nerede Hata yaptık ?

devolet.jpg (Arşiv'den)

Türkiye son üçyüz yılını mutlaka konuşmak zorundadır. Buna “geçmişi ile yüz yüze gelme” diye bir isim takıldı. Samimiyetten uzak, ağırlıktan yoksun, alelacele bulunmuş bir değimdi, ama ne olursa olsun Türkiye ve Türk halkı, binlerce yıllık tarihinin şu son üç asrını mutlaka masaya yatırıp kadavra gibi incelemelidir.

Neden şimdiye kadar onaltı tane devlet kurup bir bir yıkığımız anlaşılmalıdır. Batı’da son zamanda Osmanlı adı altında dört kıtaya yayılmış güçlü bir devlet kurmuşken üç asır uğraşıp onu neden ve nasıl ? batırdığımız bilinmelidir. Bilinmelidir ki hiç olmazsa şu son kurduğumuz Cumhuriyet yaşasın. Yoksa “diri vücutları “toprağa gömmeye” devam edeceğiz. Zira her devlet değişikliğinde gereksiz yere çok adam ölüyor. Tarihin akışı kesiliyor.

bayrak.gifBayrak çekmek, “marş” okumak, “yaşasın” diye bağırmakla bir devlet yaşamıyor. Onu sağlam ellerde fiilen yaşatmak gereklidir. Biz bu kutsal görevi başarı ile yerine getiremiyoruz. Öyle olsaydı, bu devletleri kurar kurar batırmazdık.

Doğudan Batıya uzanan tarihimizin yakın zamanda kırılgan noktası son 300 yılın başlangıcıdır. Kesin tarih II. Viyana bozgunudur. Bu savaşta başta veziriazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa olmak üzere bir dizi kumandanın hatası sonucunda bozulan Ordu 12 eylül 1683 günü Viyana önlerinde Kalenberg: Almandağı savaşında kesin yenilgiye uğramıştı. Bundan sonra başlayan çöküntü ve gerileme durdurulamamış 250 yıl süren büyük dönüş başlamıştı.

kara_mustapha_baffa.jpgKalenberg savaşı işin dönüm noktasıdır. Bu olaydan sonra düşman o zamana kadar yenilmez olduğuna inanılan Türklerin yenilebileceğine inanmış ve karşı saldırıya geçmişti. Karşı saldırının en büyük faciası, Kalenberg yenilgisinden 14 yıl sonra, 11 eylül 1697 Zente bozgunudur. Sultan II Mustafa’nın da katıldığı Avusturya seferinde yaşanan ve Osmanlı ordusunda 30 bin can kaybına sebep olan bu bozgun, sadrazam Elmas Mehmet Paşa ile Temeşvar muhafızı Koca Cafer Paşa'nın Padişah'ın Ordusunu yanlış yola sevk etmeleri yüzünden meydan gelmişti.

Zente bozgunundan iki yıl sonra Osmanlıların Müttefik avrupa güçleri ve Rusya ile imzaladıkları 26 ocak 1699 Karlofça  barış andlaşması, Osmanlı devletinin en fazla toprak kaybettiği ilk büyük andlaşmadır. Devletin kurulduğu tarihten sonra imzaladığı onaltı andlaşma sırasında düşmanın önerilerini dinlemeyen, sadece kendi koşullarını öne sürerek toplantıları terkeden Osmanlı diplomatları, ilk defa bu andlaşmada kaşı tarafı dinlemek zorunda kalmışlardı.

