Atatürk askerlik bilirdi

3c24b1.jpg Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri Çanakkale’de ayaktaydı. Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri Kocatepe’de ayaktaydı. Gazi Mustafa KemaI Paşa hazretleri Afyon Başkumandanlık meydan savaşında ayaktaydı.  Çömelmemişti.

ataturk_afyon_kocatepe1.jpg  Ne var ki, o Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ordusundan dün yayınlanan mesaj’a göre Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri “askerlik bilmezdi” Çünkü bu mesajda  “Muharebede çömelmek askerlik gereğidir…” deniyordu.

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Çanakkalede çömelmediği için göğsünden kurşun yedi. Cenab-ı Hakk’ın lutfu keremi ile yara bile almadı. Çünkü karşıdan gelen İngiliz kurşunu saatini parçalamıştı.

Gazi Mustafa Mustafa Kemal Paşa hazretleri Suvla körfezi çıkarmasında İngilizlerden korkarak kaçan bir  grup askerin önüne geçerek şöyle haykırdı : - Nereye gidiyorsunuz ? düşmandan kaçılır mı ? Can korkusuna kapılmış askerler – Kurşunumuz bitti, dediler. Paşa –Süngünüz yok mu ? dedi. Askerler – Var, dediler… Paşa emri verdi – Süngü tak… yat. Askerler Süngülerini takarak geri döndüler. Gazi Mustafa Kemal Paşa daha sonra anılarında “Savaşı kazandığımız an işte tam o andı” diye yazdı. Paşa cepheden koşarak kaçan askeri geri döndürmüştü. Aynı paşa o savaşta askerlerine : “Bu gün size “Ölmeyi emrediyorum…” demişti. Gazî Paşa bu tarihî emri çömelmeden, ayakta vermişti.

Çanakkale savaşında Gazi Mustafa Kemal paşa bir savaş sahnesini yine anılarında şöyle anlatmıştı: “Öleceklerini, şehit olacaklarını tam bilerek gidiyorlardı. Ellerinde küçük Kur’an-ı kerimler vardı. Okuyarak gidiyorlardı. Bunlar ne mubarek, ne yüksek ruhlu askerlerdi…”

Aynı savaşta bulunmuş pederim Tabib binbaşı Mehmet Muhlis Şumnu (Uzel) çocukken bize şunları anlatmıştı: “ İngilizlerle Türkler yer altında tunel kazarken karşı karşıya gelerek savaşa tutuşmuşlardı. Bizimkiler deliğe her girdiklerinde tek kurşunları kalana kadar çarpışıyor ve ölüyorlardı. Arkadan gelenler şehitleri ayaklarından çekerek dışarı çıkarıyor, deliğe kendileri giriyor ve ölüyorlardı. Cepheden gelen sıhhıyye askerlerinin anlattıkları bu olay ve benzerleri günlerce devam etti”

Çanakkalede Alman kumandan Liman von Sanders paşa Mustafa Kemal’i Anafartalar cephe kumandanı olarak tayin ettiğinde Mustafa Kemal atına atladı ve sabah gün ağaran saatte vazifesinin başına geçti. Karargaha geldiğinde önceki kumandanın henüz uyuduğunu söylediler. Mustafa kemal haberi getiren emir subayına “ Git uyandır, savaşta askerin vazife duygusu, ölüm korkusundan ileridir” dedi. Bu sözler dünya savaş tarihinin en çarpıcı cümlesidir.”

ataturk_afyon_kocatepe.jpg Bir gerilla savaşındaki bölgesel menzil çatışmasını, yeryüzü tarihinin en kıyasıya “İmha Savaşı” ile bir tutan zamanımızın deneyimsiz salon generalleri, cephede çömelmeyi “savaş gereği” olarak bildirdiler. İnsanların sapır sapır dökülüp kanlı ceset parçalarının toprağa karıştığı bir lanet savaşı stadyumda futbol maçı zanneden şaşkın politikacılar cepheye giderken  gravatlarını da boyunlarında beraber götürdüler. Süt beyaz gömleklerinin üzerine lacileri çekmişlerdi. Orada oynayıp duruyorlardı. Sanki aşağıda maskeli balo vardı. Halbuki o dağların iki adım ötesinde yine belalı bir savaşın içinde olan Azerbaycan'ın kutlu devlet reisi Aliyev, cephedeki askerlerin yanına giderken savaş kıyafeti giymişti.

