Ben rezalet karga

gezi28.jpg                       Â

Ben “rezalet karga” benim uçtuğum yerlerde her kuş uçmaz, benim konduğum dallarda her kuş tutunamaz, benim dolaştığım yıkıntılarda her kuş barınamaz, benim eşelediğim çöplüklerde  her kuş beslenemez, benim kafayı taktığım  kişilerle her mendebur anlaşamaz, gaaaak. Gurk, gurk Benim söylediğim laflara her babayiğit kulak veremez, benim vardığım yükseklere her sahtekâr ulaşamaz benim yaptığım işlere her…  Tısss. Gagamı açtım mı ortalıkta görünme, kanadımı saldım mı oralarda durma**, Gururk guruk…**Ne benden sonra konuş, ne  benden önce laf et… Ne önümden yürü, ne arkamdan sürü, Ne üstümden uç, ne altımdan… sürçü lisan ettikse af ola…Gaaaak. Guk. Ihı Ihı…

-Ne diyorsun  aptal karga…ne oldu sana bu gün ?

-Fazilet bana karışma, ne benden yana ol, ne karşı taraftan… En iyisi bana dokunma.Gark.

-Senin dokunulmazlığın mı var ?

-Kaldıracakları zamana kadar ?

-Ne zaman kaldıracaklar ?

-İşleri bitince

-Ne zaman işleri bitecek ?

-**Susss.**Susss. yeter, kapa gaganı

-Anlaşıldı bu gün senin ters günün…

-Düz günüm mü var ? gaaaak.Â

-Pek sayılmaz, neye canın sıkıldı ? Gurk.

İKİ AĞAÇ KESMİŞLER

-Çarşı içinde iki ağaç daha kesmişler…böyle giderse Sapanca’da ağaç kalmayacak, senin umurunda mı ? yakında konacak dal bulamazsan bana gelip laf etme… ben zamanında söyledim… İşte bu kadar  Gaak. Gurk.

-Kim ağaç kesmiş ?

-Bir dükkancı, adamın çarşı içinde bir de katı varmış, her gün uzaktan  katına bakmak istiyormuş dükkanın önündeki ağacın dalları engel oluyormuş, adam ikide bir evine bakacak, bakamıyormuş… Gaaak. Onun için ağacı kökünde kesmiş…

-Neden evine bakmak istiyormuş ki ?...

-Kimbilir kuşkulandığı bir şey var her halde…

-Anladım senin dediğini Rezalet, sen rezaletlikte sınırları aştın, Allah cezanı versin, pis karga ne istiyorsun adamdan ?  gaaak.ghaaak. guk…

-Benim adamdan bir şey istediğim yok…ağaca acıdım. Gark.

-Başka ağaç mı yok ?

-Yakında hepsi yok olacak…

-Herkes her gün evine bakacak değil ya ?

-Bilmem…belli olmaz, gaaaak.

**NEDEN YORUM YOK**  ?

-Bırak şimdi mikropluğu, dinle beni, Hoca birkaç gündür neden üzgün ?

-Yazdığı yazılara yorum gelmiyormuş… ?

-O da doğru dürüst yazsın, Neden yorum gelmiyormuş ?

-Bilmiyor, bizi unuttular diyor…

-Hava soğudu onun için… herhalde yorumcular soba başlarına sığındı…

-Olabilir…. Yaza doğru yazarlar…

-O zaman da “sıcaklar bastırdı…” derler. Gaaak.

-Fazilet sıkıldım, senin başka işin yok mu ? Allah aşkına gaaark. Gaark.

-Ne işim olacak… soğuktan uçacak yer mi kaldı ? yiyecek de yok…

-Sen bulursun, bana da ver…

-Git kendin ara…

-Pııııırrrrr gak gaaa…gu…t…s

İhtifâli Yenikapılı'lar kurdu

image02.jpg                                 Â

(Hazırladığımız bir Kitap'tan)                                  Â

İki yüz yıllık Fransız Devriminden beri dünyayı  etkisi altına alan maddeci ve dehriyyun rüzgarların sonucunda bir “lahûtî:divine: sprituel”sistemin sonsuza kadar ayakta kalması esasen beklenemezdi. Osmanlı gibi koca bir devletin temel taşlarından biri olan Mevlevîlik de böylece tarihe karıştı. Devletle birlikte doğmuştu. Onunla birlikte geçmişin anıları arasında kayboldu. Derin izler bırakarak…

Vaktiyle insanları bir araya getiren, onlara birlikte mutlu bir “manevî yaşam” önerisi sunan bu ışıklı yol, akıp giden zamanların içinde yerini başka ilgi alanlarına bırakmış ve bu bireysel farklılıkların ortasında dünya topluca değişmişti.

Mevlevîhâne’nin ilk yangınından sonra ağıt yakanlar, bu gerçeği biliyorlardı. Dergâhın bu yangından sonra beş yıl bakımsız kalmasını nedeni sadece siyasi çatışmalar,  savaşlar veya ekonomik sıkıntılar olabilir miydi ? Mutlaka ulaşamadığımız, göremediğimiz başka ciddi nedenler de vardı.

Tarihsel görevini tamamlayarak yok olan Osmanlı Sistemi ve Mevlevî tarikatinden sonra Türkiye’de laik bir Cumhuriyet kuruldu. “Türk laisizminin” politik kargaşaların ötesinde özel bir niteliği vardır. Dehriyyun karışımlı bu düzenin bir ayağı “Fransız devrimine” bir ayağı fersûde “Osmanlı devlet sisteminin” çöküşüne,  bir ayağı da yeni kurulan devletin “siyâsî yapısına” dayanır.

Ama bizce Türk laisizminin ana kaynakları Orta Asya’ya, Cengiz'in kıl çadırına kadar uzanır. Orta Asya steplerinde tarih boyunca birkaç dini, hakanlar eliyle, yönetim forsu, fetih ruhu, toplum örgütlenmesi veya başka  birkaç işte denemiş olan Türk halkı, ezelden laiktir, ancak bu yaşlı ilkeyi yakın zamanda artı veya eksi siyâsi malzeme olarak kullanmayı başaranlar, bu gerçeği hebâ etmişlerdir.

Bu büyük titreşmenin ortasında, dalları kuruyan ama kökü hâla dipdiri canlı duran Mevlevîlik, kendine bir nefeslenme yolu arayacaktı. Derin izlerden süzülerek yeni bir kalıba dökülecekti.

Mevlevîlik artık eskisi gibi bir tarikat olmayacak, Bir kenarından herhangi bir devlet düzenine  veya protokolüne tutunmayacak, sislenen inanç ve itikat sistemlerine dayanmayacak, yeni dünyada ancak bir “kültürel karakter” kazanacaktı. Bir “teklif” olacaktı.  Evrensel ve yekdiğerine rakip kültürel tekliflerin arasında sadece bir “teklif”.  Bu O’nun için tek kurtuluş ümidiydi.

