Yazık ! azınlık olduk

  Seksen yıldan beri ne dediysek, tersini söylediler:
-Türk dili
-Hayır ! o Araptan Acemden derleme …
-Türk edebiyatı…
-Hayır ! o bir sınıf Osmanlı’nın hayal dünyası…
-Türk musikisi
-Hayır o Arap ve Acem musikisidir. Türk musikisini dağdaki çobanlar çalar…
- …
-Türk mimarisî
-Hayır ! o Bizans’tır Mimar Sinan Osmanlı camilerini yaparken Ayasofya’yı taklit etti…
-Osmanlı Sultanları
-Onların hepsi yabancı karılardan.
-Eski zaman paşaları
-Onların tümü Sırp, Hırvat devşirmesi
-Ya bilim adamlarımız ?
-Ya Yahudi, ya Rum
-Türk yemekleri
-Olmaz !  onlar Yunan yemekleri…
-Karagöz ? hat sanatı, tezhip,minyatür, ebru ?
-Yabancılardan aşırma…
-Türk yaşam biçimi ?
-Öyle bir şey var mı ?
-Türk parası, sermayesi
-Virgin adalarında…
-Türk savaş uçakları nereden kalkıyor ?
-İncirlik Amerikan üssünden…

Dostlar ! geriye bir şey kalmadı… Türküm demeye yakında dilimiz varmayacak…“Ne mutlu Türküm diyene” cümlesi artık müzelik bir eski eserdir. Yazık şu şehitler diyarı aziz vatanda azınlığa düştük**…**

Uluslar arası toplantılarda ülkemizi temsil edenler halkın gerçek temsilcileri değiller… Kamu hukukumuzu korumaya and içenlerin hukukumuzdan haberleri yok. Ülkeyi yöneten kanunların aslı yıllar önce yabancılardan tercüme… Arka arkaya yapılarak hayata geçirilmeye çalışılan Anayasaların ülkede geçerli gerçek anayasayla bağdaşması mümkün değil. Seçerek gönderdiğimiz milletvekilleri bir takım karanlık güç odaklarının çekim alanı içinde… Ülkenin parlementosu hür ve bağımsız sayılamaz.

Ne oluyor bu halk nereye gidiyor ?

Savaş mı oldu ? biz bu savaşı kayıp mı ettik ? Neden asırlardır devlet kuran, yöneten ve yücelten Türk Devlet potansiyali böylesine kan kaybına uğruyor ? Neden devlet bir konuda siyaset oluşturabilmek uğruna bir idam mahkumunun plan ve projelerine gereksinim duyuyor ? Dünya değişiyor mu ? değişti mi ? Biz acaba bu değişiklikten nasip almıyor muyuz ? Devlet hakkından gelemediği, sindiremediği  eşkiyayı başında mı taşıyacak ?… Eşkıya dünyaya hükümran mı olacak ? Bir eşkiyayı telef edemeyen devlet, o eşkıya tarafından telef edilmiş demektir…

Yazık azınlığa düştük… Başım gözüm, devletim Rabbime emanet…

Dinasorlar geri geliyor

**
**Hans Larsson'un civcivden çıkarmayı düşündüğü tyrannosaures

Hans Larsson en a eu assez de rêver ces dinosaures et de les déterrer, il a voulu les voir de ses yeux ! Alors il s'est mis en tête de transformer génétiquement des poussins en créatures disparues il y a des millions d'années ! C'est à base de manipulations d'embryons de poussins que ce chercheur pourrait un jour créer des reptiles préhistoriques vivants !On imagine déjà une suite réelle à la saga Jurassic Park, puisqu'un célèbre paléontologue qui agissait comme conseiller technique sur le film a décidé de financer le projet ambitieux !

Dans une interview à l'AFP, Hans Larsson a confié n'en être qu'aux balbutiements de cette recherche mais avoir tout de même commencé très sérieusement à se pencher dessus...Bon, qu'on se rassure, il n'est pas fou et pour des raisons éthiques et pratiques (comprenez pour que les tyrannosaures ne débarquent pas sur les Champs-Elysées), le savant a renoncé à mettre au monde des dinosaures, mais préfère simplement "illustrer l'évolution"...

