Biz hepimiz şarapçıyız

eski_siseler.jpg                                                  Â

Bir şarap firması “İstanbul kadeh kaldırıyor” isimli bir festival düzenlemiş. Şehrin tanınmış restoranlarının katılımı ile düzenlenen bu festivalde şarabın en iyisi ödül kazanacak. Verilen habere göre bu festivalde şarapseverler 6o’a yakın üzüm türünden üretilen şaraplarla tanışmak fırsatı bulacaklar.

Şarapseverleri bir araya getirerek bir şarap kültürü yaratmayı hedeflediği anlaşılan  bu festivalin ilki geçen yıl yapılmış, Festival bu yıl da başarılı bir şekilde sonuçlanırsa gelecek yıllarda da tekrarlanacağından kimsenin kuşkusu olmayacak demektir.

Bir alköl türü olan ve dinimizce kullanımı, üretimi ve satışı yasaklanmış olan Şarab’ın bu ilahî emirlere rağmen İslam ülkelerinde kullanımı, üretimi ve satışı engellenememiştir. Şarabın şiir dilinde “aşk” la bir tutuluşu, bir ölçüde bu konudaki yasağı delmeye bahane sayılmıştır.

Şarap dinen yasak olduğu halde “zillûllahı fil âlem” yanı : “Yaradanın yeryüzündeki gölgesi” lakaplı Osmanlı Padişahları dahi şaraba meyletmişlerdir. Bunlardan IV. Murat bir zaman içkiyi ve sigarayı yasaklamasına rağmen kendisi şaraptan vazgeçmemiştir. Osman’ın sülalesinin son temsilcilerinden sultan Abdülmecit, genç yaşında şaraptan verem olmuş, kurtarılamamış  ve hayata veda etmek zorunda kalmıştır.

Osmanlı devletinin bir İslam devleti olup olmadığının konuşulduğu bir toplantıda, bazı araştırmacıların “şaraptan vergi alıp devlet gelirlerine katması” dolayısı ile bu devleti bir “İslam devleti” saymama eğilimi gösterdiklerini hatırlıyorum.

İçki’nin ve şarabın yasaklandığı, bu yasağa uymayanların şiddetle arandığı bir dönemde bir Bektaşî şeyhi’nin evinin altında bostancılar yeni doldurulmuş şarap fıçılarına rastlamışlar, bostancıbaşı sormuş :

-Bunlar ne ?  Efendi hazretleri cevap vermiş:

-Üzüm suyu…

-Bunlar seneye böyle mi kalacak ?

-Biz üzüm suyu diye doldurduk, Hikmetinden sual olunmaz, bilemeyiz, belki sonradan şarap olur. Â

Padişah IV. Murad’ın, ilan ettiği içki yasağını bizzat izlemek  maksadı ile kıyafet değiştirip saraydan gizlice çıkarak sokakları gezdiği rivayet olunur. Sultan böyle bir zamanda elinde şişesi ile bir sarhoşa rastlar, ince zekalı adam Padişahı tanır, şişeyi arkasına saklar, Sultan yaklaşır:

-Ne var elinde diye sorar, adam sağ ile tuttuğu şişeyi arkasına saklamaya devam ederek Sultana sol  elini  gösterir. Sultan durumu fark eder:

-Sağ elini göster...der. Adam acele ile arkasında el değiştirerek  şişeyi sol eline alır ve sağ elini uzatır. Sultan bu defa sesini yükseltir:

-İki elini de göster… Adam yavaşça geri geri giderek bir duvara yaslanır şişeyi sırtı ile duvar arasına sıkıştırır ve iki elini açarak Sultanın yüzüne bakar. Bir an sessizlikten sonra sultan gürler:

-Bir adım öne at… O zaman hiç bir kurtuluş ümidi kalmayan sarhoş, çaresizlik içinde konuşur:

-Halt etme Murat, şişeyi kırdıracaksın…

Şarabın edebiyat ve şiir dilindeki hoş hikayeleri sürer gider ama şu ana kadar bu ülke genellinde şarab konusunun bir kültür düzeyine ulaştığı görülmemiştir. Suratı şarabın rengine dönmüş Batı insanından bizim nur yüzlü Doğu insanımızın karşılıklı görüntüsü, bu olgunun açık işaretidir. Neye yarar ki bu ülkeyi ve bu insanı “bozmaya” yeminli  nesebi gayri sahih maksatlı karanlık çevreler, şimdi onu “şarapçı” yapacaklar…

İstanbul kadeh kaldırıyor… Hayır ! İstanbul eski kültürüne, eski yaşam biçimine ve asırlarca yerleştirdiği eski asil tavrına sayenizde…baş kaldırıyor. Sizin için biz hepimiz şarapçıyız. Â

Destur... Buyurun, bir kadeh de bizden için.