Zente bozgunundan sonra yaşanan en büyük bozgun iki asır sonra ünlü 93 harbidir. Eski takvimle 1293 yılına rastladığı için 93 harbi adı ile anılan bu savaş, Türkiye ile Rus çarlığı arasında 1877 ve 1878 yılları arasında yapıldı. Rumeli ve Kafkas olmak üzere iki sephede savaşan Osmanlı Devleti, bu savaşla tum Balkan yarımadasını kaybederek bu günkü sınırlara çekildi.

doksanuc.jpg93 harbinde Plevne direnişini kırdıktan sonra İstanbul kapılarına kadar yürüyüşlerine devam eden Ruslar, 2 mart 1878 Yeşilköy Ayastafonos andlaşması ile savaşa son verdiler. İsteseler İstanbul’a girecek ve sultan II Abdülhamidi esir edebileceklerdi. Ancak bu yürüyüş sıcak denizler üzerinde hak iddia eden sömürgeci Avrupa devletleri engeline takıldı.

93’ten sonraki büyük yenilgi 1912 Balkan faciasıdır. Bulgarların Çatalca hattına kadar gelerek İstanbul’a tehdid ettikleri bu savaş, Osmanlı Devletinin sonudur. Bundan iki yıl sonra girdikleri, Birinci Dünya Savaşında yenilen Osmanlılar, tam tarih sahnesinden silinecekken son bir hamle ve can havliyle Çanakkale zaferini kazanmış ve yeniden elde ettikleri  moral gücü ile Anadolu Yunan harbinden galip ayrılmışlardı.

Batı Türklerinin onbeşinci yüzyılda başlayan Avrupa çıkışları Viyana bozgunu, 93 harbi, Balkan ve Birici Dünya harpleri ile son bulmuştur. Bu büyük dünya faciasında Türk milleti 80 milyona yakın insan kaybetmiştir. Dünya tarihinde bu derecede büyük kayıp yaşayan başka ulusların bulunduğu tahminlerden uzaktır. Gerek Kalenberg savaşında ve gerekse ondan sonra  başlayan büyük çöküntü ve geri dönüş sırasında işlenen hatalar hiçbir zaman söz konusu edilmemiş, nedenler ve gizli suçlar kamu oyu değerlendirmelerine sunulmamıştır.

Bu güne değin hep zaferlerden bahsetik. Kendimizi öğe öğe öğe bitiremedik. Kıt’aları, koca koca ülkeleri kaybettiğimiz halde hep zaferlerden söz açtık. İki asırda ellerimizle kurduğumuz bir devleti, üç asırda yine kendi ellerimizle yıktık. On altı diye sayılan yıkıntı devlet listesinin sonuna Osmanlı’yı da ekledik. Daha da kötüsü bu yıkıntıda bize ortak olan düşmanlarınmıza sığındık. Kurtuluşu Batı’da aradık. “”Medeni olalım” derken yanlışlıkla “Batılı” olalım demişiz. Bu yanlışlığı  Batı’nın bu gün işlediği cürümlere bakan herkes kolayca farkedebilir:

“Nerede hata yaptık” demenin sırası gelmiştir sanıyorum. Bu gelecek için dolu bir ümittir. (Arşiv'den)

Arabın Son "ah"ı

alhambra_granada600.jpg (Tarihten ibretli kesitler)

Kuzey’in baronları ile yaptığı savaştan dönen son Nâsırî hükümdarı’nı halk çılgınca alkışlıyor, zafer çığlıkları atıyordu. Az sonra Granada Sarayı’nda müzakereler başladı. Halk basit bir barış anlaşması imzalanacak zannediyordu. Taraflar kimseye haber sızdırmıyorlardı.

Granada’lılar gerçeği Kardinal Jimenez bir sabah Elhamra Sarayı’nın üzerine haç’ı diktiğinde anladılar. Çok ağlayıp döğündüler ama iş işten geçmiş, 800 yıllık İslam toprağı Endülüs, sonsuza dek ellerinden gitmişti.

İspanya’daki son Nâsırî hükümdarı Baobdil lakaplı 13. Abdurrahman o gün çoluk çocuğu ile Elhamra Sarayı’nı terk etti. Saray’dan çıkan kafile karşıki tepelere varınca devrik hükümdar geri dönerek sarayına son bir kez daha baktı ve derin bir “ahh..”” çekti, o tepe bu gün dahi “Ultima suspiro della Moro: Arabın son ahı tepesi” adını taşımaktadır.

