Yüz bin fare

mevlana1.jpg

Topluluk bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil. Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı Kızarlar gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi birleşir Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırlardı.

fare.jpgBir tanesi gözünü ısırır,oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar Bir başkası yanını delerdi. Kedi de bu topluluktan kurtulamazdı.

Fakat farede topluluk için yürek yoktur. kedi_goz.jpgKedinin sesini duydu mu aklı başından gider. Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır, isterse farenin sayısı yüz bin olsun, ne çıkar..

Mevlânâ

Mesnevî, Veled İzbudak tercümesi VI cilt, Shf. 240

Devran Erbab-ı safânındır

galip.jpg Şeyh Galip (1757-1799)

Tedbirini terkeyle takdir Hüda'nındır Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır Devran olalı devran erbab-ı safanındır

Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Meyhaneyi seyrettim uşşaka mataf olmuş Teklif ü tekellüften sükkanı maaf olmuş Bir neşe gelüp meclis bi havf u hilaf olmuş Gam sohbeti yad olmaz meşrebleri saf olmuş

Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Ey dil sen o dildara layık mı değilsin ya Da'va-yı mahabete sadık mı değilsin ya Özrü nedir Azra'nın Vamık mı değilsin ya Bu gam ne gezer sende aşık mı değilsin ya

Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Mahzun idi bir gün dil meyhane i ma'nade İnkara döşenmiştim efkar düşüp yade Bir pir gelüp nagah pend etti alel- ade Al destine bir bade derd ü gamı ver bade

Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Bir bade çek efzun kap mecliste zeber-dest ol Atma ayağın taşra meyhanede pa- best ol Alçağa akar sular Pay i huma düş mest ol Pür cuş olayım dersen Galib gibi düş mest ol

Aşıkta keder neyler gam halkı cihanındır Koyma kadehi elden söz pir-i muganındır

Seyh Galib-i Mevlevi

Dr. Süheyl Ünver gözüyle Şeyh Galip, Not: Minyatür  tekniğinde  bu resim, rastgele bir artpostalın üzerinde, sulu boya ile uyarlanarak elde edilmiştir.

Pençügâh âyini çalınacak

ayin.jpg

Ankara’da bulunan Mevlânâ Kültür San’at Vakfı MEKÜSAV ile İstanbul’da bulunan “Nezih Uzel İstanbul Sema Grubu” Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin 738. Hakk’a vuslat “Şebi Arûs” Düğün Gecesi törenini birlikte düzenleyecekler.

Bu amaçla 17 aralık 2011 Cumartesi günü "Kültür Bakanlığı Galata Mevlevîhanesi Müzesinde" konuşmalar yapılacak ve Semâ geleneği izlenecek. Törenlere altı asırlık Mevlevî kültürüne yakınlık duyan ve bu kültürü çeşitli yönleri ile yaşayan elliye yakın görevli iştirak edecek.Törenler İstanbul’da şimdi Kültür Bakanlığı’nın bir müzesi olan “eski Galata Mevlevîhânesi Semâ Salonunda” yapılacak. Bu sırada Mevlevî repertuvarının ilk üç Âyininden biri olan beş asırlık Pençügah Âyini seslendirilecek.

sema.jpg “Semâ” Mevlânâ ‘dan kalmadır. Mevlânâ’nın doğduğu yer olan Afganistan’da Semâ geleneği vardı. Semâ bir “zikir”ıdır. İbadet sayılabilir. Kutsal duygular yaşayan bir kişinin, doğal beden hareketleridir. Manevi bir cezbeye kapılan bir sufi’nin ayağa kalkarak soldan sağa hızla dönüşüdür. Bu dönüş sırasında sol ayak “direk” sağ ayak “çark” adını taşır. Dönüş direğin üzerinde iki hareketli bir çarkla gerçekleşir ve hızlanır. Bu sırada kol açmak daha sonraki zamanların adet olmuştur. Bu hareketler giderek şiir ve müzikle birleşir ve toplu bir ifade şekline dönüşürler..

Mevlânâ’nın kişiliğinde yüksek derecesine ulaşan Semâ, Anadolu Mevlevî Tekkelerinde geliştirilerek sistematiğe sokulmuş ve bir ritüel şekline girmiştir. İran ve halen Doğu Türkistan’da görülen Semâ, Türk Semâ’ı kadar sistemli ve rituele bağlı değildir. Türk Semâ geleneği Dergâhın ortaya çıktığı on dördüncü yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış ve üç asır önce bu gün gördüğümüz şekle ulaşmıştır. Şu sırada gördüğümüz semâ törenlerinin koreografisi yoktur. Bunu herhangi bir kişi eline kalem kağıt alarak dizayn etmiş değildir. Sağlam bir oluşumun üzerine asırlar içinde uygun ilavelerin yapılması ile gelişmiştir. Son katkılardan biri büyük bestekâr Itrî’nin  (1640-1712) meydana getirdiği, törenin başında solo okunan  “Naat-ı şerif”tir. Itrî on sekizinci yüzyılın başında yaşadığına göre Mevlevi Âyininin son noktası üç yüz yıl önce konmuş demektir.

ayin1.jpgMevlevîlerin “Semâ” törenlerine “Âyin” deniyor. Bu değim ayrıca bu törenlerde çalınması gelenek olan müzik parçasının da adıdır. Klasik müziğimizde yer alan çeşitli türlerin arasında bir tür’ün adı “Mevlevî  Âyinleri” dir. Her âyin bestelendiği makamın adı ile anılıyor. Eserin devamı sırasında makam geçkileri yapılsa dahi parça adını, girişte kullanılan makamdan alıyor.