Mezarımıza Lâle dikecek

pembe_lale_resimleri.jpg                                         Â

Deprem hocası soruyor: “İstanbul’a lâle mi lâzım, deprem ölçen alet mi ? “Belediye reisi cevap veriyor: “ O başka, bu başka…”  Yâni Lâle başka, Dcprem başka”

Ne başka ?

Senin elinde bütçe var, para vereceksin. Soruyorlar :”Parayı hangisine vereceksin**,  lâleye** mi depreme mi ? Cevap veriyor: “lâle’ye vereceğim…”

Yine soruyorlar :“Deprem gelip yüz binler ölüm tehlikesine uğradığında, onlara lâle mi vereceksin ? ” Evet diyor … "Ben “**Kamu” ya ait bir parayı, yine kamu’nun yararına kullanarak Deprem geldiğinde ilaç, sargı bezi, ölü torbası almak yerine Hollanda’dan getirdiğim lâleleri onların mezarlarına dikecek, kamu parasını lâlelere harcayacağım... Siz vatan hainsiniz, bir mezara çiçek dikmek sizin geleneğinizde yok mu ? "**Â

İstanbul’un Artvin doğumlu, mimarlık tahsil etmiş belediye başkanı sayın Kadir Topbaş deprem ölçer aygıt sağlama konusunda, kendisine yöneltilen eleştirilere yaklaşık bu cevapları veriyor… Bu konuda tartışma açılmasına dahi rıza göstermeyerek kendi yayın organlarında üzüntülerini belirtiyor.

Bu da yetmiyor, kendisini bu yolda eleştiren saygın bir üniversite hocasına, mahalle ağzıyla cevap veriyor. Onu haset ve kıskançlıkla suçluyor… “Ona iş vermedik de onun için böyle konuşuyor” diyor. Bir doğa afetine ve dolayısıyle ölümcül bir tehlikeye maruz bir şehir halkının önünde açık ve düşük bir tartışma platformu yaratıyor. Üniversite ve politik yaşamdan geldiği halde kendi alt kültürünün gelişmemiş tablosunu gözler önüne seriyor.  Böylece bu reis, İstanbul gibi adı efsanelere karışmış, uzun geçmişi olan bir şehre yakışmadığını açığa vuruyor…

İstanbul’un eski Belediye başkanlarından Bedreddin Dalan’la bir röportaj yapmıştım... Epey zaman oldu, neler konuştuğumuzu şimdi pek hatırlamıyorum. Sadece bir sözü aklımda kalmıştı. Dalan dedi ki: “ Bana eski eser düşmanı diyorlar, ben eski eser düşmanı değilim, üniversitede okurken Fatih medreselerinde bir odada kalırdım, nasıl eski eser düşmanı olurum ki ?” Bu Başkana göre ev bulamayıp eski bir medreseye sığınmak o medresenin tarihi değerini bilmek anlamına geliyordu. Â

Cumhuriyet yıllarında başkent Ankara’ya taşındıktan sonra İstanbul’a hiç İstanbul’lu belediye reisi gelmemiştir. Reisler hep Türkiye’nin başka yerlerinde doğmuş, aile göçleri dolayısıyle,  gerek çocuk yaşlarda gerekse daha sonra bu şehre gelmiş kişilerdir. Bir şehre sahip çıkmak için o şehirde birkaç nesil geçirmek gerektiğini bu reislere kimse anlatamamıştır.

Bir şehirde değil belediye başkanı olmak, oranın hemşehrisi sayılmak için dahi birkaç on yılın geçmesi gerekir, Belediye başkanı olmak için ise gözünü dünyaya orada açmalı. Ben Üsküdar Belediye Başkanı Trabzonlu Mehmet Çakar’a 100 yıllık bir Üsküdarlı aileden geldiğimi dahi anlatamamışımdır. Bir yerde uzun süre yaşayarak yaşlı çınarlar gibi toprağın altına kök salmayanlar, ilk meltem rüzgarında yerinden kopup sürüklenecek çalı demetleri ile aynı değerde tutulamazlar.  Â

İstanbul’da eskiden belediye başkanı seçilmez, belediyeye **Ankara’**dan atanan valiler bakardı. Onlara Vali ve Belediye reisi denirdi. Bunların sonuncusu Fahrettin Kerim Gökay’dır. İlk seçilen  de sanırım Hâşim İşcan’dıÂ

Cumhuriyet kurulduğundan beri Ankara İstanbul’a soğuk bakar. Türkiyenin bağrına hançer gibi dalıp nice ocakları söndüren nice vatan evlatlarını öksüz veya yetim bırakan korkunç İstiklal mahkemelerinden biri vaktiyle İstanbul’da da kurulmuş ama bu şehrin önde gelenlerine diş geçirememiştir. Şimdi de deprem aleti yerine lâle gönderiyorlar. Ortada bir siyasi hınç var.

