Senin Tranvayının Üstüne

Akşamüstü Kadıköy'ün üzerinde uçarken baktım Moda tarafına doğru sefer edecek nostalji tramvayının ray döşemesi bitmiş...telleri de takılmış... Ama vagonlardan haber yok... Acaba dedim, geldi de depoda mı duruyor ? O taraflara doğru uçtum , hiçbir şey göremedim... Bir zamanlar buralarda dolaşan eski tramvayları Kuş dili çayırında müze yapıp oraya koymuşlardı... Bu müze sonradan yağmalanıp eserleri parçalandı ya... neyse gidip oraya da baktım bir şey göremedim... Kadıköy belediyesi galiba daha tramvayları satın almadı... belki de aldı bir yerlere sakladı... açılışta sürpriz yapacak... Bu Moda tramvayına da aklım ermiyor...Eskiden Kadıköy'de Bostancıya kadar çalışan tramvayların en neş'elisi Fenerbahçe tramvayıydı... Yazın yanlardaki camekanları söker renkli tenteler asarlardı... Ben yavruyken bayılırdım o tramvaylara...Gak...gak. Sıcak günlerde rüzgarlana rüzgarlana tentelerini savurarak ne şirin geçerlerdi Kalamış sahillerinden... Eski Kadıköy'ü kartpostalda bile izlememiş avanak sülalesi, O muhteşem Fenerbahçe tramvayının yerine Moda tramvayı icat etti... Tramvay o yıllarda Altı yoldan üçe ayrıldığında en uyuz vagonlar Moda'ya yönelirdi... İşte şimdi onu yeniden çalıştıracaklar... Nasıl da bulurlar en olmayacak şeyi ... gak...gak...gak... Ben onların üzerine konmam... Sizin yapacağınız tramvayın üzerine etmem bile... Gak Gak Gak... hı...hı...hı...caaaaart.

Made In Türkiye

Ben kargayım...İngilizce bilmem... gak...gak...gak... Kargalar ingilizce bilmezler...belki bileni vardır... belki gelecekte olacaktır... neyse... Ama bu kadarına aklım eriyor... Firmanın biri meyva suyu çıkarmış, kutusunun üzerinde çeşitli dillerden tarifeler, arapça bile var... yapıldığı yeri ise “made in Türkiye” diye yazmış... anlayamadım... gak...gak...gak bir bilen bulup soramadım. “Made in Turkey” olmayacak mıydı... Made in Türkiye... güle güle katıldım...Üstü ceket gravat, altı entari... hı...hı...hı...fıssssss... Ne tuhaf işler oluyor şu insanların dünyasında...Geçen gün Karaca Ahmet mezarlığının üzerinden uçarken mezarlık duvarının üzerinde bir yazı gözüme çarptı: “Dikkat ölüm tehlikesi” ona da aklım ermedi..acaba ölüler için mi ? canlılar için mi ? belirtmek gerekmez miydi...

