Dert çıkaran ulus

crist_dwelle1.jpg

Başkan olmak için terketti **Kenya’**yı Şimdi anlayacak anyayı  konya’yı Sıkınca boynunu doların  kemendi Olmayacak derdinin misli menendi

Özleyecek aşkla ormanı, yabanı Sonunda tutuşup yanınca tabanı Yanlış isim koydu seçmenin huyuna Uyacak bak gör, o da dehrin suyuna

Kapıdan girdi ya, bacadan çıkacak Aleme durmadan gözyaşı saçacak Dert çıkaran bir ulusun adısın sen Kriz üreten bir devrin tadısın sen

Yok mu o ülkede kalbi kan ağlayan? Afgan’da Irak’ta, hem başın bağlayan Binlerce çocuk,  milyonla insan öldü  Bu düzen dünyayı ortasından böldü

Rezalet kargalıktan kurtulacak

karga.jpg

-Bu “0lur” la “0lmaz”ı Hoca nereden çıkardı bilemiyorum. Gaaaak… guruk. (kuşku sesi) -Neden ? ne var hoşuna gitmedi mi ? -Anlamıyorum, karga kafam basmıyor... -Kafayla değil, ayağınla basacaksın, organlarını karıştırma… -Gaaak. Tırr. Fazilet sen ukalasın… Bu Huyundan vazgeç…. -Sana bir gaga atarım feleğini şaşırırsın, sen beni aptal karga mı zannettin ? pis mendebur…Yıkıl git kendi çöplüğüne, gezme buralarda… -Fazilet sen son zamanlarda değiştin eskiden terbiyeli kargaydın… -Sen anlamazsın, söyle ne istiyorsun…? -Hoca bu olurları, olmazları  neden başımıza musallat etti ? -Kafa cimnastiği yapman için, belki kurtulursun…gaaaak. -Neden ? -Kargalıktan… -Sen kurtuldun mu ? -Tabii ki, ben karga görünüşlü kartalım… -Vaaaav, Gaaak gaaak, takırrr, tısss,hırzzz hırrşşş… (karga gülmesi)

Rezalet bu noktada susmayı tercih etti. Zaten son zamanlarda Fazileti pek darıltmak istemiyordu. Fazilet’in zekasına ve temkinine her zamankinden çok ihtiyacı vardı. Ara sıra başı derde girdiğinde Fazilet onu kurtarıyor en azından ona akıl veriyordu. Rezalet, rezil olduğuna çoğu zaman yaya kalıyor, ne kanadını ne pençesini kullanamıyordu. Belki “rezilliği” haber toplamaya yarıyordu ama “haber cinsini” saptamaya yetmiyordu. O yüzden açık ve seçik biçimde tehlikelere giriyordu. Bir zaman ondan rahatsız olan biri onu konduğu daldan aşağı indirip ayağının altında ezebilirdi. Fazilet bir gün Rezalet’ten bıkacak olursa, işte o gün Rezalet’in sonu gelmiş olacaktı. Rezalet de **Fazilet’**ten bıkabilirdi ama bu şimdilik uzak bir olasılıktı.

Geçen hafta Rezaletle Fazilet Hoca’nın peşinden İstanbul’a gittiler. Hoca Üsküdar Belediyesinin düzenlediği sempozyum’da konuşma yapacaktı. Belediye Hoca’ya ve onu getirecek şöföre Kadıköy rıhtımındaki dört yıldızlı Aden otelinde yer ayırtmıştı. Ancak  Şöför Ahmed’in yine inadı tuttu –Ben gitmem diye tutturdu. Hoca sıkıldı, burnundan soludu, baktı olacak gibi değil, **Üsküdar Belediyesi’**ne telefon ederek araç istedi.  Cuma günü geç saatte Sapanca’ya gelen araca bindi. Şöför Nihat’ın kullandığı araç, İstanbul trafiğinin en belâ olduğu bir saatte **Kadıköy’**e vardı. Sempozyum’a yakın bir zamanda güç bela Altunizade Kültür Merkezi’ne ulaştılar. Rezalet dedi ki: -İyi ki biz karga’yız, Hoca da karga olsaydı trafiğe takılmadan buralara gelirdi. Fazilet atıldı: -Zevzeklik etme gaaak, guuuk, adam halindenden memnun… Baksana karşıladılar, kırk yıllık arkadaşları etrafını sardılar, neş’esi yerine geldi, kırk  yıl önce Cağaloğlu’ndaki Milliyetçiler derneğini hatırladı, Sadeddin Ökten, İsmet Elbaşı, Eczacı Memduh Cumhur, Mustafa Uzun, Yüksel Gölpınarlı yazı uzmanı Uğur Derman, hanımı Çiçek hanım, herkes oradaydı. Hoca bildik, bilmedik cümlenin elini sıktı, hatırını sordu, onlar da koltuk değnekli Hoca’ya geçmiş olsun…dediler. Gaaak guuuk, -Başka ne dediler ? -Uzağa gittin, artık Sapanca’dan vazgeç Üsküdar’a dön…dediler. -Hoca ne dedi ? -Belediye reisine döndü, Sandıkçı Tekkesinden ne haber ? dedi. O da ihalesi yapıldı yakında onarım başlayacak, dedi. Sonra halkın önüne çıkıp bu Tekke’yi Nezih Uzel’e vereceğiz, kültür evi yapacak dedi… -Yaaa…gaak huk. -Yağ bakkalda, kızdırma beni… Â