Acaba bu yüzden mi uzun süre İstanbullu’lara “Belediye Başkanı” seçtirmediler…? Pek zorda kaldıklarında da “Başka yerde doğmuşlara” izin verdiler…Â İşte şimdi bu şehirde muhallebici dükkanı işleten Artvinli sevimli bir Belediye reisimiz var. Pardon. Depremde ölürsek mezarımıza lâle dikecek.

Dizi manyağı Fazilet

televizyon.jpg                                                Â

-Sen bana geçen gün neden “dizi manyağı” dedin ?

-Hep dizileri seyrediyorsun da ondan

-Sen kargaların TV seyredemediklerini, bilmiyor musun ?

-Biliyorum ama Fazilet sen TV’nin önünden ayrılmıyorsun, bir yolunu bulmuşsundur. Guuurk

-Buldum…Gak.

-Nasıl buldun ? gaganla mı seyrediyorsun ?

-Yok dişimle, buldum işte… öğreteyim mi sana ?

-Öğret.

-Kapa gözünü…

-Kapadım. Guuurk

-Vur kafanı cama…

-Vurdum, ne olacak ?

-Bekle biraz…

-Aaaa fazilet, gerçekten görmeye başladım, gaaak bu bir mucize guuuuk.

-Sen her TV seyredenin gözü açık seyrettiğini mi zannediyorsun ? ben bu yöntemi insanlardan öğrendim Hoca öğretti bana…

-Hoca mı öğretti ?

-Evet, o her akşam TV seyrederken uyuyor, sonra kalkıp gördüklerini anlatıyor  Gaak. ben gözü kapalı TV seyretmeyi ondan öğrendim…Gaaark

-Ben de yapabilir miyim Guuuk.

-Yaptın ya, işte…

İnanılmaz bir şey oldu, Fazilet’in bu dediklerinden sonra ben de denedim başardım. Ben Fazilete takılmak için “dizi manyağı” dedim neler çıktı, meğer ülkede herkes gözü kapalı TV seyrediyormuş. Hiç aklıma gelmezdi, ben de başladım dizileri seyretmeye, ancak daha çok yeni olduğum için pek anlayamıyorum. Gaaaak. Guuuuk. Gözü açılmış köre döndüm. Bakıyorum bakıyorum bi şi. anlamıyorum… Gaark. Guurk.Â

-Anlasan da işe yaramaz…

-Fazilet uğraşma benle, git başka dala kon… Gaaaak.

-Sana televizyonculuk öğreteceğim, TV’yi kapamasını biliyor musun ?

-Hayır…

-O zaman yandın… Açmasını ?

-Onu öğrettin ya salak karga...

-Kapamasını öğrenemezsen, açmasını öğrenme…Gaak.Guk.

-Neden ?

-Başına kalır, dertli olursun, uykuların kaçar, bir karga TV’yi kapamayı beceremezse, saçma sapan programları seyretmek zorunda kalır, gözü cama dalar gider, işte o zaman “dizi manyağı” olur, yiyecek aramaya gitmez acından ölür, TV üstüne gelir…Başına bela kesilir, Kurtaramaz kendini Gaaaak.

-Aman Fazilet, fazla uzatma, öğret bana TV’yi kapamasını…

-Başını dayayarak seyrediyorsun ya… kapamak için de ayağını uzat…

-Sonra ne olacak ?

-dinle beni, uzat ayağını…

-Evet…

-At bi tekme gitsin, gaaaak.

-Benle dalga geçme guuuruk. (kızma sesi)

-Ne dalga geçecem sana yol yordam öğretiyorum. Kargalık etme…

Fazilet bunları söylerken kanat vurudu uzaklaştı gitti… Gaaak. Kurk. Tısss.

Şeref Madalyası’nın fiyatı

anuh00005.jpg                                              Â

Osmanlı sultanları  içinde sarayından çıkarak bir başka ülkenin davetine giden ilk padişah bu  sülalenin 33. hükümdarı Sultan Abdülmecit’tir.

Abdülmecit ölümünden iki yıl önce, otuz altı yaşındayken Şubat 1856’da İngiliz büyükelçisi Lord Stratfort Canning’in Beyoğu’nda İngiliz Sarayında verdiği baloyu şereflendirerek bir ilki gerçekleştirmiştir. Abdülmecit, kendi muhafız alayını Galatasaray meydanında bırakıp elçiliğin kapısında mızraklı İngiliz tören suvarilerine teslim olmuş ve bu görülmemiş töreni izleyen İstanbullu’ların hayret bakışları altında maiyeti ile birlikte İngiltere büyükelçiliği binasına girmiştir.