Hoca Motorsiklet Aldı

Çok güldüm... Öbür kargalar da güldüler... tüm karga kolonisini bir gülme aldı... Kargalar dakikalarca güldüler... Hoca motosiklet aldı... Geçen hafta Adapazarı'nın girişinde, Dörtyol' da motor satan bir kaç dükkanda satıcılarla birkaç gün müzakere etti...Gak. Gak.Gak. sonunda paraları cebine koyup gitti, adama motoru alacağını söyledi... Aslında çok tereddüt etti... Uzun süre dayandı. Son dakikalarda dahi kararı kesin değildi. Nihayet incelemeden bıktı. Gitti motoru aldı. En az kötüyle işi bitirdi. Gak.Gak. Aslına bakarsanız ben de tereddütteydim Adam bana sorsaydı herhalde ne diyeceğimi bilemezdim. İyi ki sormadı... Güldüğümü de görmedi... Ne al...ne de alma, diyecek gücüm yoktu... Kendisinin de yoktu... İnsanların içinde en akılılar dahi artık karar güçlerini yitirdiler... Biz de öyle... Devlet başkanları bile biz kargalardan aşağı düştüler. Yaşanan çağda kimse ne yapacağını bilmiyor. Sadece kendilerini hâlâ akıllı sananlar karar verebildiklerini zannediyorlar... Neyse gak...gak...gak. Hoca motor aldı... Hint malı bir acaip yürüyen iskemle... cicili bicili, boyalı parıltılı... Satıcılar bir sürü şey söylediler. Hoca hiç birini dinlemedi... Önce motoru uzun uzun seyretti... Kapağını açıp içine baktı. Sonra üzerine bindi... Gider gibi yaptı... Gak Gak Gak. Hoca yürüyen şeylerden acaip ürküyor, eskilerde bir gün ilk arabası renauld 12 ts'yi kullanıyordu. Ben da sol pencereye konmuştum, devrile sarsıla gidiyorduk... Reis dedi, çok seyrek de olsa bana seslendiğinde hep reis der... Gak Gak Gak... – ben mi gidiyorum, yol mu altımdan arkaya kayıyor...? Güldüm. Ama bu laf yıllarca aklımdan çıkmadı... Bu ülkenin şöförleri acaba hangisine inanıyor ? Hoca motor almakla gerçekten bir devrim yaptı... Hiçbir yere tek gitmeyen, hep kalabalık gruplarla gezinen bu tuhaf adam acaba neden bireysel ve alabildiğine bencil bir nakil aracına heves etti ? Acaba karakteri mi değişiyor... Yolculuğa mı çıkıyor...? Yıllar önce hüseyniden bestelediği “ahiret yolu gibi gurbete tenha gittim” ilahisine mi takılıyor. Soğuk soğuk terliyorum. Gak Gak Gak. Ölümle hayat arasına pek az fark gözeten bu adam, geçen hafta mehtabı Sapanca' nın güneyindeki yamaçlarda, Şükriye Vadisindeki mezarlıktan seyretti. Gak Gak...Takırrrrr... Ben bilmem... Kimse de bilmez. Allah bilir. Bir de o biliyor... Söyler mi ? asla... Gülüp geçmeli... Gak. Tıssss.

Usta Bugün Zorlandı

Usta bu gün zorlandı. Hem de darlandı. Üsküdar'daki evin dışardan buğulanmış penceresine konup içeri baktığımda ustayı kan ter biçinde çalışırken gördüm. Gak...Gak...Gak....Pıtır. Evde bu gün müzik vardı. Usta dört müzisyen arkadaşıyla eve kapanmış, pencereleri örtmüş, klimayı susturmuştu. Boğucu bir sıcakta bir şeyler yapıyordu. Usta'ın kendisi de müzisyendir. Ama o müziyenliği kabul etmez “Çalgıcıyım...” diyor.Otuz beş yıl TRT İstanbul Radyosuna taşındı durdu. Bir baltaya sap olamadı. Orada O'nu kapıcı yerine koydular. Eşikten öteye atlayamadı. Radyo'ya iki saz soktu: Biri “bendir” diğeri “halile” Tonmaysterler “bendir”i darbuka halile'yi “zilli tef” zannettiler. Usta İstanbul Radyosune bir de “zilli maşa” hediye etti. Onu da müdürün gravatı zannedip müzeye koydular. Gak... Gak...Gak... horo...horo... horo... Gurrrrr. Usta bu gün terledi. Daracık salonda sazların akordu bozulmasın diye ne pencereler açıldı, ne klimaya izin verildi... Beş saat aralıksız çalıştılar. Usta ve dört müzisyen arkadaşı bu gün Paris'li bir Fransız Tatocu'nun isteği üzerine George İvanoviç Gurdjieff'in yirmili yıllarda mırıldanıp Thomas Hartmann'a piyanoyla çaldırdığı uyduruk melodileri “Türk Sufi Sazları” ile çaldılar... Becerdiler de... O saçma sapan namelere can verdiler, kurumuş yerlerini ayıklayıp canlı dokularını ortaya çıkardılar... Gurdjieff'in ve çırağı Hartmann'ın vaktiyle kafalarında geveleyip söyleyemediği şeyleri müzik diliyle mükemmelen anlattılar. Gak...Gak...Gak... Onlara inat yeni laflar dahi bulup söylediler. Bu ustalar benim Karga sesimi bile bülbül namesine çevirirler... ho ...ho...ho... Bunlar Yaman çalgıcılar doğrusu... Bu netameli iş altı ay önce ortaya atılmıştı. Aslında fena da değildi. Fikir yine Usta'dan çıkmış, uygulama Fransızlara nasip olmuştu... Neyse...Gak...Gak. Usta iyi bir pazarlamacıdır. San'atını ve kültürünü Türklere değil, yabancılara pazarlamayı yıllar önce başarmıştı. Usta der ki “Türk san'atı en zor Türklere anlatılır...” kendisinı san'atçı da saymayan bu esrarengiz adam...bilmem ki nasıl bir adam ? Ben Ustayı tanıyamadım. Usta tanınmamayı kafasına koyduğundan beri, kendini benden bile gizledi... Ama ben yutar mıyım... ? Gak...Gak...Gak. Güneşin Doğduğu tarafta yaşayan Araboğlu da yutmuyor. Ama sıfatına yakıştıramadığı için yutmuş görünüyor... Gak. Bir tane .Arama, başka yok.

