Yerin boş kalmaz

Bir ipin üstüne çıktın **oynamaya
**Aşağıda insanlar başladı **kaynamaya
**Pat ! dedin düştün yere ansızın
Adı anılacak mıydı yerdeki cansızın ?

Düştüğünü bile bilmedin, sen hâlâ
İpin üstünde sandın kendini
Sonra anladılar az çok **fendini
**-İşte dedin bakın, ben yerde de yürürüm
Hem arkamı, hem de önümü görürüm

İnandılar aşkla sana, marifet sandılar lafını
Sen ise çoktan hazırladın minarenin kılıfını

Canım kurban sana ey yücelikler şahı
Bu ülkenin gelmiş geçmiş en şen padişahı
Biliyor musun yerin altında ne canlılar var
Sana bel bağlayan temiz kanlılar var

Siyasi mevtanın da bir canı olur
Binlerce yıl yaşayan cesedi olur
Son kemik çürümeden **toprakta
**Son damla kurumadan yaprakta

Git, bir gün olsun çekil görüntüden
Kimse ölmez ruhundaki çöküntüden
Yerin boş kalmaz korkma,
Bir daha buralara sokulma

Cesareti olan yazar

**
**Refi' Cevad Ulunay 1890-1968

**Nezih uzel’**den not : Değerli okuyucularımız. Yorumlarınızla bize güç verdiğinizi tekrar tekrar belirtir ve şu internet çağında bu büyük olasılığı kullanmanın mutluluğunu yaşadığımı söylemek isterim. Bir sorun var : Benim üstadım ve gazetecilikte rehberim olan rahmetli Ref’i Cevad Ulunay 45 yıl önce **Milliyet’**te en fazla mektup alan köşe yazarıydı. İmzasız veya takma isimli mektupları okumazdı. “Cesareti olan adını yazar” derdi. Ben de bu geleneğe uyarak takma ismi e-mail adresine uymayan yorumları yayınlamayacağımı üzülerek bildiririm. İsminizi belirttiğiniz anda ahlak ve hukuk çizgisinde en ağır suçlamaları **yöneltebilirsiniz.**Selam

Aşığın yolu Aşktır

Sevgi bir ümittir sevgiliden öte
Ümit yoksa sevgi kuşu nasıl öte
Yerim yok artık nasihate öğüte
Kalp bu derdi kendi başına öğüte

Sonu yok çilenin şaşırma bekleme
Gece ve gündüz derdine dert ekleme
Az konuş, kısa olsun, sakın **tekleme
**Aşk yolunda dik dur, asla emekleme

Çarşıda pazarda neler gördüm arsız
Biri birinden habersiz hem tutarsız
Aşığın aşkıdır ölçüsüz **kantarsız
**Aşık ol kişi ki zincirsiz yularsız

Sakiya bu sözlerin hiç sonu yok
İnsanlığın böyle şeylere karnı tok
Kiminin parası az kiminin pek çok
Aşığın ise bu yollarda işi yok

Etnik Darbe Çağı

Devlet içinde devlet olmaya namzet  ve kendine hak olarak gören bir etnik güç, iki koldan **Türkiye’**yı sardı. Biri Batıdan diğeri Güneydoğu’dan... Sınırların ötesinden destek  alarak  düpedüz coğrafya’nın ortasına doğru yürüyor.

Bir yarımada olan bu coğrafya’nın öncelikle sahillerinde yer tutmayı hedefliyor. Denizi olan ülkenin geleceği de olur, ümidiyle  tüm gücünü sahillere ve limanlara yöneltiyor. Dikkatleri çeşitli yönlere çevirerek sessizce ilerliyor.

Bu ülkede herkesin başında olan  sosyal ve ekonomik sıkıntılardan yola çıkan bu güç, ezilen ve gerileyen sadece kendisi imiş gibi, ülkenin  unsurunu teşkil eden diğer güçleri sollayarak ortak yaşamdan daha fazla pay istiyor. Geçmiş zulümlerin “kan parası” da cabası…

Saldırıya karşı direnme gücünü kaybetmiş bir merkez yönetim, modası geçmiş sloganlarla meseleyi geçiştirmeye çalışıyor. Onların dilinde saldırının adı “demokratik açılım”dır. Önüne geçilemeyen her hareketin adı “süreç” kontroldan çıkan  her sonucun  adı da bu defa başka bir kullanım şekliyle yine “domokratik açılım”dır.