Yazar Mustafa Armağan internet gazetesinde, mükemmel bir araştırmayla, devrinde yazılmış iç-dış kaynaklara dayanarak bu konuda şu bilgiyi veriyor :

İngiliz mızraklı atlıları Ab__dülmecid Hanı karşılamak üzere dış kapıya doğru seyirtiyorlar. Ortalarında Sultanın arabası olduğu halde geri döndüklerinde, Sultan eşiğe basınca, İngiliz donanmasının bataryalarına bağlı bir elektrik teli ile harekete geçen toplar kırk bir pare selam atışına başlıyor. öbür yanda saray bandosu “God Save The Queen” marşını çalıyor. Türkiye tarihinde ilk defa olarak bir Sultan bir Hıristiyan Elçisinin misafiri oluyor. Lady Stratford bir kostümlü balo vermektedir ve Sultan, huzuruyla bu baloyu şereflendirmektedir.”Â

Devir savaşlar, çatışmalar, uluslar arası muahedeler, verilen fakat tutulmayan sözler, yeni başlayan hürriyet ve özgürlük türküleri, öğrenci başkaldırmaları, değişen, başkalaşan, eski kalıplarını yırtan yeni ihtiyaçlara yönelen bir toplum düzeni. Karmakarışık bir görünüm. Osmanlı milletinin tüm fersûde değerleri  yıkılmış veya yıkılmakta, yeniler henüz ufukta görülmüyor.Â

 Baş döndürücü bir hız kazanan çağdaş uluslar arası yaşam, klasik Osmanlı topluluğunu, Saray ve çevresini, bürokrasi ve devlet düzenini eski köklü aileleri  ve konakları alabildiğine sarsmakta. Din, İbadet, cami, okul, medrese, eğitim baş aşağı gitmiş. Sokaklar şeytan dolu…  Borsalar, bankerler, tefeciler, halkı soyanlar, banka kuranlar, dolandırıcılar, siyasi, ekonomik sosyal her türlü casuslar, ajanlar, hainler, hilkat garibesi çeşit çeşit yaratıklar… Güven, saygı, itimat, inanç çökmüş. İnsanlar inandıklarına göre değil, yaşadıklarına göre inanıyorlar. Bir başlangıç ki serpintileri ülkemizde hâlâ sürüyor.Â

Bu ortamda yüce bir hükümdarın İngiliz balosuna gitmesi fazla yadırganmıyor. Sonuçta  O hükümdarın yüceliği değil, cüceliği konuşuluyor. Olay  aydın çevrede uzun süre tartışılıyor… Devletin ve Hükümdarın hâlâ şeref taşıdığına inananlar, Padişahı kınıyorlar, inanmayanlar alkışlıyor ve “Devletin çıkarı uğruna yapmıştır, helâl olsun…”diyorlar. Haysiyetsiz insanlarla, haysiyetli insanlar ve  onursuz insanlarla, onurlu insanlar bu hadise üzerinde tepinip duruyorlar. İtiş-kakış Kırım Harbi sonrasının ateşli tartışmaları içinde unutuluyor**.** Başka konulara geçiliyor. Â

Osmanlı savaşlarda yıkılıyor, Yüz binlerce şehit bir o kadar gâzi ile birkaç nesil harp meydanlarında fedai can ediyor. Ulus ihanete uğruyor. Osmanlı’nın Müslüman uyrukları arasında düşmanla iş birliği yapan hain topluluklara  rastlanıyor.  Â

Aradan 150 yıl geçiyor. bu topraklarda yeni ve şerefli bir devlet doğuyor. Bu devletin Cumhurbaşkanı; son savaşta, o zaman Osmanlı coğrafyası içinde bulunan Mekke’yi müdaffa eden Fahreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Halife’sinin askerlerine karşı İngilizlerle bir olup silah çeken bir ulusun şimdiki kralını Ankara’da kaldığı otelde ziyaret ediyor. Ona Devlet Şeref Madalyası veriyor Aslında o Madalyayı kralın boynuna değil, 1,5 trilyonluk petrol servetine takıyor… Etrafa gülücükler dağıtarak… Böylece Ülkeyi kendilerine teslim ettiğimiz siyasilerin Devletin “Şeref Madalyası” na biçtikleri fiyat da ortaya çıkıyor.Â

 Otelde Devlet töreni yapılırken, Köşkten çıkarak otele giden Başkanın şerefine acaba 150 yıl önce Sultan Abdülmecid’in onuruna, limandaki  İngiliz gemilerinden atıldığı gibi, Ankara kalesinden  toplar atıldı mı ? Â

Devletin Şeref Madalyası yine yerinde duruyor ve şerefini koruyor. Ancak onu orada, o otelde tutan eller o Madalyaya yakışmıyor… Ankara’ya gidip kirlenen Madalyayı kezzapla yıkamalı.

