Rezalet ile Fazilet

Fazileti tanır mısınız ? Hayır değil mi...? Size bu gün Fazilet'i tanıtacağım. Geçende söz vermiştim. Gak...Gak...Guk. Araya başka konular girdi. Kısmet bu güneymiş... Siz Fazilet'i nereden bileceksiniz...Her zaman ortaya çıkmaz O... Karanlıklarda uçar. Kendi başına gezer. O benim yavruluk arkadaşım. Beraber büyüdük. Yuvalarımız birbirine yakındı... Bir dakika... Gak...Gak...Gak. Siz benim de adımı bilmezsiniz... Biliyor musunuz ? hayır... Benim adım Rezalet... O Fazilet ben Rezalet, kuş dedelerimiz isimlerimizi böyle koymuşlar... Kafiyeli... Nasıl da rastlamış ? Şimdi ben Rezalet o Fazilet... Bunu böylece not edin.... Gak...Gak... Unutmayın...Guuuurrr. Tısss. Biz Faziletle çok eski arkadaşız ama yıldızlarımız her zaman barışmaz... Gak. Gak. Bazen benim ak dediğime o kara der, bazen onun ak dediğine ben kara derim... Bu çelişkili durum ara sıra öylesine uzayıp gider ki can sıkar... Gak...Guk. Fazilet bazen işi muzurluğa kadar götürür. Benden iyi bir azar işittiğinde korkar susar... O zaman fazilet uçar gider... Nereye gittiğini kimse bilmez Gak...Gak...Gak... Geçende yine öyle oldu, ben Hoca'nın “bedava danışmanlık” hikayesini size anlatırken Fazilet yanımdaydı, boyuna kanadımı çekiştirip bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu...Gak.Guk. Hocayla işim bittiğinde Fazileti bir dala çektim... Başına geleceği anladı uçup gitmek istedi. İzin vermedim. Gaaaaak. –Bak Fazilet dedim, canımı sıkıyorsun... Ben Hoca'nın şu sırada para derdi olduğunu biliyorum. İstedim ki başkaları da bilsin... Fazilet'in kaşları çatıldı – İleri gitme adamı para düşkünü, pinti, cimri diye tanıtacaksın... dedi. – Sen karışma, muzurluk etme...dedim. Kızdı gitti, uçtu ceviz'in karşısındaki döngel ağacına kondu... İki gündür ortalıkta yok... Gaaak.Guuuuk. Tıssss. Ihı Ihı...Gene de severim. Gelmezse ne yaparım. Ben Fazileti çok severim. Ama o beni sevmez... Sevse de belli etmez... Fazilet...Ah Fazilet... hadi gel... Ihı Ihı.

Bugün Kimse Gelmedi

Bu gün kimse gelmedi ıhı...ıhı...ıhı...Ne Arapoğlu ne Metin Sakarya Gaaaak. hoca minderde, ben dalda uyudum... Hoca sabah kaloriferi temizledi... Ortalık güneşli, hava lodos, ateşi yakmak istemedi Gak... Guuuuk. Takırrr. Ben de Ceviz'in üzerinden baktım. Beni görmedi. Görseydi kızardı... Yine yanlızlığı tuttu... Bu gün gelen olsa belki de surat asardı...Belli Olmaz... Tısss...Gak Guk. Birisi telefon etti... Yaklaştım duyamadım. Galiba Paris'te oturan Kutsi Erguner... Hoca O'na hem kızar hem de onu sever... Başka kimselerle konuşmadığı şeyleri onunla konuşur... Gak...Tıss...O yüzden onunla dargın duramaz... Kutsi bir süre önce bir kitap yazmış, Hoca'yı oldukça hırpalamıştı... Gak...hak... bir zamanlar birlikte yaptıkları işlerin iyilerini kendine ayırmış, kötülerini Hoca'nın boynuna yüklemişti... Gaaaak. Guuuk. Tak tuk.... Pısss.... Parizyen Kutsi'ye göre Hoca menapozlu kadınlara ayin yapmışşş... Hoca diyor ki “Ayin herkes için... neden olmasın ! Menapozlu kadınlara ayin yapılmaz mı ?” Kutsi'ye göre “yapılmaz” Üsteli o kadınların boyunlarında pahallı gerdanlıklar, bileklerinde ağır altın bilezikler varmış... Gak Guk oho...Ayrıca Lions'muşlar... İşte onu anlamadım... Gak... Gak... Gak. Her ne ise şimdi araları iyi... Anladığım kadarı ile yakında Avrupa'da bir konser turnuvası yapacaklar... Hoca'ya emekli olduğunda yeşil pasaport vermişlerdi, AB kızıyormuş, şimdi geri alacaklar...Herhalde yeniden eski mavi pasaportu verecekler. Ihı...Ihı...Gak.Tak. Belki ben de giderim. Bize ne pasaport var, ne vize...Daha havada uçan kargalara vize koymadılar...Gak... Yakında koyarlar. Guk... Olsun, ben kuyruğa girer Hoca'nın eski pasportunu da, vizesini de alır kıyağımı yaparım... Gak.Guk. Yazık değil mi adama ? 1956 yılından beri oralara gidiyor. Tam yarım asır...Şimdi... “gelme” mi diyecekler ? Belki de derler...Lavuklar... Gak guk,tak,tuk....Takııırrrrr. Uykum geldi. Hadi size iyi uçuşlar

