Ayna ve Hayal

Nazik bir talep ve cevabımdır:

Yaklaşık 3 senedir İngiltere, Londra'da yaşamaktayım ve Londra universitesine bağlı The School of Oriental and African (SOAS) adlı universitede doktora yapmaktayım. Doktora alanım Hz. Mevlana’nın şiirlerindeki linguistic yapı ile ilgili. Bunun yanında Hz. Mevlana’ya da cok fazla ilgi duymaktayım ve eserlerindeki Tanrıyı kavrayışındaki beyitleri ile ilgileniyorum. Bu konu ile ilgili sizden bilgi almak istemiştim İngilterede Mevlana’yı ve Turk kulturunu yaymak adına uğraşan bir akademisyen öğrenci olarak izniniz olursa efendim?

Şu sıralar yabancı bir grupla karışık bir akdemisyen ekibi Turkiyeye gitmeyi planlıyoruz universite birimi olarak. Bu yuzden entellektuel boyuttan en doğru kaynağa ulaşmak istiyoruz , Bu bizim için çok önemli ve bu konuda önemli bir Mevlevi olarak siz değerli zatınızdan yardım talep ediyoruz. Çeşitlilikten dolayı tam olarak ana kaynağa ulaşamıyorum. Siz neyi önerirsiniz acaba?

Cevap:

Teşekkür ederim Yıllar önce Londra'da "Rumi Society" isimli bir kuruluş vardı. Bilmem devam ediyor mu ? Robert Braun ve Dick Temple önderleriydi. Bir grup insan pek değerli işler yapmışlardı. 70'li yıllarda Londra'da ayrıca bir grup Mevlevi için önayak olup gereğini yerine getirmiştik. Türkiye dışında ilk Mevlevi ayinleri 70'li yıllarda Londra'da olmuştu. Ben cümlesine katılmıştım. İngilizlerin vize zorluğu icat ettikleri günden beri bu ülkeye sitemim var.

Son 1986'da Londra'da bir konser yapmıştık . Bir daha o tarafla ilgilenmedim. Ama sizin şimdi orada oluşunuz değerli. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Bulunduğunuz okuldan elli yıl önce John Godlphine Bennett çıkmıştı. İşgalin ünlü Yüzbaşı Bennett'i.. Ben kendisini 1972'de bulup Üsküdar'da Özbekler Dergahı'nda  altı saat konuşturmuştum. Röportaj otuz yıl sonra yeni yayınlandı. Bennett Ortaasya Türk Tasavvufunu Batı'ya haber veren kişidir. Bu konular enteresan.

Mevleviliğe gelince: benim tercihim ilimden öte "aşk"tır. Yaşamayı ve Dergah düzenini skolastik bilgiye yeğ tutarım. Aynı dalga boyunda değiliz. Ancak elimden geldiği kadar size yardımcı olmaya çalışacağım.
 
Zannımca çok "spesifik" bir konu seçmişsiniz. Binlerce belge, görüş ve yorum arasından aradığınızı bulup çıkarmak zor olacak. Tanrı yardımcınız olsun. Mevlana ve Allah ? Ayna mi ? hayal mi ? hangisi gerçek. Tabii ki Allah, o zaman Mevlana'yı en iyi Einstein anlatır. Değil mi Efendim ? Üst tarafını görüşürsek konuşuruz. İyi günler. İyi geceler. İyi, hoş ve verimli zamanlara.. Hoşçakalınız.

Büyü damarlarımızın içinde

Damarlarımızın içinde yer alan
Canımız, özümüz, olan
Bir cıhana ayak bas.
Kan nasıl olur da uyur ?
Hele bizim damarlarımızda olursa...
Damarlarımızda, özümüzde
Delilik belirtileri görülse de
Dert değil. çünkü büyücü de,
Büyü de bizim,
Damarlarımızın içindedir.
Büyü damarlarımızın içinde
                            Mevlana

Eski pazarın malları

Hazreti Mevlana “” Eski satanların nöbeti geçti.. benim pazarım yenilik pazarıdır ” diyor. Yedi yüz yıl öncesinden bu güne sesleniyor. Yeni zamanlarda yeni şeyler söylemenin gereğine işaret ediyor. Eski Kültür bakanı Namık Kemal Zeybek ise israrla “eski laflaı” satmaya çaba harcıyor: “Osmanlı çürüktü çöktü..” diyor. Tekkeler kötüydü “kapandı” diyor. “Hocaefendiler dini yanlış anlamıştı, Cumhuriyet onları hizaya getirdi..” diyor.  “Camide hoca arapça konuşuyor, kimse anlamıyor..” diyor.