Kenyalı köylü çocuğu

031808obama.jpg       Â

Türkiye’nin ilk dış işleri bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk 1920’lerin başında Mustafa Kemal’in selamlarını Rusya’nın yeni lideri **Lenin’**e sunmak üzere Moskova’ya gittiğinde, dönüşte Türkistan’a uğramıştı. Orada ırkdaşlarımızla görüşen Bakan, onlara “yeni kurulan Sovyet rejimi Osmanlı sistemine benziyor, orada bir köylü çocuğu dahi yükselerek paşa olur, devlet adamı olurdu, siz şimdi bu yeni düzene uyun… baş kaldırmayın ” demişti.

Amerika’ya başkan olan Obama da Kenyalı bir köylü çocuğudur. Bu hesaba göre çağdaş Amerikan rejimini de Osmanlı’nın benzeri saymak mümkündür. Bu olayın yeryüzündeki örnekleri kesilmeden devam ediyor. Birileri halkın muazzam yaşama gücünü sinsice kullanmak üzere onun seviyesine iniyor, sonra o gücü korumak ve çalıştırmak için zenginlerin kademesine çıkıyor… Halkı da peşinden sürükleyerek. Taa ki yalan ortaya çıkana kadar.Â

Roma’sı da böyleydi, Dâra’sı da böyleydi, Küba’nın Kastrosu’da, Meksika’nın Zapatası’da. şimdikiler de işte tam böyle… Bunlara neden kızalım ki ? … Ezeli ve ebedî bir kural içindeler. Kasımpaşalı Tayyip bey’in veya Kenyalı Obama’nın bunun dışına çıkabileceğini düşünebilir misiniz ?

Bir topluluğun siyasal gücünü halk, parasal gücünü zenginler temsil eder. Elbette politikacı esnafı ikisinin ortasında çan tokmağı gibi bir oraya bir buraya vuracak, bir o köşeye bir bu köşeye çarpacak, bazen şaşırıp arada fırıldak gibi dönecektir.Â

Eğer bu tabiat kuralı geçerli olnmasaydı dünyada kurulan devletler zamanların sonuna kadar kesilmeden sürer gider kurulu düzenler hiç bozulmazdı. Ortada bir hayat çelişkisi var… Belki de bu çelişki politik yaşamın ta kendisi… Dünyada gelmiş geçmiş düşünce ve inanç adamlarının en önde gideni İbni Haldun’a göre devletlerin en uzunu altı asır yaşar. En iyi örnek Osmanlı İmparatorluğu… Devletler, rejimler sistemler de insanlar gibi doğuyor, yaşıyor, yaşlanıyor ve ölüyor… Sonra yenisi kuruluyor.

Obama’nın köylü çocuğu oluşu ne işe yarar ki ? elbette o da bir süre sonra Şikago’nun azgın para babalarına teslim olacak, Detroit’teki otomobil fabrikalarının dumanlı gölgesine sığınacak, **Locked-Martin’**in hisse senetlerinden kendine kuştüğü yatak yaptıracaktır. Ondan sonra Tayyip beyi Kızdıran Fehmi Koru gibi biri de Amerika’da çıkacak, Yakışıklı  Obama’nın esmer yüzünü bir kere daha karartacaktır. İnsanlara değil içinde yaşadıkları ortamlara, sistemlere ve kaynayan kazanlara bakmalı…

Devlet işinin başı yalan, sonu talandır… Ben Galatasaray’da okurken bir Ekonomi-Politik hocamız vardı: Mösyö Mosé…İstanbul yahudisi’ydi…Dinince dinlensin, bir gün derste “ en büyük eşkıya devlettir…” dedi. O zaman yadırgamıştık… Yıllar sonra “susurluk olayı” ortaya çıktığında Hoca’nın ne dediği anlaşıldı.  Birkaç devrin adamı Demirel de başlangıçta “Devlet eşkıya ile konuşmaz…” demişti. Sonradan o da konuştu… Devlet eşkiya karşı eşkiya kullandı.