Bu ümit ellili yılların başında bulundu. O dönemde Türk siyâsi hayatında bir çalkalanma olmuş, yapısından gizlice karşı devrim kokuları salan bir siyâsi oluşum, seçimleri kazanarak iktidar olmuştu. Rejimde sallantılar hissedildi. Hafifçe, sessizce, kimseyi ürkütmeden bir çeşit eskiye dönüş başladı.

Yeni ortamda Mevlânâ  hatırlandı. O yıllarda henüz yaşayan Mevlevîler Konya’ya davet edildiler. İlk çağrılan Mevlevî son kudümzenbaşılar’dan rahmetli hocam, üstadım Sadeddin Heper oldu. Hoca Yenikapı Mevlevîhanesi son şeyhi Abdülbaki Baykara’nın ihvanı arasındaydı. Gençliğinde Yenikapı Mevlevîhânesinde, Galata ve Üsküdar Mevlevîhânelerinde Kudüm vurmuştu.

İkinci çağrılan eski dönemin neyzenbaşılarından hattat Emin Yazıcı’nın öğrencisi emekli eczacı albay neyzen Halil Can bey’di. Üçüncü davetli yine eski kudümzen, Vakıf uzmanı Tophane Karabaş Dergahından Şakir Çetiner’di… Bütün bu davetlerin sahibi de o zaman “Mesnevî mütercimi” Konya Belediye başkanı değerli insan ve bilgin  rahmetli Muhlis Koner’di.

Sadeddin bey Konyaya giderek davete icabet etti. Önceki yıllarda anma toplantıları başlamış, Konya’da bir sinema salonunda konuşmalar yapılmış, Ankara radyosu san’atçılarından  rahmetli Sadi Hoşses arkadaşları ile bir konser vermiş, naat ve ayin okunmuştu.

Saddedin bey Konya görüşmelerinde toplantıların genişletilebileceğini ve bunların zamanla bir “ihtifal törenlerine” dönebileceğini hissetti. Hoca öyle her şeye kolay kolay inanmazdı.

Hoca Konya’dan İstanbul’a telefon ederek tanınmış Hafız ve mevlûdhan Kani Karaca’yı Konya’ya çağırdı. Ona daha önce naat ve âyin meşketmişti. Bu davetten sonra tüm eski tüfek Mevlevîler Konya’ya doluştular. 1954 yılında Türkiye’de ne kadar “kılıç artığı” Mevlevî varsa Konya’ya koştu.

 İstanbul’ dan eski  Şeyhlerin çocukları: Mithat Baharî Beytur. Gavsi ve Resuhî Baykara, Selman Tüzün, Afyon çelebilerinden Enver Turunç Çelebi, Semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu, Semazenler: Bahriyye’den emekli Bahir Şereftuğ, bankacı Halit bey, Manisa’dan  Demircili Mehmet Kalay Dedc, Afyonlu eski semazenler, Sivas’tan Mehmet Susamış ve çocukları, neyzenler:Hayri Tümer, Ulvi Erguner, Selâmi Bertuğ, Niyazi Sayın, Erhan Erbaş, Nida Keskin, Halilezen Osman Dede, ayinhanlar: Hulusî Gökmenli Cahit Gözkan, Ziya Akyiğit,Necdet Tanlak, İzzet Eskidemir, Kemal Örgüç ve daha pek çok kişi Konya’ya gitti. Bunlara sonradan Neyzenler, Arif Biçer, Aka Gündüz Kutbay katılacaktı.

İhtifalin bu ilk kadrosundan, öncelikle toplantılara hem idarî, hem onursal ve hem de Kudümzenbaşı  düzeyinde başkanlık edecek olan Saddedin Heper, Şakir Çetiner, Osman Dede, Postnişinler Gavsi ve Resuhî Baykara, semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu, Bahir Şereftuğ olmak üzere yedi kişi açık olduğu zamanlarda, Yenikapı Dergâhında görevli olmuş: Kur’ânı okunan, Gülbankı çekilen eski tarihî âyinlerde sema etmiş, kudüm ve halile  vurmuş, ney üflemiş, ayin okumuş, gülbank çekmiş ve o zamanın gereği Osmanlı Vakıflar idaresinden maaş almıştı.

Görüntüye giren tabloya göre 1954 yılından sonra Konya’da kurularak bu günlere kadar gelen “Şebi ârus” Hz. Mevlânâ’yı anma törenlerinin ağırlıklı kurucu kadrosu Yenikapılı’ydı. Bu ihtifalı yarım yüzyıl önce Yenikapılı’lar kurmuştu. Bu gün gölgesi dünyaya yayılan, sadâ’sı yeryüzünde her yönden duyulan,  Konya ihtifali ve yapılan semalar, okunan hatimler, çekilen gülbanklar, dualar, Huuu’lar  Yenikapılı’ların eseriydi.

Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Resûhi Baykara Londra’ya giderek “Colleck House” isimli bir kuruluşta sema öğretti. Bu grupta toplanan pek çok İngiliz, Mevlânâ’nın adını duyarak sema geleneğine girdiler. Haftalık toplantılar yaptılar. Bu toplantılar devam etmektedir.

Grup eskiden “Gurdjief”çiydi. Resûhi bey’e başvurarak sema öğrenmek isteyenler,  daha önce bu arzularını zamanın en saygın postnişini, Eyyüb Taşlıburun Sâdi Dergahı Şeyhi’nin oğlu, Bahâriye Mevlevîhânesi son şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’den icazetli, Mesnevîhan Mithat Baharî Beytur’a müracaat etmişlerdi. Mithat bey gençliğinde sema çıkartmıştı. Mithat bey bir yabancıya sema öğretmek için “Müslüman olması gerektiğini” ileri sürdü. Uzun görüşmeler oldu. Anlaşamadılar.

Sonradan Resûhi Baykara’ya yönelen bu istek yerine getirildi. Baykara İngilizlere aynı şartı koşmamıştı. İngiltere’ye gitti ve kadınlı erkekli semazen yetiştirdi. Yakın zamanda ilk kadın semazenler İngilizlerden çıkmıştı. Yıllar Sonra Ahmet Bican Dede’nin İstanbul’da açtığı kurslarda Şahbânû İnci isimli on üç yaşında bir kız çocuğu, babası Halit İnci ile birlikte sema çıkartmıştı.

