimi ve ona belâdan uzak durmak için "vizyonumuz aynı" diyerek iştirak eden Türk yönetimini Tarih, yedi asır önce aynı ülkede altı milyon insanı telef eden Moğol kumandanı Hülagû gibi mahkûm edecektir. Kuşkusuz... Arada hiçbir fark yok... Buradayız. Bekleriz.

Tarihi sulandırma görevi

sultangaliyev0011.jpg

Mir Sait Sultan Galiyev

Ne birinin, ne diğerinin, ne de üçüncüsünün, saatlerce anlatmaya çalıştıkları konuda dişe dokunur bilgileri var. Bir takım dedikoduları tarih diye, dinleyenlere yutturma sevdası taşıyorlar. Biri tarihe soyunmuş, kaynak yoksulu biçare bir gazeteci, diğeri uzun zaman gazete yöneticiliği yapmış, adının başına rozet gibi bir de "Doç. Dr." Sıfatı eklemiş bir köhne bilimsel... Üçüncüsü rahmetli olmuş...O'na dokunulmaz.

Konumuz mir Sait Sultan Galiyev: Kazan Tatarlarından. Yüzyılın başında yetişmiş. Gençliğinde, Osmanlı'da "Jön Türkler" denen siyasî grubun Orta Asya versiyonu. Oradaki isimleri "Ceditçi" Bir zamanlar Çarlık Rusya'sını yıkarak yerine, bu gün Dünya sahnesinde yer almayan   Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliğini kuran kadro'nun içinde... Rusların arasında Rus olmayan tek adam. Kazan üniversitesinden Lenin'in sıra arkadaşı. Stalin'le sonradan tanışmış... Her üçü de yaşlı Dünya'ya yeni bir nizam vermek için yola çıkmışlar... Bakın sonra neler olmuş...

Rusya'da Bolşevik isimli Rus silahşörler Müslümanlarla birleşip çar II.Nikola ve sınıfını devirmişler. Bir iç savaş olmuş. Bu savaşta ideoloji olarak Almanya'da Karl Marx'ın çıkardığı "Komunizm"i benimseyen Ruslarla,   o ideolojiyi dinlerinin evrenselliğiyle özdeş sayan Müslümanlar, çar yanlısı Kolçak ve Varangel ordularına karşı birlikte döğüşmüşler. Savaş kazanılmış, Rusya, içlerinde Müslüman Orta Asya halklarının da bulunduğu onbeş sosyalist devletten oluşan büyük bir birliğe dönüşmüş. Ancak bu devleti kuran Lenin'i saf dışı ederek başa geçen gürcü asıllı Josef Stalin, zamanla Rus'tan başkasına güvenmez olmuş. 1938'den sonra başlayan ve arka arkaya gelen etnik temizlik dalgaları ile tarihin en vahşi devlet terörünü uygulamış. Rusya'yı kan gölüne çevirmiş. 1953'te öldüğünde Rusya'nın 180 milyon olması gereken nufusunun 167 milyon olduğu söyleniyor. 13 milyon insan öldürmüş.

Sultan Galiyev,   birlikte Çar'ı devirdiği Rus yoldaşlarının, evrensel "komünist" idealini kanlı bir sınıfsal hesaplaşmaya ve gaddar bir diktatörlüğe çevireceklerini ilk farkedenlerden biri olmuş. Ön tedbir olarak Müslümanlardan bir ordu kurmuş, İdil-Ural alanında Turan adı ile bir devlet düşünmüş, bu devlet iki yıl yaşamış, ancak Galiyev en yakınlarının ihanetine uğramış, sonunda Stalin'in pençesine düşmüş**. İdeoloji** sıfırlanmış. Sultan Galiyev siyasal sahneden ve Lavrenti Beria'nın kurşunları ile 1940'ta hayattan çekilmiş.