Olur’la Olmaz Büyüdüler

ikizler_thumbnail.gif

Olur’la olmaz ikizdi. Onbir yaşındaydılar Bir gecede büyüdüler… Saçlarına ak düştü, bellerine kurak düştü. Nâzik bedenleri yamuldu, gözleri yumuldu. Dudakları buruldu, kafaları kuruldu. Bacakları çarpık, paçaları yırtık, giysileri pırtık. İşleri çetrefil, kimse olmaz onlara kefil. Yandaşları hep sefil,  saksıda kurumuş karanfil, Bunlar hasta, komşular yasta**.** Sırtları açık, her ikisi de doğuştan kaçık. Karınları aç, ruhları sevgiye muhtaç,

Neden böyle oldu ? Kimse bilmedi.Nasıl oldu ? Yine bilmediler.

Bunlar hilkat gâribesi miydi ? insan harâbesi miydi ? Bedensiz varlıklar mıydı ? yaradılmamış mahlûklar mıydı  Bunların hepsi doğruydu… Bunlar hem hilkat gâribesi, hem  insan harâbesi, hem bedensiz varlıklar, hem de yaradılmamış mahlûklardı…

Olur dedi ki :

-Bak kardeşim Olmaz, her şeye olmaz deme… olmaz olmaz…

Olmaz dedi ki:

-Sen nasıl istersen, can kardeşimsin, ikizimsin, olur

- Nasıl “olur��? dersin, senin adın Olmaz… Yalan söyleme.

-Sen yalan söyleme sana yalan olmaz…

-Bak yine olmaz dedin…

-O zaman olur. -Sana olur, bana olmaz.

-Ne olmaz ? -Olmayacak şey olmaz.

-Olacak şey de olmaz…

-Ne olur, ne olmaz. -Hem olur, hem olmaz.

**-**Nedir ? -Operasyon.

-Yani  ?

-Olunca olur, olmazsa olmaz

Olurla Olmaz bir kahveye girdiler. Olur dedi ki –Çay getir, Olmaz dedi ki – Kahve getir, Olur dedi ki olmaz, Olmaz dedi ki olur. Tam kavga çıkacakken çay kahve geldi. Çay Olur’a, kahve Olmaz’a veya kahve Olmaz’a çay Olur’a…neyse. Fışşşşt yazamadın, boşver.

Olur dedi ki bir gün Olmaz’a: -Neden Irak’a girmek “olmaz��? diyorsun ? -Sen neden “olur��? diyorsun ? -Ben “Olurum��? da ondan… -Ben de “Olmazım��? da ondan… siyasi konuları eşeleme, -Sen de beni deşeleme ?

Olur dedi ki bir gün Olmaz’a: –Neden evlenmiyorsun ? –Olmaz ? –Neden olmaz ? –Öncelikle benim adım “Olmaz “ sonralıkla evlilik şundan olmaz: kadın erkek iki insan hiçbir zaman çarktan çıkma, birbirine uymaz, ancak birinin yarısı öbürünün yarısına belki uyar, biri bir yarısını, öbürü ikinci yarısını terk edecek, sonra geriye kalan iki yarı birbirine denk düşüp birleşecek, bütün olacak…O bütünden de bir çocuk doğacak… –O zaman olur mu ? –Olur… –Yine sapıttın, adın Olmaz “olur��? diyorsun.  –Sen “olmaz��? mı diyorsun ? –Hayır, “olur��? diyorum. –Ne olur ? –Evlilik olur, –Nasıl olur ? –Öncelikle benim adım “Olur��? sonralıkla evlilik şundan olur: aile kurulacak, çocuk doğacak nesil üreyecek, sen yaşlanacaksın, gece gündüz kaşınacaksın, evden eve taşınacaksın,  yüzüne bakan çıkmayacak, çocuklar kaçacak, karı uçacak, belki de kaçmazlar, belki de karı uçmaz… Bir “Belki��? ye bir hayat  kurulur mu ? "belki" de kurulur. Salak “Olmaz��? seni ben, yaşlandığında görecem… O zaman “olmaz��? larına pişman olacaksın. Keşke ben “Olmaz��? olacağıma, olmaz olsaydım, diyeceksin.

Olur, bırak bu ayakları da beni evlendir, sana inandım. Haydi düğün edelim…

–Olmaz…

–Yeter sıkıldım, kes artık şunu…

–Olmaz…

–Olur, hasta etme beni,

–Ne yapayım, adam yazıp duruyor…

–Elini tut, klavyesini dağıt, kafasını kır…

Olur.

Kazan gürültüyle patladı

kazan.jpg                                           Â

-Ne oldu ne surat asıyorsun ?-Canım sıkılıyor**, gaaak.**

-Sıkı can iyidir, çıkmaz… -Fazilet bu gün üstüme gelme fenayım…

-Niye… ne oldu ? -Hiç… gaaak.

-Pis karga söylesene, ne oldu ?

