Olur’la Olmaz Muhabbeti

ikizler.gif

İki kardeş vardı, bunlar ikizdi, birinin anı “Olur…��? diğerinin adı “**Olmaz…**��? dı.

Olur’la Olmaz aynı değillerdi. Olur kambur, Olmaz uzun boyluydu. Olur suratsız, olmaz güleçti. Karakterleri de aynı değildi, Birinin ak dediğine diğeri kara der, birinin kara dediğine, diğeri ak derdi… Boyuna dalaşırlardı. Anaları babaları bunlardan bıkkınlık getirmişti, yaşları onbire varmıştı. Acaba bütün ömürleri böyle mi olacaktı ?

Biri uçurtma uçurmak ister diğeri “olmaz��? derdi. Biri çember çevirmek ister, öbürü kızardı.  Biri körebe oynayalım der, diğeri “hayır��? derdi. Biri şurada duralım der, öbürü yürür giderdi. Biri kuş tutayım der, diğeri “bırak gitsin��? derdi, biri çiş edeyim der, öbürü itiraz ederdi. Olur deyen “olmaz��?  diyenin saçını başını yolardı, olmaz diyen olur diyeni tekme tokat döverdi.

Bir gün Olur’la Olmaz bir araya geldi, babaları şaşırdı, anneleri hayret etti…Babaları onları sevdi , anneleri kuşkuyla pirelendi. Anne **Olur’**dan yana, Baba Olmaz’dan yana çıktı, başladılar onlar da döğüşmeye. Şimdi artık sadece ikizler değil, bunların ana babalar da döğüşmeye başlamışlardı

Komşular araya girdi. Olur “olmaz��? dedi**. Olmaz** “olur��? dedi. OIur bazen olacak şeylere “olmaz��? der, Olmaz da bazen olmayacak şeylere “olur��? derdi. “Olur��? diyenin tarafındaki komşularla “olmaz��? diyenin tarafındaki komşular  bir arada durdular. bazı komşular **Olur’**un yanında yer aldılar, bazı komşular Olmaz’ın yanında durdular…Karşı karşıya gelmişlerdi, bir sırada Olur ve anası, diğer sırada Olmaz ve babası… Her iki tarafı tutan komşular da karşı karşıya hizaya girmişlerdi… Karşı karşıya gelmede anlaşmışlardı. O anda Olur’larla  Olmaz’lar ihtilafta ittifak halindeydiler.  Anlaşmazlıkta birleşmişlerdi. Ayrıcalıkta mükemmel uyum içindeydiler. Kararsızlıkta iyice kararlıydılar. Bakışıp duruyorlardı, derken Olmaz, Olur’a bir çelme taktı…. Haydaaaaaaa tüm takım birbirine girdi, çelmeler, tekmeler, tokatların ardı arkası kesilmedi…  Yeryüzü velveleyle sarsıldı.

Olurcu’larla olmazcı’lar kıyasıya döğüştüler. İçlerinden biri çıktı, döğüşün orta yerinde bağırmaya başladı…“neden olmaz…��? Biri daha çıktı, “şundan olmaz…��? haydi bir döğüş daha… Bu defa  “Neden olurcularla-neden olmazcılar…��? kıyasıya kapıştılar. Durup durup birbirlerine giriyorlardı. Bazen yatışıyor, bazen yeniden canlanıyorlardı, bir ara  Kavga iyice alevlendi. Ortalık doğal ateşli kanlı  bir savaş alanına döndü, Sonra savaş çığrından çıktı. Namus şeref, onur haysiyet kalmadı zafer tehlikeye düştü. Zafer arayanlar  sıvıştı, döğüşenler yılıştı, bu işe uzaktan bakanlar alıştı.   eskiden vuran, durur beklerdi sonradan  vuran kaçtı, vurulan kaçtı bir yerlere saklandılar, vuranla vurulan yok oldu. Alttaki ile üstteki dertop oldu.

Taraflar karıştı.döğüşten bıkanlar barıştı. Bazıları kim vurduya gitti, bazıları kim vurmadıya…bazıları kimin vurduğunu bildi, bazıları hiç  bilmedi ebediyete kadar... Taraflar iyice kızışıp teknoloji kurdular yeni silahlar üretmek için kolları sıvadılar. Onlar da girdi işin içine... silahçılar da döğüşe katıldı…İşte bu olmadı, Onlar sağa sola, yukarı aşağı, öne arkaya bakan bir takım malumatlı tüccar kişilerdi, onlara ne oluyordu ki ? Sanki kıyamet günündeydiler, sanki mahşer günündeydiler. Hep birlikte nazlı nazlı döğüşüyorlardı. Bazen aşırı hızlanıyor, bazen iyice yavaşlıyorlardı. Döğüşerek sevişiyorlar, sevişerek döğüşüyorlardı.

Ne hikmet oldu anlaşılmadı,  Acaba iyinin kötünün, karganın sümbülün, saksağanın bülbülün, domuzun camızın, huylunun  huysuzun, kurdun kuşun, zorba’nın çorba’nın, nefes’în kafes’in, ayının dayının, teyzenin amcanın,   bütün düzenlerin karıştığı, şekillerin renklerin bozulup şeytanın melek, meleğin şeytan olduğu bir çeşit uyduruk kıyamet mi kopmuştu ? Belki kıyamet işte buydu. döğüşler devam ediyor. Bu bir düş müdür**.** Kimseler böyle bir  şey görmüş müdür. Rabbim sana sığındım. Kulunu akıldan yoksun eyleme...

Müracaatımı kabul eyle.

Mertlik yasası Bayramı

                 Â

Mertlik yasası teklifimiz bayram sevincine dönüştü. “Asrın kavanin-i muhtelife-i acaibatı mucibi” (Çağın çeşitli acayip yasaları gereği) Hasbelkader Gündem dışına düşmüş “kendi halinde” bir gazetecinin “bir gece ansızın” ortaya attığı bir teklif iki haftada beşyüze yakın tıklamaya neden oldu. Bunu ben de tahmin etmiyordum. Mutlu bir başlangıç.

