İlâhilerle Kırk Yıl

dsc00078.JPGdsc00109.JPG      Â

Bu gün 6 nisan 2008 Pazar. Sabah saatlerinde Hakikat hanımın yaris’î ile Sapanca’dan yola çıktık. Yarın İstanbul’da konser var. Cemal Reşit Rey Konser salonunda Kutsi Erguner ve Nezih Uzel, bermutad iki kişi... Kutsi ney üfleyecek, ben bendir vurup ilahi okuyacağım. Halk adam başı on iki lira verip dinleyecek. Bu gece İstanbul’da kalacağız. Kutsi akşama Paris’ten gelecek. Bu konser için aylar öncesinden karar verildi.

Aslında adı geçen konseri, geçen yıl yapacaktık. Yine bir arıza oldu. Ben o konseri tek başıma yaptım. Bunun üzerine, üzerimize çöken ağırlığı kaldırmak için, haydi bir konser daha yapalım, son olsun, dedik yola koyulduk. Adını da “ilahilerle kırk yıl” koyduk. Kutsi ona bir de “Tekke’den sahneye” diye bir başlık ekledi, ben uzun başlıkları sevmiyorum, böyle şeyler hep üç kelime olmalı, bizim yazıları okuyanlar fark etmiştir, makale ve kitap başlıkları birkaç yıldan beri hep üç kelime, Konserlerin adı da öyle olsun dedim. Olmadı. Neyse… iyi olur inşallah. Biraz daha zaman var.

dsc00073.JPGdsc00081.JPG

Bu konsere “kırk yıl” adını takmamın nedeni var. **Kutsi’**nin babası, TRT İstanbul Radyosu Türk San’at Müziği Şube Müdürü Ulvi Ergunermucip” göstererek 1967’de beni TRT’ye aldırdığında kadromu “kudümzen” olarak çıkartmıştı. Ben 1967 yılında TRT’ye “kudümzen” olarak girdim. O yıllarda TRT’de “Mevlevi Âyini” çalmak yasak değil ama ilahiler yasaktı. Ulvi Erguner bu yasağı delmeye çalışıyordu. Beni o yüzden TRT’ye aldırdı.

Bir savaşın içine girdik. Ertesi yıl ben Cağaloğlu’nda Milliyetçiler derneğinde bir grup genç insanı çalıştırarak Şehzadebaşı’nda Gündeş Sineması’nda Türkiye’nin ilk ilahi konserini yaptım. Ortaya çıkıp şef oldum. Çok utandım. Hayatta bir daha çalgıcıların karşısına geçip el kol sallayarak şeflik yapmadım. Bir âşık müziği olan Türk Musikisinde şeflik yapmak utanç vericidir. Kutsi ilk defa o konserde ney üfledi. Yıl 1968. Aradan tam kırk yıl geçti.

Hakikat hanımla İstanbul’a vardığımızda Kutsi Erguner bizden önce gelmişti. Yerlerimizi bulduk, eşyalarımızı yaydık, üç gün burada kalacağız. Sonrası Allah kerim. Öğleden sonra Kutsi bey ney kutusunu alıp odaya geldi. Ufak bir prova yapacağız. Prova falan değil de, ne çalacağımızı az çok belirlemek gibi. Aslında biz hiç prova yapmayız, bu bir müzikli şiirdir. Müzikle şiir okumadır. Halkın karşısına geçer makam ve uyum gözederek çalıp söyleriz. Prova müzisyenlere mahsus.

Benim hiç müzisyen olmak hayatta aklıma gelmedi. Kutsi olmuş. Ben çalışmadım, uğraşmadım, beceremedim. Müziği kağıt üzerinde görmeye hiç tahammülüm olmadı. O yüzden ne nota öğrendim, ne usül, ne makam, ne nazariyat… Ben müzikte ebleh bir adamım, ağustos böcekleri gibi. Ancak siz müzik  öğrenmek istiyorsanız asla bu sözlere uymayın. Bu bahsi unutun.

Bu gün 7 nisan pazartesi, akşama konser var. Erkence salona gittik. Burası şehrin en büyük konser salonu, dolduğunda 700 kişi alıyor. Adı: Cemal Reşit Rey. O ünlü bir bestekârdı, ben sağlığında tanımıştım. Bir neslin yıllarca dinlediği “lüks hayat” operası O’nudur. Bu eser sadece  bir müzik parçası değil, toplumumuzun sosyal bir tablosudur. Bu yüzden sevilmişti.

Konser fena olmadı. Bir buçuk saat aralıksız sürdü. Kutsi Erguner’in uzun bir uşşak taksimi ile işe başladık. İlk okuduğum Ali Şirüganî’nin “Sıvadan kalbini pâk et” adlı anıt eseriydi. Bestekârın elimize ulaşmış yüzlerce ilâhisi vardır. Dört yüz yıl önce yaşamış bu değerli insanın, **Türk Dini Musikisi’**ne o çağda yaptığı eşi bulunmayan hizmet, ind’ Allah’ta Allahüâlem makbul olmuştur. Bu alanda öyle bir insan, bir daha yeryüzüne gelmemiştir.