-Az daha yere çakılacaktım

-Neden ?

-Kaloriferci ocağı yakmış kahveye gitmiş, koca kazan gürültüyle patladı gaaaak.

-Ne diyorsun… sen orada mıydın ?

-Evet, yandaki çöplükleri karıştırıyordum.

-Oh olsun ! pisboğazlığının sonunda bir gün başına bir şeyler geleceği belliydi…

-Ne yapalım ? aç mı oturalım ? Ne bilirim ben kalorifer kazanının patlayacağını

-Eeee sonra ne oldu ? Gak.

-Ne olacak kazan duvarı delip dışarı çıktı, arabaların üzerine devrildi, iki arabayı haşat etti gaaak guuuk.

-Nerede oldu bu ?

-Hocanın evinin yanında…

-Hoca duymamış mı ?

-Minderin üzerinde uyuyormuş, duymamış. Etfai seslerini duyunca uyanmış, pencereden bakmış arka sokakta bağırışmalar duymuş…

-Çıkıp bakmamış mı ?

-Bu günlerde ayakları ağarıyor, rahat yürüyemiyor… çıkmamış Gaaaak. Beklemiş ki birileri gelsin,  sorsun öğrensin kimse gelmemiş, komşular pencerelerden konuşurken duymuş.Gaaak guk. Herkes birbirine soruyormuş, bomba mı patladı terörist mi var ? - Hayır ! demişler, kazan…guuuuk.

-Kazancının kahveye gittiğini kim görmüş…? -Kimse görmemiş, Hoca tahmin ediyor, Sapanca’da kalorifer kazancıları hep öyle yaparmış, kazanı yakar kahveye giderlermiş, dereceye bakmaz kahvede kağıt oynarlarmış. Kasabada buharlı kazanlar da patlar dururmuş**, her kış** birkaç tane…hatta Hoca o adamı ikaz etmiş –Bu kazan bir gün patlar demiş,  adam dinlememiş…Gaaak. Gurk Tısss.

-Sahi mi  ? Hoca böyle olacağını biliyordu demek ?

-Bilmek zor değil, Sapancalı’lar riske girmekten korkmaz, her zaman “birşey olmaz” derler. Gark gurk. “Bir şey olmaz” dedikleri  ölümle sonuçlanan büyük felaketlerdir, “riskin” de tehlike olduğunu bilmez, aldırmazlar, sonra olan olur. Gaaaak. Hoca bunu biliyor. Sapanca’ya geleli sekiz  sene oldu öğrendi. Gaaaak. Guk. Â

-Sana ne bundan… -Fazilet beni hasta etme, kazan az daha üstüme çıkacaktı diyorum… Guuuurk. (Kızma sesi) -Keşke çıksaydı. -Sevinir miydin ? -Bayram ederdim… -Uç git şuradan, bir daha yanıma gelme… konuşma benimle dizi manyağı, ukala karga gaaaak.

İslam size yaramaz

islam.jpg

                                   Â

Avrupa Parlementosu’ndan bir Alman Milletvekili “İslam’ın Avrupa’da yeri yoktur. İslam Avrupa’nın tüm değerlerine aykırıdır…” dedi.

Elhamdülillah… Çok mutlu oldum. Böylece bu ağzı kalabalık adam**, Avrupa** uygarlığı ile İslam medeniyeti arasındaki farkı ortaya koydu… “İslam  bize uymaz”  Dedi. Çok doğru söyledi. “Uyar” deseydi üzülür, kahırlanırdım. Â

Bu fark büyüktür, hem de çok büyüktür… Bence Avrupa ve onun  gerisinde Pasifik okyanusun kıyılarına kadar uzanan Batı medeniyeti, onbeş asırlık İslam medeniyetinin yanında “Nefsi emmare” mertebesindedir.  İslam ve Müslümanlar, son yaşanan kanlı olaylar yüzünden, yedi derecelik “tasavvufi tekamül” mertebelerinde, zorunlu biçimde kendilerine “çeki düzen” verme gereğini duymuş ve Allahüâlem “Levvame” ye ulaşmış olabilirler. Batılılar ise henüz “Nefsi emmare” nin başlarında yer tutmuşlardır**.** Yani doğal itişimler ve yontulmamış reaksiyonlarla  yaşayan ilkel nefisler. Doğdukları gibi kalmışlar.

Avrupa Milletvekilinin “Avrupa”nın değerleri” dediği nedir ? Filistin- İsrail savaşı mı  ? Amerika- Afganistan- Irak savaşı mı ? bunlar felaketin tablosunda ilk bakışta göze çarpan değerler. Amerikan iç savaşından beri Batı’nın iki yüz yıldır çalıp söylediği “insan hakları” türküsü bu yerlerde nereye gitti ? Neden hiç ses duyulmuyor ?  Dünyanın süper gücü ve Batı medeniyetinin şu sırada en önde gelen ülkesi Amerika,  terörist kovalama adına Dünyanın bütün Müslüman ülkelerine savaş ilan etmiştir. Yakında İran’a saldıracak. “Durmayın orada yakarım…” diyor.