Cephede çömelmeyi askerlik gereği sayan yirmi birinci asır Ankara generalleri, Sadece Mustafa Kemal Paşa’yı değil, yedi asır önce verdiğimiz Niğbolu savaşında, gece yarısı düşman hatlarının arasından çömelerek, emekleyerek değil, beyaz atı ile geçen ve Kale bedenine geldiğinde muhafız  paşaya “Bre Doğan…” diye seslenen Yıldırım Beyazıt’ı da, Mohaç'ta göğsüne değen Macar okları ile atının üstünde dimdik duran Kanunî Sultan Süleyman’ı da, Fetih'te atını denize süren Sultan Fatih’i de, Plevne savaşında üzerine vızır vızır Rus kurşunu yağarken metrislerde ayakta dolaşan "şanı büyük" Gazi Osman Paşa'yı da “muharebe bilmez” ilan ettiler… Hayırlısı olsun.

Tebrikler.

Başbakanım ayağa kalk

erdogan.jpg Türk vatanının savunucularından Gazi Mustafa Kemal Paşa asrın başındaki Çanakkale muharebesinde çarpışmaların en şiddetli bir anında ayağa kalkarak yürüdü. Bir kurşun göğsüne isabet etmişti. Saatini parçaladı. Paşa yaralanmamıştı.

Aynı Türk kumandanı İstiklal savaşını başarıyla sona erdiren Başkumandanlık Muharebesini yönetirken bir ara cepheyi iyi göremiyordu. Uzakta bulunan bir tepeyi işaret ederek – Oraya gidelim, dedi. Yanındakiler–Aman paşam oraya devamlı top mermileri düşüyor, gidemeyiz, dediler. Paşa onların yüzlerine bakmadı. Emri tekrarladı: – Gidelim… Ve gittiler.

Türk vatanının daha eski koruyucularından Sultan Yıldırım Beyazıt, Niğbolu savaşında, yanındaki yiğitlerle birlikte, bir gece yarısı, kaleyi kuşatan Haçlı ordularının arasından beyaz atı ile geçerek kale bedenlerine kadar sokuldu ve kuşatmaya haftalarca direnen kale muhafızına seslendi –Bre Doğan... Düşman Padişahı fark etmişti. Yanına sokulmaya cesaret edemedi. Elleri tutuldu. Bir tek ok atamadılar.

Tarihlerin Muhteşem adını verdikleri Kanuni Sultan Süleyman, Macarlarla yapılan ve yirmi dakika süren Mohaç meydan muharebesinde çadırının önünde atının üzerindeydi. Macarların ileri kolundan kahraman bir şovalye, sultanı öldürmeye yemin etti. Yanına kadar sokuldu. Attığı oklar Kanuni’nin göğüs zırhına değdi. Sultan sarsılmadı.

09f07538e222c5f40b7a29bd3a0a25ac_1266246937.jpg İstanbul’un fethi sırasında Sultan Fatih bir deniz çarpışmasının facia ile sonuçlanabileceğini fark ettiği anda atını sulara doğru sürdüğünü tarihler yazıyor.