"Si je peux démontrer clairement que le potentiel pour le développement de traits anatomiques des dinosaures existe chez les oiseaux, cela prouvera à nouveau que les oiseaux descendent directement des dinosaures"...
Mais qui garantit qu'il s'arrêtera là, et qu'il ne voudra pas voir en vrai un **vélocyraptor...**qui s'échappera et qui dévorera la population avant de se reproduire pour finalement anéantir la race humaine ? (Courtoisie Yahoo)


Hans Larsson

_Türkçe özet: Hans Larsson isimli tanınmış bir biyoloji uzmanı yeryüzünde binlerce yıl önce yaşamış ve nasıl ortadan kalktığı bilinmeyen dinasorların yeniden dünyaya gelebileceğini açıkladı. AFP ajansına bilgi veren uzman, civcivlerin genlerini değiştirerek böyle bir sonuca varabileceğini ileri sürdü. Çalışmalarını bütünü ile bilimsel alanda yürüteceğini vurgulayan uzman, dinasorların tekrar yeryüzüne dönüp insanları yiyerek insan neslini ortadan kaldırmasını engellemek için gerekli önlemleri alabileceğini belirttti. (Teşekkürler Yahoo)
_

Civ civcivden çıkar mı dinasor ?
Ötesini ne ben, ne de sen sor...
                                  *

Derdi silahla anlatmak

Değerli Genel kurmay Başkanımız Silahlı Kuvvetlerimiz “ dünyada eşine hiç rastlanmayan bir başarı ve özveriyle yürüttüğü mücadeleye bundan sonra da artan bir kararlılıkla devam edecektir” diyor.

Bir silahlı mücadelenin başarılı olduğunun ifadesi o mücadelenin sona ermesidir. Yani bitirilmesidir. Gel gör ki paşamız “”mücadele devam edecektir” diyor, demek ki başarılı olamadınız Sayın General.

Mustafa Kemal başarılıydı, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşları başarılıydılar, zira Türk vatanına saldıran bir yabancı gücü dört senede ulusal toprakların dışına attılar. Yunanı Ege’den denize döktüler. Siz yirmi beş yılda PKK’ yi Kandil dağından öteye kovalayabildiniz mi ? İster askerî, ister siyasî, ister sosyal bir şekilde bu savaşa bir son verebildiniz mi ?

Amerikalılar Normandiya çıkarması ile hür dünyanın başına bela olan Hitler’i tarih sahnesinden sildiler. Bayraklarını Berlin’de Bundestag’ın üstüne diktiklerinde dünya rahat nefes aldı. Amerikalılar başarılıyılar.

Dünyayı eşkiyalardan  kurtarmak için yola çıktığı halde bir lümpen proleter terbiyesizliği ile insanoğluna bir asra yakın kök söktürerek, yalan üstüne yalan uydurarak, yanlış tanımlarla ona seksen  yıl hakaret üstüne hakaret yağdırarak ayakta kalmayı beceren Sovyet belasını insanoğlu yeryüzünden kaldırdığında başarılıydı.

Ama Amerikalılar Vietnam’da, İngilizler Irlanda’da, İspanyollar Bask bölgesinde başarılı olamadılar zira artık dünya konvansiyonel savaş tekniklerinden çok uzaklaşmıştı. Şimdi ne Amerikalı el Kaide’yi, ne Irlandalı Şin feyn’i, ne Türkiye PKK’yi, ne  İsrail Hamas, ne  Endonezya Cemaa İslam’ı, ne de Filipinler **Moro’**yu  yenebilecektir. Terör döneminde terörle savaşanın kendisi de terörist olur… Terörle savaşan teröristtir. O halde ne yapmalı…?

Oturup konuşmalı, herkes derdini açık ve anlaşılır biçimde anlatmalı.. Derdi silahla anlatmanın sonu gelmeli… Bir Türk politikacısı bir zaman “Devlet eşkıya ile konuşmaz…” demişti. Doğrudur… Konuşmaz ve konuşmamalıdır, ama o zaman da devlet eşkiyanın hakkından gelmelidir. Gelemiyorsa, eşkıya ile uğraşırken kendisi de eşkiyalaşıyorsa, o zaman başka yollar bulmalıdır. Eşkiyayı sindirmenin bir çaresi olmalıdır. O da eşkiyanın neden eşkıya olduğunun anlaşılmasından geçiyor…

Bunu yeryüzünde iki kişi anladı ve açık anlattı: biri Pakistan’ın eski darbeci devlet başkanı Pervez Müşerref, Diğeri Rauf Denktaş… Müşerref dedi ki : “Biz teröristlerin neden terörist olduklarını anlamayacak kadar aptal değiliz…” Rauf Denktaş da **Filistinli’**lerden söz açarken “Bir insanın evini yakar, çoluk çucuğunu öldürürseniz o insan terörist olur, bu insanın müslüman oluşu bir tesadüftür.” dedi.

Hindistan’da fakir kadınların çocuklarına süt almak için böbreklerini satıkları **Bophal’**de türistlere süt banyosu hizmeti veren bir otel var. O oteli teröristler yaktı. Kötü mü yaptılar ? Lütfen cevap veriniz.

Bu sorunun cevabı verilirse terörizm dünyadan kalkar. Terör tarlaları kurur. Bir silahlı dert anlatma hareketi olan “terörizmin” bitmesi için terör bahçelerini sulayanların akıllanması gerekiyor.  Korku ve ölüm yerine yeni bir tarz söylemle anlaşmak gerekiyor. Vakit geçiyor.