Bütün bu çeşit laflar Türkiyede seksen yıldan beri söylenip duruyor. Artık bitti zannederken göçmen kuşlar gibi her yıl hava ısınınca geri geliyor. Arz ü semavat bunlarla doluyor.

Koca bir devlet düzeni hatasıyla sevabıyla seksen yıl önce rafa kaldırılmış, yerine yepyeni bir düzen kurulmuş. O büyük değişmede eskisi yerilmiş yenisi öğülmüş. Ne olmuşsa olmuş..
Aradan bunca yıl geçtikten sonra hala aynı söylemlerle tarih sahnesine çıkmanın ne luzumu var..

Herşeyin hem iyisi vardır, hem kötüsü.. Bir şeyi yüceltmek istiyorsanız iyi tarafını, batırmak istiyorsanız da kötü tarafını öne sürersiniz..Fevkalade zamanlarda özellikle savaşlarda büyük değişmelerde, devlet, hükümet darbelerinde birşeyleri hep kötülemek gerekir, bundan doğal ne olabilir ? Bu değişmenin ruhunda vardır. Kimse düşmanını methetmez. Stratejik bir haklılıkla amacınıza ulaşıncaya kadar, rahata erinceye kadar hep kötüleri söyler durursunuz.. Ancak söyleminiz biteviye sürüp gidiyorsa, amacınıza ulaşamamışsınız demektir.

Şu devlete bakanlık yapmış bir ulu kişinin Cumhuriyetin ve inkilabımızın amacına ulaşmadığına inandığını düşünebilir misiniz ?.. Elbette inanmıştır. O halde bu gayret niye ? bu kötüleme geleneği neden ? bu dizi film ne zaman bitecek ? Bu ezber ne zaman bozulacak ?

Zeybek Facebook’taki konuşmasında bir ulu zattan bahsederek o zatın “biz tekkeleri üç yüz yıl önce kapatmıştık, siz kilidi şimdi, vurdunuz” dediğinden bahsediyor. Kat’iyyen yalan. Asla doğru değildir. “Tekkeleri üç yüz yıl önce kapattık” deme yetkisini kimden aldığını  merak ettiğim o kişi bilmelidir ki, Ortaasya Türk Horasan çıkışlı Anadolu Türk dervişlik geleneğinin “inanç-kavram-edebiyat ve üstün yaşam” biçimi olarak insanlığa miras bıraktığı büyük Tasavvuf düşüncesi,  en parlak devrini,  üç yüz yıl önce, onyedinci yüzyıl sonu ve onsekizinci yüzyıl başında yaşamıştır. Bunu üzerine basarak anlatmak isterim. Dünya tarihinde ender rastlanan bir kültür birikimini bu çeşit laflarla aşağılamaya kalkanı kişi kim olursa olsun kendisi aşşağılıktır.

Hocaya kızıp cami yakılmaz, şeyhe kızıp posteki yırtılmaz.. Bir devirdir olmuş… Hala neden ? kötüleri ayıklayalım derken iyileri de yaraladığınızı artık anlayınız ! Biraz değişik şeyler söyleyin a efendim ! “Tekkeler afyonkeş yuvasıydı” demeyin de “insan ruhunun yıkandığı yerlerdi” deyin. "tembelhaneydi" demeyin de "sosyal yardım yurduydu" deyin. Bir de böyle söyleyin… Bir deneyin bakalım. Belki iyi gelir..

Yanlışlıkla doğru söylemeniz ihtimali de vardır. “Hocalar dini bozdu” derken “bozmayanı da vardı” deyin… İki cümleyi yan yana koyup uzaktan bakın, acaba hangisi güzel ? 80 yıldır sivrisinek avladığınız bataklık çoktan kurudu, ağaçlar çiçekler açtı. Biraz da iyilikleri söyleyin ne olur ? Lütfen.