Son devirde Osmanlı’nın en yürekli kumandanlarından Çengeloğlu Tahir Paşa İzmir’de kale kumandanıyken askeri bir ara kendisine isyan etmişti. Mazgallardan dışarıya “tüfenklerle” ateş ediyor, kimseyi kaleye yaklaştırmıyordu. Çengeloğlu, kale kapısına doğru dümdüz yürüdü. O yürüdükçe ateş menzili daralıyor, misketler paşanın çizmelerinin önüne düşüyordu. Paşa geldi. Yukarı çıktı. İsyancıların ellerinden silahlarını tekme tokat aldı. İsyan sona ermişti. Olayın heyecanı yatıştıktan sonra yakınları paşaya sordular : –Paşa, paşa ateş eden askere karşı nasıl yürüdün ? Paşa cevap verdi: –Çengeloğlu’nu vuracak tüfeğin tetiğini kırk manda çeker…

meclis-te-ismet-inonu-kavgasi_o.jpg  Türk vatanı ve demokrasisi’nin koruyucularından, Eski Devlet ve Hükümet başkanı, İstiklal savaşı gazisi emekli asker İsmet İnönü, bir grup subayın isyanı sırasında Hava kuvvetleri karargâhında esir alınmıştı. Askerler binanın çevresini sarmışlar Paşa’yı dışarı bırakmıyorlardı. Paşa hazırlandı ve –Meclise gidelim… dedi. Dışarı çıktılar. “Paşayı yakaladık” diyerek bütün gece kapısının önünde nöbet tutan isyancılar selama durdular. Paşa sabahtan beri jetler tarafından bombalanan Meclise yürüyerek gitti... İsyan sona ermişti.

Bu ulusun bin yıllık tarihinde bu örneklerin ardı arkası kesilmez. Ne yazık ki bunun tersi de vardır. Osmanlı Orduları'nın II. Viyana Seferi'nde cepheden kaçarak yenilgiye sebep olan Kırım Hanı ve çözülmenin başlangıcı Zente bozgununa neden olan iki  Paşa ve Balkan Savaşı Paşaları gibi…

__ift_ba__l___1.jpg Kumandan eğer cepheye gitmeye karar vermişse, ayağa kalkarak yürüyecektir. Bunu yapmayacaksa oraya gitmeyecektir. Korkusu varsa tez elden yenecektir. Türk kumandanlarından onaltı yaşında bir Selçuk sultanı,  Bizanslılarla yapılan Philadelphia (Alaşehir) savaşında  bir askerin attığı bir mızrakla atının üzerinde şehit olmuştu. Karşıkı dağdan gelen 1500 metre menzilli bir kanas kurşunu ile değil... Hükümdarlık alametleri yüzünden çatışmada kendisini fark eden Dalmaçya'lı paralı bir Frank askerinin mızrağıyla…

Kumandan savaşa gitmişse  ayağa kalkacaktır. Oturmayacaktır. Çömelmeyecektir. Çömelen, saklanan, korkan kumandanla değil savaş, tenis maçı kazanılmaz. Askerler savaşta kumandanın emriyle ölmeye giderler. Kendisi ölmeye hazır olmayan bir kumandanın vereceği bir emirle kimse ölmeye gitmez.

Not: Sizlerden ayrı kalmayı beceremedim. Tedavim sona ermediği halde yazılarıma Ankara'dan devam kararındayım. Sevgiler, saygılar.

bennn.jpg

Değerli dostlarım, belirsiz bir süre yazı yazamayacağımı bildiririm. Nezih Uzel

Artık herşey ters

alayan.jpg

Göz yıllarca gördü Kulak yıllarca duydu Şimdi iş tersine döndü Kulak görüyor Göz duyuyor Bana ne oldu böyle Dostlar ?