Demir donlu Askerler

sovvvv.jpg  {Tarihten İbretli kesitler}

Malya ovasına gelmiş olan Selçuklu ordusunun başkumandanı Emir Necmeddin, yardımcıları Behramşah Candar, Gürcü Zahiruddin Şir idi. Bin kişilik 3000 altına kiralanmış zırhlı Frank şövalyelerinin başında ise Ferdehala (ya da Frederic) bulunuyordu.

Bu şövalyelere yerliler “demir donlu askerler” adını takmıştı. Savaşın en kızgın yerinde Müslüman Selçuk askeri, Müslüman kardeşlerine karşı silah çekmeyi reddetti. Askerin silahlarını kendi kumandanına çevirmesi an meselesiydi.

Bu durumu gören  Başkumandan Emir Necmeddin, o ana kadar yedekte bekleyen   hırıstiyan şövalyeleri, cephenin en önüne sürdü. Hırıstiyanlar Müslümanları acımasızca kırdılar. Sonunda Selçuklu feodal sultanlığı, bütün güçlerini seferber ettiği koskoca ordusuyla savaşı kazandı. Az zaman sonra yıkılan bu  Devlet, son zaferini kendi halkına karşı kazanmıştı.

Konya Selçuk Sultanları ile Anadolu Türkmen halkı arasındaki iç savaşın başlangıcında Baba İlyas çökmüş tefessüh etmiş, tüm insani değerlerini yitirmiş Alaeddin  sarayına karşı Kur’anı kerimi göstererek “Yaşadığınız hayat bu kitabın neresinde yazıyor…? ” diye haykırıyordu.

Savaşı kazanan Frank askerlerinin sağ kalanlarına  1000′er altın ödül verildi. (toplam kolluk kuvvetleri için 12 bin ile 60 bin arasında rakam verilmektedir, Babai halk güçleri için 3 bin ile 6 bin arası rakamlar verilmektedir){Tarihten ibretli kesitler}

zenginler ingiltere'den kaçıyor

imagesca1zwoeq.jpg Selon une étude publiée lundi 10 octobre par la banque Lloyds TSB, les riches Britanniques sont plus nombreux à envisager de quitter le Royaume-Uni à la suite des émeutes du mois d'août. Plus étonnant,  la France serait dans ce cas leur destination préférée pour leur nouvelle vie.(Courtoisie le Monde)

Türkçe özet: İngiliz Lloyds TSB bankası tarafından yayınlanan bir etüde göre ağustos ayında meydana gelen sosyal kargaşalıktan sonra paniğe kapılan İngiliz zenginleri,  İngiltere’den kaçıyorlar. İlginç bir ayrıntı, İngiliz zenginleri yaşamlarının devamı için Fransa’yı tercih ediyorlar. (teşekkürler le Monde)

Mevleviliği Harcadık Gitti...

mezar-tasi.jpg(Arşiv'den)

Teokratik Osmanlı Devleti’nin sivil kuruluşları  arasına koyarak dörtyüzelli yıl sinesinde barındırıp geliştirdiği Mevlevi Tarikatını Laik Cumhuriyet’in ilk bürokrat kadrosu bozuk para gibi harcadı. Modası geçmiş eski ve yıkık Tarikatı, yeni ve dinamik  düzen zaten sırtında taşıyamazdı, ama hiç olmazsa o çağda henüz yaşamaya devam eden ve asırlarca bu Tarikat tarafından korunmuş bazı kültür kalıntılarına değer verilemez miydi ?