Hanım Teyze Terliyor

Hanım teyze ter içinde. Hanım teyze terliyor... Sıcak kırk dereceye yakın... Tren'in içi Safranbolu fırını gibi...Gak Gak Gak... Ben trenin üzerinde, cehennem zebanileri gibi uçuyorum... Adapazarı ekspresi Arifiyeyi geçeli on dakika oldu... Önümüzdeki durak Sapanca... tren kızgın demir... ateş topu gibi gidiyor. Sapanca'dan binenler oldu, bizim Usta da beraber... Arapoğlu Usta'yı uğurladı... İçinde buzlar dolaşan çelik termosunu eline verdi, İki de simit aldı, trene bindirdi... – Kendine iyi bak...dedi... Usta trene bindi ama yer yok... ilk bulduğu koltuğa çöktü... Ben camın önünde gag gag gak... Vagonları saydım dört tane... eskiden bu trene altı vagon bağlarladı... Ellerinde vagon kalmamış... hurdaya çıkanları da tamir edemiyorlar. Gak Gak Gak... Çünkü vaktiyle Demiryollarına vagon yetiştirsin diye kurulan Adapazarı Vagon Fabrikası eksik çıkan yeni kanunlar yüzünden vagonlarını Demiryollarına satamıyor... Demiryolları vagon bulamıyor...Çileyi vatandaş çekiyor...Herkes ayakta kimse ses çıkarmıyor...Ben onların adına feryad ediyorum gak...gak...gak...tıss... Bir yaşlı teyze ter içinde ... Biletçi karşısına dikildi... –Bilet... Kadın irkildi, bir iki kımıldadı, acı gerçeği itiraf etti: -Biletim yok... Biletçi kızdı - O zaman in aşaği bir de hükümet gibi oturuyorsun... Kadın ağlamaya başladı. Birkaç kişi kadının yol parasını cezalı ödediler. Biri yaklaştı – Teyze nereye gidiyorsun ? –Oğlum böbrek hastası, diyaliz makinasında, Gebze'ye onu görmeye gidiyorum... Usta ayağa kalktı yolculara seslendi – Şu kadına para toplayalım... 8 milyon topladılar... Onur parayı götürdü... Saydı kadına verdi. Bende olsa ben de verirdim... Gak... Gak...Gak... ıhı... ıhı... ıhı. Usta trendekilerin duyacağı bir sesle dedi ki... - Biz zaten vergi vererek yurttaşlarımızın tren paralarının eksiğini ödüyoruz... Devlet bizden bir kere daha aldı... Yanımdaki kargalarla birlikte hep beraber dakikalarca gülüştük...

