Nine'nin Göz Yaşları

nine.jpg

TV de yaşlı bir Nine , iki kişinin yardımıyla kamera önüne geliyor... Zor yürüyor.Çok fakirmiş, dört çocuk veya torunu varmış onlara bakmak için çarşıda pazarda birşeyler satarmış... TV kanalı **Nine'**yi ekrana çıkararak yardım sağlamaya çalışıyor...

Telefon numaraları veriliyor, yardımlar bekleniyor... Sunucu susmak bilmeden Nine’nin hikayesini anlatıyor... Kameralar **Nine'**yi çeşitli açılardan yansıtmaya devam ediyorlar. Nine suskun, çok az konuşuyor, “neredeyim” diye etrafına bakınıyor. Bu arada Nine’nin gözlerinden yaşlar dökülüyor, başörtüsünün ucuna siliyor... Sunucu konuşuyor konuşuyor... Telefonlar kilitleniyor....

Stüdyo’da bir de erkek şarkıcı var, o da ayağa kalkıyor, Nine’ciğim diyerek yaşlı kadının elini öpüyor ve Nine’nin ödeyemediği altı aylık kirasını üzerine alıyor, bir yandan ağlıyor...

Nine ağlıyor, sunucu ağlıyor, konuklar ağlıyor, bir ara sessizlik oluyor... her yönden hıçkırık ve ağlama sesleri duyuluyor, gözyaşı çeşme gibi, insanlar göğüslerini yumruklayarak, başlarına vurarak, haykırarak feryad ederek, salya sümük, mendil selpak ağlıyorlar...  Kanal’ın stüdyosu Kudüs’te, Tapınaklar tepesi’nin Batı yakasındaki “Ağlama duvarı” na dönüyor... Ağlayan ağlayana...

Bir “tiyatro sahnesi” ki evlere şenlik...

Stüdyodaki kalabalık, ekran başındaki vatandaş, sunucu, şarkıcı hep beraber Nine’yi sefaletten, acıdan kurtarıyorlar, altı aylık kirası sağlama bağlanıyor, geriye kimbilir kaç yıllık gelecek yılların kirası kalıyor, belirsiz bir miktar para da herhalde eline geçiyor. Nine kurtuluyor geri kalıyor, ülkede yaşayan ve onun gibi kirasını ödeyemeyen birkaç milyon daha nine...

 TV kanalı hizmet ettiğine inanıyor, studyo halkı ve ekran cemaati hizmet ettiğine inanıyor ve aziz dostlar, soygun el altından devam ediyor... Ülke soyguncuları gözü yaşlı bir nine bulup ekran kapatarak soygunu örtbas etmeye uğraşıyorlar... Hamamın namusunu kurtaracaklar... Bir Nine’yi öne sürüp geri kalan milyonlarca sovan gibi soyulmuş Nine, torun, amca, hala'nın  macerasını sonsuza kadar gizlemeye çaba harcıyorlar. Bir gün bu oyunun güneş gibi ortaya çıkacağından hiç korkmuyorlar. İnsanlar da bu aldatmacaya boynu bükük rıza gösteriyorlar..

Fakirliğin bir kader ve yoksulluğun bir doğal afet olmadığını, uğursuz bir sistemden kaynaklandığını,  bir takım kişilerin hırsızlığına ve densizliğine  kurban olmuş koskoca bir toplumun yine de kurtarılması zor olmayan bir arızaya uğradığını anlatmaya sıra gelecek midir bilmem ?

Yoksulluğun insan eli ile kurulmuş bir sistemden kaynaklandığı bir gün anlaşılacak mıdır bilmem ? Bu sistemin insanlıktan çıkmış, hayvana dönmüş bir takım yaratıklar eli ile eskiden beri gizlice düzenlendiği, günlerden bir gün ortaya çıkacak mıdır bilmem ?

O günler herhalde insanlığın  gerçek bayramı olacaktır.

Hain İktidarların Sonu

bonz.bmp

Zenginlerin uzantısı halk düşmanı hain iktidarlara karşı tek direnebilecek güç Din’dir. Dün de böyleydi, bu gün de böyledir yarın  da böyle olacaktır.

Zaten dinler ortaya çıktığında hep böyle çıktı. Hz İsa Zeytindağın’daki ünlü toplantıdan sonra şehre indiğinde, halkı aldatan pazarcıların tezgahlarını başlarına yıktı. Cenâb-ı Peygamberin diliyle İnsanoğlu’na ulaşan Kelâmullah’ta “Zenginin malında fakirin hakkı vardır...” yazılı. Çakyamuni Budha yeryüzüne “fakirleri” korumak üzere çıktı. Fakirleri kime karşı koruyacaktı ? Elbette zenginlere...