İkinci eser Hacı Bayram Veli Hz’nin “N’oldu bu Gönlüm…” üydü. Beste Kutsi’nin dedesi Süleyman Erguner’indir… Daha sonra neler okuduk, neler üfledik, bilmiyorum. Kayıtlardan bulunabilir. Ama salonda altı yüze yakın bir insan kütlesinin taş kesildiğini gördüm. Kimse bu konserin sonuna kadar yerinden kımıldamamıştı. Tanrı onlardan razı olsun.

Bu bir konser değil bir “ruhlar randevusuydu” Kim nerden gelip nerede buluştu ? Bu buluşmayı sağlayan kimdi ? Bu birliğin sırrı nedir ?  Ben bilmiyorum**. Bilen varsa** söylesin. Şimdi yine Sapanca’dayız. Gelecek randevunun hasretiyle…

Ne olur, uzaklara gitmeyin.

Yeni Bebekler doğacak

bebek11.jpg

Olur dedi ki:

–Bu Parti kapanır… Olmaz dedi ki:

Kapanmaz

–Neden kapanmaz ?

–Kapanırsa  yenisi açılır onun için…

–Onu da kaparlar

–Gene yenisi açılır…

Olmaz, sen işleri iyice karıştırdın, sen benim ne dediğimi anlıyor musun ?  Bu Parti garden parti değil, siyasî parti… Neyi açıp kapıyorsun sen…?

–Ben sana garden parti mi dedim ? Salla parti… o yüzden salla salla gider-gelir…Hem gider, hem gelir.

Olurla olmaz bu minval üzre caddede giderken karşıdan bir Savcı göründü… Sırmalı, kordonlu… Pek süslü, pek yakışıklı, uzun boylu, esmer, çatık kaşlı, kartal bakışlı… Yürüdü yürüdü asil tavırlarla yanlarından geçti, yüzlerine bakmadı… Hep geriye bakıyordu… Kimse yoktu yanında, önünde, arkasında.  Gölgesi bile gelmiyordu peşinden.  Olur dedi ki:

–Bak  Savcı geliyor…

–O  savcı değil…

–Ya ne ?

Avcı

–Ne avlıyor ? –Keklik

–Ya…

–Çok konuşma, seni de avlar, koyar tavaya, atar havaya

–Pekiyi, ya % 47

–Oy çokluğu kaliteyi göstermez…

–Ya neyi gösterir ?

–Ütopik Demokrasiyi.

–O da ne ?

–Yeni  çıktı, yakında anlarsın.

Olmaz’ın bu gün neş’esi yoktu… Olur’a fazla yüklenmedi… Olur ağır bastı. Aslında  Olur her zaman pratiktir çözümcüdür. Olmaz teorik baskıcı. Bazen de rolleri değişirler. Ne zaman ? nasıl ? neden değişirler ? bilinmez…O yüzden Olur’la Olmaz’ olmuşlar.  Ama her zaman birbirlerine terstirler. Terslikte anlaşmış, çarpıklıkta birleşmiş, yamuklukta  mutlu olmuşlardır. Bu onların ortak noktasıdır. Bu durum eşyanın tabiyatına uygun, doğanın sırrına yakındır. Siz  işlerin gidişatına bakın.

Olur’la olmaz terslik  kurallarından doğmuşlardır, her ikisinin de anası da, babası da birbirine terstir. Biri uzun biri kısa. Biri koca kafalı lahana, biri ince uzun prasa...Bunların sülalesi bozuk. Birbirlerine aykırı doğdular, biri camdan çıktı, biri dam’dan. Biri hocadan çıktı, öbürü kocadan. her ikisi de çıktı bacadan. Biri kaçaktan, geldi, diğeri saçaktan. Biri homurdanarak doğdu, öbürü mırıldanarak. Biri ağladı, öbürü yosun bağladı. Olur’u mektebe verdiler **Olmaz’**ı çayıra saldılar. Olur okudu malın gözü oldu, Olmaz yabanda gezdi, şeytanın özü oldu.

Dinleyin şimdi bakın, neler olacak, Olur Olmaz'dan sorulacak, Olmaz Olur'dan yorulacak. Olur’un kanı Olmaz’dan akacak. Olmaz’ın canı Olur’dan çıkacak. Mahallede kıyamet kopacak, komşular bundan rahatsız olacak. Olmaz gidecek, Olur kalacak, her ikisi de gelecek yıl tarih olacak… Sonra yeni bebekler doğacak Kalın sağlıcakla…

Borcunuzu Ödemeden gitmeyin

311.jpgTunalı Hilmi Bey

Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesi var. Neden bu caddeye bu ismi vermişler ? Merak eder dururdum. **Türkiye’**de şu sırada “Anayasa” konuşulurken kader beni, ölümünden 85 yıl sonra bu önemli zatla tanıştırdı.