Âyin dört bölümdür. Dört ayrı kısımdır.  Semazenler bu dört bölümün dördüne de katılabileceği gibi isteğe göre bazılarına katılmayabilirler. Dört bölümün birincisi Şeriat, ikincisi Tarikat, üçüncüsü Hakikat, dördüncüsü Maarifet’tir  bu adlandırmalar semboliktir. Bir Mevlevî dervişinin tüm yaşamı boyunca geçirdiği ruhi evrelerin sembolik ifadesidir.

mesnevi.pngAyinlerde kullanılan güfteler öncelikle Mevlânâ’nın  iki büyük kitabı olan Mesnevi’si veya Divanı Kebir'inden  veya Rübai’lerinden seçiliyor. Bunlar ekseriyetle Hz. Pir’in ana dili olan Farsçadır. Zaman içinde bestekârlar bazen farklı Mevlevî şairlerinin Türkçe, Arapça veya Farsça güftelerini kullansalar dahi güftede esas Hz Pir’in değişleridir. Bu güfteler koro şeklinde okunuyor. Halk arasında Mevlevî Âyini’nin bir adı da “Makamla Mesnevi okumak”tır.

Âyinlerde birinci saz ney’dir. Sonra hemen kudüm gelir. Ney düz bir kamıştır. Başına “başpare” ve sonuna “parazvane” denen iki çember takılmıştır. Yedi delikli, üç oktava yakın sesli, çeşitli boyları bulunan üflemeli bir sazdır. Kudüm “zahme” isimli iki sopayla çalınan bakır üzerine  deri gerili bir ritm aletidir. Benzeri Mehter’de “Çifte Nekkare” Halk müziğinde “Çifte Nâra”dır. Kanun, Tanbur, Kemençe, rebap, halile veya zil, bendir veya tef de âyinlerde çalınmaktadır.

Mevlevî Âyinlerinin de Mevlevîlik gibi yedi asırlık bir tarihi vardır. İlk Mevlevî Âyinlerinin on dördüncü yüzyılda bestelendiği sanılmaktadır. Mevlevîlerin o sırada gelişmekte olan Semâ törenlerinde, üçüncü selamları birbiri ile bağlantılı  üç Âyin’in kullanıldığı zannediliyor: Pençügâh, Dügâh ve Hüseynî Âyinleri.. "Beste-i Kadim:Eski Beste" adı verilen bu en eski âyinlerden sonra ortaya çıkan ilk eser Köçek Derviş Mustafa Dede’nin Beyâti Âyini’dir. Bunu Itri’nin Segâh Âyini ve Kutbünnayi Osman Dede’nin Hicaz, Rast, Uşşak ve Çargâh olmak üzere dört âyini izliyor. Sonraki dönemin başlıca eserleri  Hammamizade İsmail Dede Efendinin  Ferahfeza, Neva, Hüzzam, Bestenigar, Saba, Saba buselik ve Şevkitarab makamlarında bestelediği 7 âyinidir.

bestekar_rauf_yekta.jpgÂyin bestekârlığı konusunda en verimli çağ olan ondokuz ve yirminci yüzyıllarda verilen eserlerle bu gün elimizde bulunan âyin sayısı elliye yaklaşmıştır. Bu Âyinlerin notaları ilk defa İstanbul belediye Konservatuarı tarafından otuzlu yıllarda yayınlanmıştı. Müzikolog Rauf Yekta, Zekaîzâde Ahmet efendi ve Dr. Suphi Ezgi’nin teşkil ettiği tasnif hey’etinin onüç cilt olarak yayınladığı Âyinler, âyin  nota repertuvarı için en emin kaynaktır.

Mevlevî kültürünün dünyada bir eşi daha yoktur. Asırlar önce yaşamış bir Tanrı Velisi’nin bıraktığı gönül mirası’nın üzerine yine onun yolunda yürüyen ve ona benzemeye çalışan sonraki nesillerce eklenerek şiir, müzik ve inançla, dağ silsilesi gibi büyüyen bu varlık, insanlığın kutsal ufkunda bir güneş gibi parlıyor. Geçmişin ve geleceğin karanlıklarını nura boğuyor. Ne mutlu Mevlânâyı bilenlere, Ne mutlu Mevlânâ’sı olanlara.

331.jpg

Eski zaman Mevlevîleri

21.jpg Mevlevîlik çok eski zamanlardan kalmadır. On üçüncü asrı milâdî’de Konya’da yaşamış olan Pir Mevlânâ Celâddin Rûmî adına Konya'da kurulmuş ve yedi yüz yıl yaşamıştır.

