Annibal Kapıya geldi

nnn.jpg  Roma çökerken tüm suçu Kartaca’nın üzerine yüklemişti. Romalı’lara göre başlarına gelen her felaketin sorumlusu  Kartaca’şehriydi.. Her kötülük onun  başının altından çıkıyordu. Bu yüzden hain Kartaca’nın yok edilmesi gerektiğine inandılar. Kartaca yok olmalı ki Roma yaşasın. Kartaca o çağda **Akdeniz'**in güneyinde,  küçük bir Kuzey Afrika liman kentiydi.

Roma Senato’sunda Senatör KatoDelenda Carthaga= Kartacayı yok edin” diye dolaşmaya başlamış, tüm senatörler aynı türküyü tutturmuşlardı. Roma’lıların Kartaca'yı kolayca yok edebileceklerine inandıkları bir sırada Kartaca’lı Annibal, çoktan ordusunu hazırlayarak yola çıkmıştı bile, İspanya üzerinden  Roma’ya yaklaşıyordu.. Kato senatoda “Delenda Carthaga” diye bağırmaya devam ediyordu.

İki büyük savaşta yenilmez Roma ordularını perişan eden Hamilkar oğlu general Annibal, sonunda Roma’nın kapılarına vardı. Süslü kerevetlere uzanarak yemek yemeye alışmış Romalı’lar hiç kımıldamaya niyetli değilerdi. Rahattılar, müreffehtiler, zengindiler, Roma Kuzey **Afrika'**lı bir maceraperest’e ve onun çingene ordusuna nasıl yenilebilirdi. Ama işte Annibal kapıya gelmişti…

O zaman Latince konuşan Roma’nın diline bir cümle düştü: “Hannibal at Portas=Annibal kapıya geldi..”  Annibal kapıya dayanıncaya kadar “Delenda Carthaga” diye bağıran **Romalı'**lar bir türlü uyanamıyorlardı Kartaca'yı öylesine küçümsüyor, kendilerine öylesine güveniyolardı ki..

romalilar.jpeg Roma **Kartaca'**yı yok edemedi. Kartaca Roma’nın yok oluşunu hazırladı. Çünkü Roma’nın altı boşalmıştı. Roma tümüyle çökmüştü. dünyaya asırlarca örnek olan Roma hukuku yok olmuş, Roma sarayı  iğrenç bir bataklığa dönüşmüş, artık kimsenin inanmaz olduğu Roma tanrıları güçlerini yitirmişlerdi, Roma ordusu İmparatorluğun her yerinden yükselen isyan yangınlarını bastıramıyordu. Ayaklanan toplum sindirilemiyordu, Roma halkı dağılan toplum güçlerinin yıkıntısı altında feleğini şaşırmıştı. Duygusuz, kör ve sağır yaşıyorlardı.

Sonunda ayakta duramayacak İmparatorluğu çingeneler yıktılar. Annibal Roma’ya çeşitli sebeplerle girip İmparator locasına bayrağını dikemedi ama adını tarihe yazdırdı. Roma’nın sonu pek firaklı olmuştu.

Kartaca’nın Roma’ya başkaldırmasının sebebi altın'dı. O çağda özellikle bir altın ülkesi olan Sudan’dan tel halinde gelen altın Kartaca limanından yüklenerek Roma’ya götürülüyordu. Karşılığında Romalı’lar altın çıkaran zencilere renkli camlar, boncuklar dağıtarak ellerindeki madenin nasıl değer taşıdığını saklamaya çaba harcıyorlardı.

Kartacalı'lar bir gün “Karşı sahile göndereceğimiz yerde altına kendimiz  sahip çıksak ya.." dediler. Ve o çağın ilkel altın borsası Kartaca’ya taşındı. İşte Senatör Kato’nun “Delenda Carthaga” sı tam o zamana rastlamaktadır.

Dünya’nın bütün halkları  son iki yüz yıldan bu yana Londra ve Paris için çalışmıştır. Yeryüzünün her tarafında bu iki şehri ihya etmek için kütleler halinde canlarını feda etmişler, yani arzın tüm altın madenini oraya taşımışlardır. Şimdi buna bir de Washington eklenmiştir.

Dünyanın geri kalan halkı şimdi “altına biz el koysak” ya demiştir. Bin Ladin mi olur ? Wikileaks mi olur ? bir kumandan bularak Batı kapitalizmi’nin üzerine bir çingene ordusu göndermenin tam zamanıdır.

annibal1.gif.