Biri büyü mü yaptı ne ? Büyü de tersine döndü Artık her şey ters

Tüm varlık gölgedir

doga.jpg

Sufi ki bilmez sırrını hayatın Sırrın kendisidir sormaz hatırın

Gölgesinden kaçtı sırrına erdi Varlıktan soyundu ruhuna girdi

Ne bilsin ki, bilmek için can gerek Bilmeden görmeye ulucan gerek

Can pazarında satmış da kendini Bir güzel uğruna kırmış bendini

Anasır dört dediler ya yalandır Onu diyenlerin hali yamandır

Tektir, tek, bir tek var şu boş alemde Tüm varlık gölgedir bir tek kalemde

Sufi ki bilmez sırrını hayatın Sırın sırrında yaşar vermez cevabın

Görünür gölgeden varlık görene Gören de o odur ki görünen de

Bir türlü barışamıyoruz

molla.jpg

Kavuşma, buluşma zamanında Güzel yüzü, benim gülen gülümdür. Ayrılık anında hayali, gönlümdür, inancımdır. Gönül benimle, ben de Gönülle, hep kavga ediyoruz, bir türlü barışamıyoruz. Her birimiz “o güzel Senin değil benimdir” diyoruz.                       Mevlana

Arabistan'da ilahi konseri

dsc06712.jpeg Foto:Arzu Erguner (Arşiv'den) Dünya kültür teşkilatı UNESCO’ nun Fransız komitesi, Basra körfezinin kıyısında sıralanan Arab Emirliklerinden Ebu Dabi’de ve el Ain'de fakire ilahi okuttu. Değerli ve kadim  dostum neyzen Kutsi Erguner, San’atçılar: Derya Türkkan ve Hakan Güngör'le gerçekleştirdiğimiz iki konserde ilahiler,  bir zamanlar Osmanlı’nın arka bahçe duvarı olan, Bağdat valılığıne bağlı bu yörede iki gün çınladı durdu.

Eski bir İslam toprağı olduğu halde günümüzdeki yağmacı dünya düzeninin muhteşem bir tiyatro kumpanyası görünümüne ulaşan bu ülkede, kısa da olsa bir İslam rüzgarı esti. Para dolaplarına sıkışmış şeytanın tezgah açtığı bu yerde, yılışık beton yığınları arasından zorlukla  uzanarak “beni kurtarın…” der gibi feryad eden, cılız minarelerden, günde beş vakit yükselen ezanlardan başka hiçbir islami çizginin yer almadığı, petrol karasına bulanmış bu toprakta biz, dört akıllı saatlerce ilahi okuduk.

Tac maarifet tacıdır sanma başka tac ola                 Taklit ile tok olan hakikatte aç ola..

Diyen Anadolu sufi şiirinin ölümsüz  dizeleri ile, yüz yıldır dünyanın haramzâde gavur zenginlerini taklide yönelmiş Arap ümerası ve onların mâlâyânî güdümüne düşerek feleğini şaşırmış necip Ümmeti Muhammedi dize getirmeyi denedik. Yola geldiler mi ? gelirler mi ? akılları erer mi ? bilmeyiz. Bizden söylemesi. Onlardan dinlemesi. Görevini yapana aşk olsun !

dsc06615.JPG  dsc06624.jpeg

Konserlerden önce Kutsi Erguner sadece kızların kabul edildiği üniversitede “Türk Tasavvuf müziği” konusunda bir “workshop” düzenledi. Toplantıya on onbeş kadar örtülü hanım iştirak etti. Çepeçevre dizildiler. Çoğunun yüzleri, açıktı. Bir hanım öğrenci, resim çekenleri farkedince “hicabını” kapadı. Ben elimde bendir Kutsi Erguner’in sol tarafında oturuyordum. Arap ırkının en güzel kadınları karşımıza sıralanmıştı.

Aman Allahım ! mesture bir üslüman kadının bu derecede güzel, alımlı, çalımlı ve asil duruşlu olanına ilk defa rastlıyordum. Yıllarca ondokuzuncu yüzyıl Batılı Oryantalist ressamların biraz da abartarak bize gösterdikleri o muhteşem doğulu kadın tabloları canlı olarak karşımdaydı. Hepsine tek tek bakmak, dakikalarca bakmak istiyordum. Ortam müsaade etmiyordu. Sonunda başardım.