Büyük Türk Hırsızları

Usta'nın cep telefonu geçen hafta altıncı defa çalındı. Usta ertesi gün her zamanki gibi Kadıköy'de telefoncu arkadaşlarının yanına giderek yeni bir telefon aldı. Dükkanın sahibi Namık, usta'nın eski çocuklarındadır. Namık dedi ki: “Hocam gelecekteki hırsızın zevkine göre bir telefon al...” Usta bu uyarıyı dikkate aldı. Usta'nın hırsızları yabancı değildir. Hepsini tek tek tanır...Onlar Usta'nın ev hırsızlarıdır. Usta hırsızları ile samimi ve sevecendir. Usta son hırsıza geçen hafta bir telefon almıştı. Hırsız dört gün sonra geldi, Usta'nın telefonunu çaldı... Usta son hırsızının arkadaşına da bir telefon almıştı. Şimdi birkaç gün sonra, son hırsızın yine kendisi gibi saygın bir hırsız olan o arkadaşı da gelecek Usta'nın yeni aldığı telefonu çalacak. Gak...Gak...Gak...Ihı...Ihı...Ihı.Bunlar tarihimizin şu çağında yetişmiş “Büyük Türk Hırsızlarıdır” tarih bunları ilerde ya altın, ya teneke harflerle yazacak. Ünlü Türk büyükleri listesine katacak. Cumhuriyetimiz yetmiş beşinci yılında Büyük Türk hortumcuları ve “Büyük Türk Hırsızları” yetiştirdi. Cumhuriyetimizi kuranlar doğru kurmuşlardı ama makina çalışırken tekledi... Bu Cumhuriyeti kuran büyük Atatürk demişti ki : “Bir ülkede namuslular, namussuzlar kadar cesaretli olamazlarsa o ülke ileri gitmez...” Şimdi bekliyoruz... Bu ülkede namusluların, namussuzlar kadar cesaretli olmasını... Rabbimin izniyle...Gak...Gaaaaak.Pıs...

Usta Sapanca'ya Taşınıyor

Usta iyiden iyiye Sapanca'ya yerleşmeye kararlı. Geçen hafta Sapanca'nın Batısında asırlık çınarlar ve bahçeler içinde müstakil bir villa kiraladı. Çarşi ıçınde dört yıldır oturduğu evi bu ayın onbeşinde boşaltıyor. Usta belki İstanbul'daki evi de satacak, talaganları bir ederek Sapanca'daki villa'ya taşıyacak... Villa iki katlı dört odalı. Girişte geniş bir salon, salonun arkasında boydan boya mutfak... Yerler parke duvarlar saten badana... Her yer gıcır, bahçede yerler mıcır... Mal Sapanca'nın Çömlekçi ailesine ait. Çömlekçiler Usta'yı pek severler. Kimseye kıyamadıkları Villa'yı ona layik gördüler. Bir iki güne kadar temizlik yapılacak, perdeler takılacak Usta içine girecek... Usta evi kafasında yerleştirdi bile... Üst katta Usta'nın yatak odası yanında namaz odası. Bu oda gereğinde uzaktan gelen misafire yatak odası oluyor. Karşısında iki kitap odası... Önleri balkon... Villa'nın tavanları yüksek, beton bölümleri az... İnşaatta daha çok ahşap malzeme kullanılmış... Böylece insanlar betona gömülmekten kurtarılmış... Bu deprem bölgesinde daha iyisi olmaz... Usta gidişattan memnun. Evi kiralayanlar da memnun... Ancak sitede havuz sorunu var... Villa'nın bulunduğu sitede bazıları havuza sahiplenmek için dolaplar çevirmişler. Ancak bizim Usta'nın hayatında bir havuz motifi bulunmadığı için mal sahipleri rahatladılar. Şimdi taşınma bitince açılış yapılacak...Kurdele kesilecek ve garden parti verilecek: Garden Parti ünlü Özbek pilavıyla süslenecek. Bizim Usta hayatının kırk yılını Üsküdar'da Özbekler tekkesinde geçirdi. Pilav yapmasını bilir. Tencerenin başına geçecek, yumruk gibi kesilmiş kemikli koyun etlerini sovanla, salçayla harlı ateşte uzun süre kavuracak. Sonra su ilave ederek kaynamaya bırakacak.Arkadan yıkanmış tosya pirincini tencereye boca edecek... sonunda ustalıkla doğranmış havuç. Her bir havuç tanesinin ucu çapraz olacak, Şeyh Sadık efendi öyle istiyor... Herşey tencerede yerini aldı mı randevuya en son fıstık üzüm gelecek. Ateş kısılıp demleme başlayacak. Yirmi dakika sonra pilav cümbüşe hazır... Açılış'ta şehrin tanınmış boğaz eşrafı hazır bulunacaklar... Pilavı eleştirecekler... Sapanca'nın çerkes tavuğu, Kara lahanası ve Gürcü yemeklerinin yanına bir de Özbek pilavı eklenecek... Bizim usta tasavvuf bilir, bir de Sufi mutfağı... Mutfaksız Sufilik döllenmemiş yumurtaya benzer diyor... Hacı Bektaş Veli hazretlerinin vasıyetini tutuyor... Hz Pir demiş ki “İnsanlara sofra yayın,onları doyurun ve kimsenin içinde uyuyan şeytanı uyandırmayın...” Usta Sapanca'ya taşınıyor... Usta ile birlikte pek çok şey de bu şehre doğru yola çıkıyor... Ahilik,futuvvet,dervişlik, sufi'lik, okul,dergah, kalp huzuru, saadet gibi... Ustanın torbası dolu. Geride, İstanbul'da pek bir şey bırakmak istemiyor... Usta bin yıllık eski yaşam saltanatını Anadolu'nun bu şerefli kapısına taşıyor. Eşiğe bırakacak... Belki birileri bir gün içeri çeker diye...İstanbul da başının çaresine baksın diyor... Usta Sapanca ,Geyve Boğazı, Taraklı, Göynük, Nallıhan, Beypazarı yoluyla eski Ankara'ya ulaşmayı gözüne kestirdi... Bu yola “ahi” yolu diyor....Gak gak gak... Ben de yanında... Hey Usta... Garip Usta... Hak yolcusu Usta...Ne de yorulmaz adammışsın... İstanbulun kargaları da ıhı...ıhı...ıhı... gak gak gak...ıhı ıhı ıhı. feryatları minarelerin boyunu aşıyor...