İnsanlarımız gerçekten yücelip şu anda kendilerini yönetme sevdasında olan idari, adli, siyasî  tüm eski kurumları aşarak fevkaladenin fevkinde bir yerlere doğru yola çıkmışlar. Şimdilik sınırlı dahi olsa bu sonuç heyecan vericidir.

Mertlik yasası WEB’te “tıklama” zahmetine katlanan birkaç yüz kişi tarafından yazılıyor. Bu olay “Elektronik çağının” ileri bir göstergesidir. Dünya tarihinde acaba böyle topluca yazılan eserler var mıdır ?… Çağdaş teknolojinin bahşettiği bu imkân eski yazarların eline geçseydi acaba ne harikalar yaratırlardı ?… O yürekli ve olağanüstü  insanlar, acaba şu klavyeye, kendisin de bilmediği ne acayip sırlar öğretirlerdi. Â

Yazarlık, çizerlik mesleğinde, eski çağlarda benzer bir olay “Mukayyet” kavramıdır. Matbaanın  bulunmadığı devirlerde dedelerimiz, büyüklerimiz**, üstatlarımız**, bizden önce yaşamış o değerli kişiler, bir kitap “telif” ettikleri zaman bunu “müsevvid” lere yazdırır veya kendileri yazar sonra, “musahhih” lere kelime yanlışlarını inceletir, sonra da  “mübeyyiz” lere “temize” çektirirlermiş. Eseri önce ülkenin padişah veya hükümdarına sunar, uygun görülen “atiye” yani ödül parasını alır, cebine**, koynuna** veya kuşağının arasına sokar, şıkır şıkır altıncıklarla evine dönermiş.  sonra da eseri çevrede takdir gördüğü, beğenildiği, konuşulduğu, tartışıldığı ölçüde yazıcılara çoğalttırıp piyasaya sürerlermiş.

Eser ortada dolaştıkça onu okuyan bazı kişiler kurşun kalemle sayfa kenarlarına fikirlerini, görüşlerini, bilgilerini ilave eder ve eseri zenginleştirirlermiş. Eser bir süre sonra tekrar “bu eklentilerle” birlikte tekrar yazılırmış. Buna “mukayyet” diyorlar, yani “kayıtlanmış, eklenmiş” anlamında... Baskı tekniklerinin icadından sonra bu “kayıtlanmış” eserlere bir şekil vermişler, kitaba sonradan okuyucu tarafından yapılmış ilaveleri sayfa kenarına yana yatmış satırlarla dizmişler, böylece dünya yazı tarihinde inanılmaz bir şekil ortaya çıkmış “Mukayyet “ eserlerin görüntüsü kurala bağlanmış. Bu eserler “Aşık Paşazade Tarihi” örneğinde olduğu gibi yüzyıllarca okunup defalarca kayıtlanmış ve tekrar tekrar basılarak her çağın geleneklerini yansıtan  çok önemli birer  tarih belgesi şekline girmiş.

Ben “Mukayyet” eserler için “okuyucunun da söz hakkı bulunan” kitaplar diyorum. Yanlış mı söylüyorum ?  Bence yakışıyor…

Şimdi Bilgisayar tekniği bu olayı zirveye taşıyacak gibi. Taşıdı bile… Çağımızda yazar gerilerde kaldı okuyucu yazarı aştı…Yazar artık ölsün. Tabii işin bir de sanat yönü var… Onu da insanoğlu gerekirse bir gün hatırlar sanırım.  Â

“Mertlik” yasası denemesi isimli çalışmamıza bu gün “iki not” daha ilave ettim Luften okuyunuz. Bu notlar teklif ettiğimiz iki listenin birbirinden farklılaşmaya başlaması ila ilgili…

Sanal değeri çok yüksek olan bu çalışmaya hep birlikte devam edelim. Yaşamımızın nasıl bir yaşam olduğunu merak edenler ilerde bu listelere göz atsınlar. Geçmiş yüzyılların tanınmış destanları halkın dilidir. Bu da elekronik bir destan olsun. Bizim şu sırada neler çektiğizi geleceğin insanları görsün bilsin, tabii onların da o zaman çekecekleri çilelerden vakit kalırsa… Rabbim her şeyin doğrusunu en iyi bilendir. Bizden bu kadar.

Gözler Asya’ya Dönüyor

asyaa.jpg   Â

Yavuz Sultan Selim Mısır’ı fethettiğinde bir gün, Piri Paşa'ya sonradan  Süveyş kanalı olan kara parçasını kastederek:

 – Bak a Paşa demiş,  denizi yarsak, gemileri suya salsak, deryadan  Hindistan’a sefer etsek, Ankara savaşında bizim büyük pederi tutup esir eden Timur’un evlatları orada saltanat sürermiş, onlardan intikam alsak, ailemizin şerefini kurtarsak… Demiş. Karşısında el pençe divan duran değerli sadrazamı Piri Paşa cevap vermiş**:**

–Şevketlû hünkarım yol uzun, derya azgın, sefer zorludur. Kullarıniz ziyade müşkilat çeker. (Celâl Nuri Paşa “Netayic ül vukuat”)

Dünya üzerinde 600 yıl süren Osmanlı devirlerinde Orta Asya Türkleri Osman’ın sülalesi için hep “Timur’un torunlarıydı…”  Hiç değer vermediler. Osmanlıların bu geleneği Devletin dağıldığı zamanlara kadar sürdü. Ne Sultan Aziz devrinin Gültepe Savaşları, ne Şeyh Şamil’ in Çar **II.Aleksandr'**ın  ordularına karşı destansı direnişi, ne Doğu Türkistan’da  Çinlilerin Kaşgar saldırısı, İstanbul Sultanlarını yerinden oynatamadı…

Hindistan’da İngiliz yağmasına  kadar o ülkenin şerefini koruyan Türk- Moğol İmparatorluğu gerçekten topal Timur’un torunları tarafından kurulmuştu, ne yazık ki Osmanlı Coğrafyacıları onları Asya’da yaygın diğer Türk boylarından ayırmadılar… Sultanlar bu bilgisizliğin üzerine politikalar kurdular…