I.Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Bolu milletvekili  olan **Tunalı Hilmi bey Sakarya Savaşı’**nın devam ettiği günlerde Meclis’te şöyle bir konuşma yapıyor:

Arkadaşlar ! Bu Meclis'in görev süresi daha önce Sakarya Savaşı’nın kazanılması şartına bağlanmıştı. Savaş’tan iyi haberler geliyor, ola ki, şu günlerde zaferi kazanabiliriz. O zaman hepiniz evlerinize döneceksiniz, ancak unutmayın ki, maaşlarınızı bu ay peşin aldınız, meclis kasasına 1500 lira borcunuz kalacak… ödemeden gitmeyin. "

Tunalı Hilmi bey’in hayat hikayesi şöyle:

_“28 Ağustos 1871'de Eskicuma'da doğdu. Jön Türk ve Türkçülük Hareketlerinin önde gelen adlarındandır. Fatih Askeri Rüşdiyesi'ni bitirdi. Kuleli Askeri İdadisi öğrencisiyken Teşvik adlı gizli bir haftalık dergi çıkardığı için tutuklandı. Daha sonra girdiği Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de "Gizli Mektepliler" adlı bir örgüt kurdu. Ekim 1895'te, son sınıf öğrencisiyken Avrupa'ya kaçarak Cenevre'ye yerleşti. Öğrenimini Cenevre üniversitesinde sürdürerek pedegoji bölümünü bitirdi._Avrupa'da ilk yıllarını Jön Türk hareketinin kuruluş çalışmalarıyla geçirdi. Meşveret ve Mizan gazetelerinde yazılar yazdı. Hutbe adını verdiği küçük broşürlerde Jön Türklerin düşüncelerini dile getiren propaganda yazıları kalem aldı. Mücadele çizgisini ılımlı bulduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Osmanlı İhtilal Fırkasını kurdu.(Ocak 1896) 1898'de İttihat ve Terakki Cemiyeti müfettişi olarak Mısır'a gitti, Cemiyetin Kahire'deki şubesini örgütleyerek Avrupa'ya döndü. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra İstanbul'a geldi, başta İnkılap olmak üzere çeşitli yayın organlarında yazılar yazdı. 1920'de Bolu mebusu olarak Son Osmanlı Meclisi Mebusanı’na girdi. İstanbul'un işgali ve meclisin çalışamaz duruma düşüp dağılması üzerine Ankara'ya geçti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde gene Bolu'yu temsil etti. mayıs 1920'de Ereğli'yi(Karadeniz) işgal etmek isteyen fransız birliğine karşı direnişi örgütledi. 1921 Anayasası'nın hazırlık çalışmalarına katıldı ve TBMM'deki uzun ve ateşli konuşmalarından ötürü adından sık sık sözettirdi. II. ve III. Dönemlerde (1923-27 ve 1927-31) TBMM'de Zonguldak milletvekili olarak görev aldı. Tunalı Hilmi'nin en önemli yapıtı, Un projet d'organisation de la souverainete du peuple en Turqie (Türkiye'de halk Hakimliği(düzen) Bir şart- Bir dilek, 1904) adıyla yayımladığı ayrıntılı anayasaya tasarısıdır. Bu çalısması Fransızcasından çevrilerek Tarih ve Toplum dergisinde "Tunalı Hilmi'nin Halk Hakimiyeti Risalesi ve Anayasa Tasarısı" adı altında yayımlandı (mart 1984, sayı 3). 22 Kasım 1928'de İstanbul'da öldü.

Yeni Anayasa yapanlara Tunalı Hilmi’nin adı geçen kitabını tavsiye edebilir miyiz…? Richmond Oteli Anayasacıları belki masörler tarafından “gassal elinde meyyit”gibi sağa sola çevrildikten sonra gece yataklarına uzandıklarında okursalar iyi gelir.

Tunalı Hilmi’nin aziz hatırası önünde huşÃ» ile eğilirim.

Yanlışlık Ebedi olamaz

karncalarnkulaneredebx5.jpg

Küçükken bahçede tek kol yürüyen karıncaların önüne küçük küçük taşlar koyar seyrederdim. Karıncalar asla şaşırmaz  “bu taşları buraya kim koydu ? ” demez, hiç hız kesmez,  taşların üzerinden atlayarak yollarına devam ederlerdi

Dünya son yüzyılda bir bâdire atlattı….Gezegende yirmi yıl arayla iki büyük savaş yaşandı. Bu savaşlarda Yeryüzü küresinde varlık sürdüren  tüm insan cinsleri, birbirleri ile savaşa tutuştular. Batılı’lar Doğulu’larla, Doğulu’lar Batılı’larla, **Kuzeyli’**ler Güneyliler’le, **Güneyli’**ler Kuzeyli’lerle kıyasıya savaştı. Toplar, tüfekler yetmedi, yeni silahlar bulundu, kütlesel, kimyasal, fiziksel, bilimsel… Karadan denize, denizden karaya, karadan havaya, havadan karaya çok çeşitli, çok yöntemli, çok gelişmiş, dehâ mahsulü, akıl almaz, dehşetli silahlar