Obama köylü çocuğuymuş, Demirel de Çoban sülü değil miydi ? İttihatçıların Talat paşası da telgraf memuru… Bunlar birer beyaz perde… Sahneler kurulduğunda üzerlerine zenginlerin ışık tayfları yansıyor ve film başlıyor… Ta ki perde yırtılıp iş ortaya çıkana kadar…

Neyse değerli dostlar… Siyaset yapmayalım dedik yine içine düştük. Şu güzelim dünyada adam gibi yaşamanın başka yolu yok mu Allahaşkına ?

Cevabı vicdanınıza verin

mother_nature_by_marinshe.jpg

Cevap beklemiyorum. Herkes cevabı Vicdanına versin.                   Suskunluk

Beni kaça sattın ?

gercek_sevgi.jpg

Seni sevdim sandım ya, Kendimi sevmişim ben. Sendeki beni sevmişim. Beni sattığın gün anladım bunu. Sendeki ben satışa çıkınca, Bendeki sen de pazara düştü. Şimdi merak ediyorum, Beni kime?… Neden ? ve Kaça sattın ?

Yenilmeyen tek insan

ataturk14vh7.jpg Yorgun, bitkin ve günlerinin sonuna gelmiş Osmanlı yönetiminin “ehveni şer��? gördüğü mesnetsız kararlara “ehveni şer, şerlerin en kötüsüdür��? diyerek karşı çıkan tek insan Mustafa Kemal’di.

İstanbul İşgalinde sahile dizilen irili ufaklı elli iki parça düşman gemisini görüp “geldikleri gibi giderler…��? diyebilen tek insan Mustafa Kemal’di.

Bu ulusun artık hiçbir siyasal güçü kalmadığına herkesin inandığı sırada “düşmanlar ordularımızı yenmekle  bizi de yendiklerini sandılar, işte bu noktada yanıldılar��? diyen tek insan Mustafa Kemal’di. Harpten zararlı çıktığı halde ulusun kendi iç dinamiğinde bir yaşam işaretinin hala kımıldamakta olduğunu ilk fark eden Mustafa Kemal’di.

En yakın arkadaşları yenilginin menhus yıkımı ile kendi köhne varlıklarının artık hiçbir zaman ve asla ayağa kalkamayacağına inandıkları bir sırada onlara, yeniden can aşılayan tek insan Mustafa Kemal’di.

Silah, araç, gereç ve her türlü savaş malzemesinden yoksun olduğu bir sırada bu topluluğun ruhen zinde ve yaşamaya azimli olduğunu ilk ve tek anlayan, anlatan ve  tüm askeri dehasını bu yola döken Mustafa Kemal’di…

Balkan Harbi denen bir faciada orduların dağıldığı, kumandanlarının kaçtığı, birliklerinin başsız kaldığı, ümitsiz bir zamanda, bu rezilliğin revanşının Çanakkale' de göze alınabileceğini ve Ordu’nun yeniden şeref kazanabileceğini ilk anlayan  Mustafa Kemal’di.

Saray’ın düşmana teslim olduğu, savaş gücü henüz sona ermediği halde ortağı Almanya yenildi diye onun da yenik sayıldığı safsatasına inanmayarak savaşa devam kararı veren tek insan **Mustafa Kemal'**di.

Bu insanüstü, olağanüstü savaşta ulusa gazoz kapağından fişek, üvendire sapından top kaması, güvercin güherçilesinden barut yaptıran ve tekalifi askeriye kanunu ile her evden çorap, fanila, asker kaputuna yarar giysi toplayan Mustafa Kemal’di.

Yenilmiş ve düşmanla anlaşma imzalamış, Osmanlı sisteminin başında yer alan Padişah’tan direnişe hazırlanan halkı yatıştırmak amacı ile emir alan askerî heyetle **Samsun’**a ayak bastığı halde  hey'etten infikak ederek bu emri tam tersinden çeviren ve  halkı direnişe örgütleyen yine Mustafa Kemal’di.

Ne yazık ki örgütlediği, yeniden yaşama kazandırdığı bu Devleti İsmet İnönü ve takımına kaptıran da yine Mustafa Kemal’di. O takım ki kendini fersûde Osmanlı artıklarından kurtaramamıştı. yasakçı kafadan sıyrılamamış ve gözlerini genç Türkiye’nin hür ufuklarına  dikememişti. Onlar İnkilap adına, gelişme adına, gelecek adına, karanlık bir devlet terörü kurmaktan öteye geçemediler.