Türkiye’de Batı müziği meraklılarının yakından bildiği bir isim vardır: Carl Orff. Bu ünlü kişi ortaçağ kilise müziklerinden derlediği pek tanınmış “Carmina Burana” isimli eserin bestekârıdır. Ben kendisini vefatından birkaç ay önce Münih’te tanıdım. O gün orada Hüseyin Fahreddin Dede’nin “Acemâşıran âyini”ni okuyacaktık. Haber almış gelmişti. Hastaydı, iki kişinin yardımı ile yürüyordu. Göz göze geldik. Bana dedi ki : “Ömür boyu bir Mevlevî müziği dinlemeyi hayal etmiştim… kısmet bu güneymiş…”

Yenikapı Mevlevîhânesi TC Vakıflar Genel müdürlüğü tarafından  yeni bir onarıma girerek 2007 yılında mükemmel bir şekilde düzenlendi. Şimdi yeni yaşamına başlayacak.

(Hazırladığımız bir kitaptan)

Denizden çıkan Semâzenler

mehmedvwf1.jpg    Â

Sultan Reşad      Â

       Â

Otuz yedinci Osmanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Reşad gençliğinden beri İstanbul Yenikapı Mevlevîhânesine bağlıydı. Şehzadeliğinde sık sık gelip Tekke'nin 19. Postnişini şeyh Osman Efendi ile görüşürdü. Mevlevîler arasında Reşad'ın onun izni ile “ism-i celâl” okuduğu rivayet edilirdi. Mevlevîlikte önemli bir ibadet şekli olan “ism-i celal” okuma geleneği ve adedi Nakşîlerde olduğu gibi Şeyh’in izni ve kontrolüne bağlıydı. Eğer bir şeyh müridine “İsmi Celâl” okuma izni verirse ve bu ilk esmanın Tâlibin  üzerinde hasıl edeceği tesiri, zamanlar içinde gözlerse, Tâlibi  yanına almış, tarikatine kabul etmiş ve onun nisbetini onaylamış demekti.

Mevlevîlikte “evrad” yoktur. İsmi Celâl evrad yerine geçer. Bu bakımdan bizce Şeyh Osman Salahaddin  Efendi’nin yoluyla geleceğin Osmanlı padişahına “Tarikat-i Aliye-yi Mevleviyye” nasip olmuştur. Bu görüşün kuşku taşımasına bence olanak yoktur. Anlatılan bazı olaylar bizi onaylayacak niteliktedir.

Son zaman **Mevlevîleri’**nin Sultan Reşad’a ait hikayeleri pek boldu. 60’lı yıllarda İstanbul’da hâlâ varlığını sürdüren eski beş Tekke’den kalma Mevlevî âileleler, Sultan Reşad’ın adı geçince toparlanır, saygı moduna geçerlerdi.  O yıllarda sanki Sultan Reşat yaşıyor gibiydi. Tarikat çevresinde pek derin izler bırakmış bu asil **Hükümdar’**a, yasaklar sonrasının boynu bükük Mevlevîleri kutsal bir varlık gibi sarılmışlar, Hakk’în izniyle onun rûhâniyetine sığınmışlardı. Sanki bir “Mevlevî evliyasıydı” Sultan Reşad…

Bir ideal olmuştu. Yarım yüzyıl önce yaşamdan kopmuş olan bu isim, hâlâ aileleri topluyor, güvende tutuyor ve geleceğe hazırlıyordu. Zorluklar O’nun adıyla göğüsleniyordu. Bir mucize olacak, Sultan geri gelecek, büyük yangından sonra Tekkeyi nasıl tamir ettiyse, yine o şekilde onararak ayağa kaldıracak, iki savaş sonrasında dağılan, çözülen, parçalanan, unutulan yaşlı geleneği ihyâ edecekti. **İstanbul’**da o zaman, eski Mevlevî neş’esi ile yaşayan, kalbinde Mevlânâ aşkı taşıyan, belleğinde imkansız da olsa bir diş ümit besleyen her evde Sultan Reşad bekleniyordu.Â

Bahariye Mevlevîhânesi son şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’nin torunu, ailenin göz bebeği Bahariyeli’lerin sevgili Destine Hala’sı uzun yıllar önce Nışantaşı’ndaki evinde bana bir hikaye anlatmıştı, Sultan Reşad'a ilgili: Sultan Reşad11 haziran 1911 tarihinde Selaniğe gitmişti. Şehirde karşılayıcılar yollara dökülmüş, her yere bayraklar asılmış, meydanlara, ana caddelere taklar kurulmuştu. Mızıkalar çalıyor**, toplar** atılıyor, Selanik önemli bir gün yaşıyordu. Sultan Reşad alışılmış ziyaretin hemen sonrasında ikindi vakti Selanik Mevlevîhânesi’ne gitti.

Pek büyük bir gurur ve sevinçle karşılandı. Başta Postnişin olmak üzere tüm dervişler ve muhibban-ı Mevlevîyye Padişahı karşılamak üzere dizildiler. O gün orada Sultanın şerefine bir âyin düzenlediler. Mukabelenin bitiminde Sultan  “Şeyh Osman Efendi’nin mukabelesi gibi rûhâniyetli, neş’eli bir mukabele oldu…” dedi. Osmanlı Devletinde altı asırlık  Mevlevî âyini o zaman Devlet protokolüne dahildi.        Â

**Sultan Reşad İstanbul’**a deniz yoluyla döndü. Bu defa limanda düzenlenen karşılama töreni pek parlak oldu. Yine her yere bayraklar asılmış taklar kurulmuştu. Rıhtımda toplanan karşılayıcıların “Padişahım çok yaşa…” sesleri bando-mızıkaya karışıyordu. İstanbul  Limanı arkalarında koca koca bayraklarla donatılmış küçüklü büyüklü teknelerle dolmuştu. Kalabalıktan denizin yüzeyi görünmüyordu.

O esnada bayraklı, flamalı, saltanat armalı, teknelerin arasında, geniş bir mavna görüldü. Bir çeşit sal’a benziyordu. Üzerinde neyzen, kudümzen ve semazenler vardı. Deniz üstünde neyzen ney üflüyor, kudümzen kudüm vuruyor, semazen sema dönüyordu…

O sırada gemide, Padişah’ın yanında bulunan ve bu olayı daha sonra anlatanlar, Sultan Reşad’ın bunu görünce yanındakilere dönerek “Çirkin…Çirkin…” dediğini naklettiler.

Derviş ruhlu Mevlevî Padişah, bir sal üzerinde Mevlevi mukabelesi yapılmasına gönlü razı olmamış, bu yolda gösterilen hafifliği sinesine sindirememişti. Aşırı taşkınlıkla kutlanan bir karşılama sırasında, Devlet protokoluna dahil olan Mevlevî âyinine yer yoktu. Âyin tekkede, türbe önünde, makam postu üzerinde dikilen şeyh huzurunda ve huşu işinde yapılırdı. Denizde, sal üstünde âyin yapmak acaba  kimin aklına gelmişti ?