Hain iktidarlar çöreklendikleri ülkelerde tüm kurumları ele geçirebilirler, eğitim, ekonomi, askeriye, siyaset... her şeyi ellerine geçirebilirler, her yere bayraklarını dikebilirler ama halkın gönlünde  taht kurmuş bir inancı sarsamazlar, işte o inanç, yükseklerdeki şeytan yuvalarına karşı kuvvetli ve kararlı bir garanti olabilir... Hatta onlar din adamlarının bir bölümünü de ele geçirebilirler... Ama işte günlerdir görüyorsunuz bu bölümün gençlerine diş geçiremeyebilirler... Onlar yaşlı büyüklerinden daha cesaretli, daha dürüst ve daha namuslu olabilirler. Resimlerden anlaşıldığına göre şimdiki adı Myanmar olan eski Birmanya’da sokaklara dökülen  “bonz”ların hepsi genç nesilden, aralarında hiç ihtiyar “bonz” görülmüyor, demek o ülkede siyasal iktidarı tutan hain çete, yaşlı bonz’ları da ele geçirmiş, gençlere pek aldırmamış... Şimdi buldu belâsını...

Siyasi iktidarlarla halklar arasında kan davası yaşanacak bir döneme giriyoruz... Rabbim bu işin sonunu hayreylesin...

Bu savaşta doğru ve dürüst cephenin kazanacağını umuyorum. Dünya hızla değişiyor,  haber kaynakları kontrol edilemiyor, hain iktidarlar cep telefonlarının ve İnternet’in gücüne erişemiyor. Uluslar arası telefon şebekeleri özellikle küçük ve çelimsiz ülkelerin iktidarlarını dize getirmede üstün başarı sağlıyor... Hain iktidarlar telefonları kapasalar kendileri de mahrum kalacak, interneti söndürseler, bankaları çalışmayacak yine kendilerine zarar, geriye tek çare kalıyor, halkın tamını katletmek... O da olmuyor...Ne yapsın zavallılar ? Sınıflarının sonu yaklaşıyor.  Bu bir anlamda iki yüz yıldır dünyayı saran hain iktidarların sonu demektir.

Haberlerin değerlendirilmesinden sonra yeryüzünde hain iktidarların hangi metotları kullandıklarına sıra gelecektir. Bunların en büyük başarısı ve akıllara durgunluk veren korkunç ve görünmez oyunu kendi karşıtlarını da kendilerinin yetiştirmesidir. Böylece      tezlerinin “antitezini” de kendileri ortaya atarak onu da ellerine geçirir ve karşı hareketi de kendi şemsiyeleri altına alırlar... Ondan sonra  yüzbinlerce insan ölür, bir avuç hain ve çıkarcının uğruna....

Bosna, Rwanda, Ortadoğu ve Çin Hindi katliamları bu tablonun en ilginç örnekleridir... Kimse konuların iç yüzünü öğrenemez, insanlar akşamları TV başlarına geçerek film gibi seyrederler olayları... Hain iktidarların ve onların uzantısı finans kapital çevrelerinin her dediğine inanarak... Ne Bosna soykırımını her açıdan destekleyen İtalyan firmalarının, ne Rwanda katliamında rol alan Fransız şirketlerinin ne de **Uzakdoğu’**daki uluslararası kaatil bankerlerin sırlarını öğrenemezler.

Hain iktidarların ve onların uzantısı çıkar çevrelerinin veya çıkar çevrelerinin uzantısı hain iktidarların yeryüzünde işledikleri insanlık suçları,bir gün ortaya çıktığında,insanoğlu hayretten hayrete düşecek ve dürüst  bir yaşam düzeni için kolları sıvayacaktır. O günü görebilsek...

Batı Modeli Ramazan

793.jpg            Â

Adamları önce soy, sonra çorba dağıt...

Bir sistem kurarak bin beş yüz yıl önce gelmiş bir dini alet et...Soygun düzeni örgütle, çal, çırp, torbaları doldur, kalanı etrafa saçar gibi yap ki, kimse senin sırrını öğrenmesin...

Beş yıldızlı otelde iftar sofrası kurup kendi tayfanı doyur... Süslü boyalı takıma çalım sat, “Böylesi de varmış...” desinler. Sen o sofrayı gidip **Taşlıtarla’**da kursan ya...