Kırımlı İsmail Gaspirinski'ye kadar uzanan "Ceditçi" temelli Orta Asya siyasal akımının en güzide isimlerinden olan Sultan Galiyev'in siyasî mücadelesinin üç ana bölümü vardır:

1)  Çarlık Rusya'sının tasfiyesi, iç savaş yılları

2)  Rusya'da Komünizmin kuruluşu, milliyetler halk komiserliği, Turan Devleti

3)  Sömürgeler enternasyonali ve Batı uygarlığının tenkidi.

Birinci bölüm başı ve sonuyla tarih olmuş bir dönemdir. İkinci bölüm Sultan Galiyev'in teşkilatçılığı ve "Milliyetler halk komiserliği" görevi ile tüm orta Asya Müslümanları tarafından tanınması ve Turan devleti denemesidir.   Üçüncü bölüm ise Sultan Galiyev'in bu gün de geçerli olan en önemli yanıdır. Büyük adamın kuramsal dehası, bu bölümde kendini göstermektedir.

Galiyev diyor ki: "Günümüzde Almanya'da, İngiltere'de veya Fransa'da bir devrimle işçi sınıfı iktidara gelse, orada devleti ele geçiren proleterya gelip yine bizi sömürecektir. Zira ham madde kaynakları bizde... Bu yüzden dünyanın tüm ezilen ulusları bir "sömürgeler enternasyonali kurmalıdır..."

Galiyev Batı dünyasını acımasızca eleştirirken şunları söylüyor... "Sizin hayran olduğunuz Newyork'un Şikago'nun o muhteşem gökdelenlerinin altında hâlâ yıktığınız kızılderili evlerinin dumanları tütüyor... " Ve Sultan Galiyev bu konuda şimdiye kadar hiç kimsenin dile getirmediği şu gerçeği haykırıyor: " Amerika'da üç büyük medeniyeti yok ederek kendi burjuva kültürlerini kurdular... Avrupa'nın deniz eşkiyalarına Amerika'nın   yolunu gösteren Christof Colomb'tur...

Galiyevciler çok kısa süren Turan devletini yönetirken "Bizim materyalist görüşlerimiz Marx ve Lenin'e dayanmaz biz Türk-Moğol halklarının ortak maddeci tavırlarından yola çıkıyoruz" demişlerdi. 80'li yıllarda Sultan Galiyev ve Orta Asya hakkında çok değerli bir araşırma ortaya koyan, benim de yirmi altı yıl önce fransızcadan çevirdiğim eserinde yazar Alexandr Bennigsen buna karşı sunu söylüyor: Cengiz Han'a kadar uzanan bu maddeci görüşlerden şimdiye kadar haberimiz yoktu..."

İşin özü budur. Ama ne TV'de Galiyev hakkında program yapıp yayınlatan Avni Özgürel ve ne de Doç.Dr. Halit Kakınç'ın işin bu yönlerinden haberleri olmadığı anlaşılıyor veya çömleğinden beslendikleri egemen sınıfın sistemi zarar görmesin diye bazı konuları kasten saklıyorlar... Ağa babaları   Amerika'da otururken hiç onlara "eşkıya" dedirtirler mi...?

Çıkmışlar ekranlara kellim kellim layemfa... Malkara Keşan, hoppala paşam... Bocurlunun bocurlusu, gıcırlının gıcırlısı, Ham hum şaralop, Tarihi sulandırıyorlar... Haydi be... siz evinize gidin.

Kültürel ihanet Tablosu

Nasıl elin vardı da o yazıyı yazdın ? için titremedi mi ? vicdanın sızlamadı mı ? Sende hiç mi gurur, kibir, asalet, onur, yücelik, vakar yok ? Kanın kuru mu senin ? İçin boş mu ? Neslin kesik, sülbün hâtâlı mı ? Kişilik özürlü müsün ? Sen nesin Allah aşkına, kimsin ? Kimlerdensin ? nerelisin ? Buraya nasıl geldin ? Hakk layiğini versin, nasıl ele geçirdin o gazetenin o köşesini ? Sana kim verdi o yeri, kim sundu   o yetkileri , hiç mi utanman yok... ?   Sakın ola ki Türk ve Müslüman olduğunu anlatmayasın, Müslüman'da vecd, Türk'te vakar olur...Sende bütün bunlar   patlak araba lastiğinin içindeki hava gibi uçup gitmiş...