Mevlevîlik bir Tarikat’tı. “Tarikat”  Yaradan’a ulaştığı farzedilen “yol” demektir.  Yol sayısızdır. İslam inancında bu yolların “yaratıkların nefesleri adedince” olduğu belirtilmiştir.

Mevlânâ’nın zamanında “Mevlevî Tarikatı” adı ile bir tarikat yoktu. Pir’in kendisi büyük mürşid Necmeddin Kübrâ adına kurulmuş olan “Kübreviyye” tarikatina bağlıydı. “Âlimler Sultanı” lakabı  ile tanınan babası Belh'li Bahaüddin Veled bir Kübreviyye şeyhiydi.

Mevlevîlik, Pir’in vefatından az sonra oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi tarafından meydana getirildi. Bu tarikata girenlere “Mevlevî” dendi. Mevlevîlerin toplandıkları ve kısmen yaşadıkları yerlere de “Mevlevîhâne    “ veya “Dergâh” yahut “Tekke” adı verildi. İlk Mevlevîhâne Pir’in türbesinin yanında yer almıştı. Bunu takiben Kütahya, Afyon ve İstanbul ekseninde ilk Mevlevîhâneler kuruldu.

osman.jpg

Mevlevîlik Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte kurulmuştu. Bu yüzden Osmanlı Devlet protokolünde yerini aldı. Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte gelişti ve yine onunla birlikte tarihi seyrini tamamladı. Mevlânâ’nın torunları asırlarca Konya’da Mevlânâ türbesinde yer alan makamlarını korudular. Bu makam Padişahlık gibi babadan oğula geçerek devam etti.

Osmanlı Padişahları Mevlânâ’ya ve yoluna gereken hörmeti gösterdiler. Mevlevihâne inşa ettiler ve vakıflar yoluyla bunların gelirlerini sağladılar. Mevlevihâne bir devlet kuruluşuydu.Tüm teşkilatın geliri Devletin garantisi altındaydı. Osmanlı İmparatorluğu' nun yayıldığı üç kıt’ada:  Macar ovalarından Basra körfezine, Kırım’dan Girit, Kıbrıs ve Kahire’ye kadar 105 Mevlevîhâne kuruldu. Bunların çoğu tarih oldu, ancak Anadolu dışında Macaristan’da Peç, Kırım’da Gözleve, Girit’te Hanya, Kahire’de Sungur Sadî, Yunanistan’da Selanik, Bulgaristan’da Filibe, Lübnan’da Trablusşam Mevlevîhâneleri gibi bazı yapılar henüz ayaktadır.

galata_mevlevihanesi_kitabesi.jpgDevlet merkezi İstanbul’da sırası ile beş Mevlevîhâne kurulmuştu: Yenikapı, Galata, Kasımpaşa, Beşiktaş sonra Eyyüb sultan Bahâriye; Üsküdar Mevlevîlhâneleri.. Bunlardan dördü şu an onarılmış, ayaktadır.

Mevlevîhâneler Osmanlı devletinin çatısı altında asırlarca eğitim hizmeti görmüşlerdi. Buralarda sanatkâr, bilim adamı ve insanlığa yarar adamlar yetişmiştir. “Ahîlik” ilkelerine dayalı bu yerlerde eğitim Şeriat temelinden geçerek Ortaysa Türk tasavvufuna dayanıyor ve burada İnsanoğluna Tanrı sevgisi aşılanıyordu. Şeriatın disipline soktuğu kişiler bu yerde Tanrı sevgisi kavramına ulaşarak Pir’în manevi mirası doğrultusunda terbiye oluyorlardı. Esas olan korku değil, sevgiydi.

Eski zaman Mevlevîleri asil insanlardı. Her hal ve tavırlarıyla asırların gerisinden birikip gelmiş köklü bir kültürün üretimiydiler. Dünya zevklerine ve geçici heveslere kapılmayan, mutluluğun kaynağını toplumda arayan, Tanrı’nın tüm yaratıklarına karşı “derin bir sevgi ve hörmet” gösteren insanlardı. Kurdukları “Tekke”ler saraylardan üstündü.

Mevlevî tarikat geleneğine bağlı son aileler 70’li yılların sonuna doğru bir bir bu dünyadan göçerek Mevlevî değimi ile “Hamûşan”a sırlandılar. Hamûşan kelimesi Mevlevilike “Mezarlık”  yerine kullanılıyor ve “susanlar” artık hiç konuşmayacak olanlar anlamına geliyordu.

celalbakircelebi1.jpg

Benim tanıdıklarım arasında hepsi Mevlevîhânelerde yetişmiş ve dergâh görmüş ama artık “hiç konuşmayacak olanlar” şunlardır: Konya çelebilik makamının son temsilcisi Celâleddin Çelebi, Bu makamda hizmet etmiş son derviş Mehmet Dede, Son Mevlevî Şeyh’leri: Mithat Bahârî Beytur, Celâl Çelebi, Münir Çelebi, Enver Turunç Çelebi, Selman Tüzün, Gavsi Baykara, Resûhi Baykara. Son semazenbaşılar: Ahmet Bican Kasaboğlu, Bâhir Şereftuğ. Son Neyzenbaşılar: Halil Can, Hayri Tümer, Ulvi Erguner, Selami Bertuğ. Neyzenler: Aka Gündüz Kutbay, Andaç Arbaş, Doğan Ergin, Nida Eskin, Fuat Türkelman. Son kudümzenbaşılar Sadeddin Heper, Şâkir Çetiner.