Sivrisinek Mevsimi Geldi

Yaz geldi usta Sapanca'ya taşındı. Dün il ormanına pikniğe gittiler... Hamam böceği boyutunda Sivrisinekler kendilerini karşıladı... Randevuya sadık sinekler sanki avlarını bütün kış beklemişler... Bizim ustaya bir saldırdılar ki sormayın. Usta emir verdi –Ateş yakın dumandan kaçsınlar... Ateş yakıldı ama çi faide, kanatlı canavarlar Amerikan helikopterleri gibi sürüyle saldırıyor...Sapanca'da göl var, kamışlık var, bir de ormanda pikniğe gidenlerin attıkları ithal İran karpuzlarının kabukları var...bu yüzden bu yöre sivrisinek cenneti. Belediye geçen yıl bir ilaç ithal etti. İlacın etkisini ölçmek için “Kestanelik” denen Çingene mahallesini seçti. Belediye çavuşları İlacı Kestaneliğe attıklarında çingeneler hastahanelik oldular. İlaç sivrisinekleri telef edeceğine çingeneleri telef etti...Yüzlerce çingene hastahanelere koştu. Belediye acaba bu yıl aynı ilacı kullanacak mı ? Kulanacaksa nereye atacak ? Bilmiyoruz. Hiç olmazsa sivrisineklerin üzerine atmalı insanların üzerine değil...Gak...Gak...Gak...pıııııııııst

Adam Arabaya Çarptı

Üsküdar'da Fıstıkağacı durağında otobüse yetişmeye çalışan bir adam koşarken yanında giden bir arabaya çarptı – pardon dedi. Bir taraftan da eğilerek parlayan camın arkasından çarptığı arabanın şöförünü görmeye çalışıyordu. Arabaya mı ? şöföre mi ? “pardon” demesi gerektiğine karar verememişti. Böyle bir karar vermek için pek vakti de yoktu, kendini kapıları kapanmak üzere olan otobüsten içeri attı, otobüsü sollayıp uzaklaşan kırmızı renkli binek arabasının arkasından bir süre baktı kaldı:.. Acaba arabaya bir şey oldu mu ? diye...