Olay Mevlevîler arasında duyuldu. Müsebbibleri arandı… Bulundu mu ? bilinmez. Sultan Reşad’ın hassasiyeti ve tepkisi dilden dile dolaştı. Herkes bu olaydan kendi irfanınca bir sonuç çıkardı. 1911’in İstanbul’unda henüz “magazin basını” türememişti. İşler ciddiyetini koruyordu.  Halk Padişahına hak verdi. Denizde sema çıkaran Mevlevîleri ayıpladılar.

Aradan bunca zaman geçtikten sonra bu hikayeyi anlatan Destine Hala da denizden çıkan “sazenleri” ayıplamıştı.

Ne yazık ki bu gün artık buralarda böyle şeyleri ayıplayacak babacan kimseler kalmadı.  ( İstanbul'un beş kardeşi adıyla hazırladığımız bir kitaptan)

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  Â

Çiller Müslüman değil miydi ?

bhutto_benazir.jpg

Dost Pakistan’ın yürekli politikacısı iki kurşun, bir bombayla hayatını kaybetti. Bile bile ölüme gitti. Âdetâ: “gelin beni öldürün…” dedi. İntihar gibi bir şey. Ölüm bu ailenin geleneğiydi. Pakistan’da halkın karşısına çıkanlar politikaya başlarken ölümü göze alıyorlar… Ölümü hak etmişler. Babası da öldürülmüştü. Geleneği bozmayan kızı ise zaten ölüydü.

Bu Ülkede ölüm, politikanın devamıdır. . Hindistan’ı İngilizler' den kurtaran tarihin en ünlü siyasetçi ve vatanperveri Mahatma Gandi de bu dünyadan bir suikastçı aracılığıyle ayrılmıştı. Kızı Başbakan **İndira Gandi’**yi koruması öldürdü.

Tanrı ölenlere rahmet, kalanlara merhamet etsin…

Ölmek politikacının şanındandır. Vaktiyle Türkiye’yi on iki sene yöneten İttihad-ı Terakkî triomvirası’nın üç başkanı, süikastçı kurşunuyla terk-i hayat eylemişti. O da bir hizmet. Bir ülkeye yaşayarak da hizmet edilir, ölerek de… İyisi yaşayarak hizmet etmektir. Görevi başında ölen politikacı da şehittir.  Kalan gâzi… Er meydanında, savaş alanında ölen “Şehit” de devlete arka çıkmaya çalışırken ölen şehit değil mi ?  Politika mesleğinin kaderi bu. Tanrı şehitlerden yanadır.

Pakistanı altmış sene önce İngilizlerin desteği ile Hint Müslümanları kurdu. Pakistan kurulduğunda Hint Yarımadası’ nın  tüm Müslümanları arabalarla taşınarak bu Ülkeye doldular. Bazıları gitmek istemedi. Hindistan’da çok az Müslüman kaldı. Pakistan “bir İslam Ülkesi” olarak doğdu.

Ancak Pakistan bir türlü düzelemedi. Kuruluşunun üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen bu Devlet kendini toplayamadı. Kurumlarını geliştiremedi, kamu hayatını sağlam esaslara bağlayamadı. **Irak’**ta olduğu gibi bu yörede de idare, devamlı olarak darbelerle el değiştirdi. Her iktidara gelen, öncekini öldürerek egemen oldu.

Ben bu **Ülke’**nin son zamanda bütün macerasını izledim. Rahmetli Bhutto Hanım’ın Babası rahmetli Zülfikâr Ali Bhutto zaman zaman Türkiye’ye gelirdi, biz gazeteci olarak adamı yakından izlerdik. Uzun boylu ve yakışıklıydı. Acırdık adama, bir gün  hain bir süikastte öleceği belliydi. Hayatı uyduruk bir mahkeme sonucunda asılarak son  buldu. Â

Kızına sıra geldiğinde artık ölümlerin sona erebileceğini düşünmüştük. Yanılmışız… Bir gün müdürü ziyaret maksadı ile **Ayasofya Müzesi’**ne gitmiştim. Müştemilatın kapısına doğru yürürken Merkez binadan korkunç tavırlı, sert bakışlı, uzun boylu, çevreye telaşlı nazarlar fırlatan esrarengiz adamlar çıktı. Yeşil üniformaları ütülü ve tertemizdi, başlarındaki bere yağız delikanlılara doğrusu pek yakışıyordu.

En son model sofistike silahlar taşıyorlardı. Her an ateş etmeye hazırdılar. Tetiğe bastıkları anda mahvolabilirdik. Hasbelkader Ayasofya’nın avlusunda titreşen bizler, hazan yaprakları gibi sapır sapır dökülebilirdik. Katliamda muhteşem Mabed’in tertemiz mermerleri, diz boyu kana bulanabilirdi. **Kudüs’**te Haçlı saldırısından sonra 15 temmuz 1099 cumartesi günü  “Harem-i Şerif’te” olduğu gibi.

Bunlar kimler ? Burada ne arıyorlar ? derken içerden bayan Bhutto çıktı… Başından devamlı kayan Hint sârî kumaşından başörtüsünü düzelterek yürüdü… yanımızdan geçti. Önünde, arkasında, sağında solunda, üstünde altında her tarafında Ecyad kalesi gibi korumalarla  cem-i gafir halinde ilerliyordu. Kalabalık ağır ağır yürüyen zırhlı bir tank gibiydi. Bakakaldım… Soğuk soğuk terlemeye başladım.

Bir patlak vukuunda nereden kaçarım, diye hesaplarken gözüm kalenin ortasındaki biçâre kadına takıldı. Bu kadar silahlının ortasında nasıl da rahat yürüyordu ? Deli olmalıydı. O korkunç adamlardan biri silahını çevirip onu öldüremez miydi ? Nitekim bu olaydan az bir zaman sonra Hint Başbakanı bayan İndira Ghandi’yi koruması öldürdü. Keşke böyle şeyler aklıma gelmeseydi. Bayan Bhutto'nun kaderiyle oynamış gibiydim.

Bu ülkede kim kimi, neden öldürüyor ? belli değildir. Öldürüyor işte… Herhalde ölümden bizim gibi korkmuyorlar. Belki yaşarken de ölmüşler… Belki yaşamaktan canları sıkılıyor… Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu arayan adam” kitabında anlattığı gibi Rus halkı örneği  topluca ölmeye can atıyorlar.