Mevlevîliğin kurucusu torun Ulu Arif Çelebi’nin doğumu olan 1272 yılından Mevlevî tarikatının sona erdiği 13 aralık 1925 yılına kadar geçen 643 yıl Mevlevî yolunun şanlı yaşam tarihidir. İnsanoğlu’nun yeryüzü macerasında başından geçen bu altı asırlık kutsal dönemin, şu anda yaşamakta olan bizlerin de mayasında henüz kaybolmadığına inancım tamdır. Yaradan doğrusunu bilir. Mevlevî olan, Mevlevî neş’esi ile yaşayan ve yaşayacak olanlara gönüller dolusu selam olsun.

Aranızdaki Mevlânâ kim ?

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

mevlana.jpg (Arşiv'den)

Aranızda Mevlânâ olan var mı ?

Aranızdaki Mevlânâ kim...?

Mevlânâ’ya “sen kimsin ? ” demişler...

Ben ol da bil...” demiş..

**Mevlânâ’**yı bilmenin başka yolu yok... Adam “Mevlânâ gibi olmalı...”

İstanbul’da bir kongre kuruluyor... Uluslararası iddialı. Bana da davetiye göndermişler... Acaba kim gönderdi ? Banim adımı kim verdi ? O adama göre acaba ben Mevlânâ mı oldum ? “Mevlânâ olduğumu” sanmıyorum.

Listeye göz attım. Hiç “Mevlânâ” göremedim... Uzaktan yakından ilgili de göremedim. Ayrıca o listede Thierry Zarcone ve Kabir Helmiski de var... Her ikisi de bizim defterde çarpı işaretli..

Thierry  Fransız ilimler akademisi görevlisi olarak yıllar önce Türkiye’ye geldi. Amacı “bizim nasıl Mevlevî olduğumuzu” kendi tayfasına anlatmaktı... Bir çeşit kültürel casus. Birkaç yıl aramızda oturdu, toplantılarımıza katıldı, sofralarımızı şenlendirdi. Sonra gitti, raporunu yazdı Thierry bizim için o raporda “Bunlar hakiki Mevlevî değil” diye yazmış bana raporu gösterdiler, adamın **Mevlevî’**lere bir tek “soytarı” demediği kalmış. Ülkede “Mevleviyiz” diyenlerin aralarında elbette bu değime yakışmayacak adamlar var, ancak onları ayırmıyor, topluluğu külliyen karalıyor.

Öbürü daha da kuşkulu... Bir Amerikan Yahudisi... **İstanbul’**dan toplama bir “Sema Grubu”nu birkaç defa Birleşik Devletlere götürdü, gösteri sırasında kendi de posta oturdu. Yetkiyi de rahmetli Çelebi Efendi’den almış... Bir protokol hâtâsı oldu. Çelebi o yetkiyi veremezdi, çünkü kendisinde yetki yoktu. Cumhuriyet Hükümeti makamını ilga etmişti... Manevi yetkisi var sayılır, o da tartışmalı. Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi **Abdülbâkı Efendi’**nin küçük oğlu Resûhi Baykara bana “yetkisi yok, hilafet veremez...” demişti.

**Kongre’**de toplanıp “kellim kellim layenfa” piyesi oynayacak olanların içinden kim bilir kaç çeşit Mevlânâ tablosu çıkacak... O resimlerin hepsini toplasanız Mevlânâ’nın bir kılına ulaşamayacağına eminim...

Kongre’nınin son günü Hazret kabri şerifinden doğrulup salona gelse, acaba kaç kişi onu tanır ? kıyafetine bakarak belki “Bu zatı bir yerlerden tanıyoruz ama çıkaramadık...” derler.  Scorses’in filminde papaz’ın Hazreti İsa’yı tanımayışı gibi...

Mevlanâ Mevlâna olalı böyle Kongre görmemiştir. Thierry Zarcone ve Helminski’den sonra acaba daha ne kadar gaflet erbabı orada yerini alacak “Mevlânâ”yı anlatırken yanlışlıkla kendilerini anlatacaklar. Kendi tercihlerini kalabalığa aktarmaya çaba harcayacaklar. Ben kimsenin Mevlânâ’sına karışmıyorum. Karışmak da istemiyorum. Benim Mevlanam bana yetiyor...Pirim**, efendim**, sebebi mevcudiyetim varlığım... yol verenim. (Arşiv'den)

Soykırım generali Kitchener

kitch.jpg (Tarihten ibretli kesitler)

(Arşiv’den)

İngiltere’nin yakın tarihinde general Kitchner’in özel bir yeri vardır. 1850’de Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Herbert Kitchener, İngiliz Kraliyet Akademisinden mezun olmuş ve İngiltere’nin o sırada özellikle sömürgelerde ihtiyaç duyduğu asker-siyasetçi karakterinin en iyi örneğini çizmişti.