Beyoğlu Belediyesi “Ramazan Geceleri” düzenlemiş... Şu “mahrûsa-i Stanbul” da “Ramazan  Gecesi” düzenlemek en son Beyoğlu belediyesine düşer... Bu geceyi önce Eyyüb Sultan, Sonra Fatih Belediyesi, Sonra Üsküdar belediyeleri düzenler. İslam bu yöreye  vardığından  beri  ne zaman **Beyoğlu’**na, Şişli’ye, Emlak ve Rumeli caddelerine ulaştı ki...? Destur, buraların “yaşam biçimi” hangi çağda “sahabe” yaşamını benzer görüntü kazandı...?

Ülkeye Anglo-Sakson apışarası kültürü yaymak için kurulmuş dergilerden biri Ramazan’ı öne sürerek “Nerelere gitmeli...” diyor. Aynı derginin önceki sayılarında da “İstanbul’da şarabı nerede içmeli...” diye yazılar vardı... Bu şaşkın dergi ne zaman hidayete erdi ki ?   Böylesine evlere şenlik dergi “İstanbul’da nerelere gitmeli” başlığı altında yayınladığı listede akıllara durgunluk veren hâtâlar yapmıştır. **Üsküdar’**daki Mihrimah camii ile aynı adı taşıyan **Edirnekapı’**daki Cami’i karıştırmış, **Beşiktaş’**lı **Yahya Efendi’**nin türbesinden söz açarken yanlışlıkla  **Kadirî şeyhi rahmetli Mehmet Ali Özkardeş’**in  kabrini göstermiştir... Daha neler neler... **Enternet’**ten arama işte bu kadar ruhsuz olur... Yerine gidip adam gibi ziyaret etmeli.

Ramazanı yaşamak bu Ülkenin özel geleneğidir. Şöhretini ters yönden kazanmış çevrelerin üstesinden geleceği bir âlamet değildir bu... Bu yörede ramazan zaten yüzyıllardır yaşanmaktadır. **İstanbul’**da Eyyüb Sultan ve Beyazıt meydanı eskiden ramazanın yaşam merkezleriydi. Buralarda vaktiyle oluşan ramazan geleneklerinin hikayeleri anlatmakla bitmez... Ancak bu neş’e şu anda Batı yaşam tarzının ithal geleneklerine sarılmış, ömrünün önemli bir kısmını o ülkelerdeki çeşitli ilişkilerine harcamış, fena halde iki dünyanın aralığına sıkışmış, yarı doğulu-yarı batılı, çağdaşÂ  Türk aydını tarafından unutulmuştur. Vatanda yeni gelişmekte olan İslam referanslı sosyal sınıf da günlük yaşamda onlara benzeme ve sınıf atlama belâsı yüzünden henüz konuya sağlıklı bir bakış açısı getirememiştir.

Şimdi bu ülkede ramazan lafı eden kıymetli yöneticilerimiz, asırların üst üste eklediği o muhteşem ramazan geleneğini, Orta Avrupa modeli, İsviçre Noeline benzemekten kurtaramazlar. Bu yüzden şarapla yıkanmış Beyoğlu  caddelerine iftar sofraları kurarlar...

Hakk hizmetlerini kabul etsin... Bizimki kul bakışı...

Aldı Başını Gidiyor

tasavv22.jpg

Sahura doğru **TRT 1’de Ahmet Hatiboğu’**nun korosu vardı, Aynı saatte TRT 2’ de de Hatiboğlu’nun korosu vardı...

TRT 1’ deki program dayanılmaz bir hal alınca TRT  2‘yi zapladım yine karşıma sayın Hatiboğlu korosu ve bu defa ortada fırıldak gibi dönen yedi semazen çıktı... Hay ceddine rahmet... Türkiye TV'leri Hatiboğlu işgalinde... Sayın Hatiboğlu meydan muharebesine çıkmışÂ Â general edasıyla koroları yönetiyor....

Sadece yönetmekle kalmıyor, tüm programlar kendi eserlerinden oluşuyor.  Tüm programlar sadece **Ahmet Hatiboğlu’**nun eserlerinden oluşmuyor, bu eserler ayrıca Ahmet Hatiboğu tarafından yeni baştan besteleniyor.... Birkaç yüzyıl öncesinden bizlere kalmış eserler dahi Hatiboğlu’nın isveç cimnastiği misali  durmaksızın sallanan kollarında yeni bir görünüm kazanıyor... Acaba bu tavır çağdaş denen görünümler listesinden mi zuhur ediyor...? Evvel yoğidi yeni mi çıktı ?