Senin izlediğin o gösterileri ben de izledim... Yıllarca hırsımdan ağladım, durdum. Okunmaz gazetelerde   yazdım, çizdim. Dolmaz salonlarda, lokallerde konferans verdim. Becerebildiğim kadar, ulaşabildiğim kadar... ülkemin insanına faciayı anlatmaya çalıştım. Müslümanları İberya'dan silen hırsız Aragon baronlarının dört yüz yıldan bu yana İspanya'nın hemen her yöresinde düzenledikleri "Müslüman" katliamına dair festivalleri buradaki Müslümanlara ve Türklere anlatmaya çalıştım. Neye yarar ki Türkiye'yi damardan   ilgilendiren konular en zor Türklere anlatılıyor. Garip bir savunma kalkanı kurup sizi dinlemiyorlar...

İspanya'da Valencia'daki festivali gidip izlemişsin, bu alanda Yarımada'nın en rezil festivaline katılmak şerefine (!) ulaşmışsın. 1627 yılından beri her sene tekrarlanan Festival gereği Kasabanın orta yerine kurulan kaleyi Müslüman'ların nasıl savunduğunu ve sonra Hırıstiyan'ların nasıl ele geçirdiğini anlatan sembolik, teatral oyunu seyretmişsin, büyük olasılıkla zaferi kazanan Hırıstiyanları canı gönülden alkışlamışsın, yenilen Müslüman ve Türklere lanetler yağdırmışsın sonra bütün bunları bir kenara itip Türk rolü oynayan İspanyolları meth etmeye koyulmuşsun, adamların karşı taraf kılığına girmedeki istek ve başarılarından Türkiye'ye ve Türkler'e gurur payı çıkarmaya çalışıyorsun... sen aptal mısın ? Ya onların Hırıstiyanlar karşısındaki sözde yenilgilerinden kişiliğin zarar görmüyor mu ? Görmüyorsa bu ülkenin en çok okunan bir gazetesinde bu halkın karşısına çıkıp böylesine hakaretli bir tavır takınma cesaretini nereden buluyorsun...?

İkimiz de olaya uzaktan baktık, ben atalarımın ruhu ile baktım sen İspanyol ruhunu kullandın, veya hiçbir şey... Ben kızdım, ağladım, sen hiçbir şey... Hadiseyi en gereksiz yerinden yakalayıp bize anlatmaya çalışıyorsun. Yazının ufacık bir yerinde "Hırıstiyanların Müslümanları ve Türkleri" yendiğini söyleyip   geçip gidiyorsun, için titremiyor, kimse de dikkat etmiyor, hiç utanmıyorsun. Olayın bütününden hiçbir ders çıkaramıyorsun, yeteneğin yok, ruhun işe ısınmamış, ısınmaya da   yeteneğin olmadığı belli... Ne İspanya'nın Müslüman yüzyılları, ne muhteşem Endülüs medeniyetinin büyük İslam tarihi içindeki yeri, ne İbni Arabî, ne İbni Rüşt ne Tarık'ın yaktığı gemiler, ne   Poitier savaşı, ne Granada'nın son günleri, ne Elhamra'nın "Generaliffe" bahçeleri, ne son Nâsırî hükümdarı Baobdil, ne kral Ferdinand, ne Kraliçe İsabella, ne noter Blas İnfante, ne şu, ne bu, zavallı adam... hiçbir şey öğrenmemişsin ki... Bilgisizlik talihsizliktir. Bu bir kültürel ihanet tablosudur, bu tutumun başı cahillik sonu ihanettir. Cahilin kaderi kötüdür... Cahilin cezası cehlin devamıdır... Bırak kendi mayasını yalasın dursun, bir gün nasılsa yok olur...Yazı yazmaya kalkıyorsun ya, keşke gidip Hırıstiyanlar'la beraber sembolik İslam kalesine saldırsaydın...