İnsanlar bu silahlarla döğüştüler. Aşil’inm mızrağı, makinalı tüfeğe, Golyat’în topuzu atom bombasına dönüştü. Gittikçe daha öldürücü silahlar bulundu, yer altına bombalar döşendi, denizlere mayınlar salındı. Gelenek sürerse gelecekte uzay’a da  silah asılacak. Bombalar yıldızlı göklerden geceleri zamansız yağacak. Dünya son iki yüz yılda cehennemdeki “gayya kuyusunu” gölgede bıraktı. İnsanlar “bu ölüm çukurunda” barbarlıkta yırtıcı hayvanları geçtiler. Onlar açken avlarına saldırırlardı, bunlar toklukta da birbirlerini parçaladılar. Neydi bu hırs ? neydi bu azgınlık ? amaçları neydi insanların ?. Yeryüzü çok mu dolmuştu ? herkese yetecek kadar toprak, hava, su, yiyecek yok muydu ? Anlaşılmıyor. Â

Birinci ve ikinci dünya savaşlarının öncesi de var. Manzaraya göre insanoğlu tarih boyunca hep birbiri ile savaşmış. Savaş yaşamın bir başka şekli olmuş. Konuşmalar yavaşlayıp anlaşmalar tıkanınca başlamışlar döğüşmeye… Döğüşler gelişmiş, insanlar konuşma sanatı geliştireceklerine döğüş sanatı geliştirmişler. Geçen yüzyılın tanınmış Alman Savaş filozofu Karl von Clausewitz, lafın bittiği yerde silah konuşur, anlamında  “savaş politikanın devamıdır” demiş ve sadece orduların savaştığı yüzyılların aksine, halkları da ateş hattına sürerek “Topyekün savaş” doktrinini icat etmiş. Adamın “Der Griege:Savaş üzerine” başlıklı kitabı hâlâ askerî okullarda okunuyor. Özellikle “West Point”te… Irak’ı kan denizine çeviren Amerikan generalleri bu sanatı onun kitabından pek başarılı biçimde öğrenmiş olmalılar.

Bütün  bunlardan çıkan sonuç şudur ki, yaşlı dünyayı son iki yüz yıldır generaller yönetiyor. Önce Allah’ın sonra onların dediği oluyor. Veya tersi, neyse... İnsanlığın bu kadersiz çağında savaş ve militarizm geleneğinin yeniden zirveye çıkması ve yüzyılların ürünü mağrur demokrasinin bu yarışta balonu kaçan çocuk gibi semalara bakakalması, şu anda bu kürenin üzerinde yaşayan ademoğulları için pek de hayırlı olmamıştır.

Savaşları kazanan generaller sosyal hayatı da düzene sokmaya heveslendiler. Uzun yılların deneyimi ile bir düdük çalarak askerleri hizaya getirmeye alıştıklarına aynı yöntemi toplumlara da uygulamak istediler. Dünya bir baştan sona kadar asker politikacıların elinde  kaldı. Almanya Hitler’den, İtalya Musolini’den, Fransa deGaulle’den çabuk kurtuldu. Ancak sivil yönetim geliştiremeyen pek çok  ülke aynı şansa ulaşamadı. Başını generallerden kurtaramayan ülkelerde Askerler hukuğa, yönetime  ve ekonomiye de karıştılar. Tarihi bile çarpıtarak gelecek nesillere yanlış bilgiler miras bıraktılar. Kendi sınıflarından hukukçular, yöneticiler, sosyologlar, tarihçiler, bilim adamları yetiştirdiler. Darılmasınlar ama pek gülünç oldular.

Zira toplumlar karıncalar gibi yollarına devam ediyorlar. Bu eşyanın tabiyatıdır. Toplumlara kimse engel çıkaramaz. Onların önüne kimse taş koyamaz. Onların yaşamları “layûsel:Dokunulmazdır” Yaradılış sırrı her şeyin doğrusunu bulur. Siz gidersiniz, meydan doğrulara kalır. Yanlışlık ebedi olamaz.  Â

Zamanın Anayasa Çocukları

1225.jpg

Bizler modern zamanlarin anayasa cocuklarıyız. Bu gomlek bu cocuklara dar geliyor evet. Zihinleri acilmiyor.