Bayan Bhutto öldü. Şimdi bir süre sonra bu aileden bir başka hanım veya bey çıkacak “Ben Bhutto’ların devamıyım, beni de öldürün” diyecek onu da öldürecekler. Kim ne kazanacak…? Pakistan müreffeh olacak mı ? Halkına güven sağlayacak mı ? Hukuk ve İktisadı yerine oturacak mı ? Hür ve şerefli ülkeler arasına gururla katılacak mı ?  Â

Bu ülkede “İslamcı, terörist, anarşist, şeytan ruhlu, muzır, tahtakurusu gibi ölmeye hazır” olarak anılan rejim karşıtlarına, hayat hakkı tanınacak mı ? Yoksa bu Ülke, ortaklıkları Batı’nın ve **ABD’**nin bilmem hangi şer odaklarına kadar uzanan **gizli sahipleri’**nin hain ve kanlı  emellerine kurban olacak mı ?  Â

Bir konu daha var: Batı basınından tercüme Türk Medyası, müteveffa bayan Bhutto için “İslam ülkelerinin ilk kadın başbakanı” diyor… Anlamadım… Ne demek ? Bu memlekette eski başbakanlardan bayan Tansu Çiller Müslüman değil miydi ? Bu ülke bir “Müslüman ülkesi” değil mi ? nasıl olur da, bayan Benazir Bhutto, dünyada ilk Müslüman başbakan olur ? Rejim dolayısıyle diyeceklerse bu da laf değil.

Bînâzir: eşi yok” sözcüğünü  İngilizce’ye çevirirken “Benazir yapan Batı basını, bu ismin Türk haber diline “Benazir” olarak girmesinden de sorumludur. Vaktiye biz basında, yıllarca Endonezya Devlet başkanı, Müslüman Ahmet Şükrânî’yi,  Batı’nın bize ezberlettiği biçimde “Sokarno” olarak yazmıştık. Cezayirli “Ebu Meyden: Medyen'in sülalesi tanımını  da  Fransızca’dan tercüme “ Bumedyen” olarak söylediğimiz gibi… Basın daha bayan **Bhutto’**nun adını belleyemedi… Haberlerini nasıl doğru dürüst verecek ? Şaşmak gerekir.

Rahmet olsun. İnşallah bu son olsun…

Aşk, Mâşuk, Aşk.

dscf0418.JPG

Gözün aç var mı ey gâfil cihanda olmayan âşık. Kuruldu aşk ile âlem, zemîn ü âsümân âşık. Nedir bu hâl-i hayretbahş, pir âşık cüvan âşık. Kim âşıkdır, kime âşık, niçin eyler figân, âşık. Hüdâ âşık, resûl âşık, bütün kevn ü mekân âşık.

Ç___ocuk bâziçenin, dil dilberin aşkı ile Sûzân._ Neden bilmem neden, bu sırr-ı âşkı bilmiyor insan. Neden bilmem neden, bu hâleti derk etmiyor iz'ân. Bakılsa âleme söyler lisân-ı hâl ile her an. Hüdâ âşık, resûl âşık, bütün kevn ü mekân âşık

Kimi ağlar, kimi inler, kimi handân olur her bâr. Kimi zevk u sürur içre, kimi dil-haste vü nâçâr. Cihanda âşk eder bak, türlü türlü kendini izhâr. Nedir bu râzi, gerçi bilmem amma eylerem ikrâr. Hüdâ âşık, resûl âşık, bütün kevn ü mekân âşık.

Nedir bu hal-i müphem, âteş-i aşkı yakan kimdir. Dil-i divâneyi zincir-i aşka bağlayan kimdir. Gülen kim, güldüren kim, ağlayan kim, ağlatan kimdir. Kim âşıktır Îlahi âşıka,  ma 'şûk olan kimdir Hüdâ aşık, resûl âşık, bütün kevn ü mekân âşık

T_____ecelli eyleyince hubb-ı zâtı vech-i âdemde. Şu'ûnât-ı cihan, geldi vücûda hepsi bir demde. Nihan olmuşken ey BAKİ  nevâ-yı aşk nâlemde. Acep mi ben dahi da'vâ-yı aşk etsem bu âlemde. Hüda âşık, resûl âşık, bütün kevn ü mekân âşık._

Yenikapı Mevlevîhânesi son Şeyhi                         Abdülb__âki Baykara (1883-1935)

Dünyayı hiçe satanlar

mev.jpg

Nâmûsu câhı çaha atan Mevlevîleriz

Dünyâ-yi dûnu hiçe satan Mevlevîleriz

Deh rûze kâr ü bârını dehrin hebâ kılıp      Peygûle-i fenâda yatan Mevlevîleriz

Ârâmımız semâ iledir rûzgarda      Girdab-ı bahri aşka batan Mevlevîleriz

Telhî-i fâka etmek için nefsimiz helâk      Hân-ı vücûda zehr katan Mevlevîleriz

Biz ey NESİP devlet-i Mollâ-yi Rûmda       Dünyâ-yi dûnu hiçe satan Mevlevîleriz

Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi

Seyyid Yusuf Nesip Dede

18. Yüzyıl başı

Ne Olursan ol

whirlingdervish.jpg                          Â

Vaktiyle Mevlevî tekkelerini kapatan Devletin zirvesi “Ne olursan ol gel…” deyince hepsi birden Mevlânâ’ya koşmuşlar… Tören mangası olup sıra sıra gösteri salonunda yerlerini almışlar. Ne olduklarını kendileri biliyor, ama yine de kısa yoldan bir kere daha öğrenmeye Hz. Pir’e sığınmışlar.

Mevlânâ sağlığında bunlara yüz vermemişti. O sırada yıkılmakta olan **Anadolu Selçuk Devleti’**nin son baş veziri Muiniddin Pervâne’nin yüzüne bakmamıştı. Vezir Pervâne ağlaya sızlaya Pir kapısına geldiğinde Mevlânâ medresenin başka tarafına geçmişti.

Uhrevî saltanatın yüce sultanlarının  Dünya saltanatının cüce umerâsı ile ne işleri var ?

Mevlânâ Muiniddin Pervane’yi gördüğü zaman neden başını çeviriyordu ? Bana kalırsa  Devletin kuruluşunda en büyük çileyi çeken “Türkmenleri” darılttığı için… Aynı şimdiki Devletin bir “laik” lafı tutturarak Müslümanları darıltması gibi…

Ben küçükken rahmetli babam bana bir şiir ezberletmişti. Doktor babamın sınıf arkadaşları eve geldiğinde beni masanın üzerine çıkarır o şiiri okuttururdu. “Gülhâne” ‘nın eski öğrencileri hep gülüşür, eğlenirlerdi… Şiirin çok az bir bölümü  aklımda kalmış :

 “Ne Budha’lar Brahma'lar,    Ne Muhammed ne de İsa.    **Bize el uzatmadılar…”**Â

Sanırım bu şiir o devrin gözde şairi İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nundur. Türk İstiklal savaşında hiçbir yerden yardım almadığımızı ve yalnız kaldığımızı şair hayalleri ile anlatıyordu. Aradan uzun yıllar geçti, sonra bir başka gözde şair Behçet Kemal Çağlar, 50’lı yılların sonunda Harbiye’deki **İstanbul Radyosu’**nun üst katındaki odasında, bana “Muhammedin ne azgın olduğunu ben bilirim…” demişti. Eve gelip ağlamıştım…

Bu günlerde artık peygamber düşmanı şairler aramızda yaşamıyor… Varsa da ben duymadım. Ama yüreğim küçüklükten yanıktır. Bu devletin bir büyüğü ile aynı sokaktan yürüyüp Mevlânâ’yı ziyarete gitmem ben... Başka yerden giderim. Devletime saygım sonsuz… Şarkın en kabadayı ulemasından İmamı Gazali’nin değimi ile “Devletsiz ve kanunsuz kalan insan topluluklarının daimi çatışmalarla birbirlerini yok ettiklerini” de bilirim. Lâkin muhteremlerin Mevlevî tekkelerini kapatıp yerine Opera açmalarını anlamaya asla gücüm yetmiyor.