Ucuz Adamlar Cenneti

Dışarda kar lapa lapa yağıyor. İçerde şömine harıl harıl yanıyor. İki kişi ayaklarını uzatmış keyif çatıyor... Biz ağaçların tepesinde takırrr... Zavallı garip kargaları düşünen yok. Baktım Hoca birine heyecanlı heyecanlı birşeyler anlatıyor, daldan uzandım, Arapoğlu'nu farkettim... Hoca eski hatıralarını anlatmaya başladığında kendinden geçer... kimseyi farketmez... O yüzden yaklaştığımı görmedi. Ne dediğini anlamak için iyice sokuldum. Lafın ortasından muhabbete girdim. Hoca diyordu ki: “ Kadın bizi aldı Amerika'ya götürdü... yirmi kişi kadar varız, Mevlevi ayini yapacağız, rahmetli neyzen Aka Gündüz Kutbay, Hoca Sadeddin Heper, Şeyh Selman Tüzün, Semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu, Konya'lı semazenler, kalabalık... İtibarımız yerinde Texas'ta bizim için evler kiralanmış, yeşillikler ortasında iki katlı villalarda kalıyoruz... Ayinler Houston'da Rothko Chapelle'de yapılıyor...Sponsorumuz Fransız asıllı madam du Mesnil...Kadın dul. Kocası petrolcüymüş...Ölmüş. Meksika körfezinde altmış tane petrol kuyusu miras kalmış... Bizi bir gün bir mağazaya götürdüler – Madam size kıyak yapacak, adam başına 20 dolarlık hediye alıyor... Dükkandan istediğinizi seçin, Texas şapkası, kovboy kemeri, oduncu gömleği ne isterseniz alın, ancak 20 doları aşmayın yirmi bir dolarlık bir şey alırsanız, bir doları cebinizden vereceksiniz... dediler. Herkes reyonların arasına dağıldı, Mevleviler giyinip süslendiler. Gece evlere geldik. Yemekten sonra sohbet ediyoruz – Madam dedim, bu gün bize hediye aldınız, çok teşekkür ederiz, Allah razı olsun, ama ben hesap ettim, bizi Amerika'ya getirmek için adam başına 2000 dolar harcadınız, bu para yaptığımız iş içindi, bize ise 20 dolar kıymet biçtiniz bu para da şahıslarımız içindi... Pekiyi 1980 dolarlık bir işi 20 dolarlık adamlara neden yaptırıyorsunuz ? Madam güldü – Burası Amerika adama değil, işe para verirler dedi. Hep gülüştük...Bizi dinleyenler de güldü...” Hoca bunları anlatırken renkten renge giriyordu Gak...Gak...Gak...Tısss acaba bunları neden anlatıyordu ? Devam etti “ Dün bu olayı hatırladım, beni Galata Mevlevihanesine bir toplantıya çağırdılar. Bina tamir olacakmış, bir firma talip olmuş, iş altı yıl sürecek 3 trilyon para harcanacakmış... Ben de Bakanlık danışmanı olacak, firmaya akıl verecekmişim. Ben Kuledibindeki Mevlevihaneye ilk gittiğimde on altı yaşındaydım... Elli sene önce. O zaman orası çöplüktü. Dede hücrelerinde eşek bağlıydı. Binanın içinde gecekondular vardı... Soba borularından yayılan duman şimdi Sema yapılan salona doluyordu. Allah zeval vermesin, Devletimiz onardı, müze yaptı, bu güne gelindi. Ama bina yine eskimeye yüz tuttu, yeni bir onarıma sıra geldi. Bani çağırdıklarına sevindim, yarım yüzyıllık bilgimiz işe yarayacak diye mutlu oldum... Ancak toplantının devamı süresince kimse bana para lafı etmedi... Demek bedava danışmanlık yaptıracaklar. Bizim yarım asırlık bilgiyi ucuza kapatacaklar. Para bir yana onca emek boşa gidecek. Türkiye ucuz adamlar cenneti. Meğerse fukara bedenlerimizin hiç değeri yokmuş... Madam hiç olmazsa bana 20 dolarlık oduncu gömleği almıştı, bunlar onu da beceremeyecekler. Üç trilyonluk işi bedavaya getirecekler...Bina tamir olacak ama insanları unutacaklar... Taşa tahtaya, yosunlu duvara para, yaşayan dervişe yok...” Hoca anlatmaya devam ediyordu...daha fazla duramadım. Uçtum bizimkilerin yanın kondum. Tüm kargalar hikayeyi öğrendiler Gak...Gak... dakikalarca güldüler... Benim ise gagam aşağıya düştü... Üzüldüm Gak...Gak...Gak...Ihı Ihı Ihı... Fazilet yine muzurluk yaptı, onu sonra anlatırım... Gak...Tısss.

Yarın Mahşer Gününde

Bu adam kaçık... Bu adam deli... bu adam tehlikeli... Gak...Gak...Guk...Tısss... Salı gecesi sabahın dördünde yazılarını bitirirken birden bir ağlama tutturdu. Altmış yedi yaşındaki ihtiyar on yaşında çocuk gibi salya sümük ağlıyor... Bir gariplik olduğunu hissederek yaklaşayım, dedim... Kızar ya, göze almalı... O sırada Sapanca Çay içi mahallesindeki evin çalışma odasının güney penceresine bakan ceviz ağacının üzerindeydim. Sessizce pencerenin kenarına kondum... Gak...Gak...Gak...Hoca hem sarsıla sarsıla ağlıyor hem de kendi kendine zar zor konuşuyordu, ne dediği pek de anlaşılmıyordu, şu sözleri duyabildim. “Yarın Mahşer kuyusunda yüz binlerce adem kırıntısının dibinden gelecek, cesedi kurumuş ruhumun iki yanağımı öpecek, - Beni milyarla insanın arasında bir sen korudun diyecek, sonra başka yere gidecek, ben arkasından sesleneceğim... duymayacak” Gak...tak. Acaba kimden söz açıyordu ? merak huyumdur ya, dayanamadım – Kim o ? diye var gücümle seslendim. Duydu. Baktı. Beni gördü. – Kim olacak Cumartesi sabahı Felluçe'deki yıkık camide kiralık haydut Graham'ın öldürdüğü yaralı Arap, dedi. Sonra yeniden kaşları çatıldı... eli ile “uzaklaş” işareti yaptı, artık oralarda durulmaz... Hoca yalnız kalmayı yeğlediğinde evren bozulsa yanına sokulamazsın. Dükkanı kapadı mı ağır demir kepenklere stringer füzesi işlemez... Yaaaa...Gaaaak. Guuuuk. Tııııısss. Sus. Durma kaç, uç...ya da yürü, kendini kurtar.Fazilet...

Hoca'nın Son Ramazanı

Hoca bu ramazanı tam tuttu... Birkaç yıldır şekerini bahane eden adamcağız, oruçtan nasibinin kesildiğine inanıyordu Gak...Gak... öyle sıkı oruç tuttu ki beni bile aç bıraktı. Yanında uçarken utancımdan bir yerlere konup birşeyler yiyemedim. Gak... guk... takır. İftar davetlerine pek itibabar etmedi. Zaten Sapanca'da çağıran da olmadı. Bir gün Metin Sakarya'nın, bir gün Kırkpınar'da Ercan Pir'in , bir gün de Sapanca Gölünün kuzey yakasındaki Eşme Köyü ülkücülerinin iftar sofrasına oturdu o kadar. Kadir gecesi İstanbul'da “Özbekler Tekkesi”ndeydi. Gak.Gak... Bayram namazını Uzunkum'da, Sultan II.Abdülhamid 'in analığı Perestu Valide Sultan'ın vakfettiği küçük camide kıldı. Gak...Gak...Gak Hoca bu camiyi pek sevdi. Hocasına da ısındı. Bayramın birinci günü tebriğe gelenler oldu. Ben de bahçedeki kurumuş yapraklı ceviz ağaçlarından birine konup uzaktan Hoca'nın bayramını kutladım. Bahçe kalabalık olsun diye diğer Karga'ları da çağırdım. Gak...Gak. Hoca kalabalığı seviyor. Adam kalabalıkların içinde doğup büyümüş. Şimdi burada darlanıyor. Gak. Ben yanından ayrılmıyorum...Ama o bana pek aldırmıyor...benim gibi yaşlı bir karga ile ne konuşacak... Kargaca da öğrenemedi... Bayram Sapanca'da yağışlı. Günlerdir kanatlarımız ıslak uçuyoruz. Dam altı serindir, karganın yolu derindir diyerek saçak altlarına sığınıyoruz. Bu yıl ben de ihtiyarladım. Torunlarımdan birini Hoca'nın hizmetine hazırlıyorum.Emri hak vukuunda Hoca'nın yanında uçacak bir karga olsun...Gak.Guk. Hoca'nın dostları bana alıştılar... Allahın günü benden haber bekliyorlar...gak...Gak...Gak... Guuuuk. Hadi şimdi eyvallah...yarın görüşürüz.

Unesco Adres Şaşırdı

Dünya insanlarının yegane ortak kuruluşu Birleşmiş Milletler'in kültür örgütü Paris'teki Unesco adres şaşırdı. Gak...Gak...Gak... Bu kuruluş da artık eskisi gibi çalışmıyor. O da eskidi. Yoruldu, eşinmeye başladı. Uzun yolculuğu göze alsam, gidip pencerlerine konup içeri bakacağım. Gak..Guk. Ne göreceğimi az çok sezinliyorum... Uzayıp giden süslü koridorlar, Bir takım süslü odalar, koltuk altlarındaki şişkin dosyalarla ortada dolaşan sekreterler ve masalarının alt gözlerinde porno kasetleri ve viski şişeleriyle çatık kaşlı müdürler... Gak...Gak. Çoğu birbirine dargın, çoğu birbirinin kuyusunu kazmakta, durduk yerde diğerinin ayağına çelme takmakta...Birinin yaptığını diğeri bozmakta. gak gak tısss...Herkes kutup olmuş. Emir kumanda zayıflamış... Bir masanın diğer masadan haberi yok... Güven eksilmiş, güç kaynakları kurumuş bilgi akışı tıkanmış. Ortak bilinç sıfır. Dayanışma çökük. Ekip ruhu karanlıklara gömülü... İş yapanın gölgesi yok.... Ömrünün sonuna gelmiş her kuruluş gibi yılların UNESCO'su da “müessese yorgunluğuna “uğramış Takırrrr. İşte bu haldeki UNESCO yakında bir karar almış. Türkiyede'ki “Mevlevî Müziğini” koruma altına alacakmış. Bu iş için İstanbul radyosunda görevli bir kanun sanatçısını seçmişler. Gel gör ki bu kanun san'atçısının ömrü hayatında yolu bir gün bile Konya'ya uğramamış, Mevlâna Türbesinin yanından geçmediği gibi ^Mevlevî çalgısını da asla dinlememiş. Bir “bistro” müzisyeni. Gak...Gak...Gak...Takır... Tukur. Bu kişi asla itiraz etmeyerek hemen işin üzerine atlamış... Şimdi gezdiği yerde Konya Mevlânâ törenleri nasıl başladı ? Bu törenlere kimler ön ayak oldu...? Bu törenlerde kimler ne işler yaptı ? diye soruyor... Toplama bilgileri UNESCO'ya yetiştirecek... Harabelerden taş derleyip yeni bina kuracak, devşirme orduyla savaşa katılacak. Gak.Guk. Halbuki zamanımızdan elli yıl önce başlayan bu törenlerin ilk görevlileri şükürler olsun hayatta... Herşeyi bilir ve gereğinde anlatırlar... Ayrıca UNESCO bundan tam kırk yıl önce “Mevlevî Müziği”nin en değerli parçalarından Ahmet Avni Konuk'un şahane “Ruyi Irak” ayinini, Müzikolog Bernard Mauguin'in Konya Spor salonunda yerinde yaptığı kayıtla Baron Reither kolleksiyonundan 1964'te yayınladı... Vitrinlerde duruyor...Paris'teki binada çalışan kurum yetkilileri sabah akşam önünden geçtikleri satış reyonlarına bakmamışlar. Gak...Tısss... Ben ara sıra Mesnevî okurum. Orada bir hikaye var.Bağdad'ta bir kadın çocuğunun eline testiyi verir, dağın arkasındaki bir kuyudan su doldurmaya yollarmış, evin altından da Dicle nehri akarmış...Haberi yok... Aynen pas tutmuş UNESCO gibi... Şimdi. Kanun san'atçısı dostumuzun yer atından gelecek su sesini duyacağı zamanı bekliyoruz.Gak...