Kitchener inançları gereği “uygarlık adına vahşilerle” savaşıyordu. Tabii  bu savaş, başta İngiliz sermayesinin işine yarıyor ve sonuçta başlıca İngiliz mali çıkarlarına ve siyasi emellerine hizmet ediyordu. Kitchener’in kişiliği ve yakın mesai arkadaşları ile İngiliz sömürge imparatorluğu arasında mükemmel bir köprü kurulmuştu.

kitych-savasta.jpgKitchener 1899 aralığında Güney Afrika'ya geldi ve  Lord Roberts'in yerine baş kumandan oldu, aşağı yukarı iki yıl süren gerilla direnişini vahşi metotlarla kırdı. Tarlalar ateşe verildi, kadınlar ve çocuklar salgın hastalıkların kol gezdiği toplama kamplarına kapatıldı. Köyler, şehirler boşaltıldı, halk topluca kurşuna dizildi. Şehirlerde askerler halk topluluklarının üzerine saldırdı. Ölüm, yıkım ve katliam iki yıl sürdü. Sonunda yerli halk dize geldi. Kitchener, 1902 temmuzunda İngiltere'ye dönünce şeref madalyaları aldı, ayrıca vikontluğa yükseltildi.

kic-ayaktya.jpgKıtchener’in Güney Afrika’daki başarısı özellikle yerli halkı hedef tutarak verdiği katliam emirlerine bağlıydı. İngiltere’nin bir Gerilla savaşı içinde olduğunu biliyor ve bunun gereğini yerine getiriyordu. Ona göre gerilla savaşında özellikle sivil halk başlıca hedefti. Gerilla halkın içindeydi. Dolayısıyle halkın tamamı suçluydu. Suçluyu suçsuzu ayırmak imkansız ve gereksizdi. Dünyanın o sırada ulaştığı savaş geleneğinde bir gerilla savaşının konvansiyonel savaş silahları ve metotları ile alt edilemeyeceği  anlaşılmıştı.

O zaman yapılacak iş Amerikalı Hıram Maksim’in icadı Makinalı Tüfekle herkesi öldürmek, daha fazla öldürmek, bir ırkı ortadan kaldırmak ve medeniyet adına “vahşileri”(!) yok etmekti. Bu bir insanlık hizmetiydi. O arada ülkenin başlıca zenginliği olan elmaslar da sandıklara yüklenip Avrupa pazarlarına gidiyordu..Gitsin. Sonunda kazanacak olan “medeniyet” (!) değil miydi ? (Arşiv’den)

kic-cizim.jpg

Rhodes’in kanlı elmasları

saf-elmas.jpg (Tarihten ibretli kesintiler) (Arşiv’den) 19. yüzyılın ikinci yarısında Illuminati Şebekesi'nin en çok öne çıkan adı, Cecil John Rhodes adlı İngiliz siyasetçidir. Bu kişi, Güney Afrika'yı tümüyle yerlilerin ellerinden alarak sömürgeciliğin kontrolüne sokan adamdır. Güney Afrika topraklarını aynı zamanda oldukça insafsızca yönetmiş ve çıkardığı fitnelerle yerli halktan pek çok insanın kırılmasına sebep olmuştur.

rodes.jpg

Rhodes’in  Güney Afrika'yı sömürgecilerin kontrolüne sokmasındaki başarısı izlediği fitne politikalarından kaynaklanıyordu. Bu amaçla seçtiği iki kabileyi birbirine düşürüyor, bu iki kabilenin fertleri iyice birbirlerini kırıncaya kadar hadisenin dışında kalmaya yahut bir yandan ateşin üzerine benzin dökmeye devam ediyordu. Her iki kabile de iyice zayıf düştükten sonra müdahale ediyor, "barış ve anlaşma" sağlama iddiasıyla her ikisini birden kontrolüne alıyordu."Önce sorun çıkar, sonra çözüm öner" teorisini geliştirmişti. Irk ayrımı politikasının fikir babası da odur. Onun bu tutumu yüzünden Güney Afrika'nın yerlileri ve asıl sahipleri olan siyahlar, yıllarca zulme ve aşağılanmaya uğramışlardı.

elmmma.jpgRhodes 1880'de "De Beers Mining Company", yani De Beers Madencilik Şirketi'ni kurdu. Bu şirket, günümüz elmas piyasasına büyük ölçüde hakimdir. Cecil Rhodes, Güney Afrika'da elmas madeni işletirken rakipleri ile boğaz boğaza amansız bir mücadele içerisine girmişti. Rothschild ailesinden gelen para desteği ile rakiplerini ezmiş ve dünya elmas kralı olmuştu. Cecil Rhodes yaşadığı sürece en büyük isteğinin tek dünya krallığının kurulması olduğunu hiç gizlememişti.

rodesss.jpg Rhodes, 19. yüzyılın sonuna doğru Londra'da oldukça etkili bir faaliyet merkezi oluşturan Illuminati şebekesini devreye soktu. Bu şebekenin amacı dünyayı tek merkezden yönetmek, dolaylı sömürgeciliğin çengeline takılan devletlerin yöneticilerini yetiştirmek ve onlar vasıtasıyla bütün dünyaya kumanda etmekti. Bu amaçla "Rhodes Bursları" adıyla geleceğin yöneticisi olacak üniversite öğrencilerine yardım ve onların murakabe edilmesi amacıyla bir organizasyon oluşturdu. (Arşiv’den)

elmas.jpg elmasss.jpg ill.jpg

İslam Arab’ı kızdırdı

islamisme-bougrab-20111203.JPG PARIS (Reuters) - "Je ne connais pas d'islamisme modéré", déclare samedi dans Le Parisien/ Aujourd'hui en France la secrétaire d'Etat française à La Jeunesse, Jeannette Bougrab, qui s'inquiète des résultats des récentes élections en Afrique du Nord.