Devlet Saygı ister

Bir bahçede “hot sosyete” toplanmış. Yeşilliklerin üzerine iskemleler konmuş. Sıra sıra hanımlar, beyler  dizilmiş, düz vardiya oturmuşlar. Önlerinde iki kürsü, arkalarında açık bir kapı.. Gür bir ses duyuluyor: “President of United Stades” Yani Amerika Cumhurbaşkanı.. Ve Reisicumhur Barak Obama, yanında yabancı misafiri ile içerden çıkıyor… Kürsünün önünde duruyor. O ne ? kimsede hareket yok.. Herkes yerinde rahat oturuyor, Başkan ayakta..

Kalabalık bahçede kimse yerinden kıpırdamıyor, sadece sesler mırıltılar azalıyor, herkes kulak kesiliyor. Ayağa kalkmak yok, kımıldamak yok, doğru düzgün oturmak yok, Amerikan usulü yaygın yerleşim devam ediyor. Gelen sanki seçilmiş Başkan değil de, Beyaz Saray’ın bahçıvanı…

Yeryüzününü bir baştan öbür başa parasıyla, silahıyla, kadrosuyla  işgal etmiş, milyonla insanın  hayat ve ölümüne her an karar veren, koca bir siyasi ve askeri düzenin başkanına saygı göstermek, bir yere geldiği zaman ayağa kalkmak gerekmez mi ?  İnsanın tüyleri ürperiyor. Vaktiyle Osmanlı sarayında tüyü bitmemiş şeyhzadeler bile yerlerinden doğrulduklarında saray halkı alkışlarmış… Bu ne biçim protokol…veya protokolsuzluk. Rahatsız oldum.

Amerikan halkı adına üzüldüm. Onca insanın önüne düşen bir başkana bu yapılmamalıydı. Acaba kendisi farkında mı ? değilse bizden söylemesi.. Belki kulağına gider de ben de rahat ederim.

Bir zaman Türkiye’de rahmetli Ecevit Başbakan’dı. Suat Hayri Ürgüplü’den sonra gelmiş geçmiş başbakanların en kibarıydı. En şiddetl anlarda dahi agresif olmayan, gençliğinden beri bulunduğu devlet hizmetlerinde temkini ve asaleti elden bırakmamış bir değerli devlet adamıydı. Fikir, görüş ve misyonu bir yana, efendi insandı.
 
Bir gün İstanbul’da, Kadıköy’de, Moda Burnunda bir gurup misafirle ünlü Koço lokantasında yemekteydik. Vakit ileriydi. Her yer insan kaynıyordu. Masalar dumanlı, keyifler çakırdı. Birden bir sessizlik oldu. Herkes kapıya bakmaya başladı. Ecevit gelmişti..O sırada başbakan değildi, muhalefetteydi. İnsanlar hareketlendi, herkes ayağa kalktı.. Alkış yoktu fakat öyle bir sessizlik oldu ki, içeri önemli bir kişinin geldiğini anlamayan kalmamıştı. Bizim bademci ihtiyar bile zorla belini doğrultarak Ecevite bakıp kalmıştı..

Bence devlet işte buydu… Bu devlete saygıydı. Devlete hizmet etmiş bir kişinin hakkını vermekti. Eski bir devlet adamının önünde  Meyhane halkı bile doğruluyor, kendine çeki, düzen veriyordu. Yüzlerce yıllık yaşam, duyuş, duygu ve hak sevgisinin sonuçlarıydı bunlar.. Ufak fakat çarpıcı bir olaydır. Yıllarca unutamamıştım.

Bir gün eski bir bakanın, bir otobüs terminalinde kalabalıkta içtiği suyun parasını vermek için çaba harcadığını gördüğümde de aynı hislere kapılmıştım. Kimse bakanı tanımıyordu, itip kakıyorlardı. Sesimin var gücüyle – efendiler kenara çekilin, bu kişi bakanlık yaptı, lütfen saygı gösterin, diyerek Bakan’ın su parasını derhal ben ödemiştim..