Anadolu yarımadasında yaşıyan her Türk ve Müslüman dört yüz yıl öncesine kadar İberya yarımadasında neler olduğunu öğrenmelidir. Bu bilgi insanımızın kendi geçmişi ve geleceğini ilgilendirir...Müslümanlar İspanya'ya çıkarak iki asır içinde Poitiers savaşına kadar Hırıstiyan ahaliyi Kuzeyde Asturias dağlarına sürdüklerinde, onlar orada sekiz yüzyıl beklediler. Sonra harekete geçerek "reconquista:Yeniden fetih" siyasal değimi ile eski topraklarını geri aldılar. Aynen bizim 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu Rumluğunu Kuzeydeki sıcak denizlere sürdüğümüz gibi. Destur... şimdi onlar da orada bekliyorlar...

İstanbul'lu reis gelmedi

Beyoğlu Belediyesi parasız dağıtılan bir dergi çıkarıyor. Benimler röportaj yaptılar, kesip biçip kuşa benzetip öyle yayınladılar. "**Yüreksiz"**dostlar İşlerine gelmeyen yerleri çıkarmışlar, en çok yazının sonundaki "İstanbul'a hiç İstanbul'lu belediye reisi gelmedi ki..." cümlesine takılmış olacaklar. ben röportajın tamamını yayınlıyorum. Buyurun okuyun, iyi gelir.

Soru:Eski İstanbul ve Beyoğlu dendiğinde özellikle hatırladığınız ne var?

Cevap: Eski İstanbul Halic'le Marmara denizi arasındaki yarımadadır. Burası Bizans zamanı ortodoks, karşısı galata katolikti. Latin de derler. Bu  alan  bir İtalyan Ceneviz kontuvarıydı. Eski İstanbul ile Galata arasındaki sosyal ayırım Osmanlı yüzyıllarında da devam etmiş Galata daha sonra "Pera" sırtlarınnda doğru geliştiğinde bölgenin Latin karateri bozulmamıştır. Eski İstanbul'da Bizans'ı yenen İslam kültürü özellikle on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Galata'da gelişen Batı kültür ve yaşam biçimini alt edememiştir. Burada Osmanlı eserinin sayısı fazla değildir. Taksim suyu tesisleri, Ağa camii, Piyale Paşa Camii,  Galata Mevlevîhânesi başlıca Osmanlı eserleridir. Galata Mevlevihanesi' ne  Galata kulesinden dolayı "Kulekapı Mevlevîhânesi" de derler.

Soru: Bize biraz Beyoğlu'ndaki günlerinizden bahseder misiniz?

Cevap: Ben Beyoğlu'na 1949 yılı ağustos ayında bir gece geldim. Onbir yaşındaydım.O gece" Sosisli sandoviç"le tanıştım. Ağabeyim bana hardallı sosisli sandoviç yedirdi. Bir de yan sokaklardan birinde "Sam   Amca" diye bir yer vardı, kapısında kocaman şapkası ile Amerikanın sembolü "  Sam Amca" nın posteri asılı duruyordu. Oyun makinaları vardı orada... Para atıp sigara, hediye falan alıyorsunuz. O gece ağabeyim makinaya epeyi "on kuruş" attı hiçbir şey tutturamadı.Çok üzüldü. Gururu kırıldı.

Soru: O zamanlar   Müzik ve cemiyet hayatı nasıldı? Dostlarınızla nerelere giderdiniz?