Annibal M.Ö.247

Yalancının mumu söndü

icerik.jpeg

Başbakan Wikileaks belgeleri için “üzerinde tartışmadan yayınlamak vizyonsuz siyasettir” dedi. Yani bunları yayınlayanın bir “vizyonu” olacak, eskiden "dünya görüşü" denirdi,  şimdi "vizyon"deniyor.. Vizyon olmalı, yoksa belgeler değer taşımaz. Belge eğer tartışılmadıysa inanılmaz . Halbuki bu belgeleri yayınlayan Wikileaks’ın kendisi zaten “benim bir vizyonum yok” alın önünüze serdim, tartışın ve istediğiniz “vizyon”a kendiniz sahip olun  diyor. “Bunun adı şeffaflık, sadece şeffaflık, hiçbir şey gizli kalmasın. Haberler yorumsuz verilsin, doğruluğu sonradan araştırılsın” demek istiyor.

Bu eskiden ayıptı ! insanları ve saygın kurumları gereksiz yere karalamaktı. Ne var ki karaların kara oldukları yıllarca süren mahkemelerde öylesine zor ortaya çıkıyor ki, aradan geçen zaman, insanlığın kaybı oluyor. Yeni gelişen ve gerçek bir ihtiyacı karşılayacağı anlaşılan bu durum, bazılarının kanına dokunsa da karaların acilen ortaya çıkması ve  karanlıkların dağılması içn faydalı olabilir.

Başbakanın “vizyonsuz siyaset” dediği, sansüre uğramamış, siyasilerce örtbas edilmemiş, genellikle doğru olan haberlerden örülü siyaset programları”dır. Siyasiler uzun zamandır bir haberin doğru olup olmadığına değil, halka söylenip söylenmemesi gerektiğine kafalarını takmışlardır. Bir haber kendi siyasi programlarına uymuyorsa onun doğru veya eğri olduğuna bakılmaksızın yasaklanır. Bunun yeni adı siyasette “vizyon” dur.

Son zamanlarda pek sık kullanılan bu kelimeyi değerli devlet başkanımız Abdullah Gül de kullanmış ve “Irak siyasetinde Amerika Birleşik Devletleri ile vizyonumuz aynı” demiştir. Reis demek istiyor ki: Amerika Irak’a barış getirmek istiyor.. biz de öyle” Pekiyi Irak’a savaşı kim getirdi ? Savaş konusunda da Amerika ile Vizyonunuz aynı mı ?  İşte size tartışılacak bir “devlet vizyonu”

**Endonezya Wikileaks’**in fişini çekmiş, arkadan Fransa da çekmiş, ne faydası var ? olan oldu. İş o noktalardan çok uzağa taşındı. Artık **Assenge’**nin fişini değil ipini çekseler geri dönüş yolları tıkanmış, gemiler yakılmıştır. Assenge’yi idam etseler dahi küresel yıkıntıya çare bulamayacaklardır.. Şimdi zannımca onu asrın en büyük şantajı olan “cinsel tacizle” suçlayarak pasifize edeceklerdir. O’nu söylediler bile.. Bir dalga gelmiş sahilde kurdukları kumdan kaleleri yıkmıştır. Adamı yok ettikten sonra ondan geriye kalacak her türlü izi silmek için olağanüstü çaba harcasalar dahi o yıkılan kumdan kaleleri kimse geriye getiremeyecektir.

Ortaya çıkan durum belgelerin doğruluğu veya neden ? ne maksatla ? yayınlandığı değil dünyada bu güne kadar eşi enderine rastlanmamış bir “bilgi krizidir”. Biz bu açıklamaların çoğunu yıllardır yazmış kimseyi inandıramamışızdır. Bir Tomahawks’lık canı olan El-Cezire TV’sini Amerikalıların neden yok etmediklerini ? sormuş cevap alamamışızdır. Bin Ladin’in yakalanmayacağını 2001'de yayınlanan “Canavar Sahibini yedi" başlıklı kitabımızda daha ilk günlerde söylemiş kimseyi inandıramamışızdır. İkiz kuleleri yıkan Arap “teröristleri” şartlayan, azmettiren ve ölüme gönderen Amerikalı emekli generallerden oluşan bir grubun varlığını, saat başı değişen doğru haberler, mantık süzgeci ve gazeteci sağduyusu ile sezerek ortaya çıkarmış, Kennedy süikastını dahi düzenleyen bu kişilerin  isimlerini de vermiş ama kimsenin  dikkatini çekememişizdir. Neden  ? çünkü o zaman benzer bir “bilgi krizine” sıra gelmiş değildi.