Otuzlu yılların  ortalarında İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda kurulan bir ilim heyeti,  o zamana kadar eski meşk geleneğiyle usta-çırak arasında kulaktan kulağa süregelen altı yüz yıllık Mevlevi Müziği repertuarını yazıya geçirdi. Devrin  tanınmış Müzikoloğu Rauf Yekta’nın başkanlığında bu Heyet,  son devir Türk Musikisi’nin büyük üstadı  Eyyüb  Bahariye Mevlevihanesi’ nde yetişmiş Zekai Dede’ nin oğlu bestakar- kudümzenbaşı Zekaizade Ahmet İrsoy’un bir ömür boyu hafızasında tuttuğu pek çok Mevlevi Kompozisyonunu,  teknik değimiyle Mevlevi Ayini’ni Batı notasiyle tesbit edip yayınladı.

Usta belleğinde veya kısmen eski Hamparsum notalarında yer alan ve altı asrın birikimi olan bu eserler, Dünya müzik hazinesinin malı oldu. Eski Mevlevi Kültür mirasımızdan bu güne kalabilen değerler üzerinde en ciddi çalışma budur. Hâlâ aynı notalar kullanılıyor.

Eski Ayin’lerin yeni notalarla tesbit edildiği yıllarda kimse bunların bir gün yeniden çalınıp okunacağına inanmıyordu  zira Dergahları kapayan siyasal güç o sırada bunların ne müziğini, ne şiirini, ne  de ilerde insanoğlu’na  yarayabilecek  taraflarını düşünecek halde değildi. Dolayısıyle Müzikologlar  bilimsel ve tarihsel bir tesbit yaptılar ve işin ötesini  ilerki yıllara ve gelecek nesillere bıraktılar.

raufyekta.jpgElli’li yıllarda Türkiye’de rejim değişikliği  oldu. Yeni bir siyasal kadro iş başına  geçti. Toplum  ve Devlet değişimini tamamlamış, ortalığa kısmi bir liberalizm çıkmştı. İşlerin biraz  daha genişlediğini farkeden eski Bilimsel Kurul  üyelerinin o gün  hayatta olan öğrencileri yirmi yıl sonra bir araya geldiler. Rauf Yekta Bey’in öğrencisi rahmetli Sadeddin Heper ve Galata Mevlevihanesi son neyzenbaşısı Emin Yazıcı’nın öğrencisi Halil Can bu kişilerin başını çekiyordu. Bu değerli Hey’et, Siyasal iktidarın yeni sahiplerine eski Mevlevi Ayinlerinin çalınıp söylenebileceğini hatta ayinin vazgeçilmez elemanı  olan Sema’ın  dahi yapılabileceğini, bunun bir  Geri Dönüş veya Karşı İhtilal olmadığını, masum bir  koruma olduğunu anlatabildiler. Ayrıca Hükümet bu işi turistlere göstermenin yararlı olacağını anlamıştı.

galata1.jpgKonya Mevlânâ İhtifali böylece doğdu. İhtifal ilk yıllarda vazgeçilmez biçimde eski Mevlevi Ailelerin etkisindeydi, sonradan Turizm öne geçti. Geleneğin muhteşem gücünü taşıyan ailelerin değerli üyeleri bir bir bu dünyadan çekildikçe meydan kahvelerde ve halıcı dükkanlarında turistler için yarım çark fırıldak gibi dönenlere kaldı.

Konya Mevlana İhtifali’nin ilk yıllarında yüzyıllar boyu gelişmiş Mevlevi Ayini’nin nasıl yapılacağını  bilenler hayattaydı. Ayin’in sadece müzik olmadığını, duygu, düşünce şiir ve sayısız sembolle donatılmış bir anlayış ve anlatım  aracı olduğunu o kişiler bilirlerdi. Bir ömür boyu görmüş,  anlamış ve yaşamışlardı. Vaktiyle İstanbul’da yer almış beş Mevlevihane’nin en büyüğü olan ve Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin yetiştiği Yenikapı Mevlevihanesi’nin son şeyhi Abdülbaki Efendi’nin iki oğlu Gavsi ve Resuhi Baykara efendiler bu ihtifalin kurucuları arasındaydılar. On iki yaşındayken aynı Mevlevihane' de sema çıkartan ve daha sonra Semazenbaşı ve tüm semazenlerin hocası olacak olan merhum Ahmet Bican Kasaboğlu’ da aynı kadrodaydı.