Kasaba kültüründen çıkmış ilkel bir taşra iktidarının, ülkenin şu gününde yüksek devlet idealleri ve egemen devlet kavramına yönelmesi mümkün müdür. ? Onlar sadece olana isim koyarlar… Onlar elbette önünde sürüklendikleri ve asla anlayamadıkları olaylara kendi hallerince tarife yazmaktan öteye geçemeyeceklerdir.

Bu gün ulaşılan nokta yıllardır, devam eden  genel bir soğuk savaşın zirvesi  ve onun sınırlardaki serpintisi olan sonuçsuz askerî sıcak temastır. Milli vicdanı kana bulamış bu savaşın sona ermesini isteyen merkez yönetim gücü, yani bir seçimle devleti teslim almış olan Ankara’daki çaresiz siyasal iktidar, bu savaşın orta yerinde kalmış ve şimdi bir slogan uydurmuştur: “Çocuklar ölmesin…”

Yeryüzünün hem geçmişinde hem yaşanan günlerinde “çocuklar ölmesin…” sözünün duyulmadığı hangi savaş vardır ?  Çocuklar tek taraflı mı ölüyor ? Nazım’ın şiirinde 13 yaşındaki Japon çocuğu atom bombasıyla hayatını kaybederken, aynı yaş kesitindeki Amerikan çocukları da aynı tehdidin orta yerindeydi. Savaşan tarafların  “çocuklar ölmesin…” silahı savaş makinasının  en tesirli ateşli silahından daha öldürücüdür. Bu silahı iki taraf savaşlarda aynı anda kullanıyor.

Bir ülke savaşıyor. Ülkenin içinde bir etnik güç, asırlardan beri ülkenin sahibi olan diğer bir etnik gücü karşısına almış kıyasıya harb ediyor. Biri diğerini yok etmeye çalışıyor. “Çocuklar ölmesin…”den çok daha ileri ve başka boyutlarda olduğumuz kesindir.  Bu olay ne “süreç” ne de“ demokratik açılımdır” . Bunun adı etnik muharebedir. Evet “çocuklar ölmesin… “ kimse istemez  amma bir ülkenin, bir halkın yüzlerce yıl sonrası var…

Bu cedelin sona ermesi için tarafların eşitlenmesi gerekir. Biri “diğerini affeder” o “pişmanlık ister” diğeri sınırda ”mahkeme” kurar, öbürü hava alanında bayraklı fişekli “karşılama düzenler” Yol haritasi, “muhtıra” gibi mektup… bunlar boş işler. Güçlerin dengelenmesi gerekir. Maddi ve manevi, bu dengenin sağlanacağı zamana kadar anlamsız mücadele devam edecektir.

Türkiye’nin bir istila gücüyle sarılmasının yaratacağı ulusal tepkinin bu dengeyi sağlayacağını umuyorum. Yoksa haritaların üzerindeki isimler değişecektir. Eskiden ülkeleri ordular alır, ordular kaybederdi, şimdi etnik güçlere alıyor, etnik güçler kaybediyor… Üniter devlet ne oldu ?. Görünen o ki bir süre sonra bu da bitecek ve hepimiz “çokuluslu” şirketlere teslim olacağız.

Başka bir zamana geldik. Askeri darbeler, hukuk darbesi derken şimdi de etnik darbe ve yavaşlatılmış istila…  sonrası Allah kerim. Rabbim doğrusunu biliyor.

Madam Dumesnil’in hediyeleri

Madam Dumesnil bir Amerikalı’ydı. Önceden Avrupalı’ymış, sonradan Amerikalı olmuş. Yarım yüzyıl evvel Avrupa’yı Hitler ordularından kurtarmak için denizin ötesinden gelen askerlerden bir ile evlenmiş. Savaş sonrasında **Texas’**a yerleşmişler. Kocası zenginmiş, Meksika körfezinde petrol kuyuları var derlerdi. Ölünce kuyular Madam’a kalmış.