Sırada “gel gel…” şiirinin üzerindeki kuşku var… Efendiler, bu şiir Mevlânâ’nın  olamaz… Zaten büyük araştırmacı rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı, o şiirin Mevlânâ’ya değil, Yusuf KâşÃ¢nî isimli bir başkasına ait olduğunu söylerdi… Ben ise kesin inanıyorum ki bu sözler Mevlânâ’nın ruhuna aykırıdır. Öncelikle din terbiyesine ve etiğine aykırıdır. “ Tövbesini bin kere bozan adam” hangi dinin malı olabilir ki ? Diyelim ki öyle olsun… Adam bir kerre daha tevbe etti, Pir’in Dergâhına sığındı. Lâkin son tevbe’nin de bozulmayacağını kim garanti ediyor…?  Â

Ayrıca Mevlânâ’ya yakıştırılan bu şiirin bir satırında “ Dergehi ma dergehi nevmidi nist” cümlesi var. Bu cümle “Benim dergahım ümitsizlik dergâhı değildir” anlamını taşıyor. “ Bu ne demektir ? Bunun “mefhum u muhalifinden” diğer dergahlar “ümitsizlik” dergahıdır, anlamı çıkıyor. Buna Fahri Kâinat efendimizin dergahı da dahil mi ? Hadi canım sende…

Pir olan âdem böyle şey söyler mi ? Bu lafları kim uydurmuşsa bu çağın insanı için uydurmuş… Zamanın devâsız  dertlerine  reçete yazmış. Bir kağıda kaydedip yarım bardak suya atıp içmeli, iyi gelir… Ruha ferahlık verir.

Sen “Ne olursan ol, ne istersen onu ol…” Beni bırak, yeter ki beni kendine uydurma.

Karnaval görüntülü Şebi arûs

436961-medium.jpg

Türkiye’de altı yüz yıl süren  Mevlevîlik, **Osmanlı’**nın son, Cumhuriyetin ilk yüz yılında laikliğe çarparak sahneden silindikten sonra turistik gaye ile yeniden geri dönüp hayatımızın içine girdi ya, biz bu hasenâtı aslına uydurmak için elli yıl uğraştık.

Tam mesafe aldık derken ortaya şimdi de bir  “şov” görüntüsü çıktı. Işıklı, dumanlı**, sahte** bulutlu**, lazerli,** dönme dolaplı**, fırıldaklı** şovlarla Mevlânâ ve Mevlevîlik anıyoruz. Teknolojik patlamanın doruğunda yaşayan devrin işgüzar adamları, İstanbul Boğaz köprüsünden ışık çağlayanları akıtırken, Hz. Mevlana’nın türbesi üzerinden nerede ise uzaya füze fırlatacaklar

Bu yersiz hengâme Hz. Pir’i nasıl anlatır ? bilemiyorum ama bana hiçbir şey söylemiyor. Büyük tarih bilgini Ahmet Cevdet Paşa’nın tesbiti ile her çağın dilini konuşan Mevlânâ ve Mevlevîliği, bu çağın akıllıları şimdi böylesi uydurma bir dille konuşturma sevdasına düştüler. Kendi ölçülerinde başarılarını o ışık tayfları gibi göklere çıkarıyorlar. Gören manzaraya bayılıyor...

Yıllar önce Konya’da bir Şebi arus kutlamasında bir sivri zekâlı, Hz. Pir’in ünlü resmini kocaman bir bezin üzerine boyayıp balonla gökyüzüne uçurmuştu. Üzerine çevrilen güçlü ışıkların altında resim, rüzgarda dalgalanıp duruyordu. Gecenin karanlığında Konya semaları hayaletler şatosuna dönmüştü. Herkes bu görüntüye hayrandı… Bir kişi hariç: Rahmetli tasavvuf ve gönül adamı mimar Ekrem Hakkı Ayverdi. Ekrem bey İstanbullu’ların kaldığı **Şahin Oteli’**ne geldi ve salonun ortasında  yüksek sesle : “Burası Nis karnavalı mı ? nedir bu rezalet” diye bağırdı. Konunun ciddiyeti ve ağırlığı karşısında ilgililerin hafifliği, Ekrem bey’i çileden çıkarmıştı… Az sonra Konya Valiliği emir verdi, on dakika içinde ışıklar söndürüldü. Yarım saat sonra uydurma portre yere indirildi, balonlar patlatıldı. İş bitti.Â

O zaman yapılanlar, Mevlâna’nın 800. doğum yılı dolayısıyle şimdi yapılanların yanında yılbaşı maytabı gibi kalır. Ne yazık ki artık dünyamızda Ekrem Hakkı Ayverdi gibi, bir bid’ati on dakikada ortadan kaldırtacak güçlü insanlar yaşamıyor. Ayrıca şimdiki Mevlânâ hayranları onu bir karnaval papazına benzetmekten hiç utanç duymuyorlar. Konya’daki kutlamalar “Nis” karnavalı değil, Brezilya “faşingini” dahi gölgede bıraktı.   Â

Biz işimize yine kaldığı yerden devam ediyoruz. “Şov”lar dünyasını “şovmen”lere  bırakarak yolumuzu izlemeyi yeğliyoruz. “İslam dini” çıkışlı  “bir yaşam biçimi” olan Mevlevîliğin denenmiş geleneklerini yaşatmaya çaba harcıyor ve bu muhteşem erenler ocağını**, evliyalar** bucağını, aşıklar durağını**, dervişler** süreğini,  yaşamın yeni icapları ile süslemeye çalışıyoruz. Çağın ona bir şeyler katmasını ve onun da çağa yenilikler sunmasını bekliyoruz.

Mevleviliğin, tarihlerde isim yapmış dergahları bir bir onarılarak yaşama yeniden gözlerini açıyorlar. Bu dergahlar, yüz yıla yakın bir zaman önce uykuya yatmasalardı, acaba bu gün hangi noktaya ulaşırlardı ?  Sorulacak en önemli soru bu… Aradaki zaman kaybını şimdi nasıl kapatmalı… ? Binaları düzelttik, içine ne koyacağız ?