Orta Asya Türkleri için biz Anadolu Türkleri ise “Batı Türkleriydik” hatta Türk dünyasının yetiştirdiği en değerli aydınlardan Sadri Maksudî Arsal’ın kızı **Adile Ayda’**nın söylediğine göre onlar bize “Bizans tohumu…” derlermiş…

Orta Asya Türkleri ile **Cumhuriyet’**in ilişkisi çok daha ileridir, ne var ki yüzyılın başında  Rusya’da kopan Bolşevik fırtınası bu ilişkiye gölge düşürmüştür… Özelikle 1920 Bakü kongresinden sonra Anadolu harekatının bağımsız karakterini korumaya aşırı özen gösteren Mustafa Kemal ve kurmayları Azerbaycan’a  ve gerisindeki tüm Türk dünyasına kapıları kapamışlardı…

Batı Türkleri ile Doğu Türklerini ayıran ne Osmanlı’nın intikam hevesi  ne de 1920’lerin Bolşevik çılgınlığı artık yeryüzü siyaset sahnesinde yer tutmuyor. Şimdi barışmak, görüşmek, koklaşmak, anlaşmak ve Ankara savaşından bu yana geçen altı yüzyılın çapağını ayıklamak zamanıdır. İşi koptuğu yerden bağlamalı…

AB’nin uzlaşmaz tutumu, çeşitli karanlık odaklardan tetiklenen Kürt oyunu ve sonu gelmez siyasi ve ekonomik baskılar yüzünden Türklerin gözü dönmek üzere. Bu ülke elli yıl ayrı kaldıktan sonra yeniden bir araya gelen Doğu-Batı Almanya gibi yakında kendi hakkı olan genişletilmiş bir coğrafya ve yeni siyasi ufuklar arama zorunda kalabilir.

Cumhurbaşkanı Abtullah Gül dün Azerbaycan Parlementosu' nda şunları söyledi:

  “Azeri Türkü'nün canı yandığı zaman bizim de yanar. O ağladığında, biz de ağlarız. O mutlu olduğunda biz de oluruz. Bu öyle samimi bir duygudur ki, uluslararası ilişkileri tasvir etmek için kullanılan çıkar, menfaat, güç dengesi gibi kavramlar, onu anlamak için kifayet etmez. Kardeşlikte menfaat olmaz, düşmanlık olmaz. Biz isteriz ki, ülkemizin varlığı Azeri Türkü'ne güven versin.”Â

 “İçinde bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuracak olan bölge Avrasya'dır.Hazar havzası, Avrasya'nın mihenk taşını oluşturan, tarihi İpek Yolunu, çağdaş projelerle taçlandırarak somut bir gerçeklik haline getirme özelliğine sahiptir. Türkiye ve Azerbaycan Avrasya jeopolitiğinin omurgasını oluşturur”

“Doğu ile batı arasında uzanan  işbirliği platformunu Türk dilini konuşan toplum kuşağı üzerine inşa etmemizin yararına da inanıyorum. Azerbaycan ile Türkmenistan arasında Hazar Geçişli Doğalgaz Boru Hattı Projesi” hayata geçirildiğinde Hazar havzası doğu-batı enerji koridorunun en önemli transit mevkine dönüşececektir. Bunlar bizim Avrasya vizyonumuzun temel taşlarıdır. Bu vizyon Türk dünyasının da ortak vizyonudur”

__“Hem Azeri kardeşlerimizin parlak geleceğine hem de iki ülke ve halkları arasındaki kardeşliğin, bölgemizin ve hatta çok daha geniş bir coğrafyanın geleceğine damgasını vuracağına inancımız daha da güçlenmiştir.Bizler yüce milletimizi tanımayanların hayallerine dahi sığmayan bu ortak hedeflere hep birlikte varacağız. ”Â

Bu günlerde Irak sınırına kilitlenmiş Türk kamu oyunun  dikkatinden kaçabilecek bu sözlerin çok önemli olduğuna inanıyorum. Batı Türklerinin, şimdiki Cumhuriyetinin çiçeği burnunda bir Cumhurbaşkanı, bunları Asya’nın kapısı olan bir ülkenin parlementosu'nda söylüyor, söylenenler doğruysa  **Balkan’**lardan Çin seddine kadar uzanan Türk dünyasında bir başlangıç oldu demektir. Birşeyler kaynamaya hazırlanıyor.  Â

İkinci Viyana bozgunun dan sonra Batı’da 250 yıl gerileyen Türkler şimdi gözlerini yeniden ana vatanlarına, **Asya’**ya dikmiş olabilirler… Osmanlı, altı asır akıllı yönetim ve fetihlerle ayakta kalmıştı. Kimbilir gelecekteki birleşmiş Türk ulusu belki de bu defa Amerikan Enron şirketini 7 milyar dolarla iflasa sürükleyen ve Afganistanı yerle bir eden Türkistan doğal gazını dünyaya satarak geçinecek.  Ancak oralarda sağlam demokrasi ve hür seçimler gerekir, aksi halde siyasi eşkiyalık yüzünden paralar yine tek bir hırsız sınıfın eline geçer, halk yine aç...Yığınlar sefil, perişan...

Mutlu olsun yeni çağ… Yaşasak da görseydik.

Aşk doğru söyledi

Â

Senin aşkın, Türkü de

Arabı da öldürdü.

Ben o şehidin de

O gâzinin de

kuluyum,kölesiyim.

Aşkın, “benden kimsecikler canını

Kurtaramaz”diyordu.

Aşk pek doğru söyledi.

Ey gönül sen de şu oyunu

Bırak artık.