Osmanlı’nın küllerinden bir Devlet çıkmıştı. Bin yıllık Türk tarihinde birkaç defa olduğu gibi bu devlete yine halkına güvenen, onun yaşama azmine bel bağlayan ve bu azmin fiilen odaklaştığı bir noktada yer alan bir insan önder olmuş, onu karanlıktan aydınlığa çıkarmıştı. Aynen eski zamanlarda olduğu gibi… O Mustafa Kemal’di.

Cengiz Han gibi… Yavuz Sultan Selim gibi. Sultan Fatih gibi bir insandı. Ne yazık ki  O ulu önderin ömrü uzun olmadı. Ellili yaşlarda bu dünyadan göçtü. Onun ölümünü fırsat bilenler kurduğu esere yeterince saygı göstermediler. O, savaş kazanan halkına güvenmişti. Sonrakiler despot bir inatla tepeden yönetilen bir “akıllılar��? devleti kurdular.

O’nun açık arzusu hilafına “okumuşlar meclisi��? yaratarak adına senato dediler. O yüce insanın “ulusal egemenlik��? idealini paramparça ettiler. Halkın asırlarca gelişmiş sağ duyusu yerine Devleti vicdansız okumuşlara,  demokrasi karşıtı askerlere,  mağrur profesörlere,  dayatmacı  bürokratlara,  fırsatçı tüccarlara, bankerlere ve seçilmemiş yargıçlara teslim etiler…

Mustafa Kemal hayatta olsaydı bunları paramparça ederdi. Rabbim rahmetini esirgemesin.

Kudüs'ün düzeni bozuldu

papaz.jpg

Jerusalem (AFP) La police israélienne est intervenue pour séparer les deux camps. Certains des prêtres ont utilisé des cierges comme gourdins tandis que d'autres tentaient d'arracher les soutanes de leurs rivaux.Les raisons de ce pugilat ecclésiastique n'ont pas été précisées.De très anciennes rivalités opposent les représentants des différentes églises qui se partagent le contrôle du Saint-Sépulcre, où selon la tradition chrétienne Jésus-Christ a été crucifié et enterré.Les célébrations au Saint-Sépulcre sont réglées comme du papier à musique, pour tenter d'éviter des frictions entre les différentes églises qui se partagent chaque pouce de ce site sacré.Les règles de la cohabitation ont été établies en 1852 par les Ottomans et régissent depuis très strictement le Saint-Sépulcre. Toute modification du statu quo est impossible, telles les heures des messes et des processions.Pour éviter tout conflit, les clés de l'église sont depuis sept siècles entre les mains de deux familles musulmanes (Courtoisie AFP)

Türkçe özet : Kudüs’te Hrıstiyan geleneğine göre İsa aleyhisselam’ın çarmıha gerildiği ve gömüldüğü yerde bulunan Saint-Sepulcre kilisesinde kavga çıktı. Birbirine rakip çeşitli mezheblere mensup din adamları arasında çıkan silahlı, sopalı, yumruklu kavgayı İsrail polisi güçlükle ayırdı. Zarara uğrayan kilisenin kapıları polis tarafından kapatıldı. Kilisenin cemaatler ve mezhepler tarafından kullanım şekilleri 1852’ den beri Osmanlılar tarafından düzenlenmiş değiştirilmesi mümkün olmayan kesin kurallarla yürütülüyordu. Kilisenin anahtarları yedi asırdan beri iki müslüman ailenin elinde bulunuyordu.

Değerlendirme : Üç dinin kutsal şehri Kudüs ve bu mukaddes beldede yer alan kutsal mekanların çeşitli din ve mezhepler tarafından en uygun kullanımı, bu alanda yüksek bir medeniyet çizgisine ulaşmış Osmanlı yönetimi tarafından yedi asır başarıyla yürütülmüştü. Şimdi bu düzen İsrail dayatması ve bu topraklarda hakkı olmayanların tek yönlü bilinçsiz siyasal müdahalesi ile ağır şekilde yıkıma uğramıştır.