Yeryüzünde Mevlevi Ayini’nin bir benzeri daha yoktur. Tarihi görevini tamamlamış  bir tarikatın ifade aracı olan bu  Mistik Tören bu yörenin insanları tarafından geliştirilmiş, Osmanlı tesir sahası içinde Macar ovalarından Basra körfezine, Kırım'dan Girit ve Kahire'ye  ladar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.  Derin ruhsal ihtiyaçlara dayalı kategorik bir algılama ve aktarmanın muhteşem ritüeli ve kısa yoludur.

kata.jpgMevlevi Ayini’ne yakın iki olay yine dini- kültürel  temelli Hint Katakali ve Endonezya merkezli Uzakdoğu Ramayana danslarıdır, farklı bir insan ve kültür dairesinin ürünüdür.

Mevlevilik eskiden bir tarikat ve bir yaşam biçimiydi. Şimdi bir Tekliftir. İlhamını on üçüncü yüzyılda Anadolu’da yaşamış Mevlânâ Celaleddin Rumî’den almış olmakla birlikte  Kamu Nizamı  adına bazı noktalarda ondan ayrılmıştı.

Tarikat tarih oldu ama Mevlânâ  yaşıyor. Mevlevi Ayini de öyle... Acaba diyorum gelecekteki insanlara yarar mı ? (Arşiv'den)

Mevlevilik Soytarılık Değildir

sema.jpg(Arşi'den)

İçinde bulunduğumuz aralık ayında, ülkemizde ve Bazı yabancı ülkelerde Sema gösterileriyle Mevlana anma toplantıları yapılıyor. Hz Pir’in şehri Konya kırkbeş yıldan beri bu toplantılara sahne oluyor. Önceki yıllarda ihtifal adı verilen toplantıları rahmetli Konya Belediye Başkanı,Mesnevi mütercimi Muhlis Koner başlatmıştı. İhtifal Şair Fevzi Halıcı’nın başkanlığında Konya Turizm Derneği’nce uzun yıllar devam ettirildi. Sonra TC Kültür Bakanlığı devreye girdi. Şimdi birkaç yıldan bu yana bu dönem sürüyor.

Gerek eski Turizm Derneği ve gerekse şimdiki Kültür Bakanlığı döneminde Sema hep Gösteri olarak anılmıştır. Bu kelime yanlıştır. Sema gösteri olamaz... Kime neyi gösteriyoruz...? Bir çeşit İbadet ve Zikr olan Sema’a gösteri demek insanların inançlarıyle alay etmektir.Laikliğe aykırıdır. Sema’a iştirak gereklidir.Yani sema eden kişileri uzaklardan gözle takip etmek dahi geleneğin bu gün ulaştığı noktada iştirak sayılır.Mevlevi Mukabelesi’ nin en güçlü ve yabancıları en çok etkileyen yanı da budur.

Sema bir sahne gösterisi olmadığı gibi Semazen de bir oyuncu değildir. Birkaç yıldır Konya’da bir ikilem yaşanıyor. Konya Belediyesi tarafından düzenlenen toplantılarda Sema yoktur. Müzik dahi çok az yer tutuyor. Konya Vilayet makamı ise düzenlemelerinde Sema’a geniş yer vermiştir. Konya’da Belediye’nin Mevlana’sı ile Vilayetin Mevlana’ sı aynı değildir. Biri sema ediyor diğeri etmiyor... Arada inanılmaz bir yorum farkı var.

