Suçları Müslüman olmaktı

La justice bosniaque a reconnu vendredi coupable de génocide un ancien officier serbe de Bosnie à trente ans de prison, pour avoir participé au massacre des musulmans de Srebrenica en 1995

Le Tribunal bosniaque pour les crimes de guerre a reconnu Milorad Trbic coupable d'avoir planifié la capture, la détention, l'exécution et l'enterrement de musulmans bosniaques de Srebrenica "avec une intention génocidaire".
Le tribunal a estimé que Trbic avait personnellement choisi les lieux de détention et d'exécution, puis avoir participé à l'exhumation des restes des victimes pour les réenterrer dans des charniers, afin de cacher le crime.

Les forces serbes de Bosnie avaient pris la ville en juillet 1995, et tué près de 8.000 hommes. Leurs corps sont toujours en cours d'exhumation des charniers. (Courtoisie  AP)

Türkçe özet: _Bosna’da yargılanmakta olan 1995 Srebrenica katliamı sorumlularından Milorad Trbic cuma günü 30 yıl hapse mahkum oldu. Bosna Sırp ordusu subaylarından Trbic, Srebrenica Müslümanlarını bizzat toplama, tutuklama, idam etme ve cesetlerini saklama suçlarından yargılanıyordu. Mahkeme gerekçeli kararında Milorad Trıbic’in bu suçları bir “soykırım” amacı ile gerçekleştirdiğini belirtti. Sırplar 1995 haziranında Srebrenica kasabasını ele geçirerek 8 bin müslümanı katletmişlerdi. Teşekkürler AP)
_

   
Srebrenica kasabı Milorad Trbic      Srebrenica 1995

Sipariş cinayet şirketi


Blackwater Amerikan özel cinayet şirketinin hatıra fotografı

Le général Beg accuse Blackwater d’avoir assasiné Hariri et Bhutto pour le compte de Washington  Dans un entretien diffusé le 20 septembre 2009 par la télévision pakistanaise, le général (c.r.) Mirza Aslam Beg a accusé les États-Unis d’avoir commandité les assassinats du Premier ministre pakistanais Benzair Bhutto et de l’ancien Premier ministre libanais Rafic Hariri. Il a précisé que ces opérations avaient été exécutées par la société privée Blackwater (désormais dénommée Xe).
Le général Beg était chef d’état-major interarmes de 1988 à 1991. Il servait alors sous les ordres du président Ghulam Ishaq Khan et du Premier ministre Bénazir Bhutto, dont c’était le premier mandat (Courtoisise Reseau voltaire)

Türkçe özet: Pakistanın emekli  Genel Kurmay Başkanı  general Mirza Aslam Beg, Pakistan televizyonu tarafından yayınlanan bir demeç vererek öldürülen eski Pakistan başbakanı Benazir Bhutto ve Lübnan başbakanı Refik Hariri’nin son zamanda XE kodu ile tanınmakta olan özel Amerikan cinayet şirketi “Blackwater” tarafından, Amerikan Hükümetinin verdiği sipariş üzerine, ortadan kaldırıldığını iddia etti. Mirza Aslam Beg devlet başkanı Gulam İshak Han ve öldürülen başbakan Benazir  Bhutto zamanı 1988 ile 1991 arasında Genel Kurmay Başkanlığı yapmıştı. (Teşekkürler Reseau Voltaire)

     
Değerlendirme
: Blackwater USA, askeri nitelikli Amerikan sivil güvenlik şirketi. Bilinen özel güvenlik şirketlerinden farklı olarak, askeri eğitimli personel ve askeri donanım kullanır. Amerikan Deniz Kuvvetleri Özel Birlikler eski askerleri Erik Prince ve Al Clark tarafından 1997 yılında Kuzey Carolina'da kuruldu. Son zamanlarda, PKK mensuplarının üzerinde ele geçirilen ABD menşeili silahların sorgulanması, Blackwater USA'in adını gündeme getirmiştir. (teşekkürler Vikipedi)

Blackwater üyelerinin bir iş dönüşü tabelaya bıraktıkları kanlı el izleri

Bir skandal daha

Bu sabah Paris’ten Yasemin Berkol imzalı  bir not aldım, iletiyorum:

"8 Ekim 2009 Perşembe günü saat 12 :30 da Paris Petit Palais adlı güzel sanatlar müzesinde bir konser verildi.
 
Fransa’da Türk sezonu adı altındaki etkinliklerden biri olan ve Tekfen ve Fevziye okullari vakfı, tarafından desteklenen bir etkinlik bu .

Türk ve Fransız müzisyenlerin katıldıgı bu konserde peygamberimize  « Ağır hakaret  ve küfr edildi » , ben bir müslüman olarak bu denli hakaretten üzüntu duydum ve salondaki Türk izleyicilerden de tepki gelmemesi beni daha da hırslandırdı. :

Aşağıda Fransızca ve Türkçe tercümesini yazdığım bu şiir barok müzik bestesiyle bir soprano tarafindan  Italyanca okundu ancak fransız tercümesi el broşüründe izleyicilere sunuldu  ve bol bol alkışlandı.
«  ……….Ah que soit maudit l’Arabe Mohamet, et son successeur Ali, que le sol recouvre la Mecque , que tombe sens dessous-dessus Medinet al nabî…………. »

«   Ah Arab Muhammed’e  ve onun halifesi Ali’ye lanet olsun. Mekke’yi toprak örtsün, Nebînin şehri Medine’nin altı üstüne dönsün…… »

Avrupalıların her fırsatta müslümanlara hakaret ettiği biliniyor ama, bizzat Türk kültür ve Sanat adamlarının yönetiminde , Türk vakıflarının ve Dışışlerinin parasıyle, düzenlenen bu etkinlikler arasında bu hakaret gözden kaçan bir kaza olamaz !

Bu bir skandaldır siz basın mensuplarını duyarlı olmaya davet ediyorum.
Saygılarımla.
Yasemin Berkol"

Değerlendirme : Adı geçen konserde okunan eser 1597-1653 arasında yaşamış italyan barok bestekar **Luiggi rossi’**ye aittir. « zaida turca «  adını taşımaktadır. Türklere hakaret için **yazılmıştır. (n.u.)
**

Müslüman Vatikan'ı kuruyorlar

Fethullah Hoca ile ilgili, bir soru geldi. Cevabını sunuyorum.

Fethullah Hoca’nın tahammül edemediğim en çarpıcı olayı, mülga bir dinin şefi olan Papa’nın ziyaretine gitmesidir. Dinler birleşeli 1500 yıl oldu, acaba efendi hazretleri duymamış mı ? 325 İznik konsilinde kral Kostantin’in zoruyla hırıstiyanlığa eklenen “teslis akidesi” dolayısıyle Katolik kilisesine giren her Müslümanın ziyaretin devamınca “estağfirullah” çekmesi gerekir. Aksi “üçlemeyi” kabul etmektir. Atalarımız Katolikler için, (haşa)  “Allahı üçe ayırdılar” demiş. Yalan mı ? Hâla kiliselerde cenabı İsa Ruhullah aleyhisselama (haşaa) “fils de Dieu:Allahın oğlu" diyorlar. Sorunca “hepimiz Allahın oğlu değil miyiz” diyerek zorlama ve saygısız bir yorumla cevap veriyorlar. Yorumu haber yerine koyup muhkem itikat şekline sokmuşlar. Bu bir ilhattır. 1700 yıllıktır. Bunu birisi Fethullah Hocaya söylemelidir. Yoksa bir Müslüman Vatikanı mı kuruyorlar ?

Büyük kaatil yargılanıyor

Le procès du journal russe "Novaïa Gazeta" pour diffamation envers Staline s'est ouvert à Moscou jeudi. Le petit-fils du dirigeant Ievgueni Djougachvili reproche à la publication demande 10 millions de roubles (environ 229.000 euros; 340.000 dollars) pour laver l'honneur de son grand-père, mort en 1953. Absent au tribunal jeudi, il exige aussi une condamnation financière de l'auteur de l'article incriminé, Anatoli Iablokov.

Dans l'article en question, publié le 22 avril, le journaliste affirme que Joseph Staline a personnellement signé les ordres d'exécution.
L'affaire survient alors qu'une partie des Russes veut réhabiliter le dictateur. L'organisation de défense des droits de l'Homme Memorial l'accuse pour sa part d'avoir ordonné la mort d'au moins 724.000 Soviétiques lors des purges qui ont culminé à la fin des années 1930. (Courtoisie AP)

Türkçe Özet ve değerlendirme : 930’lu yılların ünlü sovyet lideri Josef Stalin’in 73 yaşındaki torunu Ievgueni  Djougachvili’nin Moskova’da « Novaïa Gazeta » isimli gazeteye açtığı hakaret davasına Perşembe günü başlandı. Bu gazetede yazan Anatoli İablokov, Djougachvili’nin dedesi olan ve 1953’te ölen Josef Stalin’in Rusya’nın diktatörü olduğu yıllarda giriştiği etnik temizlikler sırasında katliam emirlerini bizzat verdiğini belirtmişti. Memorial isimli bir insan hakları kuruluşuna göre Stalin 1930 yılının sonuna kadar Sovyetler birliğinde 724.000 vatandaşın kanına girmişti. Stalin’in 22. 000 Polonyalı subayın öldürüldüğü ve uzun yıllar Nazi'lere yüklenen Katyn Ormanı cinayetinin de emrini verdiği belirtiliyor. Djougachvili dedesinin şerefini kurtarmak için gazeteden 10 milyon  ruble tazminat istiyor. (Teşekkürler AP-Wikiedi-Google)

                                                                                                                                                                                                                                                                               
**Katyn Ormanı Cinayeti  (**Stalin ve Beria imzalı 5 mart 1940 kararnamesi

O bizden olabilir

Geçtiğimiz hafta emekli bir güvenlikçi bana şunları söyledi “Bize amirlerimiz derlerdi ki olaylar başladığında karşı taraftan gelen ilk ateşe cevap vermeyiniz, o tarafa ateş etmeyiniz.  –Neden  diye sorduğumuzda – O bizden olabilir, diye cevap verirlerdi ...”

O zaman o güvenlikçiye bu nasıl olabilir ? Devlet grubu suça mı teşvik ediyor ? diye sorduğumda – Evet biraz öyle, çünkü grubun suç işlemek amacıyla orada toplandığı belli, kendilerine gösterilen yere gitmemişler, istedikleri yere gitmişler, yakalanmaları için ağır bir suç işlemeleri gerekiyor, suçun sabit olması gerekiyor, bunun  için o yaramaz gruba suç yüklemek gerekiyor. Grubun içine gizlice sızmış olan ajanlarımız oradan bizim tarafa ateş ederek grubun suçlu olduğunu kanıtlıyorlar…

-Pekiyi dedim, ya suç yoksa, ya suç işlemeye niyetli değillerse, etrafı yakıp yıkmıyorlarsa suçları sadece istenmeyen yerde eylem yapmaksa…
-Olabilir o zaman da onları yakaladığımızda mahkeme salıyor ? canımızı ortaya koyarak çaba harcıyoruz, emek boşa gidiyor, suçlarının  açıkça ortaya çıkması lazım.

Yıllar önce Berlin’de izlediğim bir sokak gösterisinde de bir Alman güvenlik ajanı bana aynı şeyleri söylemişti. – Biz halkı suç işlemeye zorlarız dedi… O sırada şimdi Avrupa parlementosunda bir milletvekili olan “Kızıl Rudi: Rudi Ducke” ortalığı kasıp kavuruyordu. Adamları bir gece **Berlin’**de sabaha kadar polisle savaştılar. Berlin’in ana caddesi olan Kürfürstendam’da tüm mağazaları ateşe verdiler.

Kızıl Rudi hareketi daha sonra Baden Manhof Çetesine dönüştü. Aradan geçen kırk yılda hem göstericiler hem polis oldukça mesaafe kaydetmişti. Ülkesinin yönetici sınıfının hizmetindeki Alman polisi, büyük olasılıkla, sonraki yılarda, bir siyasi gösteriyi, çete savaşlarına sürüklemekten başka çare görememişti. Bu tekniğe  daha sonra her ülkenin yöneticileri baş vurdular. Siyasi eylemleri çete savaşlarına çevirmek  çizgiyi korumak zorunda olan siyasi gruplarla, ortaya çıkmakta yarar görmeyen çeteler arasında bir işbirliği ile sonuçlanamazdı, bu işlerin doğasına aykırıydı, ancak devletleri yöneten gizli güçler bu beraberliği sağlayarak siyaseti halkın gözünde küçük düşürmeye çaba harcadılar.

O yıllarda Paris’te izlediğım bir sokak gösterisinde, sakin bir an yakalayıp bir güvenlik görevlisine – Nerelisiniz ? diye sordum. **Paris’**in dışında bir yer söyledi –Aranızda Paris’li var mı ? dedim –Yok dedi. O zaman bir gerçek daha anlaşıldı. Fransız polisi Paris’in içindeki olaylarda Parisli polis kullanmayarak çevre illerin Parisli’lere taşıdığı kıskançlık ve hatta nefret hislerini kullanıyordu.

Bu olay bizde de böyledir. Taksime çıkıp bir olay izleyin bakın polis İstanbul’lulara karşı nasıl gaddar davranıyor. Bir gün sordum, onlar da İstanbullu olmadıklarını söylediler. Yaşlılığımda Kadıköy'de tesadüfen bir sendika  gösterisine rastladım , eski meraklarım depreşti, sokuldum. Polislerin arasında bazı siviller bana -Amıca burada durma, başına birşey gelir, dediler - Evlat alışkınım korkma dedim. Onlar sivil polisti benim bakışlarımdan kuşkulanmışlardı, görevleri kalabalığı tahrik etmekti.

Halkın arasına karışarak polise ateş etme yöntemini daha yeni duydum. Acaba bu eskiden de mi böyleydi ? Önceki yazıda verdiğim resme dikkatlice baktım. Bankanın camında iki kurşun deliği var, gençlerin ateşli silah taşımadıları söyleniyor, pekiyi bu delikleri kim açtı ? Düşündürürcü…

Halkı devletle karşı karşıya getirmenin bir bedeli olmalıdır. İnşallah ağır olmaz.

Banka’nın camındaki tekme

Geçen haftanın olayları arasında bir resim gözümün önünden gİtmiyor: Bir bankanın camını tekmeleyen bir genç.. Bu bir protesto mudur ?, bir terör olayı mıdır ? Hafifletilmiş bir terör, hızlandırılmış bir “protesto” mudur ? Nedir. Anarşi, eylem, şehir muharebesi midir ? Sokak savaşı mıdır ? nedir ? Bir insan evinde uslu uslu oturacağına gidip bir bankanın camını neden kırar ?

Osmanlı’da “protesto”nun adı “fitne” ydi. Osmanlılar karşı fikre hiçbir zaman yüz vermediler. Zamanların ilerleyip işlerin çatallaştığı dönemlerde dahi çözüm için önerilen çeşitli teklifleri hep “fitne “ hep “fesat” saydılar. Bu gelenek Cumhuriyet yöneticilerine de miras kaldı. Onlar da Osmanlılar gibi çoğulculuğu düzen yıkıcılığı sayarak artan sorunlara çözüm aramayı yerleşik düzene hakaret saydılar. Herşeyi yerleşik düzenin çözeceğini sandılar. 80 yıldır değişmediler. Değişecekleri de yok.

Osmanlılar giderek “devletle” kendilerini açıkça bütünleştirmişlerdi, kendilerine çatanı devlet çatmış farzettiler. Son Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın ağzından “Devlet benim” dediler. Onlar  bu inat yüzünden tarih sahnesinden çekildiler. Rabbim  Cumhuriyetimizin değerli yöneticilerini korusun.

Banka camı kıran bir “protestocu” ile halkın başına kredi kartı belası açarak onu kıyasıya soyan bir bankanın arasındaki bağı anlamaya gücünüz yetmeyecekse, o genç daha uzun yıllar o bankanın camını kıracak o banka da daha uzun yıllar halkı soymaya devam edecektir. **Türkiye'**de ilk banka soyanlardan Necdet Elmas mahkemede “Banka soymakla banka kurmak arasında fark yoktur”dedi. Her iki olayın da suç olduğunu söylüyordu. Evet suçtur ! Banka soymak dün de suç idi bu gün de suçtur, ancak banka kurup halkı soymak da suçtur. Banka soyanları geçerli kanunlar mahkum eder, halkı soyanları hangi kanun men edecek. ? Buna elbette kamu vicdanı karar verebilir, ama onun da polis ve adliyesi yok, yaptırımı yetersiz, çaresi kısıtlı. İşin garibi protestocuyu yakalayan polisin de cebinde o soygun bankasının kartı var.

Başbakan “protesto edebilirsiniz, camları neden kırıyorsunuz “ dedi. Protesto’nun suça kadar varacağını hesaplamış olduğu farz edilebilir.  O zaman protesto’nun böylesine bir suç düzeyine hangi sebeplerle ulaştığını da bilmesi gerekir. Bunun tersi bir devlet adamına yakışmaz. Sonuçta kendi sınıfsal çıkarına uygun olduğu için bu sözü söylediği anlaşılıyor. Demek ki işler iki sınıftan birinin ortadan çekilmesi gerektiğine varmıştır. Protesto’nun şiddete dönüşmesi buna da icra’nın başının karşı çıkması  işlerin tabiatine uygundur. Başbakanın bu sözlerine yedi asır öncesinden Mevlânâ hazretleri cevap veriyor: “Testileri kırdığınızda sular aynı yöne akar…” yani eğer bir yerde kötülük çıkmışsa, artık her şey o kötülüğün doğrultusunda gelişir. Böylece **İMF’**yi protesto ederken artan ve kanlı eyleme dönüşen kin ve nefret, bir sel gibi her tarafı yakıp yıkmaya koyulur. Bu günkü durum bu.

Bu artık bir protesto değil bir savaştır. Cepheler tesis edilmiştir. Bir tarafta polis ve adliyesi ile devlet, karşı tarafta taş, sopa, sapan, Molotof kokyeli ile gençler, sivil örgütler. Legal veya illegal gruplar. Bunlara dünyanın her tarafında olduğu gibi dışarıdan gelenler de ekleniyor. OIay uluslararası boyuta ulaşıyor.

Devlet burada hatalıdır. Vatandaşına **IMF’**nin zararlı olduğunu anlatamamıştır. Hatta devlet ipliği pazara çıkmış, faydadan çok zararı olduğu anlaşılmış bu şer yuvasına teslim olmuştur. Dünyada IMF ile kalkınmış tek bir ülke olmadığı söyleniyor. Bu uluslar arası bir soygundur.  Siyasi beyin yıkama belasına uğrayarak bu faciayı göremeyen halk, taksim meydanındaki protestoların sebebini anlayamaz… Rabbim bu millete basiret nasib etsin.

Hizmet eden Efendi'dir

Özbekler Dergahı ve Bendir sazı konusunda iki soru daha geldi. Cevapları sunuyorum :

1-Özbekler Dergahı şeyhi Necmeddin Özbekkangay'ı 1956 yılı aralık ayında Konya ihtifalinde tanıdım. Vefatına kadar onbeş yıl beraber olduk. Kendisi gençliğinde zamanın kutbu Küçük Hüseyin Efendi'den hizmet hilafeti almış, Ben bu "hilafete" nisbet ettim. uzerimde bu dergahın fakire yüklediği hizmet hilafeti var. Ellidört yıldır Şerefle taşıyorum.

Dikkat buyrulsun bu "irşad" hilafeti değildir. Bu kadim neş'e halkasında büyük efendiden bu yana "hizmet" hilafeti sürüyor. "Halka hizmet eden onun efendisi olur" hadisi şerifi ve yerleşik ilkesi doğrultusunda... Ben onbeş yıl süren beraberliğim sırasında Necmeddin efendinin toplantı günlerinde bir gün bir köşeye oturarak elini öptürdüğünü ve nutuklar çektiğini görmedim. Hep ayaktaydı... hep koşturuyordu ve hizmet için can atıyordu, hizmet onun kendi keyfi ve varlık nedeniydi. Dergah için söyleyeceğim bu kadar. Şimdi Fakir ve evlatları da hizmete devam ediyor.
 

2-Bendir bir tekke çalgısıdır. Zikrullah için icat olunmuştur, veya benimsenerek kullanılmıştır. Bu aletin çıkardığı ses insan kulağının duyduğu en eski müziktir, jinekologlara göre çocuk ana karnında anasının kalp atışlarını dinlermiş, böylece biz hepimiz nameden önce ritm öğrenerek bu dünyaya gelmişiz. Bendir vurmak ilahi okumakla birdir, ilahi okumak da zikrullah meclisinin bir parçası ve tasavvuf düşüncesini yansıtan şiirlerin name eşliğinde inşadıdır.  Müzikle şiir okumaktır.

Bunun bir örneğine Ortaçağ Avrupa'sının "trubadur" geleneğinde rastlıyoruz. Bendir Fas'tan Endonezya'ya kadar tüm yeşil kuşağın ortak müzik aletidir. Her islam ülkesinden bendir sesi gelir. Faslılar bendiri fazla ısıtarak "tın tın..." ses çıkarırlar, çöl ikliminde derin ses olmadığına... Saravak Müslümanları "dan dan..." vurarak bas ses çıkarırlar, Orman ve okyanus sesine örnek. Ben daha doğru dürüst bendir sesi de duymuş değilim. Bazen rüyalarda duyuyorum.

Bendiri 1956 yılında Konya'da Muammer Efendi isimli bir Rüfai dervişinden kazandım, meşkettim, iktibas ettim. Kendi vurduğu bendiri kendi yapardı, kurban keser, derisini tabaklar, Tahtakaleden kasnak alır, gererdi. Altı yıl uğraştım bana bendir yapıp vermedi ,sonunda yaptı "al çal" dedi. Hâlâ çalıyoruz.

Bu güne kadar ustamın vurduğu bendirin aynısını vuramadım. Ne dersiniz bu işe ? "Bendir" demesini dahi kendisinden zor ezberlemiştim, Tekrar tekrar sorar dururdum. Bir ömür boyu uğraştım bu işi beceremedim. TRT'ye bendiri 1967 senesinde ilk ben soktum, otuzdört yıl çaldım. Şimdi Türkiye bendirci doldu. Bendiri iki diz arasında çalıyorlar. Bendir kutsal sazdır, belden aşağı tutulmaz ama bu yeni efendiler onu apışarası çalgısı yaptılar, maazallah. Saygılar efendim.

Ademoğlu'na böyle yakışır


Tahmis-i hz. Fuzûlî 15.yy.

**_“Vaslın bana hayat verir firkatin memat”
_**Ulaşmak hayat, ayrılık ölümdür.
Ulaşmak için gayret şen günümdür
Bahçemde açılan taze gülümdür

Sübhâne Hâlıkı halaka'l-mevti ve'l hayat
Yaşam ve ölümü “Yaradan” önünde eğilirim
Bildiğim, anladığım  hale gece gündüz sevinirim
Derun ü ilmimde çaresiz kaldığıma yerinirim

“Hicranına tahammül eden vaslın bulur
Zorluğa göğüs geren elbette ulaşır
Kalbinde bir inci, göğsünde cevher taşır
Ademoğluna işte tam böyle yakışır

**_“Tubali men yüssaidü hüs sabr-ı vessebat”
_**Cennetteki Tuba ağacı sebat ve sabrımdır
Şimdilik bu yerde dolaşırken **kararımdır
**Kalbimde, ruhumda silinmez **israrımdır
**

Yaradan aşkı öğretti

Aradan yıllar geçti
İnsanlar “Yusufçuk Kalender’e
Aşık
oldu” dediler.
İnsanlar bu aşkı beğendiler.
Kalender’le Yusufçuğun adını
Aşk defterine yazdılar.

Yusufçuğun adını başa koydular
Kalendere de acıdılar
Yusufçuğu sevdiklerine
Kalenderi
de aradan çıkardılar.

Böylece Kalender
Yusufçuk
yüzünden tanınmış oldu
Hiç hakkı yoktu amma
İşte böyle oldu.
Var olmaya hakkı olmayanları
Bir gün Doğa parçalar

Aslında İnsanlar ne Yusufçuğu
Ne de Kalenderi bilmiyorlardı
İnsanlar aşkı biliyorlardı
Yaradan onlara aşkı öğretmişti
Onlar aşkı ezberlemişti

“Aşk imiş her ne var **alemde
**İlm bir kıyl ü kal imiş ancak”
Derlerdi…İnsanlar.