Cevap: Para varsa Pasajda bira içerdik, mayonezi de o sırada tanımıştım. Şimdi Nevizade denen yerde **Lefter'**in meyhanesi vardı orada da hâlâ laterna çalan bir yaşlı rum çalışırdı. Laternayı çevirirken öyle edâlı ve sallı   hareket ederdi ki, müzik dinlemekten çok   herkes onu seyrederdi. Kıvamını buldu mu, bırakmazdı laternanın kolunu...Ağa Camiinin arkasındaki "Hüsnü Tabiat "lokantasında çorba kırk kuruş, pilav kırk kuruş, on kuruş ekmek, on kuruş su bir liraya doyardık.   Cumartesi günü okuldan çıkınca   Taksime doğru giderken sağda ilk Atlas sineması vardı.  O yıllarda sinemalarda    filmden önce Jurnal adıyla "haftanın haberleri" gösterilirdi. Evlerde TV olmadığına herkes dünyada olanları o haberlerden öğrenirdi. Bir de "amor" gözlükleri reklamı...Ben o haberlere pek meraklıydım.

Lisenin son yıllarında Galatasaray Eczanesi sahibi **,**Hattat Macit beyin birkaç yazısını sarı kağıtlara bastırmış dükkanın arkasında gizli gizli satıyordu. Gidip alırdık. Pastacı geçen yıl vefat etti, toprağı bol olsun,ondan da "uludağ" veya "profitrol" yerdik. Devrimden kaçan Beyaz Rus Luka profitorlü Beyoğlu'na getiren adamdır. Ben ellinci yıl dolduğunda "artık para vermeyeceğim" dedim, razı olduydu.   Luka'nın yanında tiyatrocu Behzat Butak'ın pastahanesi vardı, ama o yaşamadı. Behzat bey'in   haberi olmadan   Luka'nın ustası kel Osman duvarı delip   kazanına zehir atmış. Hastahaneye kaldırılanlar olmuş. Gazeteler günlerce yazdı. Kel Osman yıllar sonra Üsküdar'da pastacı dükkanı açtığında bu sırrı bana söylediydi.

Soru: Beyoğlu'nun yeni yüzünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Değişimden memnun musunuz?

Cevap: Eski kararmış binaları yavaş yavaş onarıyorlar ama hâlâ içi boş çok bina var. Orta yerdeki "eski serkl d'oryan" binasının nasıl olup da bu zamana kadar boş durduğuna ve yıkılmaya mahkum olduğuna aklım ermiyor. Bu binada vaktiyle "Büyük klüp" diye mason kulübü vardı. Bir gün kapıyı aralık bulup içeri girdim. Kulübün kütüphanesinden kalma inanılmaz değerde antika kitaplar yerlerdeydi. Sonra o kitapları ben, aşağıdaki bir ayakkabıcının vitrininde dekorasyon olarak gördüm.

Soru: Peki bugün Beyoğlu görmek istediğiniz gibi mi?

Cevap: Hayır,

Soru: Sizce değişen neler var?

Cevap: Hiçbirşey...tabii mutasyonla doğal gelişme...

Soru: Mesela Balıkpazarı'nın yeni halinden memnun musunuz?

Cevap: Görmedim. Ama memnun olacağımı sanmıyorum. Orayı ve tüm İstanbul'u onaranlar İstanbul'lu değiller ki. Bu şehre şimdiye kadar hiç **İstanbul'**lu belediye reisi gelmedi... İnşallah bir gün gelir. Yunus diyor ki:

Nâgehan  ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm

Ben dahi yapılayazdım taş ü toprak arasında....

"Şâr" şehir demek, Rabbim, bir şehri onarırken, ruhu taş, toprak ve harcın içine karışacak yürekli yöneticiler bizlere nasip etsin.   Teşekkür ederim.

Yolcusuz Gemi'nin kaptanı

image016.jpg

Üç çeşit yazar vardır: a)Okunan yazar b) Unutulmuş yazar c) Gelecekte okunacak yazar...