Türk'ün son “ah…”ı

**
**Melik Abdullah Elhamra'dan ayrılıyor
(Tahta üzerine yapılmış kilise resmi)

Güneşin altında yeni bir şey yok derler, doğrudur. Bu bir düşünme ve inceleme metodudur, dünyada ne olmuşsa aşağı yukarı aynı şeyler olabilir anlamında…

Siyasal temsilde oldukça alt sıralarda bulunan Türk toplumu şu sırada tedirgindir. Ülkenin üzerinde bir takım projeler, haritalar, planlar, programlar yapılıyor, bundan kimsenin haberi olmuyor… Acaba güneşin altında yine aynı şeyler mi olacak ?

Yine halka bir şey söylemiyorlar. Vaktiyle adı efsanelere karışmış bir önderin koyduğu “halka her şey söylenmez…” prensibi tüm şiddeti ile uygulanıyor. Kurulduğu günden beri halkı ile doğrudan konuşmayan bir devletin günün koşulları içindeki son durumundan kuşkuluyuz…

“Sizin için çok iyi şeyler yapıyoruz, onun için  buradayız, o yüzden bize oy verdiniz, bekleyin göreceksiniz” diyorlar… Neyi göreceğimizi bilmiyoruz… “iyi şeyler nedir” bu “iyi şeyleri” nasıl yapacaklar ? bilmiyoruz. Soğuk soğuk terliyoruz. Akibet hayr diyerek bekliyoruz .

Avrupa’nın batı ucundaki Endülüs yarımadasında 800 yıl devlet süren Müslümanların son siyasi birliği olan Beni Ahmer devletinin son hükümdarı Melik Abdullah,  30 aralık 1491’de Elhamra Sarayını Aragon kralı Ferdinand ve İsabella’ya teslim ederken Granada şehrinin halkı aylardır süren müzakerelerin böyle bir sonuca ulaşacağını önceden kestirememişti. Herkes düşmanla basit bir “ateşkes” andlaşması konuşuluyor zannediyordu. Zira konuşmalar gizliydi, kapalı kapıların arkasında sürüyordu. O zaman TV ve radyo da yoktu. Şimdi var, ama her nedense görünüm yine farklı değil. Değişen bir şey yok.

Granadalılar, Endülüs’te sekiz asırlık İslam varlığının sona erdiğini, **Ferdinand'**ın büyük  kardinali Don Petro **Gonzales’**in, işgal sabahı, herkesten önce gidip **Elhamra Sarayı’**nın üzerindeki hilali indirip yerine haç taktığında öğrendiler. Çok geç kalmışlardı.

Beni Ahmer devletinin son hükümdarı o gün çoluk çocuğu ve maiyet erkanı ile Saraydan ayrıldı. Hey’et Sarayın karşısındaki tepeye vardığında Melik Abdullah geri dönerek üzerinde haç takılı eski sarayına son defa baktı ve derin bir “ah…” çekti. Bu tepenin adı bu gün de “**Ultimo suppiro della Moro:**Arabın son ahı” tepesidir.

Melik Abdullah o sırada göz yaşı ile ağlıyordu. Anası bulunduğu yerden uzandı ve oğluna şunları söyledi “Vaktiyle erkek gibi korumadığın vatanın elinden giderken şimdi kadınlar gibi ağlıyorsun…”

Ziya Paşa’nın “Endülüs Tarihi” kitabında naklettiğine göre tarihçi Voyado diyor ki : “ Bu şekilde bir fırka Arap evladının Hicaz topraklarından kalkıp hiç bilmedikleri ve görmedikleri yerler iken kâh kılıç ve mızrakla kâh tatlı sözlerle iki sene zarfında fethedip ele geçirdikleri yerleri, İspanyolar bunca zahmetle sekiz yüz senede geri alabildiler”

Altı yıl önce **İspanya'**daydım. Orada kebapçı dükkanı açmış bir Urfalı’ya sordum:
-Bu topraklar bir zaman Müslüman vatanıymış, sonra neden geri gittiler ?
-Para ve kadın düşkünü oldular, bu yüzden Allah buraları onların elinden aldı… dedi.

Güneşin altında sebepler aynıysa sonuçlar değişmiyor. Bu yüzden “tarih tekerrür” ediyor. 1000 yıldır oturduğumuz Anadolu’nun ortasında  bir “Türkün son ahı tepesi” ni Rabbim kimselere göstermesin.

Ordu Başkanı dinlemedi

Le Pentagone a commencé à fournir au Comité international de la Croix-Rouge (CICR) les noms de prisonniers détenus secrètement dans deux camps militaires en Irak et en Afghanistan, une première dans la politique de "lutte antiterroriste" des Etats-Unis, a rapporté samedi le New York Times. Cette mesure a pris effet en août et entre dans le cadre de la réforme, initiée par l'administration Obama, des règles de détention "antiterroriste", précise le quotidien.

