Yusufçuğun muhabbeti, Ãekirgeye yakışmıyor… Hayret ! “ orantısız güç”e Yusufçuk hiç alışmıyor.
Dünyada “orantısız güç” icat eden nâr’e yandı, “Orantılı sevgi” ise El yevm ü mahşere kaldıÂ
**Men aref’**in hoş aksi var Gönlümün başka nesi var Telden yaydan her dökülen Namede ruhun sesi var
Çal sazını kalenderce Derinden gelen her hece Bir sırrın hem habercisi Hem hızla örteni bence
Aşktan doğdu bunca varlık Aşk gelince olmaz darlık Bana kulak vermelisin Diyeceğim bu kadarlık
İlgili aramalar: müzik - yaylı tanbur taksim - [yaylı tanbur](http://search.izlesene.com/?vse=yaylı tanbur&ref=embedv2link "yaylı tanbur") - [yaylı](http://search.izlesene.com/?vse=yaylı &ref=embedv2link "yaylı ") - [yaylı saz](http://search.izlesene.com/?vse=yaylı saz&ref=embedv2link "yaylı saz") - tanbur - [yaylı tambur](http://search.izlesene.com/?vse=yaylı tambur&ref=embedv2link "yaylı tambur") - tambur
Bilmem ki **Yusufçuk Kalender’**in nesine aşık, Doğrusu bu ya, **Yusufçuk Kalender’**den daha şık.
Nazik, dengeli, ince ruhlu görgülü Yusufçuk, Kalender ise ağır, tembel görgüsüz ve uçuk.
İnceciktir Yusufçuk telden tülden kanatları, Sanki göklerde uçuyor cennetin atlıları.
Kalın kafalı, uzun bacaklı, huysuz Kalender, Bunu bir estetik uzmanı görse acep ne der.
Yusufçuğun kanadı kuyruğuna her zaman denk, Onda var larvadan çıkışta esrarlı bir ahenk.
Kalender yılda bir kere olsun zıplasa yeter, Onda o ağırlık varken hali beter mi beter.
Yusufçuk sevmiş Kalender’i belki de bu yüzden, Bilmez ki sevgi oku gelir, hem tersten hem yüzden.
Yusufçuk ah ! Kalender’e baktıkça sararıyor, Kalender ise duygusuz, durmadan kabarıyor.
Bir gün Yusufçuk Kalender’den usanır, bıkarsa Aşkın ümitsizce akan musluğunu tıkarsa.
İşte o gün dostlar ! kopacak kızılca kıyamet, Ey Yusufçuk bize acı, sen bu yolda devam et.
Bir sözle birçok şey söyleyene şair dediler, Şiir kapanına düşenler kafayı yediler.
Yolcu yolunda gerek, yayasından atlısından, Karnın doyursa gerek tuzlusundan tatlısından.
                                       Â
-Sen istediğin kadar “olmaz” de, ben “olur” derim… -Sen istediğin kadar “olur” de, ben “olmaz” derim. -Ne olur ne olmaz, sen yine de “olur de…” -Ne olur ne olmaz sen yine de “olmaz” de… -Dostum Olur, kafamı karıştırma -Sen de beni alıştırma…
Olur’la Olmaz yine kapıştılar. Åükürler olsun ki neş’eleri yerindeydi, hava da güzeldi, kış ortasında olmalarına rağmen ortalık günlük güneşlikti. Bu yüzden yaşadıkları gün pek de kötü bir gün sayılmazdı. En azından ümitliydiler. Olur ile en yakın dostu, arkadaşı, sırdaşı, meslekdaşı, kankası, yumurta ikizi Olmaz bu gün kararlıydılar. Söyleyeceklerini söyleyecekler ama çatışmayacaklardı. Neyse… her ne kadar yapılarına ve varlık nedenlerine aykırı olsa da birbirleri ile cedelleşmeyeceklerdi. Ãünkü hava güzeldi… Dedim ya güneşliydi. Ve herşey çok iyiydi.