Devlet saygı ister. Devlete saygı insana, millete ve tarihe saygıdır. Siyasi tartışmalarla birbirini kırıp geçiren kişilerin topluluğunda dahi saygıya yer vardır. Yer açılmalıdır. Yoksa görüntüsü sürü olan toplulukların varlığından insanlığa hayır gelmez.. Destur, bir gün dağılır giderler.

Acaba Franklin Roosevelt, George Washington veya Abraham Lincoln da o bahçeye gelseydi acaba Oduncuların dedeleri yine öyle uzanıp oturacaklar mıydı ? Sanmıyorum.

Anştayn dalga geçiyor

Hem insan hem de ışık hızında dalga olabilir miyiz?

Albert Einstein (1879-1955)

Pilav şeklinde tebliğ

Nazik bir davet ve cevabımdır:

Hocam sizden rica etsek bir günde bizim Sufi entelektüel Toplantılarımızda bir tebliğ sunabilir misiniz. Bizim konular biraz daha Akademik orjinli oluyor. Konular biraz daha master ve doktora tezlerini tartışmaya yönelik oluyor. Örneğin Hz. Mevlanada uluhiyyet Anlayışı Konusunu işliyeceğiz Mart Ayı boyunca.Nisan Ayında Mevlanada Nübüvvet Anlayışı irdelenecek. Sizinde bize katkı yapabileceğinizi biliyoruz. Eğer ki vaktiniz müsait olduğu bir gün onur konuğumuz olursanız bizi şereflendirirsiniz. Saygılarımızla...

Cevap:

Yıllar önce bir toplantıda Mevlana'yı Einstein'ın on üçüncü yüzyılda yaşamış modeli olarak sundukları günden beri entellektüel ve akademisyenlerle ilgim kalmadı. Mevlana'nın eşiğinde bir derviş olarak yaşamayı tercih ettim. Akademisyen ve entellektüel dostlarla birlikte Üsküdar'da Özbek dergahına buyurun tebliğimizi pilav şeklinde sunuyoruz. Başarılar dilerim

Din dar geldi


-Olmaz ! sen Müslüman mısın ?
-Elhamdülillah, sen değil misin ?
-Müslümanım. Son zamanda ne oldu, biliyor musun ?
-Hayır, ne olmuş ?
-Dindarlara din dar geldi..
-Ne dedin ? anlamadım
-Din dar geldi, dedim…
-Kime dar geldi ?
-Müslümanlara..

-Nasıl şey o ?
-Düz mantık.. bak diyne, dinin şartı kaç ?
-Beş..
-Dinin kaynağı ne ?
-Kur’anı kerim, hadisi şerif.. yani, peygamberimizin sözleri
-Bildin, şimdi bu değişecek..
-Nasıl değişecek ?
-Kur’ana dokunamıyorlar, hadisleri değiştirecekler.
-Neden ?
-Din dar geldi ya, genişletecekler...
-Nasıl genişletecekler ?
-Diyanette hadisleri ayıklayayacaklar, darlık getiren hadis varsa kaldıracaklar.

-Nasıl yapacaklar bunu ?
-Şu doğru, bu doğru değil diyerek..
-Olmaz..
-Olmaz yine başlama.. neden olmaz ?
-Bin beş yüz yıl önce vefat etmiş bir peygamberin sözlerinin hangisi doğru, hangisi eğri kim nereden bilecek ?
-Onlar bilir..
-Nereden bilirler.. ?
-Peygambere sorarlar,
-Nasıl sorarlar ?
-Ruhunu çağırır, sorarlar.

Olurla Olmaz’ı anneleri küçükken evlerinin yanındaki cami’de açılan Kur’an kursuna göndermişti. Orada cami’nin hocası çocuklara din dersi veriyor, namaz surelerini ezberletiyordu. Olur’la Olmaz kardeşler ilk din derslerini cami’nin hocasından almışlardı.Bazen de merak eder birbirlerine sorarlardı. Anne ve babaları fazla dindar değildi.

Anneleri bir hoca kızıydı, ömrünün sonlarına doğru namaza başlamış hiç bırakmamıştı. Babaları ise dine aldırmazdı… Dini reddetmez (haşaa) dindarlara saygılı ve temkinliydi, ama pek din lafı çıkmazdı ağzından. Müslüman bir ailenin çocuğuydu. Onun da sülalesinde hocalar vardı, gakat nedendir bilinmez bu konuda lakayt bir adamdı.