Ben okunan bir yazar değilim, okunmayı da fazlasıyla arzu eden bir yazar da değilim. Kırk yıldır yazı yazarım birkaç yakın dostun dışında "yazını okuduk" diyen insana rastlamadım. Beraber muhabirlik yaptığımız, sokaklarda "haber" diye koşuşturduğumuz arkadaşlarımın arasında meşhur olup kalemi ile bir ömür boyu geçinen yoldaşlarım oldu. Onlar bu alanda beni sollayarak hür ufuklara yelken açtılar. Mesleklerinde zirveye ulaştılar. Okunan yazarların en tanınmış olanları Hasan Pulur ve Güzin Abla'dır. Her ikisi de Türk basınında çok yüce bir noktaya eriştiler. Hasan operasyona devam ediyor**. Güzin Abla** rahmetli oldu. Derin bir boşluk bıraktı.

Unutulmuş yazarların başında hocam, efendim, üstadım, beni "yokuşa süren" Ref'i Cevad Ulunay gelir. Ulunay bu yörede bir devletin yıkılıp başka bir devletin kurulduğunu görmüş, bir dünyanın dağılarak küllerinden başka bir dünyanın doğduğuna tanık olmuştu. Ömrünce yaşadıklarını yakından ve tamamiyle algılamış, görmüş geçirmiş, dev gibi bir adamdı. İmparatorlukta ve Cumhuriyet devrinde gazeteciydi. Her iki zaman birimi içinde okunmuş, değerlendirilmiş, sözleri akılda tutulmuş, görüşlerine inanılmış, yazdığı belleklerde kalmıştı.

Refi Cevad bey sadece zamanları değil kıt'aları da aşmıştı. Doğu ve Batıyı aynı anda kavramış, her iki kültürü aydın ve yazar kişiliğinde bir araya getirmişti. İnançlarından çok bilgisi önemliydi. Devrinin diğer bir büyük yazarı Falih Rıfkı Atay onun için "kırk yıldır tanırım. O hiçbir şeye inanmaz..." demişti. Ulunay sentezci değil, analizciydi. Toplumun gizli kimyası ona böyle bir görev vermişti. O yorulma bilmez bir laboratuvar çalışanıydı.

1968'de bu dünyadan göçtüğünde yüz binlerin üzerinde okuyucusu vardı. Dünya basınında dahi böylesine okuyucu toplamış bir köşe yazarına az rastlanırdı. Gariptir, **Ref'i Cevad Ulunay'**ın okuyucuları yaklaşık olarak onunla aynı yaştaydılar, aynı zamanı görmüş aynı olayları yaşamış, aynı çileleri çekmişlerdi. Ancak hasbelkader aynı göze sahip olamamışlardı. Ulunay onların gören gözü, konuşan dili, alaca karanlıkta yollarının ışığıydı. Onunla birlikte rahmetli oldular. Böylece yazarı ve okuyucusuyla koskoca bir devir kapandı gitti, tarih oldu.

Benim tanıdıklarımın arasında geleceğin yazarlarının en önde geleni Münevver Ayaşlı'dır. Onunla aynı devirde yaşamış, aynı olayların içinde bulunmuş, ama Dünya'ya Kuzey-Güney kutbu kadar birbirinden ayrı pencerelerden bakmış Alev Alatlı ile çağdaştılar. Alev Alatlı meşhur olmuş Münevver Ayaşlı olamamıştı... Son derecede misafirperverdi. Beylerbeyindeki yalısında zengin sofrası her zaman kalabalıktı. Yazıları küçük gazetelerde yayınlanıyordu, bu yüzden birkaç yakın dostun dışında pek okuyucusu yoktu. Bir gün özene bezene hazırladığı bir Osmanlı saray yemeğini misafirlerine sunarken " yazılarımı ister okuyun, ister okumayın, ama yaptığım yemeği yiyeceksiniz..." dedi. Eh.. doğrusu o yemek de gerçekten yenirdi.