Ben Madam Dumesnil’ı 76 yılında Konya’da tanıdım. Mevlânâ’yı anma törenlerine gelmişti. O yıllarda o çevrede fazla İngilizce konuşan olmadığı için beni tanıştırdılar. İlginç bir kadındı. Mükemmel bir Avrupalı’ydı. Derin kültürü vardı. Adeta bir Latin- anglo-sakson karışımıydı. Latinlerin ağırlığı ile Yeni Dünya insanının yüzeysel hatlarını taşıyordu. Biraz yadırgamıştım. Ancak Latin dünyasının değerlerine bağlılığı beni yürekten yakalamıştı.

Madam **Dumesnil Konya’**dan çok etkilenmişti. O da birkaç yıl önce buralara gelerek bu işlere sardıran, Sorbon mezunu Bergson’un öğrencisi Madam  Ninon Talon Karlweiss gibi Mevlânâ dostuydu. Hazretin adı anılırken renkten renge giriyor, gözleri dalıyor, sesi titriyor, sanki **Pir’**i karşısında görüyor ve  önünde diz çöküyordu. Bu yaşlı ecnebi hanımlara Mevlânâ denince bir şeyler oluyor… Hz. Pir’e bir başka yerden bakıyorlar. Rabbim niyetlerini kabul ve de sırlarını hıfz etsin. İsimlerini sayarım ya, çoğu böyleydi.

Mevlevilerin 1978 Amerika seyahati, dolu dolu ve faydalı geçiyordu. Bir misyon üstlenmiş ve onu yerine getirmeye koyulmuştuk. Gündüz programlar yapılıyor, geceleri sabahlara kadar, peşimizden ayrılmayan Amerikan İnayet Han Sufi’leriyle sohbetler ediyor, bazen de “esma” sürüyorduk.  Bir sabah yöneticilerimiz bir haber uçurdular: Madam Dumesnil yapılan işlerden fevkalade hoşnud kalmış ve her türlü masrafını karşıladığı hey’etin saygıdeğer üyelerine ayrıca birer hediye almaya karar vermiş.

Hediyelerin alınacağı bildirilen günde sabah otobüse dolduk. Yola çıktı. Bir süre sonra koca bir giyim mağazasının önünde durduk. –İnin aşağı…dediler. Hep indik. Mağazanın giriş kapısı önünde organizasyondan bir yetkilinin şunları söylediği duyuldu:  –Madam Dumesnil hepinizin 20 dolarlık alışveriş yapmanızı rıca ediyor, alacağınız hediye 20 doları geçerse cebinizden ödeyeceksiniz… Buyurun içeriye, yarım saatiniz var…

Birer ikişer mağazaya girdik, efendiler reyonların arasında dağıldılar. Burası Texas stili giyim ve kullanım eşyaları satan devâsâ bir yer… Kovboy şapkaları, yelekler, kemerler, meşin pantalonlar, damalı oduncu gömlekleri, koşum takımları at eşyası, çeşitli marka  viski şişeleri, tencere tava, uyku tulumu, tabanca bıçak, silah ve mühimmat… Çeşidin bolluğu  inanılır gibi değil. Ancak hakkımız bunların içinden sadece yirmi dolarlık mal, isteyen kemer, isteyen gömlek, isteyen şapka, kim ne isterse alsın… 20 doları Madam’dan, gerisi cepten.

Herkes bir şeyler aldı takındı, kimisi paraya kıyıp poşetlere gömüldü, ben bir şapka iki de gömlek aldım, 45 dolar tuttu, üstünü ödedim. Mevleviler birer kovboy olup mağazadan çıktı. Tekrar kaldığımız ikişer katlı Texas villalarına döndük. Otobüste gelirken herkes, aldığını yanındakine gösteriyordu. Neş’eli bir gün geçirmiştik.