Şule Can

Çobanın Oyu üstündür

coban.jpg                                            Â

Kadın diyor ki  “ Benin  oyum çobanın oyuyla nasıl eşit olur ? ”

Olur ! hatta Çoban’ın oyu sizin oyunuzu geçer, geçebilir. Geçmelidir de. Çobanın oyu Devlet için daha değerli  olur, olabilir. Olmalıdır da.  Çünkü oy için gerekli olan “bilgi” değil “vicdandır”. Vatandaşlık vatandaşların “vicdanı” üzerinde kurulur, yükselir, gelişir. Ber vechi kaide Vicdanlı insanlardır vatandaşlar. Yürekli insanlardır vatandaşlar. İyi insanlardır vatandaşlar. Kötülükte bir araya gelmezler, hep iyilik gözetirler. Bilgiye ulaşamamış  olsalar da…Vicdanlı cahil, bilgili kötüden iyidir.

Vicdanın ham maddesi hukuk duygusudur. Başkalarının hakkını yemeyen insan hukuk sahibidir, O insan vicdanlıdır, o vicdanlılar topluluğundan Devlet doğar. Bilgililer topluluğu ondan hemen sonra gelir. “Çağımız bilgi çağı diyenler” haklıdır ama kişilerde vicdanın ızi yoksa o “bilgi” insanlığın başına belâ olur.   Hanımefendi… Yeryüzünde nice bilgili insanlardan çıkmıştır tarih boyunca vahşî hayvan gibi azılı halk düşmanları.

Vaktiyle eski Yunanistan’da Perikles ile Temistokles arasında seçim yapılıyormuş. [gdt:gereğinden dolayı “tekrar”] Vatandaşlar sabahleyin kalkmışlar, yıkanıp traş olmuşlar, temiz elbiseler giymişler, güneş doğarken evlerinden çıkıp seçim yerlerine yollanmışlar. Perikles meraklı, ortalığı kolaçan etmek istemiş, yolda bir köylüye rastlamış, fotograf yok ya, köylü Perikles’i tanımıyormuş, hiç görmemiş… Perikles köylüye sormuş:

–Kime oy vereceksin ? Â

–Temistokles’e…

–Neden  Perikles’e vermiyorsun ? Yunanistan’ı Perikles kurmadı mı ? vatan millet, Delos birliği… Köylü feryat etmiş:

–Perikles’ten bıktım, yıllardır Perikles, Perikles… yeter artık, başka adam yok mu ?

TV döneminde buna “surat eskimesi” diyorlar. Politikacıların sonu anlamında… Rabbim hiçbir siyaset adamını böyle bir felakete mahkûm etmesin. Ülkeyi kuran bile olsa… “Siyaseten ölüm” savcının yasaklamasına benzemez, adamın cesedi bile bulunmaz, mezarsız kalır zavallılar. Savcı’nın yere gömdüğü siyasi, gelecek yıl dipdiri filiz verir, aradan otuz yıl geçse kemiklerini çıkarır, tabutunu bayrağa sarar, Devletin top arabasına koyar, getirir şehrin en uğrak yerine gömersiniz. Üstüne de anıt mezar yaparak… ama halkın sandığa gömdüğü siyasi’den hiçbir haber alınmaz… İşte bu halkın vicdanıdır. Bir başka söylemle Siyasî hukuğun temeli…

Siyasi hukuğun temelinden doğacak Anayasalardır geçerli ve sürekli olacak Anayasalar. Hukuk hocalarının eskimiş kitaplarından çıkan fersûde, pejmürde, prematüre anayasaların yaşayacağını mı zannediyorsunuz ?  Temelsiz, köksüz, geleneksiz metinler doğarken ölüyor.Son yapılan “Richmond oteli anayasasının” başka türlü olacağına inanabilirmiyiz ? Â

Sapanca’da Richmond Otelinde son anayasa yapılırken Malezya’dan, Endonezya’dan Tayvan'dan getirilen masörler, masözler profesörleri uzun masalara yatırıp oğuştururken doğdu bir “Anayasa.” Bakalım ne kadar sürecek ? Göreceğiz. Halbuki aynı saatte Kasabada, evlerde, çarşıda, Bostancı’nın kahvesinde 93 muharebesinin Kafkas muhacirlerinin torunları da “anayasa” konuşuyordu. Masörler, masözler bıraksaydı da, o profesörler gelip bunları dinleselerdi, belki anayasa hukuğu bilgileri artar ve daha “kalıcı” anayasa yapabilirlerdi.

Neye yarar ki o anayasacılar için gelip burada ihtiyarları dinlemek öylesine “eşyanın tabiyatına” aykırıydı ki, sonuçta girişilen şu sakat işin akibetini Sapanca’da bir çocuk dahi kestirebilirdi.

Bir “Çobanın dahi oyu üstündür” anlayışına varmadıkça, bu ülkede ne demokrasi olur ne de Anayasa. Musa Kelimûllah, aleyhisselam, Sina çölünde çobanla konuşurken bir peygamberdi ama ikisinin de “oyu” aynıydı. Siz ne biçim demokratlarsınız ? memleketi yücelterek geliştirme sevdasına kapılmışsınız. Siz ülkeyi havalara uçurmak değil uçurtma bile uçuramazsınız.