Olur’la Olmazı mahalledeki Kur’an kursuna gönderen de anneleriydi.  Olmaz baştan gitmek istemiyordu. Bu işlerin bir faydası “olmaz” diyordu. Olur ise hevesliydi, bu işlerin faydası “olur” diyordu. Olmaz diyordu ki :” Dine sarılan kaderci olur, her şeyi Tanrı’dan bekler, kendi yaratıcı gücü söner gider” Olur ise: “dine sarılmayan mahvolur, kendi benliğini koruyamaz, bir yaratıcıya inanmak O’nun gibi yaratıcı huyu edinmektir, insan olmanın başka çaresi yoktur ” diyordu.

Aslında ne Olur, ne Olmaz bu konuda kendi iç güdülerinden başka bir şey bilmezlerdi. Kitap okumamışlardı. Sohbette bulunmamşlardı. Onlara kimse bir şey öğretmemişti. Herşeyi kendi kendilerine bildiklerine inanırlardı. Olağanüstü olay.. bilirlerdi de. Bazen de saçmaladıkları olurdu. Olur’la Olmaz ara sıra akıllı laf da ederlerdi. Din konusunda.

Mahallenin yaramaz çocuğu

 
Kızılderili lider Sitting Bull 1831-1890

Yeryüzü sathından koca üç medeniyeti kaldırıp yerine oturan Amerikalı, Türkleri Ermeni katliamı diye bir yalanla suçluyor. Saygın Aztek, Maya ve İnka kültürlerini yok eden Yeni Dünya'lı, Eski kıt’anın asil ve şerefli bir milletine parmağını uzatarak soykırım iddiasında bulunuyor.

Türkiyeye, Türk vatanına Türk halkına ağır bir saldırı yöneltiyor. Koordineli bir polis hareketi ile önlenebilecek bir kaç psikopat teröristin uğursuz eylemini, vatanlarını ve öz değerlerini kurtarmaya çalışan asil insanların kahramanca direnişleri ile bir tutan, yüzlerce yıllık baba ocaklarını, vatanlarını ve namuslarını savunmaya çalışan yerli halkları her gün kan ve ateş deryasında yok etmeye çalışan o Amerikalı..

Yeryüzünün en değerli iki islam ülkesini, etkisi asırlarca sürecek  en ileri silahlarla kan çukuruna çeviren o Amerikalı, "Amerikan askeri olmak için Amerikalı olmaya gerek yoktur" diyerek gezegenin tüm satılık cânîlerini, it, kopuk, serseri takımını kendi suç ordusunda toplayan o Amerikalı  şimdi kalkıyor, yüz yıl önceki olaylara kendi ters mantığı ile isim koyarak cinayetlerini ört bas etme yolunu tercih ediyor.

Bu mesele eskidir. Kazan Türklerinden Mir Sait Sultan Galiyev daha 1920’lerde şunları yazıyordu : “ Kozmopolit ilerici kültürü ve tekniği ile bu günkü “barış tutkunu” Amerika’nın kurulabilmesi için milyonlarca Amerika yerlisinin ve siyah Afrikalı’nın ölmesi, zengin İnka kültürünün yok olması gerekmiştir. Şikago’nun, Newyork’un ve “Avrupalılaşmış” daha pek çok Amerikan kentinin mağrur gökdelenleri; kızıl derililerin kemikleri, insanlıktan çıkmış toprak ağalarının sömürdükleri siyahların cesetleri ve İnka kentlerinin dumanı tüten yıkıntıları üzerinde yükselir.”