Ustanın Evini Soydular

Geçen gün ben Küçük armutlu semalarında mutat sortilerimi yaparken Ustanın evini soymuşlar... Galatasaraylı arkadaşları gece geç vakit ustayı evine bırakmışlar, usta dördüncü kattaki kapısını açtığında bir de ne görsün, hırsız girmiş evin altını üstüne getirmiş...usta şaşkına dönmüş. Bunu kim yapar ? diye düşünmeye başlamış, bir yandan envanter çıkarıp bir yandan “polise haber versem mi ? “ diye ortalıkta dolaşırken, ilk tesbitleri yapmış, yazı odasından bir video kamera, birkaç nadide kitap, salondaki camlı dolaptan hatıra eşyaları, yatak odasından bir laptop, namaz odasındaki yazıhanenin gözünden wolkman... En önemli olanı procopion imzalı bir çoban kızı tablosu,,, yüz yıllık... Tablo'nun gerisinde çiflik evleri ve otlayan inekler, ön planda boylu boyuna yere uzanmış bir çoban kızı... Bu “çoban kızı” tablosu bizim ustanın en değerli gençlik yıllarının vazgeçilmez hatıraları ile eş değerde... Camlı dolaptaki hatıra eşyalarının çoğu uzun yıllar sürmüş dış gezilerden kalma ufak tefek şeyler ama bir parça var ki zikredilmeye değer, Ustaya Kahire'de hediye etmişler... İnce bir maden oyma, o da gitmiş... Fakat ustanın bana anlattığına göre bir parça yüzünden adamcağızın yüreği pek yanmış... Bir pasaport.. Babaannesi Ayşe hanıma ait... Ayşe hanım yanına bir akrabasını alarak 1922'de doğum yeri Bulgaristan'daki Şumnu şehrine gitmiş... Elinde Osmanlı pasaportu. Dönüşünde İstanbul şehri işgal altında... Pasaportuna İngiliz mühür vurmuş, italyan mühür vurmuş,Fransız mühür vurmuş Türk Devleti ortada olmadığı için onun mührü yok... pasaportta sadece Üsküdar'daki Tunus Bağı muhtarının mührü var... Altı asırlık Osmanlı devleti sadece ailenin oturduğu Tunus Bağı semtinin muhtarı tarafından temsil ediliyor... İşte bu belge de sırra kadem basmış. Usta ona pek acımış... Usta'nın babası Çanakkale savaşı gazısı, tabib binbaşı Muhlis Şumnu (uzel) Bu savaşa ait madalyalar ve bir de mecidiye nışanı kutusuyla birlikte gitmiş,Binbaşı'nın rütbe apoletleri, hasta dinleme kulaklaklığı, kan pipetleri savaşta hastahane çadırında kullanılmış çeşitli tıbbi aletler hepsi hepsi yok olmuş... geriye nasılsa bataryalı bir elektroşok cıhazı,bir dürbün, bir tansıyon aleti ve ingiliz yapımı fünyesi çıkarılmış bir şarapnel bir de açılmamış bir serum şişesi kalmış ki usta hırsızın serumu almadığına pek pek sevinmiş... enayi onu da alsaydı iyice yıkılırdım diyor... Bir de ustanın 26 yaşında kanserden ölen ağabeyi'nin ağız mızıkası ve ustanın 1961 yılında, ilk foto muhabiri olduğu sırada, İsmet İnönü'nün Maltepe'de dünürü Sohtorik'in yalısında, denize çivileme girerken resimlerini çektiği hatıra fotograf makinası... Hepsi bu... şimdi ben emrimdeki şehrin tüm kargalarını görevlendirdim... Gak...Gak...Gak... Kayıpları ya bulacaklar, ya bulacaklar...Ihı...Ihı...Ihı...Ah Usta...Vah Usta...