Les élections organisées en Egypte, en Tunisie et au Maroc après les soulèvements populaires de ces derniers mois ont donné l'avantage à des partis se réclamant de l'islam. "C'est très inquiétant. Je ne connais pas d'islamisme modéré", déclare Jeannette Bougrab, qui est d'origine arabe.

"Il n'y a pas de charia light (...) Le droit fondé sur la charia est nécessairement une restriction des droits et des libertés, notamment de la liberté de conscience", ajoute l'ancienne présidente de la Haute Autorité de lutte contre les discriminations et pour l'égalité (Halde).

turban.jpg

Jeannette Bougrab, qui s'inquiète notamment pour les femmes, déclare faire "partie de celles qu estiment qu'on peut interdire des partis politiques fondés sur des pratiques qui portent atteinte à une Constitution".

Elle prend l'exemple de l'Allemagne, où "l'Histoire à montré (...) que la démocratie peut être fragile". Elizabeth Pineau  (courtoisie yahoo)

T_ürkçe özet: Fransız gençlik bakanı Arab asıllı Janette Bougrab “ Ilımlı  İslamiyeti tanımıyorum” dedi. Fas, Mısır ve Tunus’ta yapılan seçimlerde İslami partilerin öne geçmesini “çok kuşku verici” bulduğunu söyleyen bakan “ılımlı (light) şeriat olamaz” diye konuştu. Şeriatın inanç özgürlüğü ve kadın haklarına engel olduğunu ileri süren bakan şeriate dayalı siyasi partileri yasaklamanın anayasaya aykırı olmadığını söyledi. Arab bir aileden gelen bakan Alman yakın tarihinden örnek vererek “Demokrasi çok kırılgandır” dedi.  (Teşekkürler Yahoo)_

Dost gözünde Ben

ben-ankara-ayin.jpg (Bir biografi denemesi)

·  Adil Bora | [email protected] | IP: 94.123.237.49

Efendi, iltifatlı sözleriniz pek güzel, lakin yürekleri dağlıyor. Hele bir dur Allah aşkına, manâ içinde manâ var aşıkların sözünde. Yol var yoldan, yolcu var yolcudan içeri. Destur bir soluklan, öyle hemen selamı sabahı yükleme, kim kimmden evvel gider orasını biz bilmeyiz, Allah hayırlar versin cümlemize.

Demende haklısın, Nezih Ağabey her daim hazırdır. O hiçbir yere hazırlıksız gitmez. O bizlere hayatı öğretmiştir. İyiyi de kötüyü de gösterir. Sen neresinden bakarsan orasını görürsün. Bana, bir bana değil kaç kuşak nice gence çatal bıçak tutmaktan, sofra adabına, musikiden fotoğrafa, doğudan batıya, maddeden manaya nice meselenin farkına varmayı öğretir. Korkusuzdur. Uzun boylu değildir ama sağlam yapılıdır. Iri kemikli, bakışları keskin, mizah anlayışı yüksek, hayata karşı duruşu ise cesaret timsalidir.

Kalabalıklar içinde yalnızlığı, tenhalıklarda ise kalabalığı yaşar, sırları vardır bilinmez. Öyle her meseleyi inceden inceye konuşmaz. Az söyler siz anlarsanız ne ala. Antika’dan anlar. Klasiğini de modernini de sanatı sever, anlar. İyi gözlemcidir. Bu sayede bazen birisinin taklidini yaparak güldürür yakın dostlarını. Mudanyadır, Bursa’dır. Paris’tir. Istanbul’dur. Adabi terbiyeyi ondan öğrenirsiniz. Lüzumsuz meseleler ile zaman harcamaz. O bir meseleye vakit ayırdı ise o mesele önemlidir. Bugün anlamazsanız yarın anlarsınız, kısmetinizde var ise. Bonkördür. Bahşişi boldur. Sadaka verir. Hastalanınca terler kötülesir, sesi bozulur ama öyle uzun uzun yatmayi sevmez. Bir tas çorba vereni olmaz. Ama o ayağa kalkınca Dünyayı doyurur.

kud.jpg

Yedi düvel yetmişiki milletten şimdi saysanız yüzlerce isim sayarsınız kursağında onun lokması olan. Böyle şeylerin bahsini etmez. Şimmdi söyledim diye bana darılır. Çomar Levent, Gökhan, Fatih, Cemalettin, Osman, Kemal, Bekir, Recep Birgit, Fevzi Misirli, Kani Karaca, Kadri Rizeli, Gürsel ağabey, Süleyman Erguner, Babialiden nice dostları onun sofrasinda mutfagında yeyip içip sohbetlere katılmış, sonrasında meşk etmiştir, yaşayanlara Rahmet, kalanlara Selamet niyaz edelim. Kudsi Erguner kadim dostudur, top atsaniz yikilmazlar, gıpta edersiniz. Bugun Sapancadadir ama o heryerdedir aslinda.