Kristof Kolomb ! bu ad Avrupa emperyalistlerinin sevgilisidir… Avrupa’nın deniz eşkiyalarına Amerika’nın yolunu açan o’dur. İngiltere, Fransa, İspanya,İtalya ve Almanya oradaki yağmadan paylarını eşit olarak almışlardır. “Yerli” Amerika’yı yıkarak,silip süpürerek kendi kapitalist kentlerini ve emperyalist burjuva kültürlerini kurdular. Timur, Cengiz ve öteki Moğol hanlarının Avrupa’yı işgalleri, kendileri tarafından “bulunmuş” bu Amerika’da giriştikleri canavarlığın ve yıkıcılığın yanında pek sönük kalır. ”(Sultan Galiyev “Zizn’Nacional nostej- no:36, 5/10/1919. A.Bennigsen-Chantal Qulquejay” Sultan Galiyev ve Sovyet Müslümanları, çeviri Nezih Uzel, İstanbul 1984)

Aradan 90 yıl geçmiştir. Bu kadar zaman Kazan’lı Sultan Galiyev’in düşünceleri değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. 90 yıl önce şu yazılanlar sanki bu gün yazılmış gibidir. Amerikan halkını, Amerikalı değerli insanları, o ülkede var olan doğru ve dürüst yurttaşları tenzih ederim, hiçbir toplum topluca suçlanamaz  ama Amerikanın sistemi, hukuğu, dünyaya bakışı ve geçmiş olayları değerlendirişi sahtedir. Bu sistemin iğrenç eğlemleri İnsanlığın yüz karasıdır.

Açıkça saldırıyorlar.. Amerika insanlık hainidir. Mahallenin yaramaz çocuğudur. Ona buna saldırmakla yaşadığına inanır. Milli marşına “dünyanın  her yerinde savaşırız” yazmıştır. Dünyanın zaptolunmaz, tutulmaz, laf anlamaz cahil bir zaptiye subayıdır. İç savaş hariç, kurulduğu ilk günden beri kendi ülkesinde hiç savaşmamıştır. Dünyaya savaş ekmiş, karşılığında barış hasat etmeye koyulmuştur. Barışı savaşla ödemektedir.. Barışın bedeli savaş..Bir acaip hal..

Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Irak konusunda “Amerikalı ile vizyonumuz aynı” demişti. Acaba şimdi Ermeni tasarısı konusunda da vizyonumuz aynı mı?  Pardon “vizyon” ne demekti, vizon kürk gibi falan mı ?

Yine tepki anayasası

Yine tepki anayasası yapacaklar, yine aynı şey olacak, yine önceki darbelerden sonra yaptıkları gibi bu defa da “niteliksiz çoğunluk” darbesi tehlikesine karşı “nitelikli azınlık” anayasası yapacaklar. Memlekette en “niteliklilerin” kendileri olduğuna inandıkları için.. bekleyin göreceksiniz.

Hiçbir zaman işe yarar bir anayasa yapmaları olanağı yoktur. Çünkü bu adamların kendileri işe yaramaz. İşe yaramayan kişilerden işe yarar iş beklenir mi ?
 
Ülke gelişmiş, ülke yeni ufuklara yönelmiş, ülkenin yaşam dinamikleri yeni enerji kaynaklarına ulaşmış, hiç haberleri yoktur. Kendi sınıfsal mantıkları içinde, kanadı yanmış, çukura düşmüş kelebekler gibi çırpınıp dururlar.

Türkiyede yakın zamanda yapılmış tek ve gerçek Anayasa Mustafa Kemal’in “milli hakimiyet” esasına dayalı anayasasıdır. Bu ise bu beylerin unuttuğu bir tarih sürecinin ürünür. Lafını bile etmiyorlar. Sanki fikren yeni doğmuş gibi hep kendi yaşları boyutunda laflar söylüyorlar. Boyları pek kısa olduğuna ulaşabildikleri yere kadar konuşuyorlar,  TV’deki tartışmalara dikkate ediyor musunuz en ufak bir ümit yok.. çaresiz.. Bunlar yine tepki anayasası yapacaklar.