Acemî terzinin Makası

makas.jpg

TV’de Anayasa dersleri veren bir profesör, göklere çıkardığı 1961 İhtilal AnayasasınıAnayasaların en mükemmeli “olarak niteledikten sonra bunun yürümeyişini ülkedeki “demokrasi kültürünün eksikliğine” bağladı.

Yani profesör kalabalığa dedi ki: “size mükemmel bir elbise diktik, neden giymiyorsunuz ?” Profesör, ölçüyü yanlış alarak elbise diken terzinin suçunu halka yükledi. Hem de hakaret ederek. Ulusa hakaret etme yarışında kendi sınıfına bir aşama daha kaydetti.

Kurulduğu günden beri seksen yıldır  rejim kavgalarından bir türlü başını alamayan bu Devletin genellikle darbelerden sonra ele alınan anayasaları neden yürümüyor ?  kimsenin aklı ermiyor. Sadece Cumhuriyet değil, anayasa denemelerinin **Osmanlı’**sı da var… Onun adı “Kanun u Esasî”   İstanbul’da **Tepebaşı’**nda bir “Kanun u Esasi Kıraathanesi” vardı. Bilmem şimdi duruyor mu ? Gençliğimizde gider bilardo oynardık. anayasa lafını ben ilk orda duymuştum.

Türkiye’de ilk Anayasa **1876 Mithat paşa Anayasası’**dır. Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz’in bir cunta tarafından tahtından indirilerek öldürülmesinden sonra düzenlenmiştir. Bu Anayasa defalarca yenilenmiş, Cumhuriyetle ortadan kalkmıştır. Cumhuriyetin birkaç defa değişen Anayasa’ sı da 1961’de Adnan Menderes’in devrilmesi ile sislenmiştir. Sonraki Anayasa da Demirel’in Evren Paşa tarafından iktidardan alaşağı edilmesi sonucunda doğmuştu. 132 yıldır yapılan Her anayasa bir siyasî felaketin acıklı sonucudur.

Bu ülkede herkes bir öncekini indirip yerine oturduğunda anayasa yapıyor. 1876’dan beri zamanımıza kadar 132 yıldır anayasa yapıyoruz. İki padişah, üç başbakan yiyen anayasalar yaptık, devirler kapatıp devirler açtık. Bu nedir ?  130 yıldır demokrasi kültürümüz neden gelişmedi ? Demokrasi yeni bir kelime, bunun  eski adı neydi ? TV’deki profesör diyor ki: “anlaşıldığına göre en mükemmel anayasalar dahi bir toplumun istenen biçimde şekillenmesine yetmiyor…” İşte bütün mel’anet bu cümlenin içinde saklı. Meselenin gözü burada…

Siz toplumun kendi “istediğiniz gibi şekillenmesini” neden istersiniz ki ? Nedir sizin şekliniz ? En iyi şekil sizde mi ? Halk’ta hiç mi yaşama işareti yok ? Halk’ta hiç mi yaşama işareti yok ? Sizin yaptığınız anayasaların yürümeyişinin sebebi son derecede açık… Siz ne istediğinizi bilmiyorsunuz. Ne istediğinizi ? nasıl istediğinizi ? neden istediğinizi ? bilseniz işler düzelecek. Ülkeleri ileri götürenler bunları bilenlerdir. Onlar geçmişe değil, geleceğe takılı insanlardır. Benjamin Franklin ve Abraham Lincoln için Amerikanın geçmişi değil, geleceği önemliydi. Onlar bunun  için büyük adam oldular. Reaksiyon değil aksiyon adamlarıydılar. Siz toplumu istediğiniz modelde şekillendirmeye çaba harcadığınız sürece siz toplumu değil, toplum sizi şekillendirir.Â

Siz anayasa yaparken sadece eski anayasanın kötülüklerini silmeyi düşünüyorsunuz. Geleceğe dair bir planınız yok… geleceğe dair bir düşünceniz yok… Halbuki gelecek her şeydir, her an karşımızdadır. Gelecek hep gelir. Sizin yaptığınız anayasalar ise hep geçmişte kalıyor. Her anayasa hızla geçen bir devrin ürünü, Her anayasa bir önceki kötülükleri düzeltme **anayasa’**sı. Nitekim şu günlerde hazırlanan Anayasa değişikliği de yaşadığımız  devrin ürünü olacak. O da devrin reaksiyonlarını taşıyacağı için son 130 yıllık sonuç yine değişmeyecek.