                             Mevlânâ

Liderlerin Sohbet Saati

busla-tayyip.bmp Â

     Â

Sanki iki çiftlik yöneten, iki komşu toprak ağası… Oturmuşlar üzerinde George Washington'un resmi asılı şöminenin başına sohbet ediyorlar… Bizimki diyor ki:

-Yaramazın hakkından geleceğim…sen karışma. Diğeri cevap veriyor:

-Olmaz, o dağların tepesinde dolaşıyor, çıkamazsın oralara…

-Aşağı inince yakalarız,

-Ne zaman ineceği belli değil,

-Sen izle, bana haber ver

-Olur.

-Neden kaatillerin kamplarını birlikte basmıyoruz ? ...

-Sen orasını  fazla karıştırma, biz dünya’da  terorist avcısı geçiniyoruz ama teroristler olmasa silah fabrikalarımız kapanır, Loocked-Martin’in hisse senetlerini satın alan yüz binlerce Amerikalı vatandaş aç kalır… Hem sen bilmiyor musun ki, Dünyada otuz yıllık petrol kaldı…Neyse... takma kafanı bunlara, sen şimdilik PKK ile "Kürtleri" birbirinden ayır, koca bir halkı karşına alamazsın, bak biz **Filistinli'**ler ile "Hamas"ı  birbirinden ayırdık, sen de öyle yap ... Sana tutasın diye öğüt veriyorum. Bu kıyağımı kıyamete kadar unutma.

-Sayın Başkan Haklısınız, Vakit geç oldu, biz artık gidelim. Emine Hanım Bayan Laora Bush’a bir ipek mendil hediye ediyor, yanına dantel örmüştü, takdim ediyorum… Bize de buyurun…bekleriz, Ankara’nın havası son baharda pek güzel oluyor. Sayın Başkan, göl başında çay içeriz… General Müşerref’ le birlikte gelin. Bizim çocuk sizi gemisiyle alır…

ABD’deki toplantıda, BaşbakanımızYa siz operasyon  yapın, yahut bırakın  biz yapacağız” şeklinde hazırladığı  cümleyi Bush’a söyleyemeden laf bitti, herkes evine döndü. Bush’un tek verdiği söz “Sana istihbarat” sağlarız…Oldu.

Nah Sağladılar… Bin Ladin’i yakaladılar mı ? Uzaydan uzanıp yerdeki karıncanın  resmini çeken Amerikalı, Ladin’in izini buldu mu ? Adam Tora Bora dağlarında buhar oldu gitti… Şimdi “Sana İstihbarat sağlarız…” diyor. Bizim Efendi birader de inanıyor…

Aslında belki de Amerikalı Bin Ladin’in nerede ? ne zaman ? kalbinin dakikada kaç atış yaptığını dahi biliyor… Ama söylemiyor**. Ladin** yakalanırsa, oyun bozulacak**… Ladin** Kuş olup Beyaz Saray’ın penceresine konsa, Buş ona darı verir, besler. Eymen Zevâhirî Oval Ofis’in kapısını çalsa  –Ortalıkta görünme, Federaller bizi dinlemez, seni yakalarlar, derler.

Amerika otuz yıl önce “Kürt Devleti” kurmaya başladı. Türk diplomasi dünyası uzun süren politikaları izleme kudretine sahip olmadığı için, hükümetleri gerekli zamanlarda uyarmadı…Uyaramadı. Bu iş bu raddeye bir günde gelmedi… PKK, buzdağının görünen yüzü budur…Bunun bir de görünmeyen yüzü var.  Benim tahminime göre üzerinde sadece 200 metre toprak bulunan ve dünyada en yüksek kaliteye sahip Irak petrolü, Türkiye sınırında birdenbire toprağın derinliklerine doğru akıp gitmiyor. Doğu Torosların altından Anadolu’ya doğru uzanıyor. Bunu ilk defa İngilizler anlamıştı. Bundan seksen yıl önce General Marshall Mondros mütarekesinin on altıncı maddesini açıkça çiğneyerek  Musul’u ele geçirdiğinde, askerlerini Diyarbakır’a kadar Türkiye içlerine göndermeye niyetlendi. İngilizler daha sonra yörede ilk Kürt isyanını körükleyerek Türkiye’nin başına iflah olmaz bir belâ sardılar. Bu gün yaşanan “Kürt İsyanı” nın başlangıç noktası, Londra’nın yaşlı Petrol politikasıdır. Hâla Irak toprağını terk etmiyorlar.  Şimdi kuzenleri Amerikalılar işe devam ediyor…Petrol işinde  Türklere güvenmiyorlar. Kürtlerden söz aldılar… …

Başkan Bush ile Tayyip bey oturmuşlar kahve içiyorlar…Her ikisinin de derdi, planlı programlı, düzenli, oturmuş**, başı sonu belli** Devlet politikalarını kamu oyundan gizlemek…Â

Orta Oyunu oynuyorlar.

Devlet Zorbalık değildir

tayyip-dto.gif

                                                Â

“Ben sansür koydum Adliye kaldırdı”  diyor…

İyi ki Adliye var… Olmasa 1960 öncesine dönerdik… Gerçi o zamanın Anayasa’sı kabul edildiğinde “Bizi hâkimler mi yönetecek? ” diye sormuştuk. Hâtâ etmişiz, her Anayasa bir önceki dönemin tepkisi olduğuna göre 60 Anayasa’sı da diktatör görünümlü hükümet başkanlarına karşı değil miydi?