Gece Sema oldu. Sonra eve sohbete sıra gelinince yolda gelirken aklıma takılan bir hesabı  Madam Dumesnil ‘le  sordum –Madam dedim, Bizi Amerikaya getirmek için kişi başına 2000 dolar harcadınız, ama bize bu gün 20’şer dolarlık hediye aldınız. Anladığım kadarı ile  siz bu 2000 doları yaptığımız işe verdiniz, bize ise 20 dolar uygun gördünüz. 20 doları düşersek bizim işimiz için biçilen değer 1980 dolar oluyor, pekiyi 1980 dolarlık bir işi, 20 dolarlık bir ademoğlu’na neden yaptırıyorsunuz ?

Madam Dumesnil güldü. Yıllarca aklımdan çıkmayan şu cümleyi söyledi – Burası Amerika … burada parayı insana değil, yaptığı işe verirler. Bu cümle Amerika’nın dünyaya bakış sisteminin özüydü. Bu gün de bu bakış, Anglo-Sakson dünyasının silahı ile, parası ile, vahşi tutumları ile yarım yüzyıldan bu yana egemen olduğu, yeryüzünün her yöresinde tüm şaşaası ile devam ediyor.  Amerika Birleşik Devletleri'nin çağa vurduğu damga böyle.

Kimsenin azdırma perisini

Aracındır senin ruhun neş’en
Hiç durma bunlardan sebeplen
Yıkılırken dünya gitme kalpten
Çıkarma sen tek bir kuruş cepten

Oğul, kardeş hem arkadaş, **bacı
**Sanma cümlesi sana duacı
Anlayınca bu işler çok acı
Sen de atacaksın baştan tacı

Gördün mü bir tek kul **yeryüzünde
**Hem işin eğrisi, hem düzünde
Duracak mı sanırsın **sözünde
**Yanmış yıkılmış ruhu, özünde

Gel kardeş boş sanma bu sözleri
Yakarsın
çıraları, közleri
Dinlerken
ara sıra bizleri
Çok insanın  açıldı gözleri

Geç bu işten sorma gerisini
Ne ötesini, ne **berisini
**Canlıyken yüzdürme derisini
Kimsenin azdırma perisini

Sincaplar Bayrakları çalıyor

Hampton, États-Unis - Au cimetière militaire de la ville d**'Hampton, on s'interroge sur la disparition des petits drapeaux américains déposés sur les tombes des soldats disparus. Certains soupçonnent les écureuils d'être les voleurs.
                                                                                      
C'est une quarantaine de drapeaux qui a disparu des tombes des soldats américains dans le cimetière d'Hampton. Ces petits drapeaux sont déposés là pour honorer la mémoire des soldats disparus au combat lors du Memorial Day.
**
Certains
pensent que c'est le fait des écureuils, qui logent dans les arbres avoisinants : "Il est arrivé la même chose il y a quelques années... et c'étaient les écureuils les responsables" affirme Richard Bateman, le responsable du cimetière. Les animaux se servaient des drapeaux pour confectionner leur nid.

Toujours d'après M. Bateman, les écureuils voleurs semblent avoir posé un problème à beaucoup de cimetières militaires à travers pays. Le vétéran Ralph Fratello émet des doutes quant à cette hypothèse : "Je ne pense pas que ce soit les écureuils. Mais si c'est bien eux, on leur fera un procès et j'en ferai un exemple" ironise-t-il. La police surveillera donc le cimetière afin d'attraper d'éventuels voleurs et de calmer les esprits au sein de la communauté locale des anciens combattants. (Courtoisise Zigonet/Yahoo)
Türkçe Özet : _Birleşik Amerika’nın Hampton şehrinde bulunan askeri mezarlıkta sincaplar mezarların üzerine bırakılan küçük Amerikan bayraklarını çalıyor. Bayrakların kaybolması üzerine bilgisine başvurulan mezarlık bekçisi Richard Bateman «  ülkede pek çok askeri mezarlıkta bu olay meydana geliyor, çevredeki ağaçlarda yaşayan sincaplar ziyarete gelen ailelerin bıraktıkları küçük bayrakları kaçırarak yuvalarını yapıyorlar » dedi. Yaşlı Ralph Fratelleo da şunları söyledi « Bu işi yapanların sincaplar olduğu hiç aklıma gelmezdi, onlara dava açarak bir örnek bırakmak istiyorum. » Polis mezarlıkta nöbet bekleyerek hırsız sincapları yakalayacak ve bölgede yaşayan eski muharip gazileri rahatlatacak.    (Teşekkürler Zigonet/Yahoo)
_