Mustafa Kemal’in anayasası da bir tepki anayasasıydı. Ama haklı ve meşru bir zemine dayanıyordu. Çürümüş, yok olmuş, tarih sahnesinden çekilmiş bir siyasi düzene tepki anayasasıydı.. Savaşta yenilmiş, devleti yenilince halkının da yenildiği farzedilen bir ülkeye getirilen bir hasta adam reçetesiydi. Tam yerine oturdu. Zira o büyük adam kötülüğün temelini ve hastalığın ilacını biliyordu. Şu sözlere dikkat ediniz : “ülkemize saldıranlar Türk devletini yenmekle Türk halkının temel yaşam unsurlarını da yok ettiklerini zannettiler işte orada yanıldlar. “

Bu yanılgiyı görebilen çağında tek adamdı Mustafa Kemal.. Ardı ardına gelen savaşlarda yorulmuş, devleti yok olmuş, bitkin, mecali kalmamış, ölmekten başka niyeti olmayan bir toplumda hala var olan hayat damarlarını isabetle görmüş ve oradan hareketle ve bir grup insanla birlikte dünya tarihindeki en dehşetli direnişlerden birini hazırlamıştı.

Bu direniş “Tekalifi Askeriye kanunu” adı ile düşünülüp çıkarılan ve başarı ile uygulanan bir kanuna dayanıyordu. Buna göre ülkede her ev, her ocak, her konak savaş için hazırlanan askerin masraflarına fiilen katılıyordu.

Ne yazık ki bir Atatürk anayasası yapmak Atatürk gibi olmayı gerektiriyor… Acaba anayasacıların aralarında tek bir Atatürk var mı? Aranızda Atatürk var mı ? Şair Behçet Kemal Çağlar ellili yıllarda bir toplantıda karşısına dizilen gençlere heyecanla bakarak o eşsiz onuncu yıl ruhuyla  “Siz hepiniz Atatürk'sünüz.. Mustafa Kemal'ler yirmi yaşında" demişti. Şimdi o gençlerin hepsi yetmişleri geçti, ve yeni gelenler Atatürk'ü bilmiyor.. Resimleri duvarlarda, öyküsü raflarda sıra sıra bekleyen tarih kitaplarında kimsesiz kaldı..

Bir Atatürk anayasası’nın acilen yapılması gerekiyor. Anayasa hukukumuzun  ruhuna inebilen yürekli bir Atatürkçu, Atatürkü model seçerek bu görevi başarı ile yerine getirebilir.. Bir anayasa nedir ? nasıl yazılır ? nasıl uygulanır  ? bize anlatabilir. Öyle değilse vay halimize, yine tepki anayasası.. yine babası belirsiz bir anayasa, yine ne kadar süreceği belli olmayacak yeni tartışmalar.. yeni sarsıntılar, yeni sıkıntılar.

Terzi yeteneksiz ise biçtiği elbise vücuda uymuyor. Ne makas, ne iğne tutuyor, eli ayağı dolaşıyor, ihtiyarlamış artık sesi çıkmıyor “Delf mabedinn kâhini gibi.. Bilirsiniz, kâhinin soluğu azalıp lafları duyulmaz olunca, Yunanistan’ın o zamanki akıllı adamları sormuşlar:
-Ne oldu sana ? Ordular sefere çıkarken sana danışırlardı, şimdi ne oldu ? Kâhin derinden gelen bir sesle cevap vermiş:
-İhtiyarladım.

Bir kırıntı haber

,
-Nasılsınız sayın Cumhurbaşkanım ?
-İyiyim, siz nasılsınız ?
-Ben de iyiyim son zamanda biraz üşütmüştüm ama şimdi toparladım..
-Çoluk çocuk nasıllar ?
-Ellerinizden öperler. Hepsi iyi, büyuk evlenecek, küçüğü daha okuyor, sizinkiler nasıl ?
-Hepsi iyiler sayın Cumhurbaşkanım.
-Torun nasıl ?
-Hiç sormayın bir sevimli ki ? annesi geçen gün ona oyuncak bir ayı almış, onunla yatıyor...

-Bende henüz torun torba yok
-İnşallah olur.. Haa… unutuyordum, Yargıtay’ın telefonlarını dinlemişler, siz mi dinlettiniz ?
-Hayır haberim yok..
-Köşkün damı akıyor mu ?
-Geçen buluşmamızda da sordunuz.. Mustafa bey usta çağırmış, çalışıyorlar.
-Çok iyi önümüz kış, zorluk olmasın, Başkanım  Anayasa..
-İlahi Deniz bey, siz yüzme bilirsiniz, Bir zaman Rodos’a kadar yüzerim demiştiniz, Anayasa’ ya doğru birkaç kulaç atsanız her şey düzelir.
-Doğru, yaz gelsin de.. Sayın Cumhurbaşkanım bana müsaade..
-Aaaa… katiyyen olmaz bir kahve içmeden bırakmam, Oğlum Recep kahveler nerede kaldı ?