Mevlevi olan kişi bu yüzlerce yıllık geleneğin adını, sanını bilen kişidir.Konya’ da yatan Büyük Veli’nin yaşam ve ruhunda yankılanan ve çok eskilere dayanan bir Türk geleneğinin sürücüsü olan Mevleviler vaktiyle devlet ortağıydı, şimdi çağdaş toplumun bir köşesinde yer alma yarışına girmişlerdir. Ancak bu yarışın gerekleri de var... Bir defa bunun bir İslam geleneği olduğunu bileceksin... Dinde yasak olan tarikatta cinayettir. Mevlevilik ciddi bir iştir. Mevlevilik soytarılık değildir. Gelecekte de olmayacaktır.

Her devrin kendine göre bir yorumu var... Her devrin kendi dili var... İfade araçları zaman içinde çoğalıp çeşitlense de konular modaya uygundur. Bu devir Mevleviliği “sema” gösterileri ile tanıdı... Elbette bu koca kültürel birikim sadece “sema” gösterileri olamaz... Ola ki gelecek bir devir bundan hazetmeyebilir, veya yeterli bulmayabilir... O zaman yeni bir çağ açılacak ve Mevlana o çağa da hitap edecektir... İnsanların, maddenin yanında, mânâya ait neye ihtiyaçları  olursa bu sistemin içinde hepsi var...

Şimdilik konuyu bozmadan, saptırmadan, çarpıtmadan götürmeli... Gelecek yüzyılların küreselleşmiş dünyasına bir renk olarak sunabilmek için... Maddenin saltanatı belki karşıtını da getirecek ve bir gün ruha yeşil ışık yakacaktır...O zaman böyle şeyler lazım olur... (Arşivden güncellendi)

Mevlânâ Tanrı Aşkıdır

mevl.jpg(Arşiv'den) Ölüm yıldönümü kutlanmaz. İslam yaşam biçiminde ölüm yıldönümü diye bir şey yoktur. Bir insan öldüğünde onun arkasından tören yapmak, “ah …vah…” etmek matem tutmak müslümana yakışmaz böyle şey İslam’da yoktur.. Her yıl doğum günü veya   ölüm yılı kutlamak da yoktur. Kitaba bağlı İslam geleneği Ölüm konusunda tarihler boyunca denenmiş herşeyi sollayarak “Kur’an okuma geleneği” getirmiştir. Ölünün ruhuna Kur’an okunur ve bu devamlı tekrarlanır…

Fırsat aranmaz. Tarihleri karıştırıp “bu adam hangi gün öldüydü” demek en azında terbiye dışıdır. Ölüye rüşvet vermek gibi… Doğaya aykırıdır. Bir Müslüman öldüyse hayırla yad edilir, şerle yad edilenleri de vardır, onlar için de “Allah günahlarını affetsin…” denir o kadar. Şimdi Mevlânâ‘yı anacaklar… Mevlânâ‘nın   anılmadığı gün var mıdır ?

Yakında birtakım  adamlar lüks salonlara dolup söylevler verecekler… Mevlânâ‘yı anlatmayı deneyecekler… Aslında Mevlânâ‘yı anlatıyoruz diye kendilerini anlatacaklar. Ben yarım yüzyıldan yana bu olayın içindeyim, bu kadar zamanda ve Mevlânâ’yı anlatmak için yüksek yerlere çıkan veya kalabalığın önüne düşenlerin içinde Mevlânâ‘yı anlatanı görmedim, dinlemedim. Herkes kendi kendisini anlattı.