Rahmetli Menderes savcılara emir verirdi. Şimdiki belki emir vermiyor. Menderes devrinin milletvekilleri bellerine tabanca takarak caddelerde şeytan kovaladılar, şimdikiler bunu akıllarına dahi getirmiyorlar… Elbette geliştik ve bir yerlere geldik, nereden nereye geldiğimiz henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşmadı ama işte görüyorsunuz Yargıtay’ın bir dairesi lüzumsuz gereksiz ve ham bir hükümet icraatını geri çevirebiliyor…

Böyle giderse devlet zarar görecek diyor… Hayır! Görmeyecek, tam tersine Devlet güçlenecek ve Adalet gerçekten mülkün temeli olacak… Adaletten şaşıp yolunu şaşıranlar da seçim sandıklarına gömülecekler… Biz bu devleti sokakta bulmadık…

Türk kamu hukukunun yüzlerce yıllık geçmişi vardır. Bu gün ulaştığımız noktanın arkasında uzun bir mücadele geçmişimiz vardır. Sayın Başbakan veya herhangi bir başbakan artık icraatın hiçbir yerinde yargıya çamur atamaz. Yargı, Yürütme ve Yasama birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış veya ayrılmak üzeredir. İleri ve modern devlet anlayışı da budur. Medeni duruş da…

Türkiye’nin Devlet ve halk ilişkilerinde ulaştığı kazanımlar noktasını merak edenler Pakistan’ın bu günkü durumuna göz atmalıdırlar… Bu günlerde o ülkede herkes birbirini tevkif ediyor**, siyasal erkin** kimde olduğu anlaşılmıyor**… İngilizlerin** bıraktıkları yerlere fesat tohumları ektiğini söylerler, bunun en ileri örneği Pakistan’da yaşanıyor.

Biçare Pâkistan; yerde bir general, gökte bir adayMüşerref ortalığı kasıp kavururken Bayan Bhotto gökyüzünde turlar atan bir uçağın içinde konacak yer arıyor… Bu Devlet kurulduğundan beri darbelerden, iktidar boşluklarından, kurtulamadı... Kim seçilir ortaya çıkarsa vay haline, birileri bir gece yarısı silahla eve dayanıp adamı alıp götürecekler demektir. Siyasetin sonu gelmez bir kan davasına nasıl dönüştüğünü merak ediyorsanız, o ülkenin tüm macerasına bir göz atın… Şaşırıp kalacaksınız… Siyasal düzensizliğin zirvesinde yaşıyorlar… Giderken arkasına yangın bırakan İngiliz sömürge yönetiminin tam istediği bir düzen tutturmuşlar. Onbeş asırdan bu yana rahat yüzü görmeyen sancılı Irak toprağından da daha kötü durumda bulunuyorlar…

Yaradana binlerce şükür olsun. **1960’**tan bu yana bizim tarafta yaşanan iki açık, birkaç gizli hükümet darbesine rağmen dünyada son yüzyılların “**Darbeler”**  çağını en iyi atlatan biz olduk. En geride duran bazı ülkeler ise henüz önceki imparatoru öldürerek imparator olma geleneğini sürdüren Roma hükümdarlarının dönemini yaşıyorlar.

Değerli Başbakanımız bir süre sonra adliyenin işine gelen kararlarını sevip okşayarak beğenmediklerini çöpe atma huyundan vazgeçecektir. Son otuz yıldır iyice yerine oturan “tefrik-i kuvva: Üçlü Devlet Erkinin bağımsızlığı” ilkesine gönlünü ısındıracaktır. Siyasetin “Baba-Oğul-Ruhül Kudüs” gibi Yasama Yürütme Yargı isimli üç ayağı olduğunu öğrenecektir. Bilmiyorsa o kurumlar ona cebren öğreteceklerdir.  “Gelecekteki başbakanlar” da buna boyun eğeceklerdir. Bu ülke hiçbir zaman siyasette kazandıklarını geri vermeyecektir.

Affedersiniz. “Sonra başka türlü düşünürüz” diyor, vay canına… Hayır, başka türlü düşünemezsiniz. Yolu ve yordamınca düşüneceksiniz. O söz “kamuyu tehdittir”Medeni düşüneceksiniz, çağdaş düşüneceksiniz, “devlet otoritesi sarsılır” diyor, hayır sarsılmaz! Devlet otoritesi Hukuk ve Adâletle olur, silah ve zorbalıkla değil… Yaradana emanet olunuz.

Keşke Başbakan Olsaydım

images.jpg                         Â

Keşke Başbakan olsaydım. En âlâsından İngiliz kumaşı bir elbisem olurdu. Kırmızı çızgili gravatım. Çevremde insanlar, bir işaretle koşuşan, bir araya gelen, yanıma yaklaşıp ne diyeceğimi soran, sonra uzaklaşarak gereğini yerine getiren insanlar…

Keşke Başbakan olsaydım. “başbakanlığın” dünyayı düzeltmeye yarayan bir araç olduğuna inansaydım. Ara sıra bir emir verseydim, kumandan bir düdük çalsaydı ve Dünya düzelseydi…

Boyum uzun olsaydı, herkese yukardan baksaydım. Yabancılarla konuşurken onları bir ölçüde küçümseyip otoritemi sağlama bağlasaydım. Başka ülkelerin başkanları ile konuşurken rahat hareket edebilseydim. Onların dillerini, konuşabilseydim, anlamlı, mânidar sözlerine anında karşılık vererek hepsini susturup mat etseydim: “Sizin başbanınız da ne usta adammış, hepimizin lafını ağzımıza tıkadı, deselerdi. Vaktiyle onların kitaplarını okuyup ajans bültenlerini izleyerek Dünyanın genel manzarası, gidişatı ve geleceği konularında öteden beri birikmiş güvenli bilgim olsaydı. Toplantılarda “ne dediklerini” aracısız hemen, acele anlasaydım. Dünyanın neyi, nasıl, ne zaman konuştuğunu bilseydim.

Keşke Başbakan olsaydım. Tankları yürütür, uçakları uçurur, insanları savaşa sürerdim “size ölmeyi emrediyorum” derdim… İnsanların ne yaptıkları, ne yapacakları, ne zaman yaşayıp ne zaman ölecekleri  konusunda kararlar verirdim. Ben savaş kararı verirdim, onlar eğer ecelleri geldiyse ölürlerdi.

Uluslar arası buluşmalarda ve Başbakanlar bir araya geldiklerinde ön sırada olmaya çalışırdım, aile fotografları çekilirken ben –Şunun, bunun yanında dursaydım, demezdim. Başkaları benim yanımda durmaya çaba harcarlardı… Fotografçılar karşılarına geçtiğinde birbirlerini itekleyen devlet ve hükümet başkanlarının arasında ben yalı kazığı gibi durup herkesin benim yanıma gelmesine göz kulak olurdum.