Askeri mezarlıktan bayrak çalan sincap

Özel korsanlık hizmetleri


Plusieurs thoniers espagnols opérant à partir des Seychelles ont embarqué d'ex-militaires britanniques pour les protéger des pirates au large de la Somalie, selon le quotidien El Pais du lundi 19 octobre. Cette décision a été prise à la suite du refus du gouvernement espagnol d'embarquer des militaires sur ces bateaux, alors que des fusiliers marins français protègent des chalutiers français et ont repoussé plusieurs attaques.

Un thonier espagnol, l**'Alakrana**, avec 36 hommes d'équipages, est retenu depuis le 2 octobre par des pirates somaliens, qui réclament une rançon de 4 millions de dollars (quelque 2,7 millions d'euros) pour libérer le navire. Il y a actuellement huit chalutiers espagnols immatriculés aux Seychelles qui ont embarqué d'anciens soldats britanniques, notamment des Gurkhas, d'origine népalaise, qui seraient fournis par la société anglaise de sécurité Minimal Risk, selon El Pais.

Le président de l'armateur espagnol Albacora, Ignacio Lechaga, a confirmé l'embarquement de quatre anciens militaires britanniques par bateau, armés de mitrailleuses à longue portée pour éloigner les pirates. "Cela coûte très cher, mais les sauvetages [des bateaux piratés] sont encore plus chers. C'était la seule solution. Ou bien nous sortions protégés ou nous arrêtions de pêcher", a-t-il déclaré à El Pais. (Courtesy el Pais)

Türkçe özet: İspanyol “el Pais” gazetesinin verdiği habere göre Somali açıklarında ton balığı avlayan İspanyol balıkçıları, Madrid hükümetinin koruma isteğini reddetmeleri üzerine gemilerini Somali’den gelen korsanlara karşı korumak üzere İngiliz vatandaşı silahlı korumalar tuttular. “Minimal Risk” isimli bir İngiliz güvenlik firmasından kiralanan koruma birlikleri, İngiliz protektorası olan Nepal’li eski Gurka askerlerinden oluşuyor. Somali’li korsanlar 2 ekimden beri rehin tuttukları Alakrana isimli İspanyol gemisi için 4 milyon dolar fidye istiyorlar .(Teşekkürler:el Pais)
Değerlendirme: Büyük Britanya Ordusunda uzun zamandan beri yer alan  Nepal’li Gurka askerleri, İngilizlerin gelişinden önce Hindistan’da hüküm süren Türk-Moğol İmparatorluğunda görev yapmış Timur’un askerleridir.  

Özel korsan Gurka'lar

Nefret dolandırıcı arıyor !

gülen kert(
Nefret dedi ki “kimse dünyayı dolandıramaz
Dolandıranın beynini parçalarım.
Yakarım, yıkarım, yok ederim.”
Nedret dedi ki : -Sen hiç dolandırıcı gördün mü ? 
-Birilerinin dolandırıcı olduğu belli ?
-Nasıl belli, alnında mı yazıyor ?
-Evet yazıyor ben anlarım.
-Nasıl anlarsın ? bana da anlat…
-Bir bakışta anlarım.
-O zaman sen de dolandırıcısın
-Birileri dolandırıcı olmasa dünya bu halde olur mu ?
-O zaman bana da söyle kimler dolandırıcı ?
-Sen anlamazsın ? iyi yüreklisin bu yüzden dolandırıcıyı tanımıyorsun ve
Dolandırıcı senin gibiler yüzünden yeryüzünü dolandırmaya devam ediyor ?
-Na yapıyor ?
-İnsanlara çürük mal satıyor, paralarını elinden alıyor, onlara parlak gelecek vaad ediyor, çok sesleri çıkarsa savaşa sürüp takım takım **öldürüyor…
**-Ben anlamıyor muyum ?
-Hayır anlamıyorsun, hep gülüyorsun, içinde iyilikler var; insanları, hayvanları, doğayı, canlıyı cansızı sevdikçe seviyorsun, enayi gibi doymuyorsun sevmeye… hıyarto, Tanrı seni sevmek için yaratmış, bu yüzden eğriyi doğruyu karıştırıyorsun, herkes seni **dolandırıyor.
**-O halde ne yapmalı ?
-Topunun kökünü kazımalı… Ben onlardan nefret ediyorum.
-Ben etmiyorum, belki bir yerlerden emir alıyorlar,
-Hadi git kaşınma,  sulun zırtlak, kendi bataklığına dön, şimdi seni fııışk diye ezerim.
-Yenileri doğar