Her öğrencisinin yüreğinde Dünyayı gezer. Daha Mercan Dede diye bilinmezken bir genç çarşaf yırtmış, ney üflemiştir onun huzurunda Kanadaya gitmis Mercan Dede olarak dönmüştür bir kaç yıl sonra. Fransa da çok iyi mevkiide olan bir sanat insani grafik ustasi bir hanim ondan feyz almış değme hattatara taş çıkartacak eserler vermiştir. Saygı ve sevgisi ile gozunun içine bakar, hizmet eder tevazu ile. Minnettardır kendisini Islam ile tanıştıran bu gönül dostuna. Lezzetleri sever, doktor yasak eder, bir kilo baklavayi gider gelir yer. Ramazanda Kanaat lokantasinda 30 ramazan iftar verir eşe dosta ve dahi selam verip sofrasina oturan herkese.

tekke.jpg

Adam gibi adamdir Nezih Ağabey. Sırlari vardir, bilinmez. Bir kendi bilir bir de Yaradan. Kötü söyleyenleri de vardir. Bazilarının ayağına basmıştır zaman zaman. İslerine gelmediğinden sevmezler onu. Onun bonkürlüğüne kızarlar, Dünya malina kıymet vermeyişini anlamazlar, sinirlerini bozar. Eski ustalardan dostlardan alır gücünü merhum Ulunay’dan, Koçu’dan, Gölpınarlı’dan ve en başta Sultantepe Özbekler tekkesi şeyhinden. Hem manevi, hem kültürel kuvveti onu tum korkularıyla başetmekte muvaffak kılar. Öğrencileri nankördür ama o sitem etmez. Bir kaç cılız serzenişle yetinir. Evine yıllarca girip çikan genclerden çok yetişmiş mevkii sahibi olmuş insan bulunur. Buna rağmen o gençler yetişirken dedikodular da olmuştur. Ilm sahibi olmadna fikir yürüten coktur. Kulak asmaz o bildiğine devam eder.

Daha onun yapacak işleri var. Arşivi kitaplari, anlatacak hikayeleri, verilecek nasihatlari, nice kıytırık siyasiye atfedilecek kinayeleri, alayları var. Tövbeleri, niyazlari, günahları ve sevapları var. Kim gider kim kalir bilinmez. O az zamana çok iş sığdıran ender adamlardandır. Nice cisim obje hatira mekan ve zaman gelir hatirima adi anılınca. Fotoğraf makinesi, daktilo, saat, halı, bakır mutfak kapları, tespihler, afgan halilari, bursa cakisi, caki cakmak yan demiri, hım hım ile burunsuz biribirinden ugursuz, Trilye, ilk araba reno, skoda, ford, ney, ud, bağlama, kucuk gumus sovalye heykeli, bendir,

ben-kudumzen.jpg

TRT radyosu kayıt stüdyoları, harbiye, karsisinda samsa tatlisi satan büfe, Tophane Kadirhane, Seyh Misbah efendi, evrat-i şerif, mevlevi ayini, Galata Mevlevihanesi, Üsküdar Mevlevihanesi, ve Konya… üzerine tuz dökülmüş çivili tahta. Nice semazen yetişmiştir o evde, o tahtanın üzerinde. Başı dönenlere kişniş şekeri iyi gelir. Ali Ekber Çicek merhum bağlama çalmış, öğrencileri kudum vurmuş Toron Karaca dublajini yapmıştı da bir kac saatte TV de bir Ramazan dizisinin müzikleri cikivermişti ortaya. Çok yönlü bir insandi. Kanaat lokantasinin sahipleri sevgili Kargılı’lar ile cok eskiye dayanır dostlugu. Bir oturuşta 5 su bardağı dolusu dondurmayı ardı ardına afiyetle yerdi de bir tek ona verirleri su bardağı ile dondurmayı başkası istese olmaz derler, horozdu dondurmanın adı. alti kaymak üzerinde visne horoza benziyor diye renkleri.

Bunun gibi nice hatirat yazarız, iyisiyle kotusuyle halk diliyle. Nezih Uzel’i bir cok kaynaktan okursunuz, neşesiz biyografilerde, formal cümlelerde ama bir de onu böyle okuyun tanıyın istedim. Bakalim o da isteyecek izin verecek mi… Cümleye baki selam ve hürmetlerimle, Meydancı

Gerçekleri saklama gücümüz

korea-medal.JPG (Arşiv'den)

Türkiye ve Türkler hakkında yabancı devletlerin düşüncelerini biz Türk halkına hiç bir zaman söylememişizdir. Ne yazarlarımız, ne çizerlerimiz ne liderlerimiz, ne de devlet adamlarımnız bu konuda hiçbir ip ucu vermemişlerdir. Herşeyin güllük gülistanlık, herkesin Türk dostu ve yeryüzünde yaşayan her kavmin Türke hayran olduğunu yıllar boyu anlatmışlardır.