En janvier, le président Barack Obama a ordonné la fermeture des prisons secrètes de la CIA ainsi que celle du camp de détention controversé de Guantanamo. Il a également lancé une révision des règles de détention et d'interrogatoire des prisonniers détenus dans le cadre de la "guerre contre le terrorisme", lancée par les Etats-Unis après le 11-Septembre. Mais l'armée américaine continue de gérer des Camps d'opérations spéciales à Balad en Irak et à Bagram en Afghanistan, sur lesquels peu d'informations ont filtré. Si la Croix-Rouge a accès à la majorité des prisons américaines dans ces deux pays, elle n'a jamais été autorisée à pénétrer dans ces centres de détention. Entre 30 et 40 prisonniers sont détenus dans le camp de Balad et un nombre inférieur en Afghanistan, selon des militaires cités par le NYT.

Dans le cadre de la réforme, la Croix-Rouge est autorisée à suivre la détention des prisonniers et l'armée américaine doit fournir au CICR l'identité des détenus dans un délai de deux semaines, précise le journal . La politique "antiterroriste" des Etats-Unis devrait revenir sur le devant de la scène cette semaine. Lundi, sera rendu public un rapport sur les programmes d'interrogatoire dans les prisons secrètes de la CIA à l'étranger. (Courtoisie le Monde)

Türkçe özet: Başkan Obama, ocak ayında, başta Guantanamo üssü olmak üzere CIA’nın gizli hapishanelerinin kapatılmasını emretmiş aynı zamanda terörizme karşı savaş çerçevesinde ıı eylül olayından bu yana sürdürülen tutuklama ve sorgulama kurallarının gözden geçirilmesini istemişti. Ancak Ordu bu uyarıları dinlememiş, çok az bilginin sızdığı Irak’da Balad ve Afganistan’da Bagram üslerindeki uygulamaları aynen sürdürmüştü. Uluslar arası Kızılhaç örgütü Birleşik Devletlerdeki pek çok hapishaneye girmeye yetkili olduğu hale bu iki özel kampa asla girememişti. Amerikan Genel Kurmayı şimdi başkan Obama’nın reformları doğrultusunda bu kamplarda bulunan tutukluların listesini Uluslararası Kızılhaç örgütüne açıklamayı kabul etmiştir. (Teşekkürler le Monde)

İstanbul’da Mevlevî tekkeleri

Nezih Uzel'den not: İstanbul'da Yenikapı Mevlevihanesinin onarımı dolayısısyle TC Vakıflar Genel Müdürlüğü, geçtiğimiz yıl bana bu tekke  ve genel Mevlevilik kültürü ile ilgili bir yazı yazdırmıştı. Bu yazı dergahın onarımını içeren doküman ve fotograflarla birlikte "Aşıkların Dünyası" isimli tanıtım kitabında yer aldı. Ancak çok sınırlı basılan, ve çok az dağıtılan bu kitabın yeni bir baskısının yapılacağını da sanmıyorum. Bu yüzden bu eserde yer alan yazılarımı bölüm sırası ve pek az değişiklik ve ilavelerle sunuyorum.

(Arşiv'den)

Türkiye’de tekkelerin tarih olduğu 1925 yılında İstanbul’da beş Mevlevîhâne vardı: Galata Mevlevîhânesi, Yenikapı Mevlevîhânesi, Eyüb Sultan Bahâriye Mevlevîhânesi, Kasımpaşa Mevlevîhânesi ve Üsküdar Mevlevîhânesi.

1453 yılında gerçekleşen Tük fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun saltanat merkezi olan İstanbul şehrinde, Fetihten az sonra başlayan Mevlevîhâne kurma geleneği, 18. yüzyılda  Üsküdar’da kurulan son Mevlevîhâne ile bu şehre beş Mevlevî tekkesi hediye etmişti.

Osmanlı İmparatorluğu arazîsi içinde, bünyesinde beş Mevlevîhâne bulunduran başka bir şehir yoktur. Mevlevîler İmparatorluğun yaşadığı ve üç kıt’aya yayıldığı dönemde, Dünya coğrafyasının bu bölgesinde, Basra Körfezinden Macaristan’a ve Kuzey Afrika’ya kadar 105 Mevlevîhâne kurmuşlardı. Bu rakam tarikat merkezi olan Konya Çelebilik makamı kayıtlarından çıkarılmıştır.

Mevlevîhânelerin bu kadar geniş bir alana yayılmasının sonuçları ne olmuştur ? Mevlevîlik tarihi üzerinde yapılan değerli çalışmaların genellikle Anadolu Mevlevîhâneleri ağırlıklı oluşu, bu konuda şimdilik sağlam bilgiler elde etmemize yol açmıyor. Türkiye dışında kalan örneğin Balkanlar ve ötesi Mevlevîhânelerde durum nasıldı ? Buralarda çalınıp söylenen Mevlevî, âyinlerinde yöreye has farklılıklar var mıydı ? Bu ve benzer soruların cevapları henüz karanlıktadır.

Mevlevî tarikatınn uzun yüzyıllar sürmüş sağlam merkeziyetçiliği göz önüne alındığında tekkeler arasında  fazla farklar bulunmadığı düşünülebilir. Fakat sosyal antropoloji’nin ayrıntılarda çeşitlemelere yol açtığı da unutulmamalıdır. Mevlevî bestekârlar meydana getirdikleri âyin bestelerinde başta Mevlânâ’nın şiirleri olmak üzere isim yapmış Mevlevî şairlerinin güftelerini de kullandıkları bilinmektedir. Bu muazzam literatürün dışında herhangi bir güfte kullanıldığında Konya Çelebilik Makamı yazıyla itiraz ederdi. Makam, eserinde kendi güftelerini kullanan bir bestekârın âyininin çalınmasını, İmparatorluğun tüm Mevlevîhânelerine ulaştırılması kaydıyle yayınladığı bir bildiriyle yasaklamıştı.

İstanbul Mevlevî tekkelerinin ilki bir Bizans kilisesidir. Sultan Fatih’in şehre sahip oluşundan sonra eski bir kiliseyi Mevlevîhâne’ye çevirerek Mevlânâ’nın dervişlerine tahsis ettiği bilinmekteydi. Bu kilisenin hangi yörede bulunduğu ve ne sıfatla tanındığı ? konusunda kesinlik yoktur. Şehzadebaşı’nda, sonradan Kalenderhâne Camii olan eski Akaleptos kilisesi konuşulmuş, Fatih zamanı yazılan vakfiyesine rastlanmış ancak sonuca varılamamıştır.

Bundan bir süre önce İstanbul Arkeoloji müzelerinin açtığı daimî “İstanbul Sergisinde” Topkapı Sarayının Sarayburnu tarafında “Manganlar” adı ile bir kilisenin varlığı ve bu kilisenin Fatih Sultan Mehmet tarafından “Mevlevî dervişlerine” tahsis edildiği kaydı görülmüştü. Bu kaydın kaynağı belirtilmemişti. Bizce bu olasılık Akaleptos Kilisesi önerisinden daha ileridir. Zira “Manganlar Kilisesi” savaştan dönen Bizans askerlerinin kilisesiydi ve Fetih sırasında artık kullanılmıyordu. Diğer kiliselerin statülerinin henüz belirlenmediği bir sırada Manganlar kilisesinin Fetihte yer almış olan “Mevlevî dervişlerine” verilmiş olması ihtimali uygun görülmektedir.
 
Mevlevî Tarikatı Fetih’ten hemen sonra İstanbul’a girmiş ve ilk tekkeler o sırada kurulmuştur. Ancak Mevlevî âyinleri ve Mevlevî tarikat töresi o çağda henüz tam olarak yerleşmiş değildi. Beste-i kadim denen eski âyin bestelerinden başka müzik eseri ortalarda görülmüyordu. Belki yüz yıl öncesinin “kavval” ve “gûyende” isimlerini taşıyan müzikli şiir okuyucuları vardı.

Yeri tesbit edilemeyen Bizans kilisesinden kalma İstanbul’un ilk Mevlevîhânesi’nden sonra Osmanlı başkentinde yer alan ikinci  Mevlevîhâne, 1491 veya 1492’de kurulmuştur. “Galata” veya “Kulekapı Mevlevîhânesi” adını taşıyan bu Tekke, Fatih devri akıncı beylerinden İskenderpaşa vakfı üzerinde meydana getirilmişti. İlk şeyhi Sinoplu Safâi Dede’dir. İstiklâl Caddesinin sonunda Yüksek kaldırımın başındadır. 1975’te onarıma girmiştir. Günümüzde bir müze olarak ayakta durmaktadır. 433 yıl yaşayan bu Tekke’nin Son şeyhi Ahmet Celaleddin Dede’ydi.

İstanbul’da Galata Mevlevîhânesinden sonra bilinen ikinci Tekke “Yenikapı Mevlevîhânesi” dir. Yeniçeri kâtibi Malkoç Mehmet Efendi tarafından 1598  yılında meydana getirilen bu tekkenin ilk şeyhi devrinin Mevlevî büyüklerinden Kemalî Ahmet Dede’dir. Dergâh O’nun adına kurulmuştu. 327 yıl yaşayan ve 20 şeyh gören Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Abdülbaki Baykara’dır. Sur dışında Merkez Efendi türbesine yakın Mevlevîhâne, birkaç defa yanmış ve seksen yıl kimsesiz ve bakımsız kalmıştı. Halen Vakıflar tarafından onarımı devam etmektedir.

İstanbul’da kurulan üçüncü Mevlevî tekkesi Boğaz kıyısında Beşiktaş’taydı. Bu Tekke daha sonra Eyyüb Sultan’da Bahâriye semtine taşınmış ve “Bahâriye Mevlevîhânesi” adını almıştı. 1613 yılında Sadrazam Ohri’li Hüseyin Paşa tarafından kurulmuştur. İlk şeyhi, aynı zamanda Gelibolu Mevlevîhânesi’nin de postnişini olan Ağazade Mehmet Dede’dir. Tekke 312 yıl yaşamıştı. Son şeyhi Selman Tüzün’dür. Önceki şeyh vefat ettiğinde Konya Çelebilik makamı, Bahariye Mevlevîhânesine, vekaleten Bahaüddin Efendi adında bir şey tayin etmişti. Dergâhların kapandığı 1925 yılında, postta Bahaüddin Efendi oturuyordu. Selman Tüzün 1953’ten sonra Konya’da yapılagelen Şebi Ârus törenlerinde postnişin olarak görev almış ve  böylece eski Mevlevî geleneğinin yeni zamanlara taşınmasında yardımcı olmuştu. Oğlu Hüseyin Tüzün de bir semazendir. Aynı törenlerde sema etmişti.

Kasımpaşa Mevlevîhânesi’nin yerinde bu gün taş bir merdivenden başka bir şey yoktur. Bu Mevlevîhâne yaklaşık otuz yıl öncesine kadar ayaktaydı, Birkaç yıl önce bütünüyle yerle bir olmuştur. Onarılacağına dair haberler varsa da henüz bir hareket yoktur. Kasımpaşa Mevlevîhânesi 1632 yılında Sırrî Abdi Dede tarafından kurulmuştur. Dede’nin vakfettiği arazinin üzerindeydi. Mevlevîhâne 293 yıl yaşamıştı. Dergâhların kapandığı tarihten önce de cemaati kalmayan bu Tekke’nin son şeyhini hatırlayan yoktur.

İstanbul’da son kurulan Mevlevî ocağı Üsküdar Mevlevîhânesi’dir. Bu tekke Sultanzâde Numan Dede bey tarafından 1790’da kurulmuştu. Kaptanı derya Vesim paşanın  da vakıflar tesis ettiği bu Tekkeyi Konya Çelebilik Makamı zaviye olarak tanımıştı. Zâviye tekke’nin büyüğüdür. Anadolu’dan veya başka yerlerden gelen misafirlerin ağırlandığı bu tekke uzun yıllar harap kaldıktan sonra Vakıflar İstanbul bölge müdürlüğü tarafından onarılmıştır. Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Kayserili Ahmet Remzi Dede’dir. Tekke 135 yıl yaşamıştı. Günümüzde Vakıflar bölge müdürlüğünün elindedir.

1491 yılından 1925 yılına kadar 434 yıl yaşayan İstanbul Mevlevîhâneleri Türk kültür hayatında yeri doldurulamaz bir görev yapmışlardır. Bu dergâhlarda yetişen, şairler, yazarlar, ilim ve devlet adamları İmparatorluğun elit tabakasını oluşturmuş ve Türk Horasan tasavvuf harsını insanlığın geleceğine aktarmışlardır. Dört yüz yıl bu tekkelerde oluşan kültür birikimi, kütüphanelerde ve müzelerde halen varlığını  sürdürmekte ve bu muazzam kültür mirasından  yararlanmak isteyen gelecek nesillerin kullanımına açık bulunmaktadır.

Mevlevîlik ve Mevlevî kültürü, yaşadığımız dönemde, Sema âyinleri’nin ve eski Mevlevîhâne’lerin birer ikişer onarılması ile yeniden canlanmaktadır. Gelecek bir dönemde  bunlara paralel Mesnevî eğitiminin de gelişerek gün ışığına çıkacağı umulur.

Oldu mu ya !


Üstüme gelmeyin benim,               
Ben Yusufçuğu savunmuyorum.
Kalendere hayret ediyorum.

Sevgi varlıkları canlandırır.
Bıçak gibi biler.
Kasıp kavurur, kızartır.
Eğirir, büker, yumuşatır.
Yoğurur, kaldırır indirir.

Kazana atar pişirir,
Yerden yere vurur, çarpıtır.
Yok eder de, yeniden var kılar.
Canını alır da, yeniden can verir
Bozar sonra düzeltir.

Kırar,**parçalar,
**İnletir, **ağlatır.
**Sonunda 
Birbirine ekler.
Aşılar, mayalar.

Ağlayana dost
Gülene **düşmandır.
**
Bu Çekirgede ise hiç hareket yok,
Bataklıkta Doğduğu gibi...
Ham halat duygusuz.
Suratsız,**ruhsuz.
**
Yusufçuk ne kadar sırnaşsa,
Kalenderden
hiç haber yok.
Damarında kan kurumuş.
Oldu mu ya !…

Aşık maşuğun kendisi

Sen ne sandın Yusufçuğu, bir böcek mi ?
Ha Kalenderin aşkından ölecek mi ?
Onun için gözden  yaş dökülecek mi ?
Ya Yusufçuğün  kalbi sökülecek mi ?

Yusufçuk bir hayal, Kalender gölgesi
Aslında aşık maşuğun ta kendisi
Sevdi işte heyhat ! olmaz bunun tersi
İnsan alacak bundan gerekli dersi

Sen bir böcek ol, o da garip yaratık
Arama
artık aşkta akıl sır mantık
İster o ister bu, olma sakın alık
Dolaşma, bu yer sana çok kalabalık

Yusufçuğun  yüzüne bakmaz Kalender
Sevgiye
aklını hiç takmaz **Kalender
**Aşığın aşkı olmuş tarifsiz **keder
**Aşkı da, aşığını da etmiş heder

Duydu dostlar, yönsüz sevginin **yükünü
**Anlat dediler Yusufçuğa, öykünü
Yusufçuk belli etmedi söküğünü
İçine gömdü kendi kör **düğümünü
**                                            *

İstanbul, eylül 1509

_
Eylül 1509 depremi, Peter Coacke, British Museum
_

1999 ağustos depremi konusunda İzmit'te (KYÖD) Kocaeli Yüksek Öğretim Derneği'nde bir anma toplantısı yapıldı. Bu toplantıda bana da konuşma verdiler. 1509 İstanbul depremi ile ilgili bu konuşmayı sunuyorum:

"İstanbul’da tarihlerin yazdığı en büyük deprem 2. Beyazıd'ın hükümdarlığı sırasında oldu. 10 Eylül 1509 günü gece saat 04.00'te meydana gelen deprem, İstanbul’u baştan sona yıktı. ''Kıyamet-i Sugra'' yani ''Küçük Kıyamet'' olarak adlandırılan depremden sonra padişah Edirne'ye gitti. 1509 İstanbul Depremi, ''1000 yılından sonraki dönemde Doğu Akdeniz'de meydana gelen en büyük deprem'' olarak nitelendirildi. Bolu'dan Edirne'ye kadar kendini hissettiren depremde şehir halkının yaklaşık yüzde 10'u deprem sonucu ya öldü ya da yaralandı. Deprem en büyük hasarı camilere verdi. 109 cami tamamen yıkılırken ayakta kalanların da tümünün minaresi tahrip oldu. 1070 ev yıkıldı, surlar zarar gördü, burçlardan 49'u yıkıldı ya da ağır hasar gördü.

Zulüm ve fesadınızın sebebi

Ayasofya Camisi'nin ise fetihten sonra yapılan minaresi yıkıldı. 2. Beyazıd'ın Topkapı Sarayı'ndaki yatak odası da depremden çöktü, ancak padişah bir kaç saat önce odadan ayrıldığı için zarar görmedi. Deprem öyle bir korku yaratmıştı ki, Padişah II. Beyazıd 10 gün kadar Topkapı Sarayı bahçesine kurulan bir çadırda yaşadıktan sonra, şehri terkedip Edirne'ye gitti. Bir süre sonra Edirne'de de deprem oldu. Mimar Hayreddin, 15 gün içinde Padişah için Edirne'de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde ikamete başladı. Aynı sene Edirne'de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu. Padişah vezirlerini toplayarak onları şöyle azarladı: ‘‘Bu zelzeleler zulüm ve fesadınızdan mazlumlar ahının sebeb olduğu gazabı ilahidir!..’’

Deprem vergisi koydular

Depremden sonra toplanan Divan-ı Hümayun, depremin izlerini silebilmek için her evden 22 akçe ek vergi toplanmasına karar verdi. Şehrin yeniden imar edilmesi için imparatorluk çapında harekete geçildi. Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den 29 bin işçi ve usta İstanbul'a getirildi. Şehrin imarı için işçi ve malzeme temini zaman aldığından İstanbullular 1509 kışını derme çatma yapılarda büyük zorluklar içinde geçirdi. İstanbul'daki imar faaliyetlerine 29 Mart 1510'da başlandı ve çok kısa bir sürede 1 Haziran 1510'da bitirildi.

Bu inşaat, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezareti altında yapıldı. İnşaatın tamamlanmasından sonra hükümdarın emri üzerine üç gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı.

10 Eylül 1509 depremi hemen Adalar önünde oluşmuştur. Makrosismik gözlemlerin ışığında bu depremin büyüklüğü 7.4'tür. Ambraseys ve Finkel bu depreme ait tarihsel verileri büyük bir titizlik içerisinde inceleyerek şu bilgileri sunmuşlardır:

-Depremden 30 yıl önceki bilgilere göre, İstanbul ve Galata'nın nüfusu 160,000 civarındaydı ve 35,000 yerleşim birimi mevcuttu. Depremde nüfus oranı daha fazlaydı..
-10 Eylül 1509 depremi sonucunda, 4000-5000 kişi hayatını yitirdi. Ölenler arasında Osmanlı Hanedanından 3 kişi vardı. Vezir Mustafa Paşa ve emrindeki 360 atlı süvari öldü. Tarihsel belgelerde, İstanbul ve Pera'da hasara uğramayan hiç bir evin kalmadığı rapor edilmiştir.
 
-Bu deprem sırasında, şehir surları da oldukça büyük hasara uğramış, Eğrikapı'dan Yedikule'ye kadar yıkım gözlenmiştir. Ayrıca, Edirne kapısı, Silivri kapısı ve Yedikule gibi ana giriş kapıları ağır hasara uğramıştır. Ishak Paşa kapısı, Topkapı sarayı duvarlarının, Hastalar Kapısı ve Kayıklar kapısı arasında yıkıldığı gözlenmiştir. Söz konusu duvarlara yakın birçok evin denize battığı görülmüştür.

-İstanbul ve Pera'nın bazı bölgelerinde, yerde yarılmalar, su ve kum fışkırmaları gözlenmiş. Deprem sonrasında oluşan dalgalar surları, Galata ve İstanbul'daki birçok duvarı aşmış ve hasar oluşturmuştur.

400 kuyu kazıldı

-78 yaşındaki mühendis Hüseyin Hüsnü Gürel, Erzincan ve Marmara Bölgesi'ndeki doğalgaz varlığıyla ilgili TBMM Başkanı Köksal Toptan, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler'e raporlar gönderdiğini, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a sunacağını söyledi
Doğalgazın bulunduğu yerleri 'düdüklü tencereye' benzeten Gürel, "Bir düdüklü tencerenin içine kum, çakıl ve doğalgaz koyup patlatırsanız üzerinde tren bile olsa havaya hoplatır" dedi.
Osmanlı Padişahı 2. Beyazıt'ın 1509 depreminde kentin çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırdığını ve çok az masrafla İstanbul'u bu deprem sarsıntılarından kurtardığını anlatan Gürel, bu kuyular ile yeraltı düdüklü tenceresine 400 delik açıldığını, kuyuların denge bacası görevi yaparak basıncı azalttığını kaydetti. Gürel, Marmara Bölgesi ile Erzincan Ovasında 20-30-50-100 metre gibi az derinliklerde geniş çaplı kuyular kazdırılarak, bu yerlerin çok az masrafla çok korkunç afetlerden kolayca kurtarılabileceği uyarısında bulundu.

Ayasofya'nın deprem kuyuları
-İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Çiğdem Özkan Aygün, Ayasofya'nın zeminin altında bulunan su sistemlerini, kanalizasyonları incelemeyi, dehlizleri, kuyu ve sarnıçları araştırmayı amaçladıklarını söyledi. Dr. Aygün, şöyle dedi:

"Ayasofya'da tam 8 kuyunun varlığını saptadık. Bunların tamamını inceleyeceğiz. Ancak, kuyuların bir bölümü çok dar. Bu nedenle hepsine teker teker dalmamız mümkün değil. Su ana kadar iki kuyuya daldık. Bunlar Van Nice'ın da araştırmaları sırasında bulduğu, müzenin içinde bulunan kuyular. En geniş, içine girilebilen bu kuyularda bile zorlanıyoruz. Zira ilk kuyunun ağzı sadece 44 santimetre. Derinliği ise 11 metre. Kuyunun ilk 1metre 15 santimetrelik bölümü tuğla ile örülmüş. Sonraki bölüm ise kayaya oyulmuş. Dibinde ise henüz tam olarak ölçümünü yapmadığımız balçık tabakası var." Vatan 29.12.2005

Padişah II.Beyazıd, torunu Kanuni Sultan Süleyman döneminde inşa edilen Süleymaniye Camiinin çevresinde de; birçok kuyu açtırmıştır ki, bunların adı “deprem kuyuları” olarak anılır.


İstanbul 1766 depremi,  anonim halk resmi

Paris'te hayat başkadır

![](../uploads/image/paris gece.jpg)

Bütün dükkanlar kapandı
Paris uykuya daldı
Sokaklar boşaldı
Son çöpler kaldırıldı.
Herkesin içi rahatladı
Rahatlık sabaha kadar sürecek

Sonra yine **kımıldama
**Önce **dükkanlar
**Sonra geceden kalan
Yorgun insanlar

Canlılar kendilerine gelecekler
Madam pencereyi açacak
Mösyö gerinecek
Kedi süt isteyecek
Paris uyanacak…

Ocaklarda tencereler, kaseroller
Tahta masalarda damalı örtüler
Kuytu odalarda dağınık yataklar
Taşlıklarda küf kokusu

Oğlan evde yok. Kız gece gelmedi
Mösyö ve **madam
**Yeryüzünde
Bir gün daha yaşayacaklar.

Dediler ki “Paris’te hayat başkadır”
Hayır ! **Paris’**te hayat aynıdır,
Başka olan “siz”
Kalın sağlıcakla.