Afgan savaşının en kritik günlerinde, o ülkede dereler boyu kan akarken, İngilizler  Kabil’ de aç kalmış ihtiyar kör aslan Marjan’a Londra’da para toplayıp et gönderdiler. Marjan’ın yiyecek hakkı kadar o ülke insanlarının  beslenme hakları yoktu. Bu muydu Batı’nın değeri… ? Â

Savaşın Amerikan savunma bakanı Donald Rumsfeld, bakan olmadan önce bir ilaç firmasında müdürdü, o firma AİDS’e karşı bir ilaç üretiyordu. Sudan’da “Eşşifa” isimli bir firmanın da benzer ilaç ürettiği anlaşılınca Rumsfeld, eski firmasındaki arkadaşlarına hoşluk olsun diye harb içinde bir gece Irak’ı bombalamaya giden B-52 uçaklarını gizlice Sudan’a çevirerek “Eşşşifa” laboratuarlarını imha ettirdi. Bu muydu Batı medeniyeti.

Fransız gazeteleri şu anda “Nuhun gemisi” şirketi ile uğraşıyor. Bu şirket Afrika’nın Çat ülkesinden 130 çocuğu çalarak Avrupa’da sapıklara satmaya niyetlenirken yakalandı…

Batı medeniyeti birkaç yüzyıldır Afrikayı soyarken Belçika’yı tetikçi olarak kullanmıştı. Hiçbir varlık sebebi olmayan bu ülke şimdi dağılmak üzeredir. Açlıktan ölmüş milyonlarca Afrikalı çocuğun kan parasını da boynuna asarak gidiyor.

Bin dokuzyüz’lerin başında Uzakdoğu’da Fransız sömürgesi olan Yeni Kaledonya’da yerli bir kahve üreticisi Kanak köylüsü, kendi ürettiği kahveyi  içerse cezası idamdı. Onu asan cellat 15 frank ücret alıyor bir de mahkumdan kalan kahve fincanını yalıyordu. Zira mahkumun son arzusu bir fincan kahve içmek olabilirdi ama bitirmeye hakkı yoktu. Bir yudum alacak fincanı yerine koyacaktı. Fincanda kalan son kahve telvesi celladın hakkıydı. Bu muydu Batı medeniyeti ? Batı’nın yüksek insanî değerleri ? O vahşî yıllarda Paris’te Şanzelize kahvelerinde süslü boyalı kokanalar rahat kahve içsinler diye acaba kaç Kanak köylüsü hayatını kaybetti ? Hatıraları önünde saygı ile eğilirim. Â

Holandalılar Endonezya’yı ele geçirdiklerinde, insan eti yiyen yerli Aborijen halklara  yamyamlığı yasak ettiler. Bir süre sonra Japonlarla savaşa tutuşunca yasağı kaldırdılar.  “Japon yemek serbesttir…” dediler. Bu muydu Avrupa medeniyeti

İngilizler ilk makinelı tüfeği kullandıkları 1895 Omdurman savaşında ilk gün altmış bin yerli öldürdüler. O sırada Orduda teğmen ve aynı zamanda gazeteci olan, sonraki yılların büyük devlet adamı  Churchill, Londra’ya şu telgrafı çekti: “Medeniyetin silahları önünde 60 bin vahşî yok oldu…”

Erken Sömürge döneminin İngilizleri için dünyada iki cins halk vardı: “Medeniler ve vahşiler…” Yaşaması gereken “Batılılar” ve ölmesi gereken “vahşiler” Başta Hindistan olmak üzere tüm sömürgelerde ateşli silah kullanmayı ilk onlar başlattılar, Fikir Fransızlardan çıkmıştı, İngilizler üzerine atladılar.

İşte buydu **Avrupa medeniyeti…**Â

Sen boş versene sayın milletvekili, İslam’a karşı oluşunuzun sebebi bellidir. “Avrupa’da İslam’ın yeri yok”  doğrultusundaki söyleminizin kökeni sabittir**. İslam** her türlü eşkiyalığın sonudur. Size yaramaz. İslam bir gün ufkunuza yayılırsa size ve ortaklarınıza yer kalmaz.