Sende isilik var

amed.JPG

Sende kendini anlatamayan bir kişilik var Bütün gece kaşınıyorsun, sende isilik var Kendinle barışık değilsin, özünle kavgan var Senin ruhunda sebebten yoksun bir aksilik var

Medeniyet adına heyhat !

bush.jpg

Usame bin Bush

Denizin ötesinde kapalı bir kutuydu Bush Medeniyet adına heyhat ! insanlıktan kopuş Saldırdı bir vatana talan için oraları Konuş eski dünyanın insanı, haydi, çık konuş

Deden adamdı, baban çocuk, sen bir hengâme Dağa çıktı inmedi Ladin’in oğlu Usame Tora mı ? bora mı ? bir yerlere girdi kayboldu   Senin için bu savaş kocaman bir ayıp oldu

Siyaset gereği tutmadın o menhus arabı Var mıydı ? yok muydu ? belirsiz gölgesi serabı Amerika tarihinde yersiz bir başkandın sen Şimdi Beyaz Saray’ın çöplüğünde çek şarabı

Sanal Mevtâ olsam

mevt.bmp

-Olur sana bi şey soricam, olmaz olurun tersi mi, yoksa başka bir kelime mi ? -Ne demek istedin?... -Ben de bilmiyorum, ama hep kafamda .böcek gibi bir şeyler dolaşıyor. Acaba diyorum ben “olmaz” derken, sen “olur” demesen de, ben “olmaz” derken sen de “olmaz” desen. -Olmaz… -Neden olmaz ? -Çünkü ben “Olmaz” değil “Olurum” Olmaz olan sensin?… -Doğru…Sen beni bilir misin ? -Ya sen beni bilir misin ?

Olur’la olmaz birbirlerini bilmedikleri konusunda anlaştılar. Birbirlerinin naturası üzerinde öylesine olgun davranıyorlardı ki, ikisi de yaradılışlarının gereğine sadık kalmayı varlıklarının sebebi ve kişiliklerinin onuru olarak bellemişlerdi. Olur, Olmaz’ın tersi değil ta kendisiydi… Olmaz da **Olur’**un biçimindeydi. Öylesine iç içe geçmişlerdi ki, onları kimse birbirinden ayıramazdı, paranın yazı turası gibi sırt sırta bile değil, havanın oksijen ve hidrojeni gibi için içeydiler. Ancak gerçekten O’nlar iki ayrı varlıktı. Bu bir kimya gösterisiydi.

Olur’un “olur”unda nimet, Olmaz’ın “olmaz”ında ganimet vardı. Olur “olur” derken pek çok kimse ondan yararlanıyordu, Olmaz “olmaz” derken de öyle, Ancak o kişilerde her nedense bir gizli davranış vardı. Olmazları “ganimet” bilenler kendilerini pek belli etmezlerdi. Ayrıca “**olmaz”**ın saygınlığını sağlar ve bundan kendilerime pay çıkarırlardı. Böylece insanlar bazı şeylere “olmaz” derken onlar aradan malı götürürlerdi. Bu ise yeryüzünde bir sosyo-kimya göstergesiydi.

Bu iki kız ne tuhaftı. Aslına bakarsanız ben onları erkek sanırdım. Erkekçe davranmayı bilirler belli etmezlerdi. Belki de onlar erkekti… Öyle olsalar mıydı ? acaba.

Baharda kırlarda geziye çıkarlar, anlaşamaz ama yine gezerlerdi. Yazın birlikte denize girerler ayrı tarafa yüzerlerdi. Son baharda biri kasımpatı toplar öbürü gül arardı. Kışın pencereden kara bakar yazı özlerlerdi. Yaz gelince da tabii ki kışı gözlerlerdi… Özleyen de onlardı, gözleyen de… Ortak yanları yok değildi, ama bu nasıl ortaklıktı ? ben bilemiyorum. Bir çeşit stratejik ortaklık mı desem ?… üç vakitte ayrılacaklar mı ? desem, gelecek onların mı  ? desem,  bir zaman sonra bunları herkes unutur mu desem ? Allah belâlarını versin mi ? desem  bunlar manyak mı desem? nerede desem ?  nasıl desem ? kime desem? Ne desem ?

Ben bunlardan bıktım desem… Kurtulur muyum ? Bir yerlere gitsem, izimi kaybettirsem. Telefonumu, bilgisayarımı. MSN’imi, kredi kartımı kapatsam, **TV’**mi yok etsem. Kendimi her çeşit elektronikten sıyırsam, görüntüden çıksam, yeryüzünden azat olsam, nazik bedenimi, Yusuf gibi gidip bir kuyuya atsam. Sanal mevta olsam.

-Olmaz… -Ne olmaz… -Hoca bunları yapamaz…, -Neden ? -Korkar… -Kimden ? -Kendinden… -Olur mu ? olur… -Bak, olur dedin ? -Demedim -Dedin… -Hem dedim, hem demedim.    Â