Keşke Başbakan olsaydım da Dünyayı avucumda oynatsaydım.

Eski başbakanlardan biri bir gün nikah masasında şahitliğe oturmuştu… Nikâh memuru mesleğini sordu. Adam –Başbakan… dedi. Nikâh memuru – Başbakanlık meslek değildir, asıl sanatınızı söyleyin, dedi… Adam cevap verdi: – Mühendis… Aradan birkaç yıl geçtı. Başbakanlık koltuğu eski bir savaş gazisine düştü. Nikâh memuru yine sordu – mesleğiniz…? eski kumandan cevap verdi: – emekli asker.

Başbakanlık bana yakışırdı. Dünyanın bütün başbakanlarından daha iyi bir başbakan olurdum. İçimden öyle geliyor ki, ben en iyi başbakan olurdum. Başbakanlığın mektebi olsa orada okur, en iyi derece ile okulu bitirirdim. Şanlı bir devlet adamı olurdum. İnsan “başbakan” seçilmekle başbakan olmaz , ben gerçekten, sahiden ve adam gibi  başbakan olurdum.

Osmanlı zamanı devlet adamı yetiştirmek için padişahlar sarayda bir okul açmışlar, adını “enderun” koymuşlar. Okul  son zamanlara kadar çalışmış, değerli insanlar yetişmiş, O okuldan çıkanlar beş kıtada altı asır bayrak göstermiş Osmanlı devletini yönetmişler. Osmanlı devleti sadece korkuya dayanarak,  sırp kanı taşıyan gaddar paşalarla değil, ruh taşıyan akıllı kafalarla yürümüş.

Osmanlı’nın son devrinde iki büyük devlet adamı var… Mehmet Emin Âlî ve Keçecizâde Fuat Paşalar… Bir gün bir siyasi toplantıda Fransa kralı üçüncü Napolyon Âlî paşaya sormuş : -Dünyanın en güçlü devleti hangisidir ? Âlî Paşa cevap vermiş: – Osmanlı devleti. İmparator hayretle yüzüne bakınca Paşa devam etmiş – Siz dışardan biz içerden yıkamıyoruz da onun için…Bu anekdotu  Fuat paşa için de anlatırlar. Allahüâlem.

Bu cevabı vermesi için Paşa’nın herhalde mükemmel Fransızcası olması gerekmişti ve o yetenek ulusunun şerefini taşıyan  o nurlu adamda vardı. O yüce bir devletin Sadrazamıydı.

Âlî Paşa bu gün yaşasaydı herhalde aile fotografı çekilirken tüm Dünya liderleri onun etrafında toplanırdı. Paşa orta yerde damat gibi otururdu.Â

Ben sadrazam veya başbakan olsaydım önce dil öğrenir, laf sokuşturan yabancı ülke başkanlarına kendi dillerinde ucu zehirli savaş okları gibi cevaplar verirdim…Ne yazık ki sistem benim başbakanlığımı değil, boyu uzun bir adamın başbakanlığını tercih etti…Destur...Vatan çok şey kaybetti.

Boyu uzunlar hakkında verilmiş hüküm için lutfen Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri merhumun “maarifetnâme” îsimli büyük ansiklopedik eserine bakınız...

Sayın Dostlar… Sakın ola ki, bu başbakanlık işini ciddiye almayasınız. Şaka…Şaka. Hiç ben başbakan olacak adam mıyım ?

Açıl Susam Açıl

alib.jpg                                              Â

Barışın onurunu korumak, savaşın fâciasını önlemekten zordur. Sırası geldiğinde savaş yapılmayacaksa barışın şerefi nasıl korunacak ? Diplomat masalarında uzayıp giden konuşmaların bir silahlı felâketle sonuçlanmaması için nasıl bir gayret gösterilecek ? Barışa karar verilecekse bu görüntüyü “sünepelik, miskinlik, kararsızlık, öz güvensizlik ve korku” psikozlarından ayırmanın çaresi nasıl bulunacak ?

Barış ve ulusal onur bir arada nasıl sağlanacak ? Askerlerin savaşta gösterdikleri şecaat kadar, müzakere masalarında gururla ve  kahramanca çarpışacak devlet adamları nerede ?

Yabancı ajanslar Türk Dış İşleri Bakanı, eski “Baş müzakereci”  Ali Babacan’a “Ali Baba” lakabını taktılar bile… Olaylar çığrından çıkarsa yakında “Ali baba ve kırk haramîler” de diyebilirler.

Kuytu köşelerde, pencereleri örtülü karanlık odaklarda, tavan arası ve merdiven altlarında konuşulanlara yine “sansür” geldi. Devlet kademesinden haber çıkmıyor… Başbakan Recep Tayyip Erdoğan –Ne söylediniz ? diye soranlara –Söylediklerimizi söyledik, diye cevap veriyor. Yani “daha önce ne söyledikse onu söyledik” anlamında… Ya öncekileri hatırlayan çıkmazsa…

Biz muhabirler eskiden Süleyman bey’e sorardık:

-İçerde ne konuştunuz ?

-Gündemdeki meseleleri… -Gündemde ne vardı ?

-Konuştuklarımız. Â

Şimdiki başbakanımız, büyük olasılıkla Türk diplomasi tarihine geçecek şu muhteşem cümleyi buna ilave ediyor: “Söylediklerimizi, söyledik…”  Bu laf çok uzar “görüştüklerimizi görüştük, konuştuklarımızı konuştuk, kararlarımızı kararlaştırdık” gibi… “Kararlılığımıza karar verdik” dediler ya, onun gibi bir şey…Diplomat dili kuş diline döndü…

İnanılmaz bir dönem yaşıyoruz. Ulusça bir yerlerdeyiz ama neredeyiz ? belli değil. Başımızda yer alanlar kriz mühendisi pozuna bürünmüş olmakla birlikte**, dünya ölçülerinden** bakıldığında rüzgarda açık almış bir pencereyi dahi kapamaktan acizler. Durumları açığa çıkmasın diye herşeye yasak koyuyorlar, her şeyi gizliyorlar. Yaşam ve ölüm hakkımıza dair hiçbir bilgiyi bize vermiyorlar. Liderlik böyle zamanda belli olur… Çıkıp konuşsalar ya… İnsanları rahatlatsalar ya, daralan yüreklere serin sular dökseler ya… Bunalan insanlara bir parça ümit ışığı verseler ya… Geleceğe dair birşeyler söyleseler ya...Açıkçası liderlik taklidi yapacaklarına gerçek lider olsalar ya...