Herkes Mevlânâ gibi bir ummanın içinde kendi tercihlerinden yola çıkarak kendi ruhunu  dile getirdi.  Kendi dar penceresinden Mevlânâ’ya ulaşmayı denedi. Böylece her zaman dünya'ya yeni Mevlânâ‘lar, yeni Mevlânâcı‘lar çıktı. Kısacası dostlar, kimse   Mevlânâ‘yı anlatmıyor…bir yerde bir mikrofon kapan herkes bitmez tükenmez,  sonu gelmez konuşmalarla kendi Mevlana'sını anlatıyor…

Bir dost dedi ki: “işte bu doğrunun ta kendisidir…zira Mevlânâ herkes içindir…”  Tamam dedim. Mevlânâ herkes için ama asıl Mevlânâ nerede ? Ne yazık ki şu yaşadığınız çağ, doğru Mevlânâ‘yı bulacak kişilerin yaşadıkları bir  çağ değildir. Belki bu şans gelecek nesillere nasip olacak. Şimdilik insanlar Mevlânâ’yı değil,  Şems‘i merak ediyor.

Mevlânâ bir “evliya”dır. Allahüâlem “Merziyye” mertebesindedir. Bu mertebe Fenâfillah hükmündedir.  “Maşuk” da derler. O Hak aşığı’dır. Mevlânâ Tanrı aşkı demektir. Bilirmisiniz Tanrı aşkı nedir ? Tanrı‘ya varan sonra tekrar Tanrı’dan tüm evrene yayılan Aşk’tır.  Yaradılmış, yaratılmamış, yaratılacak her şeye derin bir iştiyak ile âşık olmaktır.

İşte bu Aşktır.  Aşk eşyanın yaradılış  sırrına iştiraktir. Aşk gelince cümle eksikler biter demişler… O zaman her şey yok olur. Cümle varlıklar kara deliğe düşer, geriye aşk kalır…  Aşk herşeydir. Herşey Aşk’tır. Aşk hayatın ta kendisidir. Vesselâm. (Arşiv'den güncelleme)

No Comment !

ayasofya.jpg. AYASOFYA,Orhan Camii, İznik kasım 2011 Foto Serhan Demir

No Comment !

cami.bmp Ayasofya, Orhan Camii, İznik, ekim 2011

"Sarkozy evinde otur"

sarko.jpg

La proposition de Nicolas Sarkozy de venir en Italie pour soutenir le très probable futur chef du gouvernement, Mario Monti, a été très mal perçue par la presse et par certains hommes politiques transalpins. Comme l'a révélé le blog Elysée, Côté Jardin,

le président français a proposé à son homologue italien, Giorgio Napolitano, de se rendre à Rome avec Angela Merkel dès la formation du nouveau gouvernement pour soutenir Mario Monti. Il a également proposé de prendre si nécessaire des contacts avec les responsables politiques italiens pour garantir à M. Monti la majorité pour former un gouvernement durable.

Massimo Polledri, député de la Ligue du nord, s'est insurgé contre cette idée, samedi, en prenant la parole en français à la Chambre des députés. Invitée à s'exprimer en italien, il a poursuivi dans sa langue natale sa harangue contre "le directoire franco-allemand" qui s'apprête à "prendre le pouvoir".

La presse n'a pas été plus tendre. "Quelle humiliation de se faire commander par Sarko", s'insurge par exemple Il Giornale. Sarkozy, s'il vous plait, restez chez vous", demande pour sa part le Corriere della Sera, qui évoque "le complexe de supériorité (non fondé)" du chef de l'Etat français. (Courtoisie Le Monde 12,11,2011)

Türkçe özet: Fransız cumhurbaşkanı Nikola Sarkozy’nin Angela Merkel’le birlikte yeni kurulacak İtalyan hükümetine destek vermek için Roma’ya gelme fikri İtalyanları kızdırdı.

Parlemento'da konuşan “Kuzey Birliği”nden milletvekili Massimo Polledri “Fransız-Alman kanadı  iktidar almaya hazırlanıyor" dedi. “İl Giornale” gazetesi “Sarko’dan emir almak ne kadar aşağılatıcı..” diye yazdı. Corriera della Serra gazetesi ise "Sarkozy lütfen evinde otur" dediği Fransız devlet başkanı'nın “üstünlük kompleksine” işaret ediyor.  (Teşekkürler le Monde)