Olağanüstü bir kaçamak bakış operasyonu ile cümlesinin hakkından geldim. Toplantının sonuna doğru artık hiçbir yüzün yabancısı değildim. Kıyafet ve oturuşları da tanıdık olmuştu. Genellikle siyah olan giysilerin arasında lacivert renklere de rastlanıyordu. Başı örten eşarpların envai çeşitleri vardı.

Gelenek gelişse bu hanımnefendiler için defile tertip edilse herhelde tiksinti veren Batı defilelerinden çok daha asil ve edepli defilelere tanık olabilirdiniz. Bu hanımlar en azından yıldırım çarpmış telgraf direği gibi yamuk bacaklarını gösterip yengeç yürüyüşü yapan kurumuş İngiliz, Fransız, İtalyan mankenlerini defalarca gölgede bırakırlardı.

dsc06649.JPG  Bir kalenin bahçesinde yapılan ilk konser başarılı oldu. Kalabalığın hiç kımıldamadan oturduğunu gördüm. Bir halının düğümleri kadar yeknesak ve hareketsizdiler. Yılların tecrübesi bana bir konserde “dinleyen” ve “dinlemeyen” insanları farketmeme neden olmuştu.

İnsanlar eğer dinliyorsa, salondan nefes sesi dahi duyulmaz.. Uzaktan hiçbir kıpırdanma görülmez. Eğer dinlemiyorsa hışırtı ve mırıltının arkası kesilmez. Sıkılırlar. Ayaklarını uzatıp başlarını kaşır, etrafa bakınırlar. “Ne zamana bitecek..” der gibi. Bir konseri dinlemek için para verip salona girmek yetmez.. Kulakların uydu anteni gibi olması gerekiyor.

Ebu Dabi’deki ikinci konser  ne yazık ki duyuru hatası yüzünden yeterince dinleyici toplayamadı. Bir başka sefer yine buluşuruz diyerek defteri kapadık.

“İttihat” hava yollarının Boeing uçağı ile dört saat havada kaldıktan sonra Yeşilköye indiğimizde  uçak pistinden yükselen yağlı lastik kokusu dahi vatan hasretini gidermeye yetmişti. Bu ülkeden dört gün dahi ayrılmak azap veriyor. Orada eloğlundan aşırma, ithal malı, batı uygarlığının tapınakları olan iki fevkalade çok yıldızlı lüks otelde kalmıştık.

dsc06654.jpeg   dsc06679.jpeg   dsc06640.JPG

Altı yıldızlı “Entercontinental oteli”nin bizim tek yıldızlı bayrağımızın yanında bir kümes kadar değeri olmadığını düşünüyorum.

Bitmeyen Osmanlı yağması

yali.jpg

Osmanlı tarihinde köşe başı tutan dörtyüz yıllık Köprülüler  sülalesinden  Sadrazam Amucazade Hüseyin Paşa'nın Fatih Şehzadebaşı'ndaki 2500 M2 alana yayılan türbe-medrese-imaret-sübyan mektebi' külliyesi ve Paşanın bu gün yaşayan torunlarının Amerikalı'lara 3 trilyona "yap-işlet devret "ettiği Anadoluhisar'ındaki "Meşruta yalısı" hakkında yazı yazan bir  kardeşimize  cevabımdır:

“Değerli arkadaşım bu yalıyı bize verseler ne güzel tekke yaparız değil mi ? kurarız bahçesine kazanları, toplarız fakir fukaraları, yedirir içiririz. Şad ederiz Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi merhum Kaari Ahmet Dede'nin dervişi olan Kapudanı Derya, Sakız Fatihi Hüseyin Paşa'nın vakfını.

Ama Yalı'nın bu günkü mütevellisi burayı 3 trilyona birilerine yap-işle-devret yapmış. Yakında onarılacak ve içinde Amerikalı Mss Taylor süt banyosu yapacak. Sonra kalan sütleri Hisar'da dolaşan kedilere verecekler. Belki o zaman Sadrazam Hüseyin Paşa'nın dört yüz yıllık vakfının şartları yerine gelir, Anadolu Hisar'ının sokak kedileri doyunurlar. Yarın Ahrette de ben o Mütevelliyi kulağından tutup Hüseyin Paşa'nın önüne getiririm." Bak a Paşa derim, senin insan doyurmak için kurduğun vakıfta, torunların kedi besliyor."

Bey kardeşim ! Binlerce insanın tek göz odada yattığı bir şehrin orta yerinde 2500 metrelik bir alanı ölülere tahsis etmişler, haberin yok. O koskoca vakıf bugün boş duruyor. Aile birbirine girmiş, Bu arada mütevelli bey 400 yıl önce ölmüş dedesinden kalma vakfın kirasını ön cephedeki küçücük dükkanında ekmek parası çıkarmaya çalışan esnaftan her ay söke söke alıyor. Önceki mütevelli ortalığı yıkıp gitti, bu defaki de "yap-işlet-devret" le kumda çelik oynuyor.

Lütfen biraz kendinize gelin. Tez günde uyanın. Mütevelli ile mi ? Bir başkasıyla mı ? Kimle olursa olsun bir araya gelin de Devlete hizmet etmiş Sadrazam Hüseyin Paşa'nın türbesi, medresesi, sübyan mektebi adam gibi çağa yakışır bir kültür merkezi olsun. Kurumuş sebilden su aksın, herkes içsin Allah'a hamd ü sena, Paşa'ya dua etsin. Yazık değil mi ?

O çeşme dört asır önce yapıldığnda Paris samanlık, Newyork ormanlıktı...İnsanlar girip çıksın, memleket neş'elensin. Paşa bunu bize emanet etmiş, kimin bozmaya hakkı var ? Neden böyle heyecanlarınız yok..? Büyük adamın büyük hayalleri olur. Küçük adam da dedesinin kira parasını bekler durur.

Boğazdaki Yalı'nın gece kulübü olacağı anlaşılıyor bârı Paşa'nın türbesi kurtulsun. Namusuna uygun lâhûti bir hayata dönsün. Bu iş hatır gönül meselesini çok aşmıştır. Biraz ayaklarınız yere bassın. Bir faciadır bu tablo.. Saygılar sunarım"

Çanakkale imha savaşı

gemi.jpg   canakkale_savasi.jpg   askerr.jpg

(Arşiv’den) Dünyanın ilk makinelı tüfeği bir Amerikan yahudisi olan Hıram Maxim’in icadıdır. Maxim 1840’ta ABD’de Sangersville Maine kasabasında doğdu. Küçüklüğünden beri mekanik olan her şeye ilgi duymuştu. İlk icadı fare kapanıdır. Maxim 1881’de Paris sergisini gezerken bir İngiliz ona “çok para kazanmak istiyorsan öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin” demişti.

Çanakkale savaşı 1895 Sudan Omdurman savaşından sonra bu silahın ikinci defa kullanıldığı en büyük savaşıdır.. Kara ve deniz muharebeleri olarak anılan bu savaşta, Hıram’ın “fare kapanı”nı en etkili biçimde kullanan taraflar, bu silahı efsaneleştirmek için olağanüstü çaba harcamışlardır. Makinelı tüfek bu savaşta ve bundan sonraki cephe ve şehir savaşlarında adetâ Davud’un Câlût’u yere indiren topuzu, Hektor’u yok eden Truvalı Aşil’in kalkanı, İskender'in düğüm bozan kılıcıydı.

Bu savaşın üzerinden 9o küsur yıl geçti. Bu gün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl  savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır. “Havada çarpışarak eriyen makinelı tüfek mermileri…” Savaş alanına yayılmış, bunlardan yüzlercesi, hâlâ topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonla merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez. Bu harika savaş makinesinin hangi zekâların ürünü olduğu pek sorgulanmaz.

hiram.jpg     makinali.jpg   max1.jpg Hıram Maxim ve makinalı tüfeği

Çanakkale savaşında kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar,  bu savaşın bir “silah fuarı” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlar, müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve nasıl insan öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki "melhame-i kübrâ" kan sofrasının şirin garnitürü…

Ordulara olağanüstü güç sağlayan makinelı tüfeğin kullanımı ile dünyadaki savaşların artık bir “soykırım” savaşına dönüştüğü görülmektedir. 1881 Paris fuarında bir İngiliz’in Hıram Maxim’e “Öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin”  demesinin ardından sadece 34 yıl geçmiştir. Ve  Hıram tavsiyeyi yerine getirmiştir. Bu silahla artık insanlar rahat rahat birbirlerini boğabilirlerdi.

maxim_portrait.jpg Hıram ve madalyaları

Çanakkale savaşının gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır ? Nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal erkten uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşî bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir.

veletler.jpg 1900’lerin başında bir Avusturalyalı’ nın, veya Borneo’lunun yahut bir Anzak’ın Çanakkale Boğazı'nda ne işi vardı ? Bu yakıcı soru Çanakkale savaşlarının 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere prensi Charles’e sorulmuştu.

1915 Çanakkale savaşlarında tarafların kayıpları yaklaşık olarak  şöyledir: Türkler : 251.309 İngilizler : 205.000 Fransızlar : 47.000.  Savaş, denizde ve karada 8.5 ay sürmüştü. Şair Mehmet Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği insan toplulukları bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan ve önlenemeyeceği varsayılan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi. Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin  hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları olmadığını düşünüyorum. Tarih sadece “dürüstlere” şeref madalyası verir.

Çanakkale savaşı her  iki taraf için de bir “imha” savaşıydı. O zamana kadar savaşlarda birbirlerinin siyasal gücünü dize getirerek yasal isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şovalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale savaşı ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşlarıdır. Bu olayın savaş tarihi verilerinden hareketle “toplum bilim” açısından yeniden   incelenmesi gerekir.

Bugüne kadar bu incelemeler yapılmamış, sadece kahramanlık destanlarıyla yetinilmiştır. Türkler bu savaşı kazanmışlar, ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdi. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen Müttefik Donanması iki yıl sonra elli beş parça gemiyle İstanbul limanına demir attı.

Müttefik donanmasını İstanbul’a getiren Mondros mütarekesinin imzalandığı sırada Rauf Orbay donanma kumandanı Amiral Calthrop’a gelecek gemilerin arasında “Yunan gemisi bulunmaması için” rıcada bulunmuştu. Calthrope bunu kabul etmekle birlikte Averof zırhlısını son dakikada işgalci donanmaya dahil etti, gemiye gözlerden uzak bir yerde demirlemesi için talimat verdiğini söylüyordu.

averofm.jpg   Günümüzde Pire lmanında müze olan Averof

Averof varsayılan bu talimatı dinlemedi. Dolmabahçe Sarayı’ nın önüne demir attı. Bu da yetmedi, Calthrope, Averof’ta bir resepsiyon verdi ve yenik Türkiye’nin başı yerde generalleri, devlet adamları, halk temsilcileri bu davete icabet ettiler. Savaş sonrasında muzaffer İngilizler, Türklere açıkça hakaret ediyorlardı.  (Yüzbaşı Bennett anlatıyor:Nezih Uzel, İstanbul 2008)

Her zerre çılgındır

Yerde ve gökte olan Her zerreye iyi bak, Onlar da bizim gibi Bir gücün tutkunu ve çılgınıdır. Neş’eli ve neş’esiz, iyi, kötü Her zerre, eşsiz bir güneşe Gönlünü kaptırmış, Dönüp durmaktadır.                            Mevlana