Bir yazarın kıyamete kadar okunma şansı vardır. Dahası, bazı yazılar gelecekte okunsa daha iyi olur. Bana kalırsa yazarın koyusu geleceğin insanları için yazanıdır. Yazı geleceğe rapor olmalıdır. Zamanın kötülüklerini aşma yerine, zamanı geleceğe şikayet etmeyi ben daha uygun buluyorum. Çünkü zamanın kötülükleri aşılmıyor... ne kadar inceleseniz insanlar size aldırmıyor**... Yazar** artık yaşadığı devirde insanların gözü kulağı, kaşı tarağı değildir. İnsanların dünyaya bakmak için artık bir yazara ihtiyaçları yok; retinası donmuş, korneası delinmiş, çakıl taşı gözlerle; tumpanası yırtık, kanalları tıkanmış, tınısı bozuk**, budak deliği** kulaklar, onlara yetiyor... Ben yolcusuz geminin kaptanı, çark yerine kalem, dümen yerine klavye, kendimi kurtarmaya çalışıyorum. Burada kendi kendime eğleniyorum. Yeni alıştığım digital alemde kendimi avutuyorum. Sabah gazetesinde onyedi yaşında bir köşe yazarı var, çocuğun bir de yakışıklı fotografını koymuşlar, eğer o yazarsa, ben gidip Şile kumsalında çelik çolak oynamaya razıyım.

Bundan daha kötü olamayacağına göre geleceğin iyi olacağına inanıyorum. dolayısıyle bu zamana değil, kesinlikle gelecek zamana baş vurmak niyetindeyim. O yüzden bu sayfadaki "okuyucu" sayısı ve "yorum" bölümlerini iptal ettim. Ey değerli okuyucularım isterseniz beni gelecek yüzyıllarda okuyun. İster okuyun, ister okumayın. Kalın sağlıcakla...

Yağmuru kim yağdırdı ?

YAZDAN kalma günlerin yaşandığı Alanya'da görev yapan Protestan papaz Joachim Kusch, önceki gün eşiyle birlikte **Kleopatra Plajı'**nda yağmur duası yaptı. Kağıda yazdığı duayı okuyan papaz Kusch, "Tanrım, dünyayı, ağaçları, insanları, toprağı, çiçekleri her şeyi sen yarattın. Yarattığın bu tüm canlılar ve cansızlar senden su bekliyor. Senden yardım istiyoruz. Tanrım bu ülke ve ülkede yaşayan insanlardan yağmurunu eksik etme" dedi.

Bu arada Alanya Müftüsü **Muhammed Gevher'**in de yağmur duası yapacağı bildirildi. Gevher, Saray Mahallesi'nde bulunan Emine Özmüftüoğlu Camisi'nde cuma namazı öncesi yağmur duası yapılacağını duyurdu. Ancak Gevher ve cemaat duaya hazırlanırken, yaklaşık 1 saat önce yağmur bastırdı.      Alanya Meteoroloji Müdürlüğü yetkilileri, yağmurun 3 gün boyunca aralıklarla devam etmesinin beklendiğini kaydetti. İlçe Meteoroloji Müdürü İbrahim Uysal şunları söyledi:"Mütfü Bey sabah saatlerinde beni aradı. Önümüzdeki 3 gün içerisinde hafif şiddetli yağış beklendiğini söyledim. Ve "dua etmekte fayda var, dua etmek herkes için iyidir. Kimseye zararı olmaz. Yağmur duası normal bir şeydir." dedim.( Teşekkürler Hürriyet)

Not: Protestan papazı Joackim yağmur duasını Kleopatra plajında yaptığı için bana kalırsa o yağmuru Mısırlı kraliçe Kleopatra'nın ruhu yağdırdı. Ülkemizin insanları  gelecekte de bu çeşit  karizma din ve dualarla yağmur yağdıracaktır. Yiğitlerin harman olacağı bir döneme giriyoruz.

Bana kapıyı aç

Benim aşktan başka

Hiçbir arkadaşım yoktu

Ve olmadı.

Ne dünyaya gelmeden önce,

Ne de sonra

Aşksız yaşamadım.

Canım içimden bana şöyle diyor:

-Ey aşk yolunun olgun yolcusu,

Bana kapıyı aç.

Mevlânâ