Son zamanların müziğinde “remiks” denen bir şey var. Eski parçaları hızlı veya başka biçimde yeniden çalma....Acaba  Hatiboğlu bunu, ulusun yıllardır okuyup durduğu, sevip beğendiği, ruhunun kenarına koyduğu tanınmış parçalara da mı uyguluyor ? Sadece uygulamakla kalmıyor o parçaları baştan sona değiştiriyor, üslub farkı desen değil, yorum desen değil, yenileme desen değil, remiks desen hiç değil...

Bu nedir ? Allah aşkına...

TRT I’deki programda sayın Hatiboğlu yıllarca sofu Tekkelerinde okuduğumuz ünlü “**sâlat-ı Kemâliyye"**yi, sıra vardiya dizilmiş saçı başı dağınık süslü hanımlara, dik duruşlu yakışıklı beylere okuttu... Ama ne okuttu... En az Itrî’nin tekbiri kadar muazzam ve muhteşem ancak onun kadar tanınmamış, o saltanatlı “Sâlat-ı Kemâliyye” yi bahriye çifte-tellisine çevirdi. Ekran başında neredeyse zil takıp “kadifeden kesesi mutfaktan gelir sesi" diye şıkırdım göbek atasım geldi...

Dinlemeceyi sona getiremeden zap’ı basınca bu sefer Semazenli Koro çıktı karşıma... Yine aynı tempo, koro Mevlevîlerin dört yüz yıllık Pençügâh “beste-i kadim” inin üçüncü selam sonunu icra ediyor. Ortada semâzenler dönüyor, aralıktan gördüm sayın Hatiboğlu Koro’yu yine isveç cimnastiği ile yönetiyor...Ara sıra iki ayağı üzerinde zıplıyor, havalanıp sonra tekrar yeryeryüzüne düşüyor... Boşluğa yumruk atıyor, podyomu tekmeliyor. Bir trapezci edasıyla kendince koro’ya yön veriyor... Sazendeler O'na baksın, bakmasın dakikalarca çırpınıp duruyor.

Bu Hatiboğlu’na ne oldu ? Aldı başını gidiyor... Biz bir zaman beraberdik, altmışlı yılların sonu, yetmişli yılların başına kadar Konya Mevlânâ ihtifallerinde buluşurduk. Mutrıbta ben kudüm, Hatiboğlu tanbur çalardı. Usûl bittiğinde ve cümle **esatiz-i nâmdar Şahin oteli'**ne döndüğünde, geceleri **Şahin oteli'**nin büyük salonu gün ağarana kadar ney ve tanbur sesleri ile dolardı. Yatan yatar, yatmayan kendi zevkine göre muhabbete katılırdı. Hatiboğlu o meclislerde tanburu ile “Durak” okur herkesi mestederdi. Çok güzel “durak” okurdu. Tekke musikisinin bu pek tumturaklı parçalarını ondan iyi icra eden yoktu...

Aradan yıllar geçti. Yasaklamalar hafiflediğinde **Hatiboğlu Ankara radyosu'**nda ilk **ilahi korosu'**nu kurdu. TRT Yönetim kurulundaki Adnan Saygun korkusuna,  koroya “Tekke, ilahi” falan diyemedi “Tasavvuf Müziği” dedi. Böyle bir müzik türünü o güne kadar işitmemiştik. O yıllarda kimsenin bilmediği ve Tekkeleri kapayan 677 sayılı inkilap kanununun şiddetinden adını anmadığı bu müziğe, biz kendi aramızda, etrafa bakındıktan sonra gizlice “**ilahiler”**derdik.

Hatiboğlu’nun korku bel’ası bulduğu “Tasavvuf Müziği” cümlesi tuttu. Ama şimdi bu ne ? Olay kökünden kopmuş, boşlukta yuvarlanıyor... Bir süre sonra aslı unutulacak, Hele bir Mevlevî ayinini “şef’in sopası" ile yönetmek ,işte bu hiç yakışmadı sayın **Hatiboğlu... Bu hâl zât-ı âlileri'**nin Konya ihtifal geçmişine ihanettir. Bir âşık musikisi olan **"Mevlevî musikisi"**nin temel kavramlarına ağır bir bühtandır. Bu konuya gönül bağlamış pek çok insana doğrudan hakarettir.

Yedi yüz yıldan bu yana mezarlarında sıra dağlar gibi yatan Mevlevî dedeleri “evliyaullah bad el mevt tasarruf sahibidir” ilkesi mucibince seslerini çıkarsalar yeridir.