Mevlevî’lerin, şimdi kullanılan tarihle 17 aralığa rastlayan “Pir”in vefat gecesine “Hakk’a vuslât” anlamında “düğün gecesi: Şebi arûs” dediklerini bilmeyen kalmadı… Ancak bu geleneğin şeklini kimse bilmiyor. Eskiden Mevlevî tekkelerinde Şebi arûs’ta düzenli “Mevlevî mukabelesi” yapılmaz, serazat, serbest bir eğlence gecesi düzenlenirmiş, naat ve ilahiler okunur, isteyen kayda tabî olmadan istediği zaman kalkar sema eder sonra yerine otururmuş, yemişler, çerezler yenir**, çaylar** içilir ezana doğru toplantı bitermiş.

Buna “ayn–i cem “ diyorlar. 1925’te tekkeler kapandıktan sonra evlerde devam etmiş. Ben sonuna yetiştim. Bunun bir örneğini, ilk defa, yıllar önce Çelebi Efendinin annesi İzzet Yenge’nin evinde gördüm. Sonra Bahariye’nin son şeyhi Selman Tüzün’ün Beşiktaş’taki evinde ve Yenikapı’nın son şeyhi Bâki efendinin oğlu Resûhî Baykara’nın Nışan taşındaki evinde yaşadım. Bu toplantılar pek güzel olurdu. Üsküdar’daki Özbekler Dergâhında da yıllarca yapıldı. Rahmetli Ahmet Ertegün’ün baba yadigarı bu mümtaz Dergâha Amerikan usûlü el koymasından sonra bilmem son yıllarda ne oluyor ? Â

Şimdi biz bu geleneği 17 aralık Pazartesi akşamı Sapanca’daki evimizde “Sakarya İhvanı” ile yaşatacağız. Daha önce yaptığımız benzer toplantıları geliştireceğiz. Tire Mevlevî şeyhi Hayrullah Efendi’den kalma postu ortaya sereceğiz.  Natı Mevlânâ ve “şemi” okuyacağız. Semazen varsa sema edecekler. Ben şeyh baba olup posta oturacağım. Post duası yapacağım. Hanımlar helva kavuracaklar. Rahmetli İzzet Yenge’nin eskiden her yıl Konya’da Süleyman Dede'ye para verip yaptırdığı gibi Helvayı bir tepsinin üzerine Keops Piramidi gibi döküp üzerine çepeçevre kırmız nar tanesi dizeceğiz, en üstüne de tek bir ayva koyacağız… Helvaya yetişemeyen olursa ona da o ayvayı ikram edeceğiz… Helvayı yiyemeyen ayvayı yiyecek. Bir dost iki sandık mandalina alacak, bir diğeri nereden bulacaksa bir “kış karpuzu” bulacak. Onu da dualarla gülbanklarla keseceğiz.

Şebi arûs’un ünlü karpuz geleneği Cenabı Pir’den kalma. Hazret vefatına yakın ateşler içinde kıvranırken canı karpuz istemiş. Konya’da bulup buluşturup getirmişler, birkaç yudum tatmış, bu yüzden Mevlevî’ler Şebi arûs’ta karpuz yerler.

Buyurun bekleriz ev kaç kişi alırsa… Yemiş, çerez getirmeyi unutmayın. Ona “yaprak niyazı” derler. Bir yere giderken bir Mevlevî, gücü yetmese de hiçbir şey götüremese, sokaktaki bir ağaçtan bir “yaprak” koparır hediye yerine onu götürür. “Yaprak Niyazı” işte o… Selam ederim.

Rezalet ses yarışmasında

crow152da66ut8.jpg

Hoca geçen hafta İstanbul’da konser verdi. Gaaaak. Biz **Fazilet’**le ağaçtan ağaca konarak konserin verileceği yeri aradık. Uzun süre Taksim Beyoğlu dolaştık. Parmakkapı’da Ağa Cami’inin çatısına konmuş kargalara sorduk… Gaaak guuk. Tarif ettiler, yine bulamadık, sonunda İstanbul trafiğinde kaza geçirip topal kalmış bir karga bize yol gösterdi. Gurk guruk. Güç bela Fransız Konsolosluk bahçesine ulaştık. Bir pencerenin yanına konduk… Fazilet dedi ki:

–Burası  Fransız toprağı bizden vize istemesinler ?  Benden önce topal karga konuştu:

–Korkmayın istemezler,  bir ara isteyecek oldular, sonra bunların parası yoktur diye vaz geçtiler…

Pencereden içeri baktık, Hoca müzisyen arkadaşları ile sahnede prova yapıyor… Gaaak. Gurk. Karşısında Hakikat hanım oturuyor. Yanında onları yeni arabasıyla **Sapanca’**dan getiren emlakçı Mustafa Bilgin. Hoca dedi ki:

Mustafa emlakçılıktan çalgıcılığa terfi etti. Bundan sonra ev satarken ney üfleyecek…

Hoca konsere çıktığı saatlerde oldukça sıkıntılıydı. Fransızlarla günlerdir boğuşmuş, bir türlü müzisyenlerin kaşesini imzalı kağıtların arasından çekip çıkaramamıştı. Gaaak. Gurk. Hiç böyle bir gelmemişti adamın başına, gark. Ne zaman konser düzenlese kendisine eşlik eden san’atçıların alın teri hakkını önceden öder, herkesi rahatlatır, sahneye öyle çıkarırdı, bu defa başaramadı… Bütün çabaları boşa gitti… Buna rağmen programda çok önemli bir aksama olmadı. Herşey düzgündü.

Hoca kafasında önceden tasarladığı düzeni rahatlıkla sonuna kadar götürdü, bir buçuk saat çaldı söyledi, neyzen Volkan, tanburî Alper, Kanunî Hakan da ona tam uyum sağladılar. İstemediği, beğenmediği hiç bir şey yapmadılar, istediklerini de hemen yerine getirdiler. Gaaark. Ben müzikten anlamam **Fazilet’**e sordum: –Nasıl oldu…? Dedim. –Çok iyi dedi… Fazilet sonradan hoca ile konuştu gaaak. Gurk. Hoca ona demiş ki :

–Salondan  sorun çıkmadı, her yer doluydu… Ses ve ışık iyiydi. Ben tanıyan çok kişi gelip ön sıralarda yerini almıştı, bizim evin eskisi Meb’us Ahmet Tan bile Ankara’dan gelmişti, kırk dört yıl önce Edremit 57. Alay’da askerliği beraber yaptığımız Bekir ve Ergül de oradaydı. Semazen Şahin Şair bana su getirdi, Fatih Söğütlü suyu sahneye uzattı. Kağıttan bardağın üzerinde  coca cola yazısını görünce espriyi kaçırmadım, bardağı havaya kaldırdım ve –Gördünüz mu ? Bakın, bu bir reklamdır…dedim. Herkes gülüştü. Bir saatin sonunda sesimin yorulduğunu fark ettim. –Artık gideyim dedim, bırakmadılar, birkaç parça daha söylettiler…

Hoca bu konserde artık yorulduğunu anladı gaaaak. Guuuk. Ihı…ıhı70 yaşında adam, kırk yıldır halkın önüne çıkıyor, daha yorulmasın mı ? Ben bile dayanamam.