Nedret nefretle başa edemeyeceğini anladığı zaman yanından kaçardı. Onu kandırmaya uğraşmaz, değiştirmeye çalışmaz, bu işin faydasız olduğunu bilirdi. Onu Yaratan yaratırken içine “nefret” koymuştu. Bu duygu onun şanından geliyordu. Nefret’in aslında nefret ettiği hiçbir şey yoktu, adı “nefret” olduğu için hep nefret ediyordu. Sebebini sorsan söylemez, nedenini bilmez, bilse açıklamaz, açıklasa saçmalardı. Birilerinden duyduğunu söylüyordu. Onu da doğru dürüst anlatamıyordu. Bazen unutuyordu, ezberlediklerini aklında tutamıyordu. Sonra kızıyor, kırıp döküyor, yakıp yıkıyor daha fazla…daha fazla nefret ediyordu.

Nedret de ona bakıp kalıyordu. Elinden bir şey gelmiyordu. Hep gülüyordu Nedret. Onu Yaratan yaratırken içine “gülme” koymuştu. Kızmadan, sıkılmadan, her şeye gülüyordu. Alay mı ediyordu ? bilinmez, ama hep gülüyordu. İyiliklerden yana bir garip inadı vardı. Gerçi zaman her vakit, her işte  Nefreti haklı çıkarırdı ama bu işin içinde bir sır vardı. Nedret bir türlü çözemiyordu. Nefret etmesi gereken şeylere nefret edemiyordu.

Nedretle nefret uzun yıllar beraber oldular. Her ikisi de aynı sebeplere bağlıydılar, daima aynı yerden yola çıkarlardı, biri yeryüzüne yukardan, biri aşağıdan bakardı. Biri sağa diğeri sola giderdi…Hiç buluşmazlardı ama ayrı da düşmezlerdi. Kim derdi ki bunları aynı Tanrı yaratmış… Ülkede akıllı insanlar da vardı. Bunlara hiç ses çıkarmazlardı.

Bademi yer dururduk

Bir ihtiyar vardı **Kadıköy’**de
Moda’da Koço’nun yerinde
Masalara ceviz, badem getirirdi
Masanın ucunda birden görünüverirdi,
Yerden çıkıyor gibi. Gülmezdi,
Konuşmazdı, insanın yüzüne
Dimdik bakardı, tabağı masaya koyar
Kaydırır, usulca döner, kaybolur
Giderdi, geldiği gibi sessizce
Anî
’den kaybolurdu. –Dur,,,
Al bunu… istemiyorum, diyemezdiniz.
Sonra gelir  paraları toplardı

Parmağını
kaldırır bir lira
İşareti
yapardı,  yine **konuşmadan
**Gözünüzün içine bakarak
Ne çok badem sattı bize…Bilirmisiniz ?
Yetmiş’li seksen’li, yıllarda
Acaba hayatta mı ? Hâlâ masalara
Badem
koyup gidiyor mu ?
Bir ihtiyar vardı Kadıköy’de
Biz ise hiç ihtiyar olacağımızı
Düşünmezdik, O yıllarda
Ne garip ? Acaba kimdi ?
Cevizi bademi yer dururduk…
Düşünmezdik sonumuzu.