Eğer çıkarmıyorlarsa onlar da “Mevlevîlikten” vaz geçsinler, eskilerin nöbeti bitsin, yenilere sıra gelsin, dünya tarihinin bu sayfası artık kapansın gitsin**.**Â

Yandım Allah Mevlevîhânesi

2-copy.jpg

Gece gazetede oturuyorduk, “yangın var�? dediler. Muhabirle ile birlikte arabaya binip yollara düştük, Merkez Efendi tarafına yöneldiğimizde gök yüzünde kızıllığı ,yaklaşınca itfaiye arabalarını  sonra da ateşleri gördük. Aman Allahım..!Mevlevihâne yanıyor...�? Yenikapı Mevlevihânesi alevler içinde... Gözlerime inanamadım...Yıl 1961, aylardan eylül. Ben Milliyet'te foto muhabiri. Gazeteciliğimin ilk günleri.

Bir hafta önce iç mekân, dış mekân tüm resimlerini çekmiştim, sanki yanacağını biliyor gibi...Benden birkaç gün önce, orada gençliğinde sema’ etmiş Osman Dede gelmiş, türbeleri ziyaret etmiş, **semâhâne'**de birkaç çark atmış, sanki Mevlevihâne’nin yakında yanacağını biliyor gibi...

Onu Ceylan bey izlemiş, Ceylan bey dergâhların açık zamanında burada “ihyâ günleri�? mutrıba çıkar, naat okurmuş. O da **Osman Dede’**den sonra camı kırık, kapısı yıkık, döşemesi çökük, harap Tekkenin gıcırtılı merdivenlerinden Mutrıb mahalline çıkarak “naat�? okumuş... Sanki **Tekke'**nin yanacağını biliyor gibi...

Ve Tekke yanıyor... **İsmail Dede Efendi’nin, büyük Itrî’nin, Kutbünnayî Osman Dede’nin, Kütahyalı Ebubekir Çelebi’nin, oğulları Ali Nutkî, Nâsır Abdülbâki, Künhi Abdürrahim Dede’lerin, vâkıf sahibi Yeniçeri kâtibi Malkoç Mehmet Efendi’**nin **Sakız fâtihi Kapudanı Derya Amûcazade Hüseyin Başa'**nın, Kemalî Ahmed Dede'nin tekkesi, gecenin karanlığında gökyüzüne alevler, dumanlar savurarak gürül gürül yanıyor... Ortalık mahşer yerine dönmüş, eski kuru tahtalar çıtırdayarak hızla tutuşuyor, kalaslar birbiri üstüne devriliyor, gökyüzünde korlar, kızıl çiviler uçuşuyor, sıkılan sular buhar olup kayboluyor, büyük gürültülerle çatılar çöküyor... Kimsenin elinden bir şey gelmiyor, herkes gözünü felâkete dikmiş öylece bakıyor...

Makinamı çalıştırdım, alevlerin taaa yanına kadar sokularak detay resimleri aldım, sonra Sultan Reşat kapısı denen  doğudaki büyük kapının önünden Doğu cephesine bakan büyük girişi, henüz ayaktayken resimledim. Çekmediğim boyut, objektifi çevirmediğim yön kalmadı, “yeter artık yanacaksın...�? diye bağırdıkları ana kadar, deliler gibi çalıştım, çırpındım durdum, O yıllarda oturduğum  Üsküdar’daki evim yansa bu kadar uğraşmazdım.

Ve Tekke yandı... kül oldu, geriye dümdüz bir arsa kaldı. Bir de mezar çukurları. Ben de içinde onunla beraber yandım... Keşke diyordum, gerçekten kendimi alevlerin ortasına atsaydım da bu belâdan kurtulsaydım. Böyle bir manzarayı seyretmek değil düşünmek dahi gelmezdi elimden...

Gazeteye döndük, filmleri banyo ettik, yazı işleri masasına koyduk, ben tekrar arabaya binerek vakit geçirmeden yangın yerine...

Tekke’nin bu gün yaşı seksenlere varmış, Burhan isimli bir emektarı vardı. Burada kârgir Tekke binasının bir odasında yatar kalkar, hizmet ederdi. Ömrünü bu binaya adamıştı, kimsesi yoktu, Yenikapı Mevlevîhânesi onun vatanıydı. Ruhu burada, bu binanın yosunlu duvarları, uzun loş koridorları, yıkık tavanı, ot bürümüş, dağınık bahçeleri, devrilmiş mezar taşları, selvileri, taşı toprağı arasına sıkışmıştı. Her zaman hızlı ve heyecanlı konuştuğuna ona “polis�? lakabını takmışlardı. O sırada **Türkiye Çocuk Esirgeme kurumu’**na verilmiş ve bir çocuk yuvası olan eski Yenikapı Mevlevîhânesi ile ilgili her konuyu bilirdi, en ufak bir detayı büyütüp şişirerek dik sesiyle dakikalarca anlatır, en ilgisiz kişileri dahi Mevlevîhâne’ye ve onun kültürüne hayran bırakırdı. Cahildi, okumuş yazmışlığı yoktu ama Mevlevîhâne sanki onun adına ayakta duruyordu.