Hoca'nın Direksiz Çadırı

Gak...Gak...Gak... Çok sevinçliyim. Neş'emden yerimde duramıyorum. Daldan dala uçup oynuyorum... Sevinçliyim zira bir süredir kapalı olan Hoca'nın Web sayfası dün akşam açıldı. İsmi aynı, şekli yenilendi. Sayfanın unutulmaz mimarı Caner Ergun bazı ayrıntıları henüz tamamlamadı ama olsun... gak...gak...gak. Yakında tamamlar.Hoca Caner'e uzun uzun teşekkürler etti... Yeteneklerini dile getirdi. Eserini kutladı. Hoca yeniden kolları sıvadı. Ben de yeniden Hocayı izlemeye koyuldum. Doğrusu aylardır kapalı sayfa yüzünden ben de ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım. Canım sıkılıyordu, ama derdimi kimselere açamıyordum. Hiçbir karganın beni anlayacağını sanmıyordum. –İyi ya... Hoca ortalarda yoksa sen de keyfine bak... diyeceklerinden korkuyordum. İşsizlikten öylesine sıkıldım ki işsizler lejyonuna gönüllü yazıldım... Gak. İşte sonunda yine beraberiz... Adım adım, kanat kanat hocayı izleyip size haber ulaştıracağım. İşinize yarar mı bilmem ? ama hoşça vakit geçireceğinizden kuşkum yok... Şu dar-ı dünyada nemiz var ki ? yarın emaneti teslim ederiz, canı çıkmış kuşça bedenimizi bir çöplüğe atarlar... Hayırsız akibetten önce hayırlı bir şeylere yaramalı. Hoca bu gün Cuma namazını Sapanca'da Mahmut Hoca'nın camiinde kıldı. Namazdan sonra Mamut Hoca'yı da arabasına çağırarak yukarı köylere mezarlık ziyaretine gitti. Hoca bölgeye geldiğinden beri Cuma günleri namazdan sonra mezarlıkları gezer. Ziyaret yapar, taşları okur, bilmediği, tanımadığı, ömründe görmediği mevtalara fatihalar gönderir. Gak...Gak.Gak. Tısss.Takır. Sonra o gece bazılarını rüyada görürmüş... Duydum ama inanmadım. Neyse keyfe keder. Ben de inşallah bir başka gün sebeplenirim. Hoca Camiden ayrıldığında Sapanca'nın Cuma pazarına gitti. Mandalina,muz, zeytin aldı... Balıklara baktı, “Eskiden ramazanda balık yenmezdi, bu yıl insanları alıştırdılar...”dedi. Yanında her zamanki gibi Fatih Arapoğlu vardı. Bir de Celal Bostancı... O daha yeni. Gak...Gurrr... Hoca pazardan önce bir siteye ev bakmaya gitti. Ben de yakın ağaçlardan izledim. Gak Guk... Ev alacak mı ? kiralayacak mı ? Sapanca'da oturacak mı ? Başka yere göçecek mi ? hiçbir şey belli değil. Bir muamma... Hocanın hayatı sislere büründü... Gak.Gak. Adam Üsküdardaki baba evini sattı, balonu kaçmış çocuk gibi arkasından baka kaldı...Bir ev aldı, becermedi, tapu aldı, tutamadı, araba aldı, motor aldı... neler neler yaptı. Anlamıyorum. Gak.Guk.Direksiz çadır kurmaya çalışıyor. Direk yani “reklam” Neyse... Sayfamız açıldı, artık beraberiz...