O zaman ne oluyor ? Olur olurluğundan Olmaz da olmazlığından vaz mı geçiyor ? Ne bileyim ben, bir şeyler oluyor işte… Ne olduğunu bir anlasam… “Olur” derken acaba “olmaz” da onun içinde mi ? veya “olmaz” derken “olur” da onun kimyasında mı ? Neden olmasın ? veya neden olsun ? Her şey birbirinin içinde değil mi ? Mevlânâ hazretleri “Bir buğday tanesinde binlerce harman var…diyor. Yalan mı söylüyor ? Sabırla beklemeli…
Bana kalırsa “olur” un olurluğunda ve “olmaz”ın olmazlığında bir şeyler var. Müşterek bir taraf olmalı. Bir hareket, bir oluş, bir olgu, bir olay… ne dersiniz ? Söz yine **Mevlânâ’**nın “hareketler bereketlerin anahtarıdır…” diyor. Ortada bir “Hareket” olduğuna göre “bereket” de var demektir. O halde “Olur”u da “Olmaz”ı da canlandırıp  yaşatmalı, yaşatmaklı ki dünyamıza hareket gelsin, bundan bereket çıksın, bereket’ten mal ve zenginlik olsun; zenginlik paylaşılsın, insanlar neş’elensin, serpilip gelişsinler, adamlığa yaklaşsınlar, birşeylere benzesinler…
-Hayır (!) banzemesinler… -Evet benzesinler, benzemek zorundalar, yoksa bu böyle gitmez… -Gider… -Gitmez. -Hem gider hem gitmez... -Olmaz, yine başlama… -Sen de beni haşlama…
“Olmaz” ın olmazlığından dem vurduk ya… bu kızın neden her şeye olmaz dediğini kimse bilmiyor. Aslında hak vermemek elde değil… Acaba o “olur” dan daha mı akıllı?… Agresif ve psikopat olduğundan hiç şüphe yok… Olur’un olurluğundaki olgunluk bunda yok… Ham, yetişmemiş... hin, şeytan, iki yüzlü, yalaka... Tembel **Olur'**dan daha atılgan. Girdiği yeri karıştırıyor, fırtınalar estiriyor, bazen de ortalığı kan gölüne çeviriyor… Ey çirkin “Olmaz” sen neden varsın ki bilemiyorum doğrusu… Keşke hiç dünyaya gelmeseydin de her yer “olur” larla dolsaydı.
Yine de varlığın insanlığa nimet, zaman zaman can sıksan da sensiz olmuyor… ne senle oluyor ne sensiz… Var git, tut elini “Olur” un yaşayın beraberce, kardeşçe… Anlaşın, sevişin.Â
Yusufçuk ince narin çelimsiz, Kalender kaba saba sevimsiz.
Yusufçuk uçar gezer sularda Kalender gün boyu uykularda.
Sert rüzgarlar Yusufçuğu taşır, Çekirge hep kafasını kaşır,
Yusufçuk her zaman herkesle dost Kalenderde yok serecek bir post.
Yusufçuk çalışkandır didinir Kalender ona bakıp gerinir.
Bir gün Kalender, dedi Yusufçuk Senin rengin bu gün pek uçuk
Yeşile bürünürdün her zaman, Ne oldu ? ağzın açık kocaman.
Kalender dedi benle uğraşma, Kendi yolundan git, sakın şaşma.
Sen sen ol da, ben de ben kalayım Bırak bu işten ibret alayım.
Sana ne Dedilerse onu yap, Durma sakın kendine bir yer kap.
Bahrine aşkın dalmaya geldim, Şemine Yarin yanmaya geldim.
Men araf dersin okumak için Mürşidi kâmil bağıne geldim.
zühdü takvamı hiçe saymışem, Hamr-i vahdeti içmeye geldim.
Aklı fikrimi Hakk'a vermişem, Mecnunem ... Leyla'ya geldim.
İlmi ledûni noktada gördüm, Ehli hal için feryada geldim.
Mutlu'nun yaşı sekseni aştı, Hiçlige talip olmaya geldim.