Siz önce ölçüyü tam alın, elbiseyi sonra dikin. Acemi terzinin eline makas yakışmıyor.  Â

İstanbul'da bir Gün

p1020681ak11.jpg                                                Â

Bu gün 29 mart cumartesi, Saat 9.40 treni beni **İstanbul’**a getirdi. Haydarbaşa’dan vapura bindiğimde saatler bire yaklaşıyordu. Gemi önce Kadıköy’e uğradı, sonra Karaköy’e yöneldi. Selimiye **kışlası’**nın önünden geçerken gözlerime inanamadım, sahilde Eyfel Kulesi kadar göğe uzanan bir bayrak direğinin üzerinde muazzam bir Türk bayrağı sallanıyordu. Son zamanlarda gittikçe daha büyük bayraklar ve daha yüksek bayrak direkleri yaptıklarını  fark ediyordum ama hiç bu kadar yükseğini görmemiştim.

Gözlerimde “paralaks” bozukluğu mu var ? derken, dikkat ettim, fon görüntüleri ile bayrak direğinin oranlarını düşündüm, bir eksiklik olmadığını fark ettim. Bayrak ve direk gerçekten devâsâ bir şeydi. Direğin ucunda şanlı bayrağımız tüm haşmetiyle dalgalanıyor, gelen geçene posta koyuyordu. Uçaklar çarpmasın diye acaba ucuna kırmızı lamba da koymuşlar mıydı ? Bence orada hava trafiği sorunu vardı. Ya ip koparsa, nasıl bağlanacaktı ? direğin üzerine kim ? nasıl tırmanacaktı ? Herhalde helikopter kullanacaklardı. **Gemi Kışla'**nın önünden süzülüp uzaklaşırken Bayrağımızı yürekten selamladım.Â

Bayrağın bulunduğu yerde, 1853-1856 Kırım harbinde yaralanarak Selimiye’de ölen İngilizlerin gömülü olduğu Haydarpaşa İngiliz Askerî Mezarlığı ve Kraliçe Viktorya Anıtı vardır, denizden pek görülmez. Bir ara fark ettim. Zavallı anıt göğe ser çekmiş Türk Bayrağının yanında, pek ufak, pek çelimsiz, pek biçâre kalmıştı.

Sarayburnu’na yaklaşırken yüreğim yine cız etti. Deniz altından yapılan tunel projesi dolayısıyle su üzerine bırakılan şamandraların arasında yolcu vapurları svalon yapıyordu. Büyük kazalara gebe bu bölgeden geçerken bildiğim bütün duaları sıraladım. Galatasaray’da bir arkadaşım  vardı, Kadıköy’de otururdu. altmışlı yıllarda Moda’da Lozan Kulübü’nde şarkı söylerdi, Karaköy’den gemiye bindiğinde hiç yan taraftaki açık yerde oturmazdı “gemi çarpar” derdi, bir gün oturdu, o gün gemi çarptı çocuk öldü.

Öğleden sonranın başlangıç saatlerinde Galatasaray’da Aslı Han’da sahaf Halil bey’in dükkanına vardım. Orada her cumartesi günü gazeteci Murat Çulcu’nun başını çektiği bir sohbet toplantısı oluşur, yıllardır sürer gider… Murat benden geçen hafta **Birinci Dünya savaşı’**nda Galiçya Cephesinde Ruslarla savaşan Türk askerlerinin ve subaylarının  resimlerini istemişti, yanımda getirmiştim verdim, yine rahat durmadı bu sefer Tepedelenli Ali Paşa’nın kitabını istiyor. –Bende yok, diyorum, dinlemiyor…–Bul  diyor. Nereden bulacağımı söylemiyor.

Aslıhan’dan ayrılıp Hasnûn Galip Sokağında Simurg kitabevi’ne vardığımda vakit akşama doğruydu. Burada Musevî bir arkadaşıma rastladım. O da bana “tasavvuf” dedi. Aramızda şu konuşma geçti:

–Musevî  olduğuna göre “Kabala” okumalısın, tasavvuftan sana ne ?  Â

–Ben  her şeyi araştırıyorum.

–Böyle şeyler araştırmakla öğrenilmez, içine düşmen gerek, Madem ki Musevî’sin  içine düşeceğin şey “Kabala” olmalıdır. İçine düşmezsen, ben ne kadar “kabala” biliyorsam sen de ancak o kadar tasavvuf öğrenirsin. Boş ver tasavvufu da “Kabalaya” yönel. Zaten o da sizin tasavvufunuz değil mi ?

–Evet ama kabala beni sarmıyor.

–O senin eksikliğin… Bekle biraz, her şeyin vakti saati var,

–Ne zaman ? ben hep O’nu arıyorum anladın mı ?

–Anladım, sen O’nu arayamazsın, O seni arayacak. Yöntem böyle… Â

Simurg’tan çıktığımda zaman bir hayli ilerlemişti. Yine aynı deniz yolundan tren istasyonuna vardım. Gecenin karanlığı daha da ürkütücü oluyor. Sağ salim Haydarpaşa’ya çıkınca karayı öptüm. Adapazarı ekspresi 3. yolda dediler.