Biraz “nutku” okuyup biraz Gâzi Mustafa Kemal Paşa’nın İstiklal savaşı ve öncesi konuşmalarından ibret alsalar ya… İnsan Türk devletini şu sırada yönetmeye heves ettiyse en azından “Amasya tamimini”  okumalıdır. Orhon anıtlarını anlatıyor…Bunu da ezberle…İyi gelir.

Ulusal gayret günlerinin fukara devlet adamları… Kim gönderdi sizi buralara ? Bu halinizle tarihe de geçeceğinizi düşündükçe insan ürperiyor.

Kırk Haramîlere sıra gelmeden “Ali Baba” bitirse işleri. Irak tarafına dönüp “açıl susam açıl” dese acaba sorunlar çözülür mü ? Habur denklemi ve Petrol kuyuları açılır mı ? dolar 1 liraya düşer mi ? PKK kampları kapatılır mı ? eşkıya teslimata yanaşır mı ?

 Ne dersiniz ?

Bilim siyasetten üstündür

inonue.jpg                                               Â

Yakın dönem Türk siyasi hayatında bilimsel kariyerini terk ederek siyasete soyunmuş üç insan vardır: Şemseddin Günaltay, Fuat Köprülü ve Erdal İnönü.

Şemseddin Günaltay bir “İslam bilgini” iken Cumhuriyet Halk partisinin yenilerek iktidarı Demokrat Partiye bıraktığı 1950 seçimlerinden önce 18. Cumhuriyet hükümetinde Halk Parti’sinin son başbakanıydı. Fuat Köprülü uluslar arası “Doğu Bilim” alanında ulaşılmaz bir isim sahibiyken Demokrat Parti iktidarının başlarından bir kişi olarak kendini “Dış İşleri Bakanlığı” koltuğunda buldu. Erdal İnönü de dünyaca tanınmış bir fizik bilginiyken Babasının adına Siyaset sahnesinde görüldü.

Her üçü de başarılı siyasetçi olamadılar. Şemseddin Günaltay gençliğinden beri ilmin yanında siyasetle uğraşmıştı. 1915 yılında, otuziki yaşında İttihad’ı Terakki Partisinden seçilerek Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na girmiş, vefat ettiği 196ı yılına kadar siyasetin dışında kalmamıştı. Batı kültürü almış, inançlı bir Müslümandı. “Zulmetten nura” ve “Hurafetten hakikate” başlıkları ile yazdığı iki önemli eserde, o çağın tartışmalarına ışık tutmuş ve İslam dininin ilerlemeye engel olmadığını, tam tersine her türlü gelişmeye tamamiyle açık olduğunu belgelerle kanıtlamıştı. Günaltay, Cumhuriyet tarihinde ve din-devlet ilişkilerinde, bu devletin temel görüşlerini yansıtan, uygulayan, dini siyasette kullanmayı  asla düşünmemiş, bu konuda titiz,  yeri doldurulamaz bir başbakan  olarak kalmıştır.

Fuat Köprülü büyük bir "şarkiyatçı; Doğu bilim” uzmanıydı. Yakın dönem Türk aydınları onu “İlk Mutasavvıflar” kitabı ile tanıdılar. Bu eserin de bu güne kadar bir benzeri yazılamamıştır. Köprülü bu eserin hazırlanışında “ İslam tasavvuf ilminin” bilinen tüm ana kaynaklarını taramış, tartışmış ve sağlam hükümlere varmıştı. Denilebilir ki “İlk Mutasavvıflar” isimli eser, özellikle kendine özge tarama metodu açısından, bir ülke insanının  ruh yapısını en iyi ve en ileri derecede inceleyen ve onun “level” temel hareket noktalarını en doğru biçimde saptayan bir eserdir. Alanında bir çığır açan bu inceleme, Köprülü’den sonra pek çok bilim adamının çalışmalarında kaynak ve rehber olmuştur.

Erdal İnönü ise bir fizik profesörüydü. Dünyaca ünlüydü, sayısız ödülleri vardı. Üç yıl önce Meksika’da fiziksel matematik araştırmalarının **Nobel’**i sayılan Winger ödülünü almıştı.

Erdal İnönü 12 yıl süren siyasi hayatında parti başkanı, hükümet üyesi, milletvekili olarak Fizikte olduğu kadar başarı göstermemiş olmasına rağmen renkli bir tablo çizmişti. Toplantılarda, siyasî işlerin en yoğun olduğu saatlerde dahi elinde bir kağıt parçası ve bir kurşun kalem problem çözmeye çalıştığı söyleniyordu.

İnönü’nün SDP başkanı olduğu günlerde gazetelerde çıkan bir haberde İnönü’nün üçyüz yıldır çözülemeyen bir problemle uğraştığı açıklanmıştı. “Pell denklemi” adını taşıyan bu problemin, 17. yüzyılda yaşamış İngiliz matematikçisi John Pell’den kalma olduğu belirtiliyordu. Problem, haberde, ne yazık ki sadece matematikçilerin konuştuğuı dille şöylece özetlenmişti: “ Pisagor teoreminin benzeri biçimde tamsayılarla ilgili olan “Pell” denklemi, kabaca belli iki sayının karesinin toplamının belli bir sabit değerle çarpılması sonucu ortaya çıkacak sonucun bire eşitliği…Burada bulunacak bilinmeyen katsayının, fizik ve matematik iliminde önemli yeni çıkarsamalara ön adım oluşturacağı sanılıyor.”