Mutlu Dede (Yaklaşık Vef. 1969)
**Nezih Uzel'**den not: Mutlu Dede olarak bildiğimiz Fatih'te oturan Adıyaman'lı Havlucu Mustafa Mutlu Efendi'yi 60'lı yılların sonunda tanımıştım. Çevresinde bir grup aşık ihvanla gezerdi. Dede göçtü, ihvan dağıldı. En yakını Cevat Türkelman Yalova'ya yerleşmişti. 99 depreminden sonra ondan da haber alamadım,bir bilen varsa lütfen bilgi versin.
İlgili aramalar: müzik - zikir kâdirî - tophane - kâdiri - [dergâh ı](http://search.izlesene.com/?vse=dergâh ı&ref=embedv2link "dergâh ı")
-Yine nerelere kayboldun ? -Korktum kaçtım, Gaaak.Guuk -Neden korktun ?, -Herşeyden, gaaak guk ? -Sen korkmazsın, bir şeylere sıkılmışsındır, Gaak. -Fazilet üstüme varma, sen de biliyorsun olanları… -Senin kadar bilmem; sen arsız-yüzsüz, ruhsuz-uğursuz, sapsız-çapsız, künyesiz-terbiyesiz, ahlaksız-mendebur, huysuz- çulsuz, densiz-donsuz, şırfıntı-şirret, kaba lânet bir kargasın. Her yere dalar çıkar haber toplarsın, gagan çöplükten çıkmaz, başın beladan kurtulmaz, gaaaak, takır. -Ne yaptım şimdi ben sana ? -Hiçbir şey yapmadın , yaparsın diye önlem alıyorum.Gaaak. Söyle ne oldu ?  Hiç…Hoca yeniden hastaneye yattı…Bu defa Deniz kuvvetlerine. -Onu biliyorum, Gölcük Donanma hastahanesi değil mi ? -Evet…Gaak, guuk. Nereden bildin ? -Söylediler… Åimdi iyi mi ? -Değil…sıkılıyor. Gaaak. -Neden ? -Yemeklerden… Adam diyabet, rejim yemeği vermiyorlar, dışardan getirtse içeri almıyorlar Amerikan icadı bir takım gereksiz ilaçları yazıp -bunları Emekli Sandığı ödemiyor, sen parayla dışardan al, diyorlar…gaak guuk, takır, tısss. -Neden yattı Hoca o hastaneye ? -Oksijen tedavisi için… -O da ne ? -Gel gidelim de bak…Gaaak. -Bırakırlar mı ? -Nöbetçi subayından izin alırız. Subayla kanka olursan bırakırlar. Guuuk.Tısss.Faziletle Rezalet Marmara denizinin doğusunda Donanma şehri şirin Gölcük’te bulunan Deniz Kuvvetleri Hastahanesine doğru kanat açtılar. Bir süre uçtuktan sonra çam ağaçları ile kaplı bir bahçenin üzerine geldiler, aşağı doğru pike yaparak bir dala kondular. Aradıkları yerin tam karşısına gelmişlerdi. İçeriyi görebilmek için pencerelere yaklaştılar. Fazilet Rezalete takıldı: -Fazla sokulma seni terörist diye vururlar…
Rezalet ses çıkarmadı, Kargalar camdan içeriyi seyretmeye koyuldular: İki katlı bir yapının ikinci katında benzin tankeri kadar bir tüpün içinde, iki kişi karşılıklı oturmuştu. Bu tüpe “basınç odası” deniyordu. İçerdekilerin yüzlerinde oksijen maskeleri vardı. Bir kişi de girişteki ayrı bir bölmede oturuyordu. İki bölme arasında yuvarlak bir kapak göze çarpıyordu. Bu kapak açıktı. Ana tüpün içinde rahatsızlık geçiren olursa bu kapaktan girişteki bölmeye alır buranın basıncını düşürür, giriş kapağını açar ve hastayı dışarıya çıkarırlarmış.. Bu düzen denizde vurgun yiyen dalgıçlar için kurulmuştu. Kırcal damarları çalışmayan hastalar ve özellikle şeker hastaları da bundan yararlanıyordu. Bu şekilde yapılan tedavinin adı “hiperbarik oksijen tedavisi” ydi. Bu sırada hastalar sanal bir denizaltının içinde ve onbeş metre suyun altındaymış gibi basınç altına alınıyor Günde peşpeşe iki yarım saat uygulanan tedavi, en az onbeş gün sürüyordu. Bir çeşit termal kaplıca kürü gibi bir şeydi bu …
TC Deniz kuvvetleri Gölcük Hastahanesi “basınç odası“nda yüzlerinde oksijen maskeleri takılı olarak o gün orada karşılıklı oturan iki kişiden biri Hoca'ydı. Åekerden dolayı tıkanan ve “ampüte” olan, yanı kesilip atılan ayak parmakları sorunu devam etmesin ve yeni olaylar çıkmasın diye  “preventif: önleyici” tedavi görüyordu. Allahın insanlara bahşettiği ilimden nasibine düşene intizar ediyor, teslimiyetten sapmadan sebeplerin zuhurunu bekliyordu.   Rezaletle Fazilet hiç kımıldamadan ve sessizce onu uzun uzun seyrettiler. Hoca her zamanki gibi neş’eliydi. Åakalar yapıyor, her şeyden gülecek bir şeyler çıkarıyordu. Basınç odasının ikinci müşterisi, uzun yol şöförü Raif bey' le   sohbete dalıyor, tedavi sırasında ön bölmede bekleyen Ãmer Astsubay’a ilginç hikayeler anlatıyor, Astsubay ara sıra “yok yaaaaa…” diyerek Hoca’dan hayretini gizlemiyordu… Astsubay Ãmer Denizaltıcıydı. Hoca denizaltıları çocukluğunda Mudanya’ya gelerek halkın ve özellikle çocukların ziyaretine açıldığı günlerden beri tanır, pek severdi. Küçükken hep denizaltıcı olmak istermiş. Hoca, Astsubay Ãmer’e, yaşadığımız devirden yaklaşık elli yıl önce **Ãanakkale’**de **Nârâ Burnu’**nda “Nabolant” isimli İsveç tankeri ile çarpışıp batan “Dumlupınar” isimli denizaltı’dan bahsetti ve o zaman haftalarca gazetelerden düşmeyen o facıadan söz açtı. Ãmer bu olayı ilk defa duymuştu. “Yok yaaaa.” Dedi durdu.
Â
 Â
Åehit Denizaltı Dumlupınar       Åehit kumandan
-Rezalet dedi Fazilet, bu ne kadar sürer ? -İki hafta dediler, bu gün dördüncü gün daha on bir gün var…. Gaaak… -Dayanır mı Hoca ? -Dayanmayıp da ne yapacak ? can belası… -O bir yolunu bulur eğlenir, sen takma kafanı… Gaak. -Geçen gün basıncın yükseldiği bir sırada etraftan garip sesler duyulup koca alet sarsılınca Hoca dedi ki: -Galiba mayına çarptık, Astsubay Ãmer atıldı: -Hayır dibe oturduk. -O halde düşmana bir torpil sallayalım….dedi Hoca… Gaaaak
Ahmet Cevdet Paşa
Eski zamanın büyük tarihçi, hukuk ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa diyor ki: “ Eskiden **Devlet-i Âliyye’**nin geliri giderine denkti, ancak maliye’den defterleri getirdiler baktılar ki, Devletin gideri gelirini çok aşmış. Bunun adına yabancı memleketlerde [kriz] diyorlar, bak belâya ki [kriz] lafzının **lisan-ı Türkî’**de karşılığı yok o zaman akıllı kişiler aralarında anlaşıp krize karşılık olarak [buhran]ı buldular"
Osmanlı hiç mi iktisat yaşamadı ? Hiç mi vergi toplamadı ? Hiç mi devlet adına harcama yapmadı ? Nasıl oluyor da tarihler boyunca “bütçe krizi��? nin adı konmuyor ? Bu sözcüğün tedavüle girmesi için on dokuzuncu yüzyılı beklemek mi gerekli olmuştur ?
Tabii ki öyle olmuştur ? Bildiğimiz, inandığımız, gördüğümüz kadarı ile bir zamanlar bu topraklarda dürüst ve namuslu insanlar yaşıyordu. Bunlar “Beytullah��? dedikleri devlet malına el atmaz “ibâdullah��? bildikleri Tanrı kullarının paralarına el sürmezlerdi. Ne gelirde ne giderde zerrece haram bulunmaz, herkes Allah korkusu taşırdı. Yüz yıldan bu yana Allah korkusu kalkınca işler karıştı.
Fert harama bulaştı. Yüzlerde haram belirtileri koyulaştı. Devlet yağması hızlandı, kamunun hakları akıllara gelmez oldu. İşler zamanımıza ulaştığımızda o belirtiler koyu karanlık maskelere dönüştüler. İnsan ruhlarında kara delikler oluştu. Kara paranın kararttığı kara yüzler, nurlu dünyamızı berbat ettiler. Hava ve su’dan sonra suratlar da kirlendi.
İslam faizi yasaklayıp “para ile para kazanmanın��? önünü keserken, dünya nimetlerine sahip olmanın tek yolu olarak “üretim, icat ve ibda��? kapısını göstermişti. Şimdi İslam’ı düşman belleyen ve Berlüskoni’nin değimi ile “Komünizmi nasıl yıktıysa İslam’ı da öyle yıkmaya hazırlanan Batı dünyası, İslam’ın tam tersine, üretim karşılığı gütmeden para dolapları kurarak zifiri karanlığı, sonunda cadı kazanına çevirdi. Efendiler !... 1400 yıl önce faizi yasaklayan İslam haklıydı.
Para ile para kazanılmaz… Para parayı kazanmaz. Paranın kendisi bizatihi bir mal değildir, belki mala ve hizmete aracı olur…o bir kâğıt parçası… Mal karşılığı olmayan para para değildir. Eskiden altın karşılığıydı, şimdi o da yok… Kapitalizm, gelecekte çoğalacak insan sayısını göz önünde tutarak dünyanın işlenmemiş zenginliklerini harekete geçirmek uğruna, mevcut parayı çevirerek çoğaltmayı düşünmüştür. Bunda tarihsel bir yanılgıya düşmüştür. Büyük hatâ işlemiştir. Mal yerine dipsiz hayaller üretmiştir. Aslı olmayan ümitler dağıtmıştır. Rüzgar ekmiş, işte şimdi görüldüğü gibi fırtına biçmiştir. Ola ki pirincin taşını ayıklar.
Avrupa kapitalizmi’nin **Mısır’**dan sonra Osmanlı ülkesini kıskacına aldığı yıllarda yetişen ve yandaşlarınca Keynes veya Milton Friedman gibi dünyanın sayılı iktisatçılarından olduğu ileri sürülen ünlü **maliyeci Cavit bey’**e göre “Bir sermaye toplumun çıkarlarına yarayacaksa, onun yasal olup olmadığına bakılmaz…��? Bu görüş yüz yıldan beri dünyanın her yerinde geçerli olup özellikle geri kalmış ulusların başında “demokles kılıcı��? gibi sallanmaktadır.
Banker Soros Maliyeci Cavit
Bir sermayenin “halkın çıkarlarına yarayacağına��? kim karar verecek ? “Afrika’da yarısı **Müslüman Nijerya'**nın tüm petrol gelirini, bir gecede çalarak, İsviçre bankalarındaki hesaplarına yatıran Nijeryalı yöneticilerin rüşvet ve ilham kaynağı Macar Yahudisi banker Soros mu ? Zâlim “Of Şor��?un mucidi **İtalya'**nın belâlısı tüccar-başbakan Berlüskoni mi ? Bu son nokta geçmiş iktisatçıların insanoğluna ihanete kadar varacak hain tedbirlerinin başında yer alıyor.
Ve bütün bu girişimler, yaşlı dünyada, örtülü uyanıkların“ halkın çıkarları��? diyerek gezegeni eşkıya gibi soyan ve kene gibi sömüren bir “asalaklar��? ordusu oluşturmalarına yarıyor. Kene’ler, sülükler bile yeterince kan içip doyarken bunlar hiç doymuyorlar. Yeryüzüne saldıkları fahişe kültürü özellikle her gün bizim basınımızda titizlikle korunuyor.
Bu kriz ekonomik değil sosyaldir. “**bak belâya ki Türkçe’**de adı yok…��? Onu da bir gün birisi koyar inşallah. .