Ben Hazreti Ali

Hoca geçen gün Üsküdar'da Çağrı Market'e girdi... Ben de arkadan, Gak...Gak...Gak... Tezgahtar Hacı beni tanımıyor, eline bir süpürge alarak beni dışarı kovalamaya kalktı... Kendimi tanıttım.- Ben öyle her kargaya benzemem, adamın fiyakasını bozarım, sen beni biliyor musun ? ben Hoca'nın kargasıyım, tetikçisi ve hem de ileri karakoluyum... dedim. O zaman ses çıkarmadılar. Bu markette Hoca'yı severler... Gak Gak Gak... Geçen ay Hoca taşınırken, kitap koyması için 180 tane boş karton koliyi Hoca'ya hediye etmişlerdi... Kolileri Cafer taşıdı, hoca da ona “Canavar Sahibini Yedi” kitabını imzalayıp verdi...neyse... gak,gak,gak... işimize bakalım. Hoca Markette sepet sürerken önünde bir baba oğul belirdi... Tam o anda orta yaşlı, gözlüklü zayıf bir kişi baba-oğul'un önlerine çıktı... Çocuk bağıdı – Hocam... hocam nasılsın ? bak sana babamı tanıtayım... Baba-oğul'un karşılaştıkları kişi çocuğun okuldan öğretmeniymiş... Her üçü de bizim Hoca'nın yolunu kesip geçeceği yere durdular... Hoca da durdu bekledi... Öğretmen çocuğun babasına: - kiminle teşerrüf ediyorum, dedi. Adam adını söyledi : - Nur Muhammed... Hoca biraz daha bekledi, baktı yoldan çekilecekleri yok, gruba seslendi – Efendi, biraderler ben Hazreti Ali, buradan geçmek istiyorum... Kenara çekildiler. Hoca geriye bakmadan yürüdü gitti... Gak... Gak... Gak... Hiçbir şey anlamadım. Usta acaba neden kendine Hazreti Ali dedi ? yaşlı adam kendi kendine söyleniyor, yaklaşıp kulak verdim... Gak, Gak, Gak... diyor ki “ Hem utanmadan çulsuza Peygamber efendimizin adını koymuşlar bir de başına “nur” eklemişler...O Muhammed\'se ben de hazreti Ali'yim. Ben altmış senedir İstanbul'da bir Allah kulunun “Muhammed” adını taşıdığına rastlamadım. İslam terbiyesinin en üst düzeyde yaşandığı “makarr-ı saltanat” İstanbul şehrinde, buranın rafine müslümanları edebe aykırı olur diye çocuklarına hiçbir devirde bu mutenâ ismi koymadılar... Düşünebilir misiniz ? adam nursuz pirsiz, uğursuz subutsuz, dolandırıcı sahtekar, hırsız tamahkar, yamuk ruhlu çarpık huylu, yanlış doğmuş eksik kalmış, abus ül vecih perişan biçare... ama Fahri Kainat efendimizin adını kullanıyor.... işte buna gönül dayanmıyor... Bu adamlar müslüman falan da değil, bir acaip taife... Bu zamanın torna çapağı ” Hoca'yı daha fazla dinleyemedim... Gak, Gak, Gak... Kızdım Hoca'ya “sana ne elin Muhammed'inden ! sen kendi Muhammed' ine baksana...” gak... gak... gak... Uçtum gittim. Uzaklaştım oralardan...