Erdal İnönü siyasi yaşamının doruk noktasında yeniden ilme dönmeyi başarmış ve bu açıdan ilk iki bilim adamımızın çok ötesine varmıştır. Bilimin siyasetten üstün olduğunu bilfiil kanıtlamıştır. Bu alanda geleceğe parlak bir örnek bırakmıştır.

Erdal İnönü’nün vefatının üzerine söz söyleyen bazı siyasîler “ondan alacağımız çok ders var” dediler. Bence tek bir ders alıp onun gibi “siyaseti bırakmaları…” gerekir. Ama kayda değer başka bir işleri yok ki biçârelerin… Herkes Erdal İnönü olabilir mi ? Rabbim rahmetini esirgemesin. Türkiye’nin, Türk insanının adını**, şerefini,** ilimde itibarını yücelten bir insandı.

İnönü Rahmetli Oldu

261900.jpg

Fransız radyo televizyonunun büyük oditoryomu o gün kapılara kadar doluydu**. Paris’te** bir haftadır yollarda, metro istasyonlarında, görülecek yerlerde asılı devâsâ bir afiş, önemli bir konserin verileceğini duyuruyordu. Afiş’in orta yerinde büyük harflerle “Turquie” Türkiye yazıyordu. İkinci başlık ise “ Musique Soufi” Sufi Müziği.

İki isim vardı afiş’in üzerinde: Nezih Uzel-Kutsi Erguner. Tarih 23 Eylül 1978. saat 20.30. Fiatlar büyüklere 21 frank, öğrencilere 10 frank. O yıllarda Öro yoktu. Yıllar sonra çıkacaktı.

Bizim o sırada neyzen Kutsi Erguner’le Avrupa’da konserler düzenlemeye başladığımızın, sanırım dördüncü yılıydı. Kutsi Paris’te mimarlık okuyordu, ben çeşitli nedenlerle sık sık gidip geliyordum. Bir çevre edinmiştik. Bu çevrenin bir ayağı Konya’da, bir ayağı İstanbul’da, diğer ayağı Paris’teydi. Aslında şöhretin sahibi biz değildik. Bin yıllık Anadolu tasavvufu o çağda Batı’da yankılanmaya başlamıştı. Şiir ve müzikle anlatılan bir dinî inanç, o zaman materyalizmin doruğunda yaşayan batı toplumunun ilgisini çekiyordu. Ayrıca 60’lı yılların başında süpersonik uçaklarla açılan yeni yollar, insanları ve ülkeleri daha rahat biçimde bir araya getiriyordu. Dünya değişmedeydi.

Neyzen Kutsi Erguner’le Paris’e taşıdığımız müzik eskiden Türkiye’de yasaktı. Nitekim Kutsi’nın babası ve benim de müzik hocam olan değerli insan Ulvi Erguner 60’lı yılların ortasında TRT İstanbul Radyosu Türk San’at Müziği şubesi başkanı olduğunda “İlâhi” programı yaptığı için müfettiş tahkikatına uğramıştı.

Bir gün Kutsi ile Paris’te “emekli askerler derneği” diye bir dernekte konser veriyorduk. Salonda dünyanın her yerinde savaşlara katılmış, gün görmüş yaşlı askerler, sömürge yönetimi memurları, uzak ülkelerde dolaşmış pek çok insan vardı. Konserden sonra bir kişi yanıma yaklaşarak şunları söyledi :

Ben gençliğimde Vietnam’da kauçuk tarlalarında çalıştım. Kauçuk çok nâzik bir bitkidir, kökleri yerin altında metrelerce uzanır, sonra bir yerden toprağın üzerine çıkar, ortamı beğenmezse yeniden yer altına girer ve daha uzaklardan çıkar…”  Adam bunları söyledikten sonra yürüdü gitti. O telaş arasında ne demek istediğini ve bu kauçuk hikayesini neden anlattığını pek anlayamamıştım. Sonra düşündüm ortaya dehşetli bir görüntü çıktı. Adam diyordu ki: “Siz yer altından yürüyen kökler gibisiniz, şimdi burayı beğendiniz, buradan çıktınız. Yine gelin sizi burada her yerden daha iyi ağırlayacağız…”  Â

Fransız Radyo Televizyonunun büyük salonunda o gün bin beşyüz kişi vardı. Resmi olmayan bir toplantı olmasına rağmen Türkiye büyük elçiliği mensupları da oradaydı. Çalgı iki buçuk saat aralıksız sürdü. Ben ezberden ilâhileri okudukça Kutsi hiç sektirmeden refakat ediyordu. Aslında uzun zamandan beri birlikte geliştirdiğimiz Batı'nın "trubadur" örneği bir tarz "müzikli-şiir" terennüm ediyorduk. Salon sessiz dinliyordu. Dil ve kültür farklarını mesafelerce aşmış, bir başka boyuta varmış, insanlarla bir başka yerlerde buluşmuştuk. Â

Konserin ertesi günü  başka bir konu dolayısı ile Unesco’ya gitmiştim. Kabul salonunda rahmetli Erdal İnönü ile karşılaştım. Akşam konserdeymiş. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

  • İlâhilerinizi Wagner operaları gibi dinledim. Bende aynı izlenimi uyandırdı.
  • Teşekkürler sayın İnönü, inşallah bir gün Fransız dostlarımız da Wagner operalarını dinlerken bizim ilâhileri hatırlarlar.

Erdal İnönü'yü kaybettik. Yaradan rahmet etsin. Tarihimizin “İnönüler” defteri de böylece kapandı. Birinci değil ama İkinci İnönü’yeilâhileri” dinletebildiğim için mutluyum… Burada değil ama orada… Olsun. Türkiye’nin bir gün gelişecek olan laikleri ile burada da buluşabiliriz.  Bin yıllık **“Anadolu tasavvufu”**nun insanoğluna bahşettiği “**ilâhîler”**i onlara da dinletebiliriz. Hele üzerlerimizdeki siyaset tozu silinsin. İnat kabuğu kırılsın, dayatmacılık belâsı kalksın  O zaman bakın ne “muhterem” insanlar olacağız. Allahüâlem.