Türkiye Cumhuriyeti comhurbaşkanı ile Ana muhalefet lideri bu minval üzere konuşarak haftalık olağan buluşmalarını gerçekleştirdiler. Dışarda koca bir gazeteci ordusu bekliyordu… Birbirlerinin üzerinden uzanarak kapıların açılmasını gözleyen ulusal, yerel ve enternasyonal basın bir “kırıntı” haber için birbirini çiğniyordu. İtiş kakışta foto muhabirlerinin, filmcilerin milyarlık kameraları zarar görüyordu. Bunlardan biri koca bir ağaca tırmanmış “Turkish oval office”in örtülü pencerelerini gözlüyordu. Diğeri cıvarda bir damın üzerinde kurduğu bazuka gibi bir teleobjektifin içine eğilmiş, kaybolmuştu.

Az sonra kapılar açıldı. Heyecan son haddini buldu. Gazeteci ordusu deniz gibi dalgalandı.. Herkes kulak kesildi, ortalığı bir sessizlik kapladı, şimdi sadece deklanşörlerin soğuk tıkırtısı duyuluyordu, foto muhabirleri bir sürprizle karşılaşmamak ve en iyi kareyi kapmak için  cansiperane yarışıyor, ortada daha görüntü yokken habire resim çekiyorlardı.

Öyle ya… içerde Devlet sırları konuşulmuştu. Şu anda iki dudak arasından çıkacak her kelime büyük değer taşıyordu. Bu kişiler toplumun önderleriydi, “Hayat ve Memat”a karar veren seçilmiş kişilerdi.. Söyleyecekleri tek bir kelime ile tarih yapan adamlardı. Belki bir lafla tüm sıkıntılar sona erecek, toplum rahata kavuşacak veya kötülük deryasında bocalama devam edecekti. Ya gemi selamete çıkacak, veya batıp gidecekti.

Kapıda ilk önce lider göründü. Gazeteciler sormadan konuştu:
-Çok olumlu geçti...
-Ne geçti
-Tren geçti..
-Neler konuştunuz ?
-Çok faydalı şeyler..
-Neler mesela ?
-Gündemdeki maddeler
-Gündemde ne vardı ?
-Konuştuklarımız.

Bir zaman bir memlekette işler çok bozulmuş. Sorunlara bir türlü çözüm bulunmaz olmuş.. Dertler günden güne artmış, hayat çekilmez bir hal almış, ulusun geleceği kararmış, geçmişi tü.. kaka olmuş. O yörede henüz ayakta kalabilmiş birkaç akıllı bir yere toplanmışlar:
–Ne  yapalım ? demişler. İçlerinden biri şöyle konuşmuş:
–Benim bildiğim güvenilir bir kişi vardır, tecrübesi ve tedbiri yerindedir, onu getirelim, herşey düzelir… ancak bir kusuru vardır, meslekten değildir, çingenedir, düğünlerde çalgı çalar..
–Ziyanı yok demişler, işler düzelsin de ne olursa olsun…

Adamı bulmuşlar, rıca minnet getirip makama oturtmuşlar, başlamışlar beklemeye.. Bir şey söylesin, bir fikir versin, bir yol göstersin de işler bir daha bozulmamacasına düzelsin.. Fakat adamda ses yok.. Bir gün iki gün geçmiş, hiç hareket yok.. Bir gün adam yerinden doğrulmuş, herkes heyecanlanmış “tamam demişler, beklenen gün geldi…” adam kalkmış makamın kapısına yönelmiş herkes de peşinde.. binadan çıkmış, yakınlarda bir orman varmış, oraya doğru yürümüş.

Bir ağacın önünde durmuş, heyecan son noktada.. şimdi bir şey söyleyecek ve herşey düzelecek, adam hiçbir şey söylememiş, tekrar yürümüş, bir başka ağacın önünde durmuş ve parmağı ile ağacı göstererek vakur bir eda ile  konuşmuş :
–En  iyi zurna bu ağaçtan olur ..