Eski Dolabı Kurdular

Hoca Üsküdar bit pazarından vaktiyle 20 bin liraya bir gardrop almış, çarşıda 50 liraya Adnan usta'ya gomalak cila yaptırmış... Dolap Üsküdar'daki eve geldiğinde ev bir hafta mis gibi gomalak kokmuş... Bilmem bilirmisiniz ? Gak...gak...gak,gomalak cila cilaların şahıdır. Uzak doğudan gelir. Uç uç böceği gibi bir hayvancağızın sabahleyin güneş doğumunda yaprakların üzerinde gezinirken bıraktığı salgıdır. Kuruyunca o salgıyı alırlar, ince tabakalar halinde paketleyip dünyanın her yerine gönderirler, ustalar onu ispirtoda eritip değerli ahşap mobilyaların üzerine sürerler... Hoca'nın Üsküdar bit pazarından kaldırdığı gardrop şahane bir antika. Masif maun ağacı... Ağaç da uzak doğudan... Dolabın hiçbir yerinde çakılı çivi yok, hep geçme...Kamalı, kavilyalı, tahta kelepçeli bir ahşap şaheseri... Hoca diyor ki : - Bunu pazarda Ahmet'ten alırken bir de karyolası vardı... Yazık ki yer yokluğundan alamadım... Dolap Üsküdar'daki evde, namaz odasında birkaç yıl kurulu durdu. Sonra yine yer kıtlığından Hoca dolabı sökerek tavan arasına kaldırdı...Gak... Geçende ev boşalırken Maun dolap yine gündeme geldi. Hoca :- Bu dolap Sapanca'daki villaya kurulmalı, dedi. Sonuçta birkaç ufak tefek tamirden sonra dolabı bu Pazar Hoca ve Metin Sakarya dört saatte kurdular. Canları çıktı, gece kondu yapar gibi... Eskimiş ve geçmeleri tutmaz olmuş dolap ayağa kalktığında inanılmaz bir asalete büründü.Konaklardan, yalılardan, saraylardan kalmış muhteşem tavrıyla eski saltanatlı günlerine geri döndü. Bir yandan da çenesi açıldı, vaktiyle yatak odalarında gördüğü manzaraları hal diliyle bir bir anlatmaya başladı... Hoca ve Metin bey hayretten dona kaldılar. Bu güngörmüş, manzara seyretmiş dolabın karşısında küçüklük duygusuna kapıldılar... Gak...Gak...Gak... Ben de bahçe penceresinden onları seyrettim. Güldüm durdum. Gülünmeyecek gibi değil ki, iki ihtiyar dolabı dinlerken renkten renge girmeye başladılar... Gak...Gak...Gak...Waaaaaw...Acaba dolap onlara ait birşeyler de biliyor mu acaba ? diye... kızgın kuşkulara kapıldılar...Gak...Guk...Tısss... Dolap kurulup ortalık temizlendiğinde ahşap hengame yeniden sırlara büründü... Bakalım yeni yerini beğenecek mi ? Hoca'nın oturduğu Villa'nın güneyindeki çingene mahallesinde o gün düğün vardı... Klarnet ve darbuka sesleri arasından uçarak uzaklaştım... Dolaba da klarnete de res çekerek Gölün üzerinde batan güneşe doğru uçtum... Sular kararırken İzmit'e vardım... Uzaktan hâlâ dolabın fısıltısı ve darbukalı klarnetin çakırtıları duyuluyordu... Yaaaaw...Gak.Gak.Gak.Takııırrr.