Avrupa’da  İslam’a yer yok diyorsunuz.Destur... İslam’da Avrupa’ya yer var mı ?   Â

Atatürkü Sevmek fazilettir

ataa.jpg                                            Â

Mustafa Kemal Atatürk’ün bu fânî âleme veda ettiği gün doğanlar, bu yıl 68 yaşına girdiler. Bu nesil, bir ömür boyu Atatürk’ü andı… O’nunla yaşadı, O’nun hatırasına saygı gösterdi. O’nun kurduğu bir Devlet düzeni içinde yaşamaktan mutlu oldu. Eskiyi unuttu. Gözünü ileriye çevirdi. Onurlu ve haysiyetli bir yaşam biçimi tutturdu. O’na benzemeye çalıştı..

Atatürkgiller’den şair Behçet Kemal Çağlar, bir toplantıda karşısında yer alan gençlere bakarak “Mustafa Kemaller” yirmi yaşında demişti. Şimdi onlar da ikinci otuzun sonundalar.

Benim küçüklük ve gençlik yıllarımda bazı kişiler Atatürk’ün savaşta değil ama barışta yaptıklarını küçümseyip onun aleyhine konuşuyorlardı. Bunlardan ilki  Cevat Rıfat Atılhan’dır. Mustafa Kemal karşıtı olarak ilk sözü ondan duymuş ve hemen tepki göstermiştim:

-İnkilaplarımız ne olacak ? Cevap bir soruydu:

-Hangi İnkilaplar ?

İkinci kişi ondan da ileriydi. O da İstiklal savaşını küçümsüyor, Yunanlılarla yapılan Anadolu muharebesine luzum olmadığı inancını taşıyordu.

Ondan sonraki yıllarda Atatürk aleyhine çok söz işittim ben… Yolum hasbelkader sağ basına düşmüştü. Çalıştığım gazetelerden birinin genel yayın müdürü Atatürk’ün adını anmamaya özen gösterir, mecbur kaldığında da başı ile Ankara istikametini gösterek “İşte oradaki… “ derdi. Bir de söverdi ki, onu yazmaya bu kalem el vermez…

Şimdi rahmetli oldu ya, severdim kendisini. Gazetesinin başlığı karaydı. Tüm gazeteler kırmızı çıkar, o israrla bütün yıl, kara başlık koyardı, zira o yıllarda kırmızı renkle yazılan gazete isimleri, Gazî’nin vefat ettiği 10 kasım’da bir günlüğüne “kara” matem rengine dönerdi. Bu gelenek Basın’da uzun yıllar sürmüştü,  şimdi terkedilmiştir. Eğer o müdür, gazetesinin başlığını kırmızı atsaydı, 10 kasımda “karaya” dönmek zorunda kalacak, bunu da içine sindiremeyecekti, bu yüzden gazetesi bütün yıl kara başlıkla çıkardı.

Mustafa Kemal bir savaş kahramanıdır. Barışı bilmem ama savaşın sahibidir. Bir ulusun kaderini silahla değiştiren adamdır. Yunanlıların lideri Venizelos, Ege denizinin  ortasındaki “Skiros:Akrep” adasına pergelin bir ayağını koyarak harita üzerinde bir dair çizip, **Eskişehir’**e kadar uzanan bir Kuzey Anadolu kara parçasını “Megalo İdea: Büyük İdeal” adıyla  “Yunanistanındır” diye ilan ettiğinde, buna karşı çıkan ilk Türk ve Ordu kumandanıdır.

Atatürk 12 eylül 1683 günü Viyana önlerindeki Kalenberg: Almandağı  savaşında yenilerek geri çekilmeye başlayan Türk ulusunun 250 yıl, 7 ay, 13 gün süren bozgun ve geri dönüşünü  Sakarya nehrinin kıyısında durduran adamdır. Sonra düşmanı sürerek Ege’den denize atan adamdır. Â

Burası Yunanistandır” diyerek tüm “İyonya sahilini” kendi coğrafyasına katmaya heveslenen şımartılmış bir ulusun, siyasal ve geopolitik emellerini,  tarih sahnesinden silen adamdır.

Ve Atatürk Türk Tarihinde Cengiz Han, Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet gibi ulusuna yaşama alanı ve güvenilir sınır açmaya çalışan cıhangir bir hükümdardır. Bin yıllık Türk halk hareketinin şeklini değiştiren, onun gücünü hükümdarların elinden alarak kandisine iade eden adamdır.

Türkler Atatürk’ü sevmek zorundadır. Tarihçi Cevdet Paşa Osmanlı zamanı “Padişahı, vatanı ve ana babayı sevmek fazilettir” demişti. Şimdi Saray ve Padişah yok… Şimdi **Atatürk’**ü, sonradan onun yerinde oturanları ve şu kurulu düzeni, vatanı ve ana babayı  sevmek fazilettir. Yani Erdem.

Ustadan kaçan çırak

cirak.gif

Nerede bir yoksul Görürsen bil ki,. Ustasından kaçmıştır o...

Mevlânâ

Aklım Olsaydı Çıldırırdım

akil.jpg

Aklım olsaydı Çıldırırdım.

Mevlânâ