Burhan, yangın gecesi ortalıklarda yoktu. -Kilyos’a gitti... dediler. Artık bir tarih enkazı olan yıkık **Mevlevîhâne’**nin boş arsasına yaklaşırken  içimden diyordum ki: “şimdi bu adam gelip bu hâli görünce herhalde intihar eder...�?

Yangın yerine oldukça yaklaşmıştık. Henüz dumanları tüten enkaza vardığımda bir de ne göreyim, Burhan iş elbiselerini giymiş, eline bir kürek almış, moloz kaldırıyor... Yarısı yanmış, yarısı yanmamış sandukaların arasında Dede’lerin mezarlarını arıyor, yanına yaklaşıp yüzüne hayretle baktım, beni görünce gülümsedi... Gözlerinde üzüntü işareti aradım, bulamadım... Bakışlarında en ufak bir sıkıntıya rastlamadım, şaşkına dönmüştüm: – Burhan dedim, gördün mü bak ne oldu ...? – Olsun dedi... Ne var, hizmete devam...

Konuşmadı benimle... küreği sallamayı sürdürdü, bu ne biçim adamdı yarabbi... Demek ki bu olağanüstü varlık, yıllarca o Tekkenin maddesi değil, manası ile yoğrulmuş, işe devam ediyor... Hizmeti aksatmıyor. Eskiden Tekkeye bakarken, şimdi Tekke’nin küllerine bakıyor... Kazma kürek yangın yeri temizliyor.

Aradan uzun yıllar geçti, **Burhan’**a yine orada bir yer verdiler. Tekke sonra bir kere daha yandı. İlk yangından sonra **Milliyet’**in o yıllarda ünlü köşe yazarı Üstadım Ref’i Cevad Ulunay “Yandı da kurtuldu...�? diye yazmıştı, demek kurtulamamış.... Bir kere daha yandı Mevlevîhâne... “Yandım Allah Mevlevîhânesi�? oldu.

Şimdi **Tekke’**yi onarmışlar, kim onarmış ? bilemiyorum. Zeytinburnu Belediyesi diyorlar, veya Vakıflar Bölge Müdürlüğü her kim ise ?  Allah onlardan razı olsun. Bina yeniden doğmuş oldu, ama benim haberim olmadı, yüklenici işi bitirmiş benden resimleri, istiyor... Sonra da unuttu, açılışa davetiye bile göndermediler...

Hayırlı olsun, Allah devlete millete, kültüre bağışlasın, inşallah bir daha yanmaz... Ama bu defa da ne işe yarayacağı belirsiz, Mevlevî müzesi olacakmış....

Mevlevihâne ortaya çıktı, içine koyacak Mevlevî yok... Müze olursa tennure giydirip karton manken koyarlar, bence “döner sermaye�? lerden daha iyidir...

Tekke Bekleyen Örümcekler

tarantula7.jpg

Bir iman işareti olan “Tekke” sözcüğü kullanıldığında allerjik kaşıntılara uğrayan laik’lerin aksine ben “tekke” sözcüğünü severim...

Ancak ben tekkenin örümceklisini severim. Türkiye tekkelerini 1927’den sonra hep örümcekler bekledi Ve ben onlarla arkadaş oldum.

İlk Tekkem Üsküdar’da Özbekler tekkesiydi. Bu tekke “Sultantepe” isimli bir tepenin üzerindeydi, yanında mezarlığı ile her taraftan görünürdü. Ben daha Tekkenin yolunu öğrenmeden uzaktan mezarlığın selvilerini görür “orada bir şeyler var...” derdim. O taraftan bir sıcaklık geliyordu. Bir zaman sonra gittim oraya.

Tekke gerçekten örümcekliydi, Selamlık odasının altı örümcekliydi, mescidin altı ahırdı ve örümcekliydi. Şeyh dairesinin altı sıradan örümcek yuvasıydı, o odalara girilmiyordu. Yıllar sonra bu bina tamir olduğunda örümcekler ortadan kayboldular, şimdi yeniden birer ikişer eski yuvalarına dönerek yaşama kaldığı yerden devam ediyorlar.