Bu gelenek basında benim bildiğim zamanlarda tüm şiddeti ile sürüyordu. Kore savaşı biteli iki yıl olmuştu. O sırada ben onyedi yaşındaydım. Gazetecilik heveslisi pırpır bir gençtim. Bir gün ünlü yokuşu tırmanırken zamanın meşhur gazetecisi Hikmet Feridun Es ile karşılaştım. Bu zat yeni kurulan ve sansasyon arayan Hürriyet gazetesinin savaş muhabiriydi. Kore savaşını izlemiş Türk okuyucusuna harikulade savaş hikayeleri, efsane kahramanlıklar ve fantasmalarla dolu bir Uzakdoğu resmi sunmuştu. Dünyalar benim olmuştu. Tanıştık ve sonraki yıllarda pek sık görüştük.

fer4idun.jpgHikmet Feridıun bey daha sonra uzun yıllar yayınlanan ve devrinde Türkiye’nin en modern aylık mecmuası olan “Hayat Dergisi”nin başına getirilmişti. Ben de o dergiye yazılar yazıyordum. Bir gün yazı işlerinde otururken kendisine sordum: “Feridun bey Kunuri savaşı ile ilgili anlattığınız hikayeler doğru muydu ? ” Bu savaşı Türk okuyucusuna Kanuni’nin Mohaç zaferi gibi anlatan Feridun bey güldü.. Başını çevirdi, yavaş bir sesle” herşeyi karıştırma… dedi.

Kore savaşının en büyük faciasının yaşandığı Kunuri katliamı hakkında tarihin hükmü şöyledir : “30 Kasım 1950 günü tugayımızın yarısından çoğu kaybedilmişti. Bu çetin mücadelede kahraman Türk askerleri saatlerce süren süngü savaşı sonrasında şehit düşerken, geride bulunan diğer Birleşmiş Milletler birlikleri silahlarını ve teçhizatını bırakarak da olsa kurtulabilmişti. Amerikan karargahı sonradan kendilerinde de yeterli bilgi olmadığı için Türklere bilgi veremediğini açıklayarak işi kapatmıştı.

_turk-ordusuna-inanilmaz-tuzak.jpg

Amerikalılar, hava koşulları, arazi ve Türklerle aralarındaki dil sorununun yol açtığı anlaşmazlıklar yüzünden Kunuri Savaşının bir bozguna dönüştüğünü, özellikle Türkler için çok kanlı ve trajik bir şekilde sonuçlandığını söylemişlerdir. Sadece bir-iki gece süren Kunuri Savaşında Türk Tugayı 741 şehit, 2068 yaralı, 163 kayıp, 244 esir ve 298 diğer olmak üzere toplam 3514 kayıp vermiştir.”

Değerli büyüğüm, ağabeyim, gazetecilikte ustam Hikmet Feridun Es’in büyük kahramanlık hikayeleri ile Türk okuyucusuna zerkettiği Kunuri savaşının, Amerikalıların Türkçe bilmemeleri ve Türklerin de onların ne dediğini anlamamaları yüzünden Ordumuza 3500 can kaybına neden olduğunu, böylece değerli okuıyucularımız aradan geçen 60 yıl sonra bu gün, şu saate, şu naçiz kalemimizden öğrenmektedirler.

Osmanlı Ordularının 11 eylül 1697 ‘de Avusturya ordusu ve prens Eugenie'nin önünde yaşadığı  büyük Zente bozgununda Sadrazam Elmas Mehmet paşa ile Temeşvar muhafızı Koca Cafer Paşa’nın “araziyi bilmemeleri dolayısıyle 30 bin şehit verdiğini tarih yazıyor. Aradan geçen 263 yıl sonra “yine araziyi” bilmeyen ve bu defa dil de bilmeyen bir başka Türk komutanı, Ordumuza 3500 şehide mal oluyor. İnşallah bundan sonraki kumandanlar karargahtaki bilgisayarlardan “google earh”a bakar ve araziyi daha iyi görürler. Ve onları tarihe “şirin” gösterecek yalancı ve ahlaksız yazarlar çıkmaz.

okuzkaramehmetpasa.jpgAcaba eski zafer hikayeleri de buna mı benziyordu ? Ben bu habercilik olayını gözlerimle görmüşçesine “failinden bire bir” dinlemiştim. Ben şimdi Hikmet Feridun bey’in Kore Savaşını Seul’de Amerikan Subay mahfilindeki sıcak odasından yazdığına inanıyorum. Zannedersem daha sonraki yıllarda Mehmet Ali Birant dostumuz da gittiği Vietnam savaşı hikayelerini Saygon’da belediye parkında kuşlara yem verirken yazmıştı.

Rabbim bu ulusu yalan yazarlardan, yalan haberlerden, hayal ürünü çapsız öykülerden, her çeşit beyin ampütasyonundan  ve yalan üzerine kurulmuş kahramanlık hikayelerinden korusun. (Arşiv'den)