Güzellik Onların töresidir

n_semazen.jpg İnsanın yüceliği geçmişe dayanır. Hatır gönül bilenler yüksek bir ruh ve erdem taşıyan insanlardır. Bir işe giriyorsanız o işin içinde harcanmış emeklere, geçmiş yıllara, saygı göstermelisiniz , sizden önce o kapılardan geçmiş kimseleri nazarı itibara almazsanız sonra o kapılar yüzünüze çarpılır. Ağır bir konudur, şöyle bir etrafınıza bakmanız gerekir....

Mevlevî büyüklerinden rahmetli Şefik Can Hoca odaya bir çocuk girse ayağa kalkardı. Siz yarım yüzyıldan fazla hayatını bu işlere vakfetmiş adamlara aldırış ettiğiniz yok... Tekkelerimiz birer ikişer tamir oluyor ama içine koyacak “Mevlevî” nerede ? Bir gün çıkacaktır bekliyoruz.

Mevlevîlik yedi yüz yıl yaşadı. Tanrı aşkına dayalı bu eğitim sistemi bir insan modeli çizdi.O model yeryüzüne salınalı birkaç yüz yıl geçti. Şimdi yerinde duruyor, üstü örtülü... Nasibi olan örtüyü aralar bakar. Mevlevîler güzel insanlardı. Güzellik onların töresiydi. Temiz ahlak, dürüst tavır, kuşkusuz yaşam şiarlarıydı. Mevlevîler bu sonuca ulaşabilmek için uzun zaman çaba harcadılar. Aralarında “yolda tökezleyenler” oldu. Onlara diğerleri “yolsuz” dedi. Yer vermedi, pabucunu çevirdi, postekisini dürdü. Mevlevî saymadı. Bu ölçü bugün için de geçerlidir.

Mevlevîler “gönül kalsın yol kalmasın” demişler, yoldan çıkanı uyarmışlar, darılırsa  aldırmamışlar. Yolun değerlerini, kişiden üstün tutmuşlar, “ya uyarsın ya, seni bizden saymayız” diyerek işin içinden çıkmışlar. Tekkelerde ceza yoktur sadece insanın adı “yolsuz”a çıkar bu da topluluğun dışına itilmektir. **Mevlânâ Celaleddin Rumî’**nin hayat felsefesi ve yaşam şekilleri çevresinde odaklaşan Mevlevilik Pir’in kökeni itibarıyle Horasan geleneğine dayanır. Horasan geleneğinde “Hacegan efendilerimizin” tavrı vardır. Bu da doğruca Cenabı Peygambere’e varır.

Mevleviliğin strateji yönünden Ahilikten kaynaklandığı kesindir. Eski çağların sistematiğe bağlanmış bu en değerli yaşam formülüne göre yeryüzünde son doymadıkça bir ahi doyamaz, yeryüzünde son çıplak giyinmedikçe bir ahi giyinemez. Ahi, Yunus Emre’nin değimiyle “yaradılmışı sever, yaradandan ötürü...” Ahi zenginin malında fakirin hakkı vardır diyen muhteşem Kur’an hükmüne sımsıkı sarılmıştır. O herşeyi insanlar ve topluluk için ister. Kendisine yeterinden fazlasını ayırmaz. O fenafillah makamına gönül bağlamıştır. Hiçliğe taliptir. Varlık konusu değildir.  “Sen çık aradan kalsın seni yaradan...” Çağlar ötesinden bize miras kalan bu favkalade iman neş’esi günümüzde de canlılığını koruyor. Aramızda tarife uygun genç veya yaşlı kimseler vardır.

Bu günün Mevlevi’si dünün Mevlevi’ sinden farklı olamaz... Bu bir akımdır ki sürer gider. Devran yüz bin şekle girer, ruh onların hepsine sahip çıkar.... Şekiller doğar, şekiller yaşar, şekiller ölür, “Tanrı aşkı” cümlesini aşar gider. “k gelince cümle eksikler biter” denmiştir. Bir aşktır Mevlevilik, güzellik aşkıdır, yaradılış aşkıdır, yaşam neş’esidir, erdemli insanın kendisi ile barışıklığıdır. Kimse ile dalaşmamaktır. Herkesi, her varlığı sevmektir. Kutlu olsun dünya, Mevlevî gibi, Ahi gibi, adam gibi yaşayanlara... (Arşiv'den)

Aranızdaki Mevlânâ kim ?

mevlana.jpg

Aranızdaki Mevlânâ kim...? Mevlânâ’ya “sen kimsin ? ” demişler... “Ben ol da bil...” demiş.

Mevlânâ’yı bilmenin başka yolu yok... Adam “Mevlânâ gibi olmalı...”

İstanbul’da bir kongre kuruluyor... Uluslararası iddialı. Bana da davetiye göndermişler... Acaba kim gönderdi ? Benim adımı kim verdi ? O adama göre acaba ben Mevlânâ mı oldum ? “Mevlânâ olduğumu” sanmıyorum.

Listeye göz attım. Hiç “Mevlânâ” göremedim... Uzaktan yakından ilgili de göremedim. Ayrıca o listede Thierry Zarcone ve Kabir Helmiski de var... Her ikisi de bizim defterde kara harflerle yazıyor...

Thierry  Fransız ilimler akademisi görevlisi olarak yıllar önce **Türkiye’**ye geldi. Amacı “bizim nasıl Mevlevî olduğumuzu” kendi tayfasına anlatmaktı... Bir çeşit kültürel casus Birkaç yıl aramızda oturdu, toplantılarımıza katıldı, sofralarımızı şenlendirdi. Sonra gitti, raporunu yazdı Thierry bizim için o raporda “Bunlar hakiki Mevlevî değil” diye yazmış bana raporu gösterdiler, adamın Mevlevî’lere bir tek “soytarı” demediği kalmış. Ülkede “Mevleviyiz” diyenlerin aralarında elbette bu değime yakışmayacak adamlar var, ancak onları ayırmıyor, topluluğu külliyen karalıyor.

Öbürü ondan da berbat... Bir Amerikan Yahudisi... İstanbul’dan toplama bir “Sema Grubu”nu birkaç defa Birleşik Devletlere götürdü, gösteri sırasında kendi de posta oturdu. Yetkiyi de rahmetli Çelebi Efendi’den almış... Bir protokol hâtâsı oldu. Çelebi o yetkiyi veremezdi, çünkü kendisinde yetki yoktu. Cumhuriyet Hükümeti makamını ilga etmişti... Manevi yetkisi var sayılır, o da tartışmalı. Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbâkı Efendi’nin küçük oğlu Resûhi Baykara “yıllar önce yetkisi yok, kimseye hilafet veremez...” demişti.

Kongre’de toplanıp “kellim kellim layemfa” piyesi oynayacak olanların içinden kim bilir kaç çeşit Mevlânâ tablosu çıkacak... O resimlerin hepsini toplasanız **Mevlânâ’**nın bir kılına ulaşamayacağına eminim...

Kongre’nınin son günü Hazret yedi yüz yıldır içinde  bulunduğu kabri şerifinden doğrulup salona gelse, acaba kaç kişi onu tanır ? kıyafetine bakarak belki “Bu zatı bir yerlerden tanıyoruz ama çıkaramadık...” derler.

Scorses’in filminde papaz’ın **Hazreti İsa’**yı tanımayışı gibi...

Mevlanâ Mevlâna olalı böyle Kongre görmemiştir. Thierry Zarcone ve Helminski’den sonra acaba daha ne kadar gaflet erbabı orada yerini alacak “**Mevlânâ”**yı anlatırken yanlışlıkla kendilerini anlatacaklar. Kendi tercihlerini millete aktarmaya çaba harcayacaklar. Ben kimsenin Mevlânâ’sını tanımıyorum. Tanımak da istemiyorum. Benimki bana yetiyor...Pirim, efendim, sebebi mevcudiyetim varlığım... yol verenim. (Arşiv'den)

Yusufçuk Cansız kaldı

yusufcuk.jpg

**Kalender'**in nesi var Yusufçuğun  sesi var Kalenderin kellesi Yusufçuğun neş’esi

Kalender sırf kabahat Huyu yüzünden berbat Yusufçuk bilmez rahat Aşık yanıktır, heyhat

Aşkı sen aşıktan sor Kalbine düşmüş bir kor Neye aşık bilmiyor Gözü de hiç görmüyor

Hey Yusufçuk, sen nesin ? Neyin nesi nicesin ? Dilin aşk hecelesin Sen de pek acelesin

Aşkı sen tek mi sandın Bir, bir daha aldandın Kendi kendine kandın Belki candan usandın

Bir canı vardı elde Şimdi o Kalender’de Aşkı canını aldı Yusufçuk cansız kaldı

Ölüm kalım savaşı

1952dulles.jpg John Foster Dalles

Muhalifleri bir köşeye sıkıştırıp yok etme doktrini dünya politik sahnesinde bir zamanların Amerikan Dış İşleri Bakanı John Foster Dalles tarafından icat edilmiştir. Bu zekice politika ilk defa 1950-1053 Kore savaşında denenmiş, kısmen başarılı olmuş, daha sonra Vietnam savaşında tekrarlanmış, başarı kazanamamıştır.

Bir ülkede sana yaramaz adamlar ortaya çıktığında önce bekleyeceksin, bunların  sayıları çoğalacak, niyetleri ve amaçları açıkça belli olacak, o amaç karar ve eyleme dönüşecek, o zaman onları yavaş yavaş bir yerlere toplayacaksın, bu işlemlerin zamanı ve dereceleri var… En sonunda senden yana olanlarla, olmayanların tam ayırımına sıra gelecek ve o zaman karşı tarafın yok edilmesi gerektiğini bu tarafa bildireceksin. Bütün bunları gizlice yapacaksın, gizliliği korumak için de durmaksızın demokrasi, insan hakları ve hukuktan bahsedeceksin, herkes seni dürüst sanacak. Kıyasıya alkışlanacaksın.

Gerekçelerini de aralıksız hazırlayarak senden yana olan tarafa iyice belleteceksin. Karşı tarafın insanlığa tehlike olduğunu anlatacak ve neden yok edilmeleri gerektiğini her gün herkese duyuracaksın… bütün bunları yaparken zamanı iyi kollayacak ve kazanı devamlı kaynatmanın çaresini bulacaksın. Sonunda iş kıvama gelecek, kazan taşacak, o zaman da ipin ucunu kaçırmadan bir hamlede son raundu oynayacaksın. Artık dünya senindir. Önünde hiçbir engel kalmamıştır. Soygun ve mel’anet için tüm kapılar sana ardına kadar açıktır.

Amerika 1950-1953 Kore savaşında dünya kamu oyunu kendi tarafına toplayarak bu programı başarı ile yürütmüştü. Amacı; sistem ve yaşam biçimi olarak seçtiği vahşî kapitalizme karşı çıkarak yeryüzüne doğmuş olan en büyük düşmanı komünizmi, kendi ülkesine sıçramadan önce denizin öbür tarafında durdurmaktı. Bunun için gerdiği kalkanın bir ucu **Kuzeydoğu Asya’**da, Kore’de, diğer ucu **Güney Asya’**da, Vietnam’daydı.  Kore’yi önce ikiye ayırdı: Kuzey Kore, Güney Kore… Sonra Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırdığını ileri sürdü ve tüm dünyayı arkasına alarak Kore’nin kuzey'ine yüklendi.

Bu savaştan sonra sıra Vietnam’a geldi. Orada da aynı şeyi yaptı. VietnamKuzey Vietnam ve Güney Vietnam olarak ikiye ayırdı. kendi yandaşlarından oluşan Güney’e asker ve malzeme yolladı ama oraya dünya kamu oyunu toplayamadı, zira iş anlaşılmış, Dulles doktrininin foyası ortaya çıkmıştı.

Kore’ de başarı kazanan “parçala yönet” siyaseti Vietnam’da yürümemişti. Vietnam savaşı uzayıp Amerikan kamu oyu yönetime baş kaldırınca, **Amerika  Vietnam’**ı elinden kaçırdı. Neden ? Kore’de kimse yoktu, **Vietnam’**da ise  Ho Şi Minh isimli, namuslu bir adam vardı. Onun komunist olduğunu ve dolayısıyle namussuz olduğunu,  kimseye anlatamamıştı Amerika, zira artık ikna gücü yoktu.

Dünyada Amerika merkezli siyasetin ana hatları hudur. Ancak bu siyaset Dulles tarafından da bulunmuş değildir. Bunu **Romalı'**lar icat etti, adına “divida impera” dediler. Yani “parçala hükmet…” **Romalı'**lar vaktiyle dünyaya yayılan en büyük imparatorlukların ilki olan siyasi düzenlerini tek bu ilke üzerinde inşa etmişlerdi. İnsanları bölerek ülke yönettiler. Ancak her canlı gibi onun da sonu geldi. Şimdi mafya İtalya toplumunun içini kurt gibi kemirerek, vaktiyle **Roma’**nın yaktığı canların intikamını alıyor…

Dulles’in çırakları şimdi İsrail’de faaliyet gösteriyorlar. İsrail topraklarına el koyduğu **Filistinli'**leri önce ikiye ayırdı. El Fetih ve Hamas adını alan bu iki fraksiyon birbirine kanlı bıçaklı oldu. El Fetih, **Batı Şeria'**da tüm namussuzluğu ve yılışıklığı ile işgalcı **İsrail’**den yana çıktı. Hamas Gazze'de direndi, başına da belayı aldı. İsrail gününü bekledi bombayı bastı. Şimdi işin sonunu getirecek, Hamas’ı ortadan kaldıracak, Gazze çemberini yok edecektir. Bu İsrail’in ölüm kalım savaşıdır. Ben Gurion’un ülkesi son raundu oynuyor.

Yine de doğrusunu Rabbim biliyor. Bizden bu kadar.

42345.jpg Not: Kore Savaşında canlarını feda eden  aziz şehitlerimizin hatıraları önünde saygı ile eğilirim. Onlar bir ideal uğruna öldüler.                                        Nezih Uzel

Kim, neden haklı ?

b.jpg

İsrail **Gazze’**yi  bombalamasın, **Türkler Kürt'**leri bombalasın… Türk siyaset ve Devlet kuruluşlarının Ortadoğu konusundaki genel politik tutumlarının ruhu, özeti, delili, medlûlü bu olsa gerek… İsrail haksız… Türkiye haklı… Kim ? neden haklı ? nasıl haklı ? belli değil.

Bu hale son zamanların siyaset pratiğinde “çifte standart” diyorlar… Siyasetin genellikle inanç, doktrin ve felsefe tabanından mahrum kaldığı dönemlerde görülüyor… İçi ve kafası boşalmış kişi ve kurumlarca, sonu belirsiz bir zaman içinde sürdürülüyor.

Yönetim ve icraat, insanî boyut ve yüksek insanî değerler yerine günlük politikalara alışınca işte böylesine ruh yoksunu gariplikler ortaya çıkıyor… Bunun sonucunda kangren olmuş sorunlara hiçbir köklü çare bulunmuyor ve kanlı olaylar uzayıp gidiyor…gittiği yere kadar.

gerome.jpg  leon_gerome.jpg Resim: Leon Gerome

Bir gün insanların neden birbirini öldürdükleri anlaşılmaz oluyor… Sağırlar ve körler diyaloğu, zamanla vahşî hayvanların birbirini kıyasıya parçaladığı  balta girmemiş orman görüntüsü kazanıyor, ortalık Roma İmparatoru Ermeni **Vespasyan’**ın, esirleri insan etiyle beslenen arslanlara yedirdiği Roma şehrinin arenalarına dönüyor…

İnanır mısınız ? ben on sekizinci yüzyıl savaşlarını özler oldum. O zaman ordular karşı karşıya gelir, strateji belirler, tabya oluşturur,  siper kazar, adam gibi erkekçe, mertçe döğüşürlerdi. Davasında haklı olan kazanır “ölen ölür kalan sağlar bizim” olurdu… Çocuk öldürmek, hastane yıkmak, ambülans yakmak,  yaralı bombalamak o zaman yoktu. Sadece İspanyol iç savaşında görülmüş o da sınırlı kalmıştı. Eski savaşların silah ambargoları, esir andlaşmaları, savaş hukuğu, düzenli orduları ve sağlam disiplini vardı. Ne güzel savaşlarmış onlar… Şu yaşanan zamanda böylesine namussuz savaşların tanığı olmak biz 2ı. Yüzyıl insanlarının kaderi olsa gerek…

smoke-rises.jpg  Gerçek şudur ki devrimizin savaşları cadılar bayramına dönmüştür. Gerilla savaşı ile çete savaşı, eşkiya savaşı ile köy koruyuculuğu, terör mücadelesi ile bağımsızlık mücadeleleri, kişisel, grupsal ve ticarî şirketlerin aralarındaki çekişmeler, hatta politikacıların kişisel hırsları ve aile meseleleri dahi   birbirine karışmış, şeref ve gurur kalmamış zafer kavramı yerini kirli bir üstünlük rekabetine bırakmıştır. Yüz yıl önce makinalı tüfeği icat eden Batı, bu konuda başı çekerek insanoğlunu kütleler halinde öldürmenin, inanılmaz, akıl almaz yöntemlerini arayıp bulmuştur.

Bir savaş endüstrisi doğmuş, savaş endüstri olmuş,  arzın üzerinde akan insan kanı her gün bir az daha değer kaybetmiş, uğrunda dökülen kanın fiyatı Petrol’le ters orantılı düşmüş. Petrol pahallılaştıkça insan kanı ucuzlamıştır.

Olayın içinde bir de muhtemelen organ mafyası var. Ben eminim ki, usta organ mafyacıları şimdi tezgahlarını **Gazze’**ye taşıdılar. Dikkat ederseniz dünyanın bir yerinde savaş biterken başka yerinde başlıyor. Yaklaşık Vietnam savaşının sonunda başlayan organ mafyasının tezgahları hiç boş kalmıyor… Önce Lübnan, sonra Bosna sonra Rwanda ,şimdi Filistin… Acaba bundan sonra nereye el atacak ve pazarı nerede kuracaklar ?

Ne oluyor… ? Neden oluyor ? Bu çatışma nedendir…? Bu boğuşmanın  sebebi ne ? Uzayın derinliklerinde, bizden daha medenî canlılar varsa, acaba oradan bakıp hakkımızda neler düşünmektedirler ?

vondergoltz.jpg  Goltz paşa

Yakın dönemde Türk askeri okullarının değerli Alman hocası von der Goltz paşa harbiyedeki dersleri sırasında “savaş nimettir…” dermiş**.** Savaşın insanoğlu’nun yeteneklerini harekete geçirdiğinden ve dünyaya ivme kazandırdığından söz edermiş. Gelsin de şimdi görsün savaşın ne biçim “nimet” olduğunu von der Golt paşa hazretleri. Evet ! savaş bir nimet, ama organ mafyası için…

Savaşın adı ne ?

19049_10_jul_2007_020755.jpg

Türkiye’nin siyasi iktidarı Gazze’lilerin Türkleri çok sevdiğini zannediyor. Bu yüzden **Gazzeli'**lerle konuşmak için Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin rıcasını kırmıyor. **Davudoğlu’**nu Şam’a Babacan’ı Newyork’a gönderiyor. Milli Güvenlik kurulunun yaşlı paşalarından çıkan kararı Gazzeli’lere Amerikalı’lara Suriyeli’ler ulaştırmak için kolları sıvıyor.

Bu iktidar ve bu Milli Güvenlik Kururlu öylesine kendinden emin ki, adeta bir düdük çalarak **Hamas’**la el **Fetih'**i barıştırıp  füzelerinin önünü kesmeye çaba harcıyor... Sanki bunlar bu fevkalade önemli  bölge çatışmasını mahalle çocuklarının taş kavgası sandılar gibi…

Ortadaoğu’da yeni bir haçlı seferiyle tarihin en vahşi kapışmalarından biri yaşanırken bu olayın adını koyamayan bir iktidar ülkemizde re’s-i iktidardadır. Tek kelime yabancı dil bilmeyen, ömrü hayatında dünya olaylarını izleme gereği ve olanağı bulmamış bir başbakan, en az onun kadar yeryüzünden habersiz bir dış ilişleri bakanı ve boyu görevine uymayan  bir başbakanlık danışmanı Araplar’la İsrailli’leri barıştırma yolunda kulağı yanmış kuzu gibi bir oraya bir buraya koşuşturuyorlar. Aralarına tek bir işten anlayan dış işleri yetkilisi veya diplomatik uzman almadan…

Ara rejimlerden birinin asker kökenli bir başbakanı eski yılların  İran- Irak savaşında, devrin darbeci devlet reisinin emri ile Bağdad’a giderek her iki ülkeyi barıştırmak için liderlerinden randevu istemiş, alamamış ve yasaklı dönemde bu olay basına yansımamıştı.

Babacan Amerika’ya gidecek Davudoğlu Şam ufuklarında görünecek, Tayyib bey seksen yaşındaki SuudÎ krallı ile görüşecek ve bu kanlı savaş şıp diye sona erecek... Bu iktidarın içinde buna inananlar var…

3293.jpg Ajanslar Davudoğlu’nun **Şam'**a gidişini Suriye ve Fransız devlet başkanlarının konuşmasına iştirak etmek üzerek diye verdiler…bu ne demektir ? İki Devlet başkanı görüşürken bir başka devletin başbakanlık danışmanının orada ne işi var…? Gelen resimlere dikkat ediyorum, hiç birinde bizim değerli Davudoğlu’nun çizgisi bile yok… Bu nasıl bir protokol bilinmezidir ki aklım ermedi…Bir zaman bir Türkiye dış işleri bakanı **Amerika'**da devrin savunma bakanının evine sabah kahvaltısına gitmek istemiş o da randevu alamamıştı.

**Türkiye'**de şu anda içinde bulunduğumuz tehlikeyi  enine boyuna fark edecek, soğukkanlılıkla hazmedecek, dünyaya ve yurttaşlarına anlatacak  ve gereğini yerine getirecek tek bir devlet adamı  görülmüyor. Bunun adı “Kahtı ricaldir.” Eskilerin pek anlamlı olan bu politik değimine günümüzde “büyük adam eksikliği” denebilir. Eski adamlar “kaht-i ricalin” bir ülkeye verebileceği zararı yabancı ordular veremez demişler ve buna "devlet boşluğu" adını vermişlerdi.

Bu savaşın adı ne ? İsrail’e göre “uluslararası terör” savaşı… **Filistinli'**lere göre “bağımsızlık" savaşı… Bizim açıklanmayan devlet görüşümüz de sanırım İsrail’in tutumuna  yakındır. Bu yüzden ne Filistin Halk oyunda ne da Arap ülkelerinde  zorlukla varlığını sürdüren ve sesi soluğu çıkmayan demokrat çevrelerde ne yazık ki, Ankara politikalarının  hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Var zannedenlerin hayalleri yakında ortaya çıkar…

Türkiye başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a bir gün “bu kadar gazeteci karşına gelip resim çektiğinde sana gurur gelmiyor mu ? ” diye sormuştum. “Allahıma sığınıyorum, gelmiyor…” demişti. Tayyip bey anlaşılan şimdi de “Allahına sığınarak” savaşı sona erdirmeye çalışıyor…

Haydi hayırlısı.

Füzeleri kim atıyor ?

shylock.jpg Venedik Taciri

İsrail’e düşen füzeleri Hamas’ın attığına emin misiniz ? istediği insanı çoluk çocuğu ile evinin yatak odasında vuran, tekerlekli iskemleye çakılı bir ihtiyarı, nokta atışıyla yok eden İsrail, neden Tel Aviv’den kumandalı bir füzeyi, balistik hesaplarla ters yönden uçurup, kendi topraklarına düşürmesin. Sonra da “Hamas attı…” demesin ? Zor mudur bu ? Yüzlerce defa denendi. Havada uçuşan füzelerin, roketlerin  nereden geldiğini kim biliyor ?

İsrail’in ne çeşit bir devlet, ve onun yöneticilerinin nasıl insanlar olduğunu bu günlerde merak ediyorsanız, William  Shakespeare’nin “Venedik taciri” oyununu, ya seyredin yahut metnini bulup okuyun.  Enternette var…

Pasifik savaşında Japonya’yı bombalayan uçakların nerden geldiğini gazeteciler başkan **Roosevelt’**e sormuşlardı. O da şaka olsun diye “Shangerr Lee” den diye cevap verdi. Shan****gerr Lee Japon mitolojisinde  “cennet” demekmiş. Sonradan anlaşıldı. Ve Amerikalılar savaş sırasında  denize indirdikleri bir uçak gemisine “Shangerr Lee” adını verdiler. Bu gemi savaştan yıllar sonra İstanbul’a geldiğinde biz Türk gazetecileri bu hikayeyi öğrenmiştik.

Klasik sömürgecilik çağının başlangıcında Amiral Nelson’un İspanyol donanmasını yok edişinden sonra dünyaya yayılan İngiliz savaş kalyonları, hiçbir yerde karşıdan ateş gelmedikçe toplarını ateşlememişlerdi. Sultan III. Selim’in “devri saadetinde” bir sabah  Marmara’ya giren İngiliz gemileri de bu yüzden, sahilden ateş yemedikleri için  harekete geçmemişler, günlerce beklemişler ve şerefleri zarar görmesin diyerek, Hayırsız Ada’ya asker ihraç edip sonradan Çanakkale boğazından çıkıp gitmişlerdi.

180px-mombasabeach.jpg Mombassa limanı

Bundan yaklaşık bir yüz yıl sonra Afrika’da Kenya’nın Mombassa limanına bir İngiliz gambotu geldi. **Osmanlı'**lar kadar siyasi deneyimi olmayan  yerliler, niyeti anlaşılan Gambota sahilden ateş ettiler. Bunun üzerine harekete geçen iki top,  Mombassa limanı’nın altını üstüne getirdi. Kenya'lıların ödü koptu. Ve Kenya uzun bir zaman için, bu gün dahi  "üzerinde güneş batmayan" Büyük Britanya İmparatorluğu' nun değerli toprağı oldu. Gambot’a sahilden kimlerin ateş ettiği ise hiçbir zaman öğrenilemedi… İngilizler dünyayı ele geçirmek için, belki de asırlık geleneklerini yeni bir teknikle kullanılır hale getirmişlerdi.

Çağımızda yaşlı sömürgecilik, eski hızından zerrece ödün vermeden fevkalade gizli yeni yöntemler geliştirmiştir. Genellikle başkasına hayat hakkı tanımayan ve her türlü değişik yaşam biçimini kendi yaşam tarzına amansız düşman bilen Batı, en az iki yüz yıldan beri diğer yaşam biçimlerini dünya sathından ebediyen silmeye and içmiştir. Çünkü diğer yaşam biçimleri onun gerekçesini bozuyor. Onları silemezse kendine güveni sarsılacak, inancı gerileyecek, hukuku, iktisadı ve tüm sistemi zarar görecektir. Sonunda köhne varlığı tehlikeye düşecek, yıkılıp gidecektir.

Bu bir ölüm kalım savaşıdır. Batı yaşamak için karşıtını yok etmeye muhtaç ve inançlıdır. Arzın doğal zenginliklerini çalıştırmak adına ayrıca dünyayı soymanın gerekçesi olarak kullanılan bu inanç, elyevm ülkeleri yıkıp yeryüzünü cadı kazanına çeviren ve çevirmeye devam eden inançtır.  Bunları bir zaman, bir başka bela olan Stalin  komünistleri durduruyorlardı, şimdi önlerinde hiçbir güç kalmamıştır. Sadece gereksiz yere **İslam’**dan korkuyorlar.

gaza_.jpg  Hareketin başını Birleşik Amerika çekiyor. Tetikçisi İsrail’dir. Amerikan seçmeninden onun liderlerine, devlet örgütünü ayakta tutan  bürokratlarına, insan cesedinden para kazanan silah tüccarlarına  ve **Calusewitz'**in çırakları olan çoban yüzlü generallerine kadar tüm sisteme  göre savaş kaçınılmazdır ve Batı’nın yasal savunmasıdır.

Dünya milletleri için tek kurtuluş ümmidi var. Bilirsiniz kurtlar kendi aralarında kavgaya tutuşmadıkça kuzular kurtulamaz  O da ne zaman belli değil. O mes'ut zamanı Rabbim biliyor. Vakit gelince görürüz.

Devletin Basireti bağlandı

atalarak4.jpg

Anayasa’yı seçilmiş Meclis ve Hükümetler yerine seçilmemiş Anayasa Mahkemesi ve  Danıştay, Ulusal güvenliğimizi  seçilmiş Meclis ve Hükümet yerine seçilmemiş Milli Güvenlik kurulu ve askeri yargı üstlenmeye devam ettikçe; bu işin sonu gelmeyecektir. Tarihimizde yer alan son Türk Devleti zor durumdadır.

Seçilmiş iktidarlar görev yapamadıkça; siyaset sağırlar ve körler diyaloğu şeklinde sürüp gittikçe; Devletin kurumları arasında görülen tüyler ürpertici muhalefet, münaferet ve münazaa devam ettikçe; Tarihimizde yer alan son Türk devleti zor durumdadır.

Her siyasi kriz ve güç dalgalanmasından sonra siyasetin yetkisiz fakat hırslı aktörleri tarafından kurulan Ana****yasa dönemi ve ona bağlı hukuksal düzenlemeler kamu vicdanında yankılanmadıkça; yankılanmak şöyle dursun, bunlar, isimleri dahi anılamayacak derecede yersiz ve köksüz oldukça; Yapılan anayasalar toplumda anayasa hukukunun derin köklerine dayanmayıp halkın başına çöreklenmiş bir sınıfın çıkarlarına yarayan köksüz metinler olarak kaldıkça; bir içtimai mukavele, yani halkın devletle sözleşmesi olan anayasalar, tek taraflı yazıldıkça;   Tarihimizde  kurulan son Türk Devleti zorlanacaktır.

Çağdaş insanlık döneminin bilim ve teknolojide her gün yeni ufuklar açtığı bir çağda, Türk Ulusu henüz son kurduğu Devletin sistem ve rejim konularına takılmaya devam ettikçe; Tarihimizde yer alan son Türk Devleti zarar edecektir.

Bu devlete sahip çıkmaya çaba harcayan ancak, kurumsal ve konumsal yapıları gereği, toplumda gelişme ve atılım yapma görevi üstlenmiş olan hükümetleri bilerek veya bilmeden engellemeye devam eden askerler ve bürokratlar bu çarpık işe yatkınlık gösterdiği sürece; Tarihte son görülen Türk Devleti sarsılacaktır.

Milli vicdanda yerini bulmamış yapay kurumlarla bu Ulusun ve bu Halkın hukukunun korunması sağlanmaya çalışıldıkça; bu konuda sürdürülen, Hamas lideri **İsmail Haniye'**nin değimi ile “siyasi maskaralığın” sonu gelmedikçe; Tarihte kurulan son Türk Devleti zarar görecektir.

Milli vicdan isterdi ki Anayasa Mahkemesi, seçilmiş meclislerden çıkan bir yasayı “iptal”  etmek yerine yasama organına dönerek "düzenlenme" tavsiyesinde bulunsun.  Yine Milli vicdan isterdi ki Milli Güvenlik Kurulu Hamas’ın boğazına çöken İsrail’e gülünç biçimde “ yapma etme ” diyeceğine Hükümetimize dönerek “İsrail ile diplomatik ilişkiklerini kes, savunma sanayi ile ilgili anlaşmalarını iptal et…” diyebilsin. Hayır ! diyemedi...Demedi.

Neye yarar ki 27 mayıs adını taşıyan bir “genç subay” ayaklanmasından sonra kurulan Anayasa döneminin getirdiği bu iki kurum, aradan geçen kırk yıla rağmen halen rüştünü ispat etmiş değildir. Anayasa Mahkemesi arkasında gizli kapaklı finans çemberleri saklayan bürokrat kesimin hükümetlere sallanan tehdid parmağı, Milli Güvenlik Kurulu ise “Biz buradayız, bir yere gitmedik, haberiniz olsun” diyen yaşlı paşaların  kahve ocağıdır.

Devletimiz zor durumdadır. Kuruluşunun sekseninci yılında Cumhuriyet, Osmanlıyı yıkan, dağıtan ve tarih sahnesinden silen meş'um kurumsal parçalanmanın eşiğindedir. Tarihte Türklerin kurduğu ve sayıları yanlışlıkla on altı olarak bilinen Türk Devletlerinin hiç biri, yabancı orduların saldırısı ile yıkılmamış cümlesi  kendi içinden çökmüştür. 1912 Balkan Savaşı sürerken 700 bin askerimizi “tehlike yoktur” diye terhis eden bir Türk hükümetiydi. İnsanlardan akıl kalktığında eskiler  “basireti bağlandı…” demişler. Ya Devletin basireti bağlanırsa…

Rabbim muhafaza buyursun.

Tarih ve insanlık

zaharof1.jpg

Zaharof, Onasis, Soros, Buş Bunların hepsi zehirli kuş Rahmandan geç şeytanla buluş yeryüzünün mahvını konuş

Biri baştan satmış canını sonra döker insan kanını terketmiştir namus lafını Bir de döner ister affını

soros2.jpg

Paradır Soros'un mabudu Yoktur o belanın hududu Vicdan ve insanlık bu muydu Dürüstler buna gönül koydu

Baltayı gömmüştü pederi Bu geldi beterin beteri Döktü uluslar alın teri Yaz günleri oldu zemheri

bush_01.jpg

Yok Buş'tan öte katı azgın Dünya bu adama pek kızgın Kimse diyemez buna düzgün Tarih ve insanlık pek üzgün

Kin çarptı İnsanı

post-12136-1211467710.jpg

Cümleye mutlu ve hayırlı seneler Gelen yılda bitsin bu dertler, çileler Arda kalsın şu belalar gaileler Kapansın tez vakitte mel'un  çeneler

Geçtik koca bir yılı yalpalayarak Kan ve ateş çemberinden atlayarak Yandı, yıkıldı şehirlerimiz heyhat! Harabezara döndü evrende hayat

Kin ve ihtiras  çarptı insanoğlunu Artık bilmiyor ne sağ, ne de solunu Kaybetti nevi beşer bunda yolunu Kırdı şeytan, kulun elini kolunu

Ülkeler döndü yangın yerine Saldırgan sevindi gerine gerine Habaset yerleşti insanlık yerine Mahlukun vahşet girdi şimdi serine

Haklı sandı zalim körlükle kendini  Doğru bildi yıkmakla sağlam bendini Boynuna eliyle taktı kemendini  Bilmedi atinin hükmünü, fendini

Eskiler cıhana yıkıldı dediler Dünya bataklığa çakıldı dediler İnsanlık engele takıldı dediler Uygarlıktan bıktı sıkıldı dediler

OZAN Hakk'a sığın ki tevfik Hakk'tandır İnsanın aslı ve nesli çamurdandır Kuru davanın sonu hep hüsrandır Dualar ya  Rab' denecek, tek bir andır