Mafya Tarlasında Piknik

Hoca Cumartesi günü Sapanca'nın güney doğusundaki Fevziye köyüne gitti... Gak...Gak... Gak. Arabayı her zaman olduğu gibi Metin Sakarya kullandı. Metin bey'in hanımı da gruba katıldı. Ben da arabanın üzerinde daireler cizerek uçtum. Belki bir haber yakalarım diye... Gak.Gak... Hoca'nın bu gün konuşkanlığı üzerindeydi. Yol boyunca çenesi durmadı... Köylerdeki Cumhuriyet onaylı Osmanlı tapularının artık geçerli olmadığını, buraların eski sahiplerinin, yeni AB uyum yasalarına göre yakında gelip eski yerlerinin isteyeceklerini falan anlattı durdu. Gak...Gak. Hoca bir zamandır bu konuyu diline doladı...Bölücülük yapar gibi boyuna aynı şeyleri anlatıyor.-İnsanları uyarmak benim mesleki görevimdir... diyor, İyi de ne faydası olacak ? gak..guk.Hırr... Fevziye köyünün deresine vardıklarında saat dörde yakındı. Hoca'nın burada hep gelip oturduğu bir yer var, hatta köylüler buraya Hoca geliyor diye nehir kenarını düzleyip tahta masalar koydular. Gak. Cumartesi olmasına rağmen ortalıkta kimseler görünmüyordu. Hoca – yarın gelirler... dedi. Çantalar açılıp, torbalar boşaldığında piknik masasının üstü bayram yeri gibi şenlenmişti. Az sonra aygaz tüpünün üzerine saç konup sucuk ve kanat pişirildi. Hoca – Ormana gelip de ateş yakmak yerine aygaz tüpü kullananlar doğaya hakaret etmiş olurlar...dedi. Gak...Gak...Gak... Üç kişilik ekip karnını doyururken ben çevreyi dolaşmaya çıktım... İnanılmaz güzellikte bir yer, her taraftan sular akıyor, çağlayanlar havuzlara doluyor, dereler şırıl şırıl. İkindi güneşi çınar yaprakları arasından neş'eli ışık oyunlarına girişiyor. Burada iç sıkıntısı yerlere dökülüyor, sulara karışıp gidiyor...Gak,Gak. Ben kargayım anlamam, ama görünüşe göre burası Cennet örneği bir yer... Biraz ötede eski bir sendikacının balık çifliği var...Dağlardan inen billur sularda nazik tenli balıklar üretiliyor... Koyu yeşil vadide dolaşırken birkaç karga peşime takıldı... Havada tanıştık, aşağıda rumlardan kalma eski bir değirmen gördük... Oraya inip laflayalım dedik... gak...gak... Aklıma geldi – Bu suları kullananlar devlete para ödüyorlar mı ? dedim. Görevimiz mikropluk ya... Genç bir karga cevap verdi... – Hayır ödemezler devlet o işi unutmuş... Buralarda su bedava. Hep kargalar gülüştük... Gak... guk. Saat altı oldu... Hoca hasırın üzerinde uyumuş... Kaldırıp yola çıktılar... Hoca böyle yerlerde dolaşırken bir geçtiği yoldan bir daha geçmez... Kaybolmayı göze alarak hep yeni yollar dener. Hocanın bu huyunu bilen metin Sakarya Şükriye vadisinden çıkarken Hacı Mercan köyü yoluna saptı. Burası Adapazarı'nın mafya tarlasıdır. Belde'nin mafyaları hep buradan yetişip yeryüzüne dağılır. Gak...Gak...Gak... bu mafyalar, sırasında Devletin ulaşamadığı hizmetleri de görür ancak kendi hesaplarına yazarlar. Fatura sonunda milletin önüne konur... Neyse... Gak Gak... Hoca geçen yıl Sapanca'da göle girerken sahilde yıkanan bir grup küçük çocuğa – nerelisiniz ? demişti... Çocuklar hep birlikte – Hacı Mercanlıyız, dediler. Hoca yine sordu – Büyüyünce ne olacaksınız ? çocuklar yine hep birlikte bağırıştılar... – Mafya olacağız...Mafya olacağız... Hoca ve üç kişilik piknik ekibini taşıyan 34 San 108 plakalı ford taunus Hacı Mercan yolundan inerek akşamüstü Sapanca'ya vardı... Gak.Gak. Olay bu...