Şimdi çok olumlu bir yere ulaşacak ve insanlar artık hiçbir habere düşünmeden inanmayacaklardır. Bu hayırlı sonuçlar doğurabilecek bir krizdir. Yandı yalan haber uyduranlar.  Şimdiye kadar yayınlanan belgelerden Rusya’nın **PKK’**ya silah sattığı doğru çıkmasa bile halk böyle bir şeyin olabileceğine inanacaktır. Yemen Cumhuriyetinin el-Kaideye kapılarını açtığı doğru çıkmasa bile bunun böyle olabileceğine insanlar akıl erdireceklerdir. O zaman bu düşünceler doğrultusunda hayalhanelerden teoriler de üreteceklerdir. Kıbrıs meselesinde belki de Türklerin Yunanlılarla anlaşarak sorunu kasden uzattıklarını düşüneceklerdir. Afgan ve Irak Savaşlarının gerçek sebebini öğreneceklerdir.

Savaşın sona ermesinden elli yıl sonra Kuzey-Güney Kore’yi yeniden savaşın eşiğine getiren bombardımanların belki de Amerika tarafından yapıldığını tahmin edeceklerdir. Sonra sıra tarihteki olayları incelemeye gelecektir. 1945’te Pasifikte Amerikan-Japon savaşını başlatan Pearl Harbour baskınını Japon uçaklarının değil de Amerikan denizaltılarının gerçekleştirdiğini varsayacaklardır.

O sırada dünyayı yalan dolanla yönetmeye çalışan çevreler yalanlama üzerine yalanlama üreterek hala insanları kandırmaya çalışacaklardır. Halbuki salt mantığa göre biliyorsunuz “bir şeyin olmadığını söylemek olabileceğine işaret etmektir” Böylece her yalanlama bir başka gerçeği ortaya çıkaracak ve feleğini şaşıran yalancılar “şecaat arzederken sirkatin söyleyen merdi kıpti gibi” boşlukta sallanarak kurdukları kahrolası yalan dünyasının yıkıntıları altında yeryüzü ufkundan ve tarihten çekilip gideceklerdir. Yalancının mumu sönmüştür. Şimdi medeniyete yeni ufuklar açılabilir.

Bir arızaya neden olmazsa, bu krizden İnsanoğlu’nun kârla çıkması için Rabbime dua ediyorum

Diplomaside utanma yoktur

30-1.jpg A.Cevdet Paşa (1822-1895)i

Bir süre sonra yıkıcı bir fırtınaya dönüşeceği kesin olan Wikileaks belgelerinin getirdiği yeni ilham rüzgarlarıyle tarihe de pencere açılacağı anlaşılmaktadır. Bu pencereden yeni gerçekler hayatımıza dolacak ve asıl “kamu oyu yargılaması” ondan sonra başlayacaktır. Ben şimdiden bu pencereyi açıyor ve devlet adamlarının hatta Fransa İmparatoru III. Napolyon’un utanmadan halka nasıl yalanlar söylediklerini  Osmanlı’nın yetiştirdiği  tarihçi ve Hukukçu Ahmet Cevdet Paşa’nın notlarından  arzediyorum:

“İttifakat-i düveliye daima menafi-i müştereke üzerine tesis oluna gelmiştir. Ve iki devlet beyninde dostluk ve safvet denilen şey menafide iştirakden ibaret olduğu halde her biri kendi menfaati için diğerini aldatmağa çalışması emr-i tabiidir.”

Günün Türkçe’si ile şöyle: “Ulusların birbiri ile anlaşması ortak çıkarlar üzerinde kurulmuştur. İki devlet arasında dostluk ve dürüstlük denen şey ortaklığa katılmaktan ibaret olduğu halde her birinin kendi çıkarları uğruna diğeri aldatmaya çalışması doğaldır.”

Paşa bu aldatmaca sırasında “diplomasi” namı altında özel bir ilim geliştirildiğini de şöyle anlatmaktadır:“Ve buna dair olan malumat bayağı bir fen olarak (Diplomasi) denilüp daima süfera mükâlemelerinde lisan-ı diplomasi üzre bir takım ibarat-ı müpheme ve tabirat-ı muhtemele ifade-i meram ve safvet ve dostluğa dair olan kelimatı dahi bu kabilden olmak üzere ilave-i kelam ederler..."

Türkçesi “ Bir fen olarak geliştirilen diplomasi de “elçiler arasındaki konuşmalarda bir takım anlaşılmaz kelimeler ve hayali değimler kullanmak ve dürüstlük ve dostluğa ait kavramları da  bunlara  eklemektir”

Paşa bu açıklamalardan sonra en büyük bombasını şöyle patlatıyor: “diplomatlıkta utanmak gailesi ve doğruluk daiyesi yoktur.” Yani “Diplomaside utanma zorunluluğu ve dürüstlük gayreti yoktur”

Paşa bundan sonra son devirde  Osmanlı devlet adamlarının aldana aldana aldatmayı Öğrendiklerine işaret etmekte ve 'Fransa İmparatoru III. napolyon'dan dan şöylece söz etmektedir:  "Elhasıl vükela-yı Devlet-i Aliyye ol vakte kadar Napolyon'un yalanlarına pek çok aldandılar. Lakin aldana aldana aldatmayı dahi öğrendiler"

Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa”nın bu sözlerinin üzerinden yüz otuz yıl geçmiştir. O zaman III. Napolyon’un yalancılığından ve utanmazlığından bahseden Paşa’nın, bu günlere gelerek önceki Amerikan Cumhurbaşkanının “nukleer silah var” diyerek olmadığını bile bile Irak’ı cehenneme çevirdiğini, buna devrin İngiliz başbakanı Tony Blair’in de iştirak ettiğini sonra her ikisinin de “nükleer silah var dedik ama yokmuş” diye sergiledikleri utanmazlık ve sahtekarlık karşısında neler diyebileceğini merak ediyorum.

Diplomaside utanmazlık yüz yirmi yıl önce yokmuş, şimdi de yok..Keşke aradan geçen bunca zaman içinde  olsaydı. Utanmazların yüz  yirmi yıl sonra da utanmazlığa devam etmeyeceklerini kim garanti edebilir ?

Yazık !.. Şu güzelim yeryüzü bu kadar mel’aneti kaldırmaya layik değildir.

Cin şişeden çıktı

cinler-alemi.jpg

Adam diyor ki “şeffaflık olacak, hiçbir şey gizli kalmayacak” ve ima ediyor;” gizli gizli çevirdiğiniz işler yüzünden dünyamız batıyor, bir çare bulmalı” Hayır ! diyorlar gizlilik meraklıları.. “Herşey gizli olacak” Ve adamı kuduz köpeklerin önüne atarak parçalanmasını seyretmek için olağanüstü gayret gösteriyorlar.

Sonunda başını yiyecekleri muhakkak, elbette susturacak ve “yeryüzü soygununa” devam edecekler, Avusturalya’lı gazeteci susacak.. Ama cin şişeden çıktı. İnsanlar perde arkasında neler olduğunu bundan sonra daha fazla merak edecekler. Basındaki yerleşmiş “tabu”lar hızla yıkılacak. Politika ve diploması çevrelerinde esen fırtınadan mutlaka geriye izler kalacak. Halkı kandırmak eskisi kadar kolay olmayacak. Bekleyelim göreceğiz. Derinlemesine şartlandırılarak koyu bir karanlığın içine tıkılan insan oğlu bir gün “her söylenene inanmamayı” öğrenecek. Ve o günden sonra “topluma yalan söylenemeyecek.. ” Wikileaks olayı hızını kesse, ortadan kaybolsa, zorla unutturulsa da yeryüzüne yayılan ve insanlara “acaba” dedirten bu işin etkileri pek çok şeyi yerinden oynatacak. Assange “bir değişim yaşıyoruz**, işin** birdenbire parlamasının mantığını biz dahi çözemiyoruz” diyor. Doğrudur, büyük işlerin büyüklüğü sonradan anlaşılır. Yüce dağların yüceliğinin uzaktan bakılınca anlaşıldığı gibi… Hele biraz zaman geçsin.

En büyük paniği yaşayan ve adamı “anarşist” ilan eden Amerikalılar olayı örtmek için olağanüstü çaba harcıyorlar. İplikleri pazara çıkan diplomatlarını geri çekiyorlar, yalanlama üstüne yalanlama yayınlayarak ortaya dökülen  pisliklerin üzerini örtmeye çalışıyorlar ama artık faydasız. Eski hasırın kenarından başlayan yangın ortaya doğru ilerliyor.

Sovyetler Birliğinin tüm gücü ile yaşadığı yıllarda Batı’ya iltica eden Aleksandre Soljenitsin şöhretinin ilk aylarında Harvard Üniversitesinde verdiği bir konferansta “Bizi sansürcülükle suçluyorsunuz ama asıl sansürü siz uyguluyorsunuz, sizin yazarlarınız kendi kendini sansürlüyor” Demişti, bu söz beni çok düşündürmüştür. Gerçekten biz yazarlar “halkın hoşuna gitmeyecek” şeyleri yazmıyoruz. Yazsak da yayıncılar basmıyor. Bu yüzden yazmak değil düşünmüyoruz bile. Şimdi adına Medya denen haber ve fikir dünyasını yönetenler işi kökünden halletmişler. Bağlı oldukları finans çevrelerinin arzusu doğrultusunda yazarı tecrit etmişler**, zincire** bağlamışlar. Düşünce damarlarını kurutmuşlar.

Ben Zaman gazetesinde çalışırken “Faysal Finans” firmasının İstanbul'da Tophanede yaptırdığı yeni binanın altında Mimar Sinan’ın bir hamamının bulunduğunu öğrenmiştim. Kemeraltı caddesinden bakılınca hamamın temelleri görünüyordu. Gazeteye gelerek haberi yazmak istedim “aman ! dediler sakın yazma, biz Faysal Finans’tan ilan alıyoruz…”  Tabii yazamadık. Görevimi yapamamıştım. Hala oradan geçerken caddeden açıkça görülen  kemere bakarım içim sızlar.. Kaşları çatık Sinan, sanki hakkını koruyamadığım için oradan bana parmağını sallıyor gibi.

Yüzbaşı Bennett’in hikayesini yazarak Hürriyet gazetesinin o zamanki genel Müdürü rahmetli Nezih Demirkent’e götürdüğümde “bu işlerle uğraşma bana resimli roman yaz” demişti. Bennette’in hikayesi bu olaydan otuz yıl sonra daha yeni yayınlandı. Bennett o günlerde İstanbul’daydı**.Milliyet** gazetesine götürerek rahmetli Turhan Aytül ile tanıştırdım. Turhan her zamanki anlamsız bakışları ile adamı süzdükten sonra “bu da kim…?” diye sordu; Anlattım, hiç tınmadı. **Mustafa Kemal’**i mezardan çıkarıp karşısına getirseydim herhalde ona da aldırmayacaktı.

Basında bir şeyin” zamanı" gelmediyse yayınlanmaz. O zamana da gazeteciler karar verir. Böylece “moda” lar doğar. Modası olmayan bir şeyi yayınlayamazsınız. Zamanı gelince de işte böyle yayıncısını dahi şaşırtacak biçimde iş ortaya çıkıverir.

Bakalım daha neler çıkacak ?

Dünyayı gizlilik yaktı

dunya.jpeg

Wikileaks açıklamaları” dünyada da yeni değildir. 1971 yılında bir Amerikan gazetesi “Pentagon Pepers:  Pentagon’un kağıtları” başlığı altında bir dizi yayın yapmış ve dünya altüst olmuştu. Sonra bu yayının Amerika’nın gizli çıkarlarına hizmet ettiği ve o zamanki yönetim tarafından kasden çıkarıldığı ileri sürüldü. Olabilirdi… Kimbilir belki şimdiki Wikileaks’ın da böyle bir emeli ve de gizli bir maksadı vardır. Nereden bilelim.

İşin içinde "maksat" aramak işi örtmenin tek çaresidir. O zaman herkes kendine göre değişik maksat arayışına girer ve konunun anlatmaya çalıştığı şey gölgelenir. Ortalık cadı kazanına döner, gerçek sislenir ve İşten zarar görecek karanlık çevreler rahat nefes alırlar. Bu bir çeşit "gündem saptırması" dır. Oldukça etkilidir.

Bu çeşit bir belge yayınlandığında ilk tepki “bunun neden yayınlandığı” dır. Kimse belgenin ne olduğuna ? ne demek istediğine ? içeriğinin ne olduğuna merak etmez,  acaba bunu kim ? ne maksatla ? yayınlıyor, ilk sorulan soru bu. Bu günlerde  tüm köşe yazarları aynı başlığı atıyorlar: “sızdırılanlar” neden sızdırıldı ? Bir “haber” eğer o günlerin “haber mantığına” ve “modasına” uygun değilse ve birilerinin kanına dokunduysa, onun adı “sızdırma” dır. Bu sözü herkes bilir bilmez, anlar anlamaz tekrar ediyor. Ülkede şu günlerin  “ulusal ezberi” bu..

Sızdırma” nedir ? ne demektir ? Mesleği gazeteci olan bir insan bir haber yakaladığında bunu "haber" olarak yazar, sorumluluğunu da üstlenir, hukuki sonucuna da katlanır. Haber “sızdıranlar” ise bir çeşit haber hırsızlarıdır, casustur onlar. Muhbirdir, müzevirdir, yüzsüzdür, maksatlıdır, art düşüncelidir, sinsi ve düzenbazdır. Alçaktır. . Onlara biz “muhbir” deriz. Ben gazete yönetirken böylelerinin getirdiği haberlere hiç kulak asmazdım. Zaten o çeşit haberler olabildiğince başka kaynaklardan doğrulanmadıkça kullanılmaz. Gazetecilik dilinde aynı kökende çıkma olmasına rağmen “muhbir” ile “muhabir” sözcükleri  birbirinden çok farklı olarak kullanılır.  Namuslu bir gazeteciyi bir “muhbir” veya casusla karıştırmak vicdansızlıktır.

Avusturalyalı gazeteci  Assange iyi bir iş yapmıştır. Amerikan Time dergisine verdiği demeçte"Gizlilik birçok şey için önemli, ancak diplomasi ve küresel ilişkiler için de geçerli midir ? diye sormuştur. Bu fevkalade önemli bir sorudur. Meselenin özüdür. Hareket noktasıdır. Assange örneğin karı-koca arasındaki gizliliğin uluslar arası işlerdeki gizlilikten farkı olmalı demek istemiştir.

Ben bu sav’a yürekte katılıyorum. Karı-koca arası veya bir ekonomik çarkın içindeki gizlilik nihayet belirli bir tahribe yol açar ama küresel ilişkiler  çapındaki gizliliklerden savaşlar doğuyor, ülkeler yanıyor, insanlar kitleler halinde ölüme doğru koşarcasına gidiyorlar. Gizli kapılar ardında kurulan alçakça düzenler, yalan ve dolan çarkları yüzünden milyonla insan açlık ve ölüme mahkum oluyor.

1914 Birinci dünya savaşında savaşan iki tarafın silahlarını aynı firmalar üretiyordu. Bu firmaların temsilcileri ve savaşacak ülkelerin diplomatları savaşa yakın günlerden  bir gün gizlice İsviçre’nin ucra bir kasabasında toplanmışlar. Sabaha kadar “savaşta kullanılacak topların çaplarını” konuşmuşlar. Ertesi günü pazarmış, halk barış için dua etmek üzere kiliseye gidiyormuş. Gizli silah toplantısına katılan devrin İngiliz başbakanı Lyod Geoge yıllar sonra  hatıralarında diyor  ki : “Kiliseye gideceklerine gelip bizi burada öldürselerdi savaş çıkmazdı..”

Endülüs'te son İslam kalesi olan Granada düşerken Aragon’larla Müslümanlar arasında aylarca süren gizli müzakereler yapılmış, halka hiçbir şey söylenmemiş, sımsıkı kapalı kapılar arkasından, pencere kenarından hiçbir haber “sızdırılmamış” Halk Granada’nın düşeceğine hiç inanmazmış. “Barış görüşmesi yapılıyor” zanneder, bekler dururmuş.  Bir sabah kardinal  Jimenez, Elhamra sarayının üzerine **haç’**ı diktiğinde sonucu öğrenmişler.

Dünyanın derdi “gizliliktir”. Her mel’anetin başı gizliliktir. Her bela gizlilikten çıkar.

Sararmış yapraklar dökülüyor

yaprak.jpg

Wikileaks bir geleneğin sonudur. Habercilikte bir reformdur. Çok önemli bir gelişmedir. Teknolojinin getirdiği bir sivil darbedir. Gazetecilerin “ne yