Heybeliada'dan ses geldi:

In Honour of Nezih Uzel
by nicky on April 29th, 2009
Nezih Uzel

This short dedicatory text in honour of the lifelong work of Nezih Uzel sends me back in time to my first arrival from Greece to this city in 1984 and forces me into an assessment of my own work here spanning those turbulent waters between two centuries, the 20th and the 21st.
Three people have deeply influenced the musical expression and spirit of the group “Bosphorus” which I founded in 1985 and which made a resounding cultural opening to Greece where its influence is still being felt; these were my Ney teacher, Niyazi Sayin, İhsan Özgen who directed ‘Bosphorus’ for a time and Nezih Uzel.
In the winter of 1984 the ‘imposed’ Iran – Irak war was raging at its peak. Tales of unspeakable inhumanity were reaching the “civilised” world and Istanbul was overrun with young refugees escaping conscription and the flesh grinding war. I was looking for a place to rent ahead of my formal arrival here to study Turkish music. I was living in the meantime in the same squalid hotels in Laleli as those unfortunate young people, witnessing their uncertainties, their anguish, their sorrow.
In my search I was led to the home of Nezih Uzel who, I was told, would be able to guide my steps through the music world of Istanbul. His house became a haven of peace for me. It was always full of young people learning the Sema, the rhythms and chants of the Mevlevi Ayin. There was brotherhood, companionship and solidarity: the moment of silence came when together we shared Nezih’s famous Uzbek pilaf.  Then there was the music and the ghazels, which healed the soul, but above all there was prayer. True unfettered prayer. I could not help thinking at times how fortunate my country was for allowing monasteries to persist even though they reject this modern world. Will they survive?
My most unforgettable experience was a prayer Nezih uttered in Turkish for the cessation of this absurd war, the souls of the lost soldiers and the suffering of millions of displaced people. Then followed the Ney of Ömer Erdoğdular. I broke into tears and I realised that we were praying to the same God, for our God is a God of Love, Justice and Compassion. There were only the three of us there and I spoke no Turkish, yet, I understood every word of the prayer. Maybe this is what is called the language of the birds.
These are hard times for dervishes. This world is like a shattered mirror. It has devised a myriad of enticing illusions. It seems doomed to drown in its refuse. Forests are disappearing and venerable ancient trees are felled to produce newspapers. Some have devoted their lives to bring down some spiritual light into the darkness of this world, for only in the light of the “Spirit” will this world be redeemed. This is the meaning of the Mevlevi Sema, which has been the focal point of Nezih’s life. Someone once said: “ He who does not have a patrimony or a legacy to defend is not living, he is existing.”

Nikiforos Metaxas, Heybeliada, April 2009. (This text is to appear in a publication dedicated to the work of Nezih Üzel)

Nezih Uzel

Nezih Uzel’in bir ömür boyu süren çabasına adanmış bu kısa ithaf yazısı, beni zamanda bir yolculuğa çıkarıp 1984 yılına, Yunanistan’dan yollara düşüp bu şehre, İstanbul’a ayak bastığım günlere götürüyor ve bu şehirde, iki yüzyıl arasında, 20. ve 21. yüzyıllar arasında  çalkalanan sert sularda dalgalanan kendi arayışıma dair düşüncelere sevk ediyor. 1985’te kurduğum, Yunanistan’da etkisi hâlâ süren bir kültürel açılmayı yankılayan Bosphorus grubunun müzikal ifadesini ve ruhunu üç kişi derinden etkilemişti: Bunlar, ney hocam Niyazi Sayın, bir süre Bosphorus’un liderliğini yürüten İhsan Özgen ve Nezih Uzel’di.
1984 kışında, “dikte edilmiş” bir savaş olan İran – Irak savaşı şiddetle doruk noktasında ilerliyordu. Akla hayale gelmez insanlık dışı hikâyeler “medenî” dünyaya ulaşıyordu ve İstanbul sokaklarını zorunlu askerlikten, bedenleri yiyip yutan savaştan kaçan genç mülteciler kaplıyordu. Buraya Türk müziği üzerine çalışmak için gelmiştim ve kiralık bir yer bakınıyordum. O sıralarda, o talihsiz genç insanlarla yan yana, onların tereddütlerine, kederlerine, acılarına tanıklık ederek Laleli’nin viran otellerinde barınıyordum.
Araştırmalarım beni İstanbul’un müzik âlemine adım atmakta iyi bir kılavuz olabileceği söylenen Nezih Uzel’in evine götürdü. Uzel’in evi, benim için adeta huzurlu bir liman gibiydi. Burası Sema’yı, bu Mevlevi âyininin ahengini ve ilâhîlerini öğrenmek isteyen genç insanlarla dolup taşardı hep. Burada kardeşlik, dostluk ve dayanışma vardı: Nezih’in meşhur Özbek pilavını hep beraber paylaşırken havada bir sessizlik asılı dururdu. Sonra insanın ruhuna şifa veren müzik ve gazeller, ama hepsinin ötesinde burada dua vardı. Hakiki, yürekten gelen ve ketlenmemiş, zincirlere koşulmamış dua. Bazen, bu modern dünyayı reddediyor olsalar da manastırların varlığında ısrar ettiği için kendi ülkemin ne kadar şanslı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyordum. Onların ayakta kalabilmesi mümkün mü acaba?
En unutulmaz hatıram, Nezih’in bu saçma savaşın sona ermesi için, kayıp askerlerin ve acılar içinde yersiz yurtsuz bırakılan milyonların ruhu için Türkçe söylediği duaydı. Nezih’in duasını Ömer Erdoğdular’ın ney taksimi izledi. Onları dinlerken gözyaşlarına boğuldum ve bir anda farkına vardım ki, aslında hepimiz dualarımızı aynı Allah’a, Sevginin, Adaletin ve Merhametin Tanrısına ediyorduk. O an orada sadece üçümüz vardık, ben henüz hiç Türkçe konuşamıyordum, ama yine de o duanın her kelimesini anlayabiliyordum. Belki de kuş dili dedikleri böyle bir şeydir.
Bu zamanlar, dervişler için zor zamanlar. Dünya, paramparça edilmiş bir aynaya benziyor. Bu ayna, sonsuz sayıda baştan çıkarıcı illüzyonlar seriyor önümüze. Ve bu dünya, kendi çöplüğünde boğulmaya mahkûm gibi görünüyor. Ormanlar yok oluyor ve o mübarek asırlık ağaçlar gazete üretmek adına birer birer kesiliyor. Bu dünyanın kefaretinin ancak “Ruh”un ışığıyla mümkün olduğunu düşünerek, kendini bu dünyanın karanlığına bir parça maneviyat ışığı düşürmeye vakfetmiş insanlar da var.  Mevlevilerin Sema âyininin mânâsı da budur, Nezih’in ömrünün mihrakında da bu vardır. Vaktiyle birisi şöyle bir şey söylemişti: “Koruyacağı bir mirası ve geçmişi olmayan kişi yaşamıyordur, ancak varoluyordur.”

Nikiforos Metaxas, Heybeliada
Nissan 2009
Çeviren : Merve Erol

Kalender yaya kaldı

Ben Yusufçuk, çoktandır evde yoktum
Gözü pek sırtı, kavi karnı toktum
**Kalender'**e cevapsız bir laf soktum
Sonra da düşündükçe pek çok korktum

Kalender ses vermedi uçtu gitti
Bu **Kalender'**in kahrı artık yetti
Kaba, hayırsız, nâdanlıkta tekti 
Her yaratık  bu işe hayret etti

**Yusufçuk Kalender'**den bıkmıyordu
O ise sevgiyi hiç  takmıyordu
Dönüp de Yusufçuğa bakmıyordu
Yusufçuk sırrı kalbte saklıyordu

Bir gün Yusufçuk dostuna açıldı
Nazik böceğin sırları saçıldı
İşin sonu uzak değil, yakındı
Yusufçuk son vakarını takındı

Vaz geçti aşktan bu yersiz  sevgiden
Uzaklaştı karşılıksız ilgiden
Kalender yaya kaldı bu bilgiden
Yusufçuk söz etmedi yenilgiden
                                         *

Erdem'den yana garibiz


Benjamin Franklin
(1706-1790)

Teknoloji çağında “erdemin”  geri kaldığını ilk fark eden **Birleşik Amerika'**nın müteveffa cumhurbaşkanı John Kennedy idi. Kimin attırdığı değil, kimin attığı dahi anlaşılmayan bir kurşunla şu fani dünyadan ayrılan bu erdemli insan, son zamanda ülkesinde bu konuyu ilk dile getiren vicdanlı aydın olmuştu.

O **makam'**a  sonradan gelenler hiç erdem lafı etmediler. “Biz zaten erdemliyiz neden ikide bir bunu söyleyelim…” dediler. Ama öyle değildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin nın iki yüz yıl önceki kuruluşunda devletin baş köşesine oturan “erdem” çoktan unutulmuş, yerine insanlık dışı ucube değerler kaim olmuştu. Artık o yörede **Filozof Platon’**un “model şehrine” uyacak erdem’in kırıntısını dahi bulmak zordu. Koyun  bakışlı Benjamin Franklin paranın bir yüzünde; sert tavırlı Abraham Lincoln ise muhteşem mermer tahtında, cansız yaşamına devam edecekti.

Kennedy bir kitap yazmıştı: “Fazilet mücadelesi” Hepimiz şaşırmıştık. Kennedy bu kitapla “makine gürültüleri arasında fazileti arıyor…”demişlerdi. Güçlü bir icra organının başına oturtulmuş bu değerli insan, acaba kimi kime şikayet ediyordu ? İşler bozuksa düzeltecek kişi yine kendisiydi. Veya etkisi altında bulunan devlet kurumlarını doğruya yönlendirebilecek, halkın seçtiği tek kişi yine O'ydu. Ne demek istemişti ? kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü, İskandinav kanı taşıyan o şirin adam…


Ralph Nader
Amerikan tarihi sürüyordu. O ülkede eksik olmayan siyasi fırtınaların orta yerinde bir isim belirdi: Ralph Nader… Bu zat, orijinal adı ile Nâdir bey, Amerika’ya göç etmiş Lübnan’lı bir ailenin çocuğu idi. Sanırım Detroit’te avukatlık yapıyordu. Bir gün Detroit ve Michigan’da kümelenmiş Amerikan oto sanayinin araba satmak sevdasıyla çürük araba ürettiğini fark etti. İnce avukat zekasıyla işe koyuldu. Kaza yapmış arabalarda hayatını kaybetmiş veya sakat kalmış insanların ailelerini buldu, onlardan v
ekaletnemeler
topladı ve dava açtı. Davaları kazandı, külliyetli miktarda tazminat aldı. O arada bir mahkemeden tedbir diye “güvenlik şeridi” kararı çıkardı**. Mahkemeler** bu karara hep birlikte destek verdiler ve şimdi her sabah arabamıza bindiğimizde bağladığımız “emniyet kemeri” veya “güvenlik kuşağı” böylece doğdu.  Çok faydası görüldü. Yayıldı, takmayana ceza geldi.

Nadir bey daha sonra politikaya girdi. Başkanlığa soyundu. **Demokrat Parti’**den aday oldu. Bush’un zorlukla seçildiği seçimde, ağırlığını koyarak sonuçlara tesir etti. Sonra ne oldu ?  anlayamadık. Çürük araba yaptıkları savı ile koca koca otomobil fabrikalarını dize getiren avukat Ralph Nader, siyasette başarılı olamadı. İşleri altüst etti. Yüzüne gözüne bulaştırdı, Biçare Adamı yediler. Sahneden silindi gitti. Şimdi acaba nerelerde ? Herhalde Detroit’teki bahçesinde çiçekleri sulamakla meşguldur.

**Amerika'**nın çağdaş “erdem” tablosunda önemli bir çizgiye imza atan bu değerli kişinin, şu anda  çürük üretime devam ederek, çoluk çucuğu yollara cansız seren azgın Amerikan Oto sanayini, ve onun dünyadaki diğer izleyicilerini hizaya getirdiğine inanabilir  miyiz ? Ben sanmıyorum. İş temelden sağlam değil ki…Erdem'den yana garibiz.

O oto sanayicileri ve yaşlı Dünya’yı yıllardır kana bulayarak aksiyonerlerini olağanüstü zengin eden Lockeed-Martin silah fabrikalarının yetenekli ve değerli yöneticileri, bu gün portföylerinde hâlâ nakit taşıyorlarsa, şanlı Doların  üzerindeki **Benjamin Franklin'**in  muhteşem resmine bir ara uzun uzun bakmalıdırlar. Belki Amerikan siyasal ve ekonomik yapısının  bu gün nereye geldiğini ?  anlar ve kaybettikleri “erdem”in izini bulurlar.

Haber Doğru çıktı

Ne güzel, ne temiz insanlardık.
Sanki gökten nur inmiş
Biz, o nura girmiştik.
Nur giyindik üstümüze.

Yaradan bizi nurdan yaratmıştı.
Pırıl pırıl parlıyorduk.
Sonra ne oldu ? Karardık.
Nurdan
damlalardık, eridik.

Bir vâdiye uğradık,
Kara çamurda yok olduk.
Nurun adını kirlettik.
Nur bize darıldı.

Nasıl da unuttuk nur’u
Aramızdan biri hatırladı çamuru,
–Biz dedi, çamurdan
yaratıldık.
Bu haber doğru çıktı.
                                     *

Su taşıdım Âdeme

Lamekan ilinden misafir geldim
Şu fena mülküne bastım kademe
Nerenin selamın getirdin  ? dersen,
Elestü bezminden geldim bu deme

Şu fena mülküne gelip giderken
Sarban olup Hakk katarın yederken
Çamurdan yoğurup balçık ederken
Arkam ile su taşıdım Âdeme

AHMET  erenlerin izin izleriz
Can evinde cananımız gizleriz
On iki imam **Şahı Merdan’**ı gözleriz
Nurları göründü o dem dideme
                                 Ahmet Sarıban
                                 (1545)

Vakit geç oldu

Hâşâ, gönlümün geceleri
Seninle beraber olmaktan bıktı, usandı,
Yahut sakimiz,bize
Sunularda bulunmuyor, diyemem. Fakat
Akıllar,uyku yüzünden,
Gölgeler gibi yerlerde düştü.
Bu gece vakit geçti,
Geç oldu artık,
Sabahleyin erkenden gel.
                                   Mevlana

Külden doğan alev

Tüm başkent’in ve devlet çarkının bir deniz albayına odaklandığı sırada aklımı ve fikrimi bir isim etrafında dolaşmaktan kurtaramıyorum.

İnanamıyorum… Ben bu yaşa kadar yanında oturulacak, eli öpülecek, sözüne kulak verilecek, gölgesine sığınılacak, ocağına yakın durulacak  kimselerin, hep eski kültürden gelen kişiler olduğuna inanırdım. Bunlar Osmanlı asırlarının devamında yetişmiş Doğu insanlarıydı.

Edebiyat, şiir ve musiki bilirlerdi, eski yazı okur ve yazarlardı, tarih ve kamu bilincine sahip kişilerdi. İnsanoğlunun  bu güne kadar üretip biriktirdiği tüm erdemleri kucaklar, bunlarla heyecanlanır ve öylesine yaşarladı. Bunların en sonuncuları Prof. Dr. Süheyl Ünver, devrinin ünlü köşe yazarı Ref’i Cevad Ulunay, Mevlevî şeyhi Mithat Baharî Beytur, Münevver Ayaşlı. Dr. Robert Anheeger gibi önde gelen isimlerdi.

Bu değerli insanlar daha çok İstanbul çevresinde doğup büyümüş, bu şehrin rüzgarında gelişmiş, eskilerin “ Dersaadet: mutluklar şehri” dedikleri bu eşi bulunmaz “belde-i tayyibe: kutsal belde” de gün ışığına çıkmış varlıklardı. Balkan ve Islav dünyasında “Çarigrad:Çarlar şehri, kralar şehri” denen yerin üretimiydiler.

Onlar bir imparatorluğun son erleriydi. Her medeniyet dairesinin şekillendirdiği insan tipi vardır. Onların derin çizgileri bellidir. Bunlar uzun zaman bağlı oldukları kültürün ve temel kaynaklarının rengini yansıtırlar. Yaşamın sorunlarını çözmede devrine göre donanımlıdırlar. Ancak devirler değişip zamanlar aktığında, eski donanımlar un ufak olup dağılır. O zaman  artık onların da sonu gelmiş demektir. Bu durum eşyanın tabiyatına uygundur.

İşte böylece o değerli kişiler de dünyamızdan çekip gitmişlerdi. Ama her nedense ben onların hasretine dayanamadım. Onları hep aradım. Aradığım onlar değil, onların fevkalade yüksek halleriydi… Çoktan çürüyüp topraklara karıştılar ve bir avuç kemik oldular. Arkalarında bıraktıkları iz ise yıllar boyu bir türlü silinmedi. Çünkü yerleri doldurulamamıştı. Yeni gelenler onlara benzemiyordu. Şekil değiştirmişlerdi. Kışın uyuyan yazın yeniden kabuk çıkaran böceklere benziyorlardı.

Şimdi eski yazı bilmeyen ihtiyarlara rastlıyorum. Kırk yıl önceki ihtiyarların hepsi, Türklerin bin yıl kullandıkları arap kökenli eski yazıyı bilirdi, hepsi eski kültürden haberdardı. Sanki bin yılın ortak belleği gibiydiler. Sonra gelenler nereden çıktı ? Başka bir gezegenden gelmişe benziyorlar. Anlamsız bir yaratığın görüntüsünü taşıyorlar. Eski yazı bilmedikledikleri bir yana, yeni yazı da bilmiyorlar, bunlar hiç bir şey bilmiyorlar. Bunların nesli mağara devrine geri döndü. Binlerce yıllık köklü medeniyetleri bir günde silip süpüren Vandalları andırıyorlar.

Bir çölde, kızgın güneşin altında düşe kalka yürür olduk, ne önümüz belli, ne arkamız, ne ufkumuz belli, ne hedefimiz, ne pusulamız belli, ne çarkımız. Bıraktığımız izleri ise rüzgar az zamanda siliyor.

İşte böyle bir günde ben Ankara’da buldum kendimi. Uzakta silik bir ışık yanmıştı. Gökten inmiş bir mesaj gibi kalbimde bir şeylerin kımıldadığını hissettim. Yüzyıllarca sürmüş şerefli bir tarihi olan, pembesi, alacası, kızılcası her türlü günü yaşamış, bu sırlı şehirde, bir nur, bir ümit, bir işaret olmalıydı. Olmak zorundaydı.

Böylece çaldık, bir Pazar sabahı eski **Meclis başkanı Ferruh Bozbeyli’**nin kapısını, İstanbul mebusu Ahmet Tan’la birlikte… Yanılmamıştım. Bir iç güdü beni o kapıya doğru bir fırtına tayfı gibi itmiş, şehrin kargaşasından çekip, Ankara dışına, o yöne sürüklemişti.

Yarım yüzyıldan beri ilk defa eski yazı bilmeyen, eski kültürle ülfeti olmayan, eskileri bir hamlede geçmiş bir insanla tanıştım. Oturduk ve sohbet ettik. Hayret… Hayret… Bu kişi de o gidenler gibiydi. Belki kumaşı farklıydı ama gölgesinde durulacak bir adam olduğunu anladım. Onun yanında insan rahat edebilirdi. Kendisini çekmişti. Toplumdan soyutlanmış gibiydi. Kimselerle konuşmuyor, değerli konuları sadece o değerleri bilenlerle paylaşıyordu.

Her şeyin sıfıra indiği bir anda yolda rastladığımız bu değerli insan, büyük olasılıkla bu şehrin mayasında yatan gizemli topraktan yeniden doğacak bir insan neslinin habercisidir. Küllerin arasında dolaşan son kıvılcımlardan parlayacak bir alevin ilk belirtileridir. Bir gün gelecek bu şehir yeniden erdemine kavuşacaktır. Ankara’yı tarihinde birkaç defa kurtaran eski “ahi”lerin “seymen”lerin kızılca günü yeniden gelecektir. Gelmek zorundadır.

Eflatun’a göre ülkeler “**erdem”**le ayakta durur. Şöhretli Yunanlı “Cité model” kavramında, her şeyin üzerinde yer alan  “erdem”e işaret etmiştir. Eflatun’a Şark’tan seslenen Ebu Nasr Fârâbî ise ona “el medinet ül fâzıla” diyor. Yani “Erdemli insanlar şehri”.

İstanbul altı asırlık tarihinde kuşkusuz “el medinet ül fâzıla: Erdemli insanlar şehri” olmuştu. Belki şimdi sıra Ankara’ya gelmiştir.  Sabırla bekleyeceğiz.

Erdemin son damlası

Geçen ayın ortalarında İstanbul bağımsız milletvekili Ahmet Tan ile Ankara’daydık. Kırkbeş yıl önce ben bu şehirde bir günlük gazetenin Başbakanlık, Dış İşleri Bakanlığı ve Parlemento muhabirliğini çok kısa bir süre için üstlenmiş, az bir zaman sonra bırakmıştım.

Ancak o çok kısa zaman içinde devletin işleyişi, devlet adamlarının profili ve Ankara şehrinin tarihteki yeri konularında sanki gökten inmiş gibi bilgiler edinmiş, o bilgi denen şeyleri veya parça buçuk izlenimleri, yarım asra yakın korumayı başarmıştım.

Belleğimden ziyade ruhumda benekler halinde yaşayan bu izlenimlerin  bu gün hangi noktalarda bulunduğunu, eğer bunlar mayalanmışsa nasıl ve ne çeşit bir maya tutturduğunu anlamak istedim. Bir Konya ziyaretini Kuzeye doğru uzatarak Ankara’ya gittim.

Hacı Bektaş Veli hazretlerinin Horasan’dan Anadolu’ya göçtüğünde bir güvercin kılığına girerek Sulucakarahöyüğe yakın  bir yerde, bir kayanın üzerine konması ve “Rum’un erlerine elense çekmesi” gibi bu fakir kulunuz da sayın Gülden Arbaş’ın kullandığı araba ile Gölbaşına vardığımızda; Ankara’nın ufkuna gözlerimi dikerek durumu anlamaya çalıştım. Acaba bu şehir kırkbeş yılda nereye geldi ?

Yıllar öncesinin Ankara’sı 27 mayıs askeri darbesinden yeni çıkmıştı. Darbecilerin o zaman “devrim” adını verdikleri darbenin üzerinden beş yıl geçmiş, devlet bu beş yıl içinde yeniden şekillenmeye yüz tutmuştu. Ancak darbecilerin girişimleri ile devletin temel kuruluş potansiyeli üzerinde oyunlar oynanıyordu. Temel siyasi yapıda yer almayan kurumlar icat ediliyor, mevcut Anayasa hukukunun derin kökleri araştırılmadan sanal anayasalar yapılıyordu. Sağduyu ve vicdana dayanan "oy" sistemi rafa kaldırılıyor, eksik, yanlış ve dayatmacı bilgilere dayanan "oylama" kavramı geliştiriliyordu. Kötü niyetli olmayan fakat her askeri müdahalenin yapısında mevcut çelişkiler, zor şartlarda kurulmuş nazik yapıyı temelden çatıya sarsıyordu.

Kadrolar değişiyordu. Eski deneyimli insanların yerine yeniler geliyordu. Devletin kurulduğu günden beri ardı arkası kesilmeyen; bu gün de süregelen rejim ve sistem arayışları, bütün hızı ile devam ediyordu. Cumhuriyet yenileniyordu… Ve tabii yeni insanlara gerek duyuluyordu.

**  Ankara’**ya girerken bir isim aklıma takıldı: O zamanın Meclis başkanı Ferruh Bozbeyli…  İçimden Ankara'da bir tek O'nunla görüşme isteği geldi. Onunla görüşmeliydim. Ahmet Tan iki gün sonra bilgi verdi: Ferruh bey  Ankara’nın dışında villasında oturuyordu. Randevu alıp gittik. Bizi gülerek evinin kapısında karşıladı. Hiç de ihtiyar görünmüyordu.

Hatırladığım kadarıyla Ferruh Bozbeyli erdemli bir insandı. Başkan olduğu yıllarda adı hiçbir kötülüğe karışmamıştı. Hakkında hiçbir dedikodu çıkmamıştı. Herkesin oy birliği ile dürüst olduğuna karar verdiği bir kişiydi. Başında bulunduğu **Meclis'**e yakışan bir insandı. Meclisin asalet ve şerefi’nin canlı örneğiydi. Belki Cumhuriyet tarihinde eşine ender rastlanacak bir Meclis başkanıydı. Ahmet Cevdet Paşa, Mehmet Emin Âli Paşa veya Keçecizade Fuat Paşa gibi eski çağların adı efsanelere karışmış büyük ve şanlı devlet adamlarına benziyordu.

Altmışlı yılların Türkiye Büyük Millet Meclisi’nın başkanı Ferruh Bozbeyli şu yaşadığımız günler için dahi Ankara’da üstün değer taşıyan bir devlet büyüğümüzdür. O hayatta kaldığı sürece son Türk devletinin manen Meclis başkanıdır. O belki de Ankara’nın son erdemlisi, Kamu hukukundan fire vermiş, ammenin hakları gölgelenmiş**, varoluş sebebi askıya alınmış, bezirgan devleti şekline sokulmuş “ticaret şirketi” düzeyine indirgenmiş, dünyaya egemen büyük devletlerin ezici girdabında yolunu şaşırmış, ilkel ve kültürsüz bir yönetici sınıfın eline düşmüş,** halkının sesi kısılmış, siyasi temsilde %17’lere kadar inerek  en alt  düzeyde yaya kalmış bir devletin düzeni içinde “erdemin son damlasıdır”…

**Rabbim Ferruh Bozbeyli’**ye ve ona benzeyecek devlet erkanına uzun ömürler ihsan etsin. Bu istek devletin bekâsı için faydalı ve luzumludur.

Gözler bakıştan yoruldular

Hayal mi ? gerçek mi ? rüya  mı ?
Ya  hayalden bozma hülya mı ?
Yoksa kaçınılmaz bir ceza mı ?
Bilmem ki gördüğüm eza mı ?

Beden ruha Çarptı tokatı
Ruhun
 kalmadı hiç takatı
Direndi, kıvrandı, kaskatı
Beden verdi son nasihatı

Bir zaman beraber oldular
Geçici bir barış sundular
Gözler bakıştan yoruldular
İşe son noktayı koydular
                                 *

Müzik her yerde

Müzik bir ilimdir. Eskiden  büyücülüktü. Vaktiyle Çin’de alimlerle büyücüler bir araya gelerek müzik konusunda anlaşmışlar ve canlılar arasında özel bir yeri olan İnsanın, müzik yeteneğini incelemişlerdi.

Müziği matematik ilimler arasında tasnif eden İslam uygarlığı ise olayı daha da ileri boyutlara taşımış, müziğin insan ruhu üzerindeki etkilerini enine boyuna tartışmıştı. İslam dünyasında Safiyeddin Urmevi, Abdülkadir Meragi, Ebu Nasr Farabî gibi alimler yetişmiş bunlar müziğin fizik kanunlarını bularak onu sağlam esaslara bağlamışlardı. Müzik ilmi böyle doğmuştu.

Aradan yüzyıllar geçti. İlim ilerledi, müzik de öyle… Müzik çeşitlendi. Yaşamın her köşesine ulaştı. Genel hayatın bir parçası oldu. İnsanlar anlaşmak için yazıyı resmi, plastik san’atları kullandıkları gibi müziği de beraberliğin güçlü bir aracı olarak kullandılar.

Müzik, savaştan muhabbet odalarına kadar her yere sağlamca yerleşti. Savaşta askeri şevk ve heyecana  getirmek için de müzik kullanılıyor, aşk ve şehvetin terakki veya tereddisine de yarıyordu. İnsanoğu’nunun son zamanda ulaştığı elektronik çağda ise müzik artık hava, su, toprak ve ateş  gibi olmuş, dört elemanın arasına katılmıştı. Şimdi her evde, her köşe başında, her kamusal veya özel alanda müzik vardı. Düğünde de müzik, mezarlıkta da müzik.

Müzik din çerçevesinde gelişen derin insan kültürünün ifade aracı olarak da kullanılmıştır. Dini ve tasavvufi metinlerin yüksek sesle okunmasında, özellikle din temalı şiirlerin inşadında ve daha iyi anlaşılmasında müzik emsalsiz bir taşıyıcıdır. Coşturucu ve kalıcı etkenler yaratır. İnsan ruhunun açılımında olağanüstü sonuçlar doğurur.

Bir ilim olan Musiki’nin sağlam kuralları vardır. Bu kurallara uyulması gerekir. Sözkonusu kurallar usulü ile öğretilirse müzikte kalite tutturmak mümkündür. Aksi halde müzik müzik olmaz. Müziktir diye çıkarılan sesler birbirine karışır ve zevk vermez, ona müzisyenler “kakafoni
diyorlar. Kurallara uydurulmamış, karışık, anlamsız ve rasgele sesler… Tersi:"Armoni:Ahenk'tir, yani sıraya konmuş,düzenlenmiş sesler.

Müzikte yenilik yapmak da mümkündür. Güzel san’atların en muhteşemi olan musiki, donmuş ve gelişmesi tamamlanmış bir fizikî varlık değildir. Müzikte her zaman yeni atılımlar, yeni formlar ve yeni neş’eler aranabilir, kurallar zorlanabilir, ancak bu zorlama ve arayışların yine bir müzik kuralı olan “kökten sapmama” ilkesine uyması gerekir. Zorlama kakafoni sınırına kadardır, arayış kakafoni ile sonuçlanırsa ona gelişme, değil bozulma derler. Ağaçlar her yıl yeni yaprak üretir, çiçek açar, meyva verir ama kökleri yerinde durur. Meyva arayan baltayı ağacın köküne indirmemeli.

Musiki mutlaka eğitilmelidir. Bir müzisyen doktor gibi, mühendis gibi “eğitimden” geçmelidir. Her müzisyenin bir “ustası” bir “rehberi” olmalıdır. Ustası olmayan sanat olmaz. Ustasız san’at boş işlerle uğraşmaktır. Bir insan bir san’ata meylettiğinde ona yanlışlarını gösterecek bir öndere ihtiyaç duymalıdır. Çağımızın görsel kültür ortamında bazı müziğe heves edenler “ben kendimi yetiştirdim” diyorlar. Böyle şey olmaz, bir insan yetişmeye koyulduğunda yaptığı yanlışları kendisi nereden bilecek ? bunları ona kim söyleyecek ? bilmeden içine girebileceği çarpık gelişmeleri ona kim işaret edecek ? sazı ve ruhundaki sapkınlıkları kim  önceden fark ederek onu  doğru çizgiye yöneltecek. Sazı ile amansız mücadelesinde her an karşısına çıkacak engelleri kim ayıklayacak ?  Sazını yendikten sonra kapılacağı gururu kim frenleyecek ? Çırak ustadan sorulur. Mevlana “nerede var bir yoksul ustasından kaçmıştır o” diyor.

Ben “kendimi yetiştirdim” demek bütünü ile haram ve dayanaksız bir iddiadır. Geçersizdir. Kim söylerse yalandır.Böyle bir insan saz çalmaz, dinleyenlerin başına bela olur. Kimse onu eleştirme zahmetine katlanarak başına dert almaz, sadece yolunu beklemez olurlar. O zavallı da müzik yaptığını zanneder.

Müzik her yerdedir. Özellikle onu dinleyen ve böylece ruhunu yüceliklere kavuşturanın kalbindedir. Bir gün müzisyenlerin de kalbine yerleşeceği umulur.