İndirimli bilet beş lira yetmiş beş kuruş. Â

Herkesin baktığı yer

beyoglu.jpg                      Â

Birden ortalık karıştı, sesler yükselmeye başladı, ihtiyarların kavgası da ilginç oluyor, taraflar sinirlenip bağrışmaya koyuldu  mu çatlak zurna gibi sesler çıkmaya başlıyor, gençlerin kavgasında duyulan o kalın ve vahşî sesler ihtiyarların kavgasında yerini cırlak seslere bırakıyor, yüksek tonajda kelimeler nefes yetmezliğinden küçülüp dertop oluyor. Kamçı darbesi gibi… Kimin ne dediği anlaşılmaz düzeye çıktığında da  artık garip bir ses akordunda her şey, arap saçına dönerek hayat çekilmez oluyor, o anı yaşamaktan adam çekimserlik göstermeli …

Geçen cumartesi akşamüstü Beyoğlu’nda Ağa Cami’de Hasnun Galip Sokağında Simurg kitabevinde benzer bir sahne zuhur ettiğinde olayın vehâmetini kavrayan Rezaletle Fazilet kargalar karşıki balkona kondular, Fazilet her zamanki saflığı ile rezalete sordu:

-Ne oluyor ? bu da nesi ?

-Dur Fazilet, kafamı karıştırma anlayamıyorum… Â

Fazilet Rezalet’in yanından ayrıldı bir başka yere konarak kitapçı dükkanın içini kerteriz aldı, insan kafalarının arasından olayları görmeye çalıştı, bir takım yüksek  sesler duydu, çözemedi. Bir ara Hoca’nın sesini duyar gibi oldu, aniden yerinden fırladı, kanat vurup **Rezalet’**in yanına yaklaştı:

-Duydun mu Hoca bağırıyor ! gaaak guuuk guruk (endişelenme sesi)

-Duydum duydum… görüyor musun ? sol yanında iri yarı mor gömlekli şapkalı gözlüklü bir adam var, ona bağırıyor, o da **Hoca’**ya bağırıyor….Bak Fazilet, döğüşecekler galiba gaaak. Guuurk.

-Koca adamlar döğüşür  mü ? senin gibi karga mı onlar ?

-Sus şimdi… kapa gaganı, sonra konuşuruz, ben duyamıyorum, ne konuşuyorlar ?

-Hoca diyor ki “ Koskoca bir millet nasıl cahil olur, cahil sizsiniz…”

-Adam ne diyor ?

-Sen okumuşsun ama boş okumuşsun, ben **Anadolu’**yu gezdim, halk cahildir, seçimden, **demokrasi’**den anlamaz bunlar sopadan anlar, AKP’yi hemen kapamalı… Bağırma terbiyeni takın.

-Hoca’nın can damarına dokunmuş, **Demokrasi’**ye çamur  atıldı mı adam çileden çıkar… Gaaak.

-İşte bak rengi attı, saçları dikildi, şekeri fırladı, tansiyonu çıktı… Gaaark guruk (Korku sesi)

-Rezalet birşeyler yap, adam gidiyor, git o herifin kafasını gagala… Gaaaark.Tısss…

-Ayol deli misin, ben kargayım elimden ne gelir…? Â

-Karga marga **Hoca’**yı kaybediyoruz...

-Bişiii olmaz ona, işi toparlar…Gark.

**Rezalet’**le Fazilet dükkana giremedikleri için bundan fazlasını izleyemediler. Adam bağırdı, Hoca bağırdı, dükkandakiler bir anda alevlenen tartışma karşısında donup kaldılar. Bir kişi adamdan yana oldu, diğer üç kişi tarafsız ama Hoca’dan yana tavır koydukları anlaşılıyordu. O sırada kitapçı dükkanının sahibi devamlı olarak tarafları yatıştırmaya çalışıyordu… ne mümkün “Yapmayın, etmeyin” sesleri arasında biraz sonra kendiliğinde yatıştı, adam Hoca’ya:

-Seninle anlaşamayız dedi, Hoca derhal son noktayı koydu:

-Ben halkıma hakaret edenle anlaşmam, sen yoluna, ben yoluma, ne sen beni tanıdın, ne ben seni, kes…

Hoca o anda, yıllar önce Üsküdar’da İzmirli’nin kahvesinde o yıllarda çok sevdiği emekli İstihbarat görevlisi Hacı  Emin bey’le bir katı müslümanın tanık olduğu kavgasını hatırlamıştı... Hacı Emin bey adama son sözünü söyledikten sonra “Ne sen beni tanıdın, ne ben seni” diyerek diyaloğu kapatmıştı. Hoca da öyle yaptı. Geçmişten miras, hazır formüllerden birini kullandı. Â

Dükkandan çıktılar, Beyoğlu caddesinde yürümeye başladılar. Hoca yanındaki arkadaşı, Ertuğrul’a döndü: “Bu günlerde herkesin baktığı yerde durma…” dedi.

Seçilmenin Emin yolu

Seçtiğinle seçilirsin.            Talha Bora Öge