–Fazilet  sen dayanabilir misin ?

–Kargalara böyle şeyler sorulmaz bilmiyor musun ?

–Ben sorarım…

–Sorarsan ayvayı yersin, O adam; sen kargasın gaaaak. Gurk. O bir hamlede yüzlerce şiiri namesiyle beraber arka arka sıralamayı yarım yüz yıl önce öğrendi, sen daha babanın karnında sübye, ananın yumurtasında takırtıyken o tekkelerde geziyordu. Gaaak. Gurk. Tısss. Sahneye çıkmayı talihsizlik sayıyor, kötü kaderinden biliyor. Guuuurk. O, garipler yurdunda**, ahîler** sofrasında**, dervişler** ocağında, şeyhler eşiğinde dolaşmayı seviyor… Yıkık tekkelerde, harap mabetlerde eski zamanlardan kalma nurlu yaşam kırıntıları arıyor. İnsanlar adamı saatlerce durmadan, dinlenmeden dinliyorlar, sen ağzını açsan herkes kaçacak delik arıyor… Gaaark Gurk.

–Ben ilahî söylesem kimse dinlemez mi ?

–Dinleyen çıkar, ses yarışmasına gir, kargaların da meraklısı var…

–Dur,  söyliyeyim de dinle…

–Aman Rezalet sus, Hoca duyacak…

Sırrın sırrı çözülemiyor

4575269.jpgÂ

İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin en ünlü çalışması Mona Lisa’nın sırrı çözüldü. Da Vinci’nin paha biçilmez başyapıtları üzerinde araştırmalar yürüten sanat ekspertleri, ressamın ‘Mona Lisa’ ve ‘Bakire ve Çocuk’ tablolarından aynaya yansıyan gizemli yüzleri ve şekilleri keşfetti.1452- 1519 yılları arasında yaşayan Da Vinci, 1490-1495 yıllarında çalışmalarını ve çizimlerini aynada göründüğü gibi deftere kaydetme alışkanlığı geliştirdi. Bu şekilde kişisel düşünceleri sadece yansıma sırasında okunabiliyordu”

Bundan ne anladınız ? Ben bir şey anlayamadım. Haberi defalarca okudum, sırrına vâkıf olamadım “Monaliza’nın sırrı çözüldü” haberinin “sırrı” çözülemedi.

Ortada bir “ayna” hikayesi, bir de şekillerin aynaya “yansıması” var. Sonra bunların deftere yazılması sonunda “kişisel düşünceler” var. Hangi şekil, hangi aynaya nasıl yansımış ? Bu yansımayı artist nasıl boyamış… Hiçbir şey anlaşılmıyor. Bu haberi yazan acaba tekrar okudu mu ? Haber bir “sır” Çözene aşk olsun. Çözülen ne, çözülecek olan ne ? bu ne biçim bir “muama” dır ? Hani halk san’atçıları konser verdikleri yere, üzerinde “muamma” yazan bi karton kutu asıp “muamma” yı çözmeye çalışırlar, onu  gibi. Gazete başımızın üzerine “Monalizalı bir muamma” astı, çözebilirsen çöz…"Kişisel düşünceler" de yetmiyor.

Bu haberin kasden anlaşılmaz olduğunu düşünüyorum. Yabancı ajanslardan Haberin orijinalini buldum. İngilizce ve Fransızcasını uzun uzun inceledim, yine bir şey anlamadım. Bir Almanca bilene Almancasını okuttum, o da okudu okudu bir şey anlamadı…

Bence olay şu:  Monaliza’nin sahibi olan Paris’teki Louvr müzesi, yaşadığımız dünyada Fransız kültürünün, Anglo-sakson tabanlı Amerikan kültürü ile rekabet edemeyip baş aşağı gitmesinden rahatsız. Louvr müzesinin ziyaretçi sayısındaki düşmeden tedirgin. Bu müzenin en pahalı yapıtının devamlı gündemde kalması için Müze bir “Piar” şirketi ile gizlice anlaştı. Piarcılar şu anda reklamcılarla yarışmalı, en gizli işler çeviren, en inanılmaz haberler üreten en şeytan ruhlu çağdaş manipülacılar. Neyin nasıl duyurulacağını ? Neyin nasıl gündemde tutulacağını? Neyin  ne çeşit beyin taramaları ile akıl piyasasına sürüleceğini reklamcılardan ileri biliyorlar. Kasden anlaşılmaz haberler üretiyorlar.  Batılı'lar “anlamadıkları” şeylerden müthiş sıkıntı duyar, krizlere girerler. Sufizmle ilgilenmeleri de bu yüzden. Bir şeyi anlayınca da peşini bırakırlar**. İtalyan** ve İspanyollar dahil tüm  “Latin” kökenliler yaklaşık aynı karakteri taşır.  Â

“Monaliza”  bu açıdan piarcılar için inanılmaz bir kaynak, tükenmez bir hazine, sonu gelmez bir maden, dibine ulaşılmaz bir kuyu, altın yumurtlayan tavuktur.  Dört yüz yıldan beri üzerinde durulan, her yönü ile ilgi çeken,  gerçekten insanoğlu’nun başının üzerine asılmış bir “muamma”dır. Bir belâdır. Kullan kullanabildiğin kadar.

Monaliza” nın **Türkiye’**deki örneği İstanbul’daki. “Çemberlitaş” tır. Bu taş şimdilik yerli Piarcı’ların  ilgi alanında, yakında uluslararası piyasaya düşer… Herkes bu taşın  altında Hz. İsa Ruhullah aleyhisselamın çorba kasesini, Meryem anamızın ipekli başörtüsünü aramaya İstanbul’a yollanır. Eski Başkentte turizm şenlenir. İnsanlar Kostantin’in askerlik dehâsını öğrenir, Fatih’in bu taşı neden kaldırmadığını ? sorgular. En sonunda yanından geçen şehir trenlerinin taşı salladığından bahsedilir, bütün bunlara sıra gelmesi yakındır.

Paris’in “Monaliza”sı İstanbul’un “Çemberli Taşı” acaba insanlara yaşadıkları fecaat asrının pisliklerini unutturabilir mi ? Asıl “sır” ve çözülmesi gereken “şifre” bu noktada yatıyor. Hoşça kalınız.