Örümcek yuvası ikinci Tekkem şimdi “sembolik” ayinler yapılan Galata Mevlevihanesiydi, buranın girişindeki eski kütüphane karakol, bahçedeki eski semahane gecekonduydu. Karakol’da polisler vardı, gecekondu’da yaşlı bir kadın oturuyordu. Kışın soba yakardı, sobanın borusu semahaneye uzanır, dumanlar binanın içinde dolaşarak çatıdaki aralıklardan çıkar giderdi. Buranın altı baştanbaşa örümcek yuvasıydı. Hücrelerden birinde eşek bağlıydı, diğerini sokak köpekleri işgal etmişti. Bu Tekke de yıllar sonra onarıldı, şimdi yeniden onarılıyor, örümcekler geri dönmediler. Yerlerini semazenler aldı.

Bu binanın birkaç sokak altında Kasımpaşa Mevlevihânesi vardı. O bina her yıl biraz daha yıkılarak sonunda ortadan kayboldu. Bu Tekkenin semahanesinde de bir yaşlı kadın, kontrplak, teneke, tahta ile bir gecekondu yapmış içine girmişti,. Bir gün enkaz yıkıldı, ama kadının  odası yıkılmadı. Çatıdan düşen direkler odayı tuttu. Geceden olayı duyup sabah “geçmiş olsun” a gittim. Bana çay demledi.

Üsküdar ve Yenikapı Mevlevihâneleri de birer “azim” örümcek yuvalarıydı. Üsküdar yıllar önce onarıldı şimdi  “cem evi” oldu. Diğeri 30 eylülde açılarak Zeytinburnu belediyesi “alış veriş merkezi” olacak veya sağlık ocağı.

Örümceği kaçmış tekke beni ilgilendirmiyor. Onarılmış ve “çağdaş” görünüme uyarlanmış tekke’den nefret ediyorum. Bu tekkeleri “sınıf atlamayı yüksek atlamadan yeğ tutan” yeni Müslümanların pek yakında “disko tekke” yapacaklarına yürekten inanıyorum. Ve yapıyorlar.

O yüzden ben  son elli yıldır “Eski Osmanlı tekkelerini” bekleyen örümceklerden yanayım.

Aman, geri kalan örümcekler kaçmasın.

Kırıtarak İlahi Okunmaz

Birisi TRT 2’ye çıktı ve adını hatırlamadığım bir programda, kırıtarak, göz süzerek, bıyık bükerek  kol bacak oynatarak, gülücükler dağıtarak bir ilahi okudu, belki daha fazla da okudu ama ben izleme gücünü gösteremedim.

Adını sanını bilmem, kim olduğunu merak etmem, kimden feyz aldığını sormam, hangi pınarlardan su içtiğini, hangi fırının ekmeğini yediğini merak etmem, ama okuduğunu yanlış okuyunca adamı karşıma alıp birkaç söz söylemek isterim.

Okuduğu şu :

                         Amenna söyledik ikrar eyledik

                         Erenler bezmine lâşekçesine,                          Bağı marifette yetişip bittik                          Buy aldık bir gülden çiçekçesine

                         Söylesem kelâmım gelmez takrire                          Nutk u derunumuz sığmaz tefsire                          İkrar verdik iman ettik bir pire                          Er evladı eriz gerçekçesine

                         Gel gönül arif ol haddini bil sen                          Semidir, basirdir etme şek güman,                          El hakku ezharu mineşşems iken                          Sofu inad eder eşşekçesine

                         MİR’ATÎ sözlerin gizli muamma                          Ülil’ebsar olanlara hüveyda                          Elsiziz, belsiziz, dilsiziz amma                          Gezeriz alemde erkekçesine

Bu ilahi ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Kalecikli Mir’atî’ye aittir. Efendi Bektaşi tarikatine intisaplıdır.. Pek çok eseri vardır. İlahi, Dede Süleyman Erguner tarafından uşşak makamında bestelenmiştir.        Okuyucunun yaptığı **hâtâ’**lar şunlar:

1) Eserin birinci satırı olan “amenna söyledik hem ikrar ettik” cümlesindeki “hem ikrar ettik” kelimeleri bestekar tarafından, beste sırasında “ikrar eyledik” şeklinde değiştirilmiştir. Hece sayısı aynıdır. Zira eski şekli bestelenemezdi, prozodi hâtâsı olurdu, hece sayısını bozmayan böylesi değişiklikler yapmaya bestekârların hakkı vardır. Ancak okuyucu bunu bilmeden satırı “hem ikrar  ettik” şeklinde okumuş ve bestekarın dışında azim bir prozodi hâtâsı işlemiştir.  Â

2) Okuyucu ikinci dörtlüğün ikinci satırındaki  “Nutku derunumuz” sözcüğünü “nutki derunumuz” şeklinde okumuştur. Yanlıştır, “nutku derunumuz” olacaktı.

3) Okuyucu üçüncü dörtlüğün üçüncü satırındaki, “gerçek güneş gibi ortada” anlamındaki “el hakku ezharu mineşşems” grubunu “el hakku esrarı mineşşems”  şeklinde okumuştur. Böylece okuyucu “gerçek güneş gibi ortada” demek isteyen şaire “gerçeğin esrarı güneş gibi” dedirtmiştir. Bu mantık hâtâsının hesabını şair, okuyucuya yarın ahrette sorsa gerektir.Â

4) Okuyucunun  yaptığı en sunturlu hâtâ şiirin bir sözcüğünü bilerek veya bilmeyerek değiştirmesidir. Okuyucu üçüncü dörtüğün dördüncü satırındaki “eşşekçesine” sözcüğünü “lâşekçesine” yapmıştır. Yürekli bir Bektaşi dervişi olan **Mir’ati'**nin, devrinde Müslümanlara kök söktüren yobaz takımından hıncını almak için tüm sorumluluğu üzerine çekerek şiirine koyduğu bu riskli kelimeyi okuyucu ne hakla değiştirmiştir ? anlaşılmaz. Üstelik bulduğu kelime de “şüphesiz” anlamına gelen ve yerine hiç yakışmayan bir sözcük olmuştur. Ben bu ilahiyi 1958 yılında Konya’da Başak otelinde bestekârın oğlu olan **hocam, ağabeyim, üstadım, neyzen Kutsi Erguner’in babası rahmetli neyzen Ulvi Erguner’**den meşketmiştim. Ulvi erguner kibarlıktan “eşşekçesine” diyemez çoğu zaman “sersemcesine” derdi. Ben O’nun anısına saygı göstermekle birlikte bu ilahiyi her okuyuşumda, nerede ? hangi mecliste olursa olsun, üzerine basa basa “eşşekçesine” diyorum ve böylece bir buçuk yüzyıl önce toprağa karışmış, kanaat şehidi Mir’atinin ruhunu şad ettiğime inanıyorum. Kimsenin kimseyi, hiçbir devirde, sansür etmeye hakkı olmadığını da burada belirtiyorum.

5) Okuyucu son olarak matlâ beytinin ikinci satırında yer alan ve “görmesini bilenlere”   anlamındaki “ulil’ebsar” terkibini de “ulil esrar” olarak okumuş ve devamlı takıldığı “esrar” kelimesi ile bir çam daha devirmiştir. Böylece şiir bir kere daha anlam erozyonuna uğrayarak içinden çıkılmaz bir  görünüm kazanmıştır...

Bu okuyucuya “esrar”dan vaz geçip biraz “basar” tavsiye etmek gerekir. Ayrıca “bir ibadet mesabesinde” olan ilahi okumanın ekran gösterisi olamayacağını da hatırlatmakta fayda var...Sen bir garip müezzinsin bilmediğin işe neden girersin ? Neye yarar ki ekranlarda boy göstermeye can atan bazı din adamlarımız da o programda telefonlara sarılarak bu “azim yanlışlıklara” arka çıkmışlardır.   Ne yapalım ? eskiden insanlar imanlarına göre yaşardı, şimdi yaşadıklarına göre iman ediyorlar...Televizyon kanalları yeni ibâdethaneleridir. Rabbim muhafaza buyursun.

Gücümüze Aşk olsun

Bazen temizliğimizi

Melekler kıskanır

Bazen korkusuzluğumuzdan

Şeytan bizden kaçar.

Şu topraktan olan tenimiz,

Hakk’ın sunduğu emaneti taşımakta,

Çevikliğimize,gücümüze,

Kuvvetimize aşk olsun...

Mevlânâ

Şeytan Bizden Kaçar

Bizim topraktan yaratılan

Bedenimiz, göklerin nurudur.

Hak yolunda çevikliğimizi,

Melekler kıskanırlar.

Bazen temizliğimize,

Melekler hased eder.

Bazen de hayâsızlığımızdan,

Şeytan bizden kaçar.

Mevlânâ

Aşkına Peymane Olurduk

Mecnun gibi nam istesek efsane olurduk

Sahrai cünûn olmasa divane olurduk

Bir methalimiz olsa idi hilkatimizden

İşretgedeyi aşkına peymane olurduk.

Müştaki meyiz öyle ki bir çare bulunsa

Mahşerde bile sâkini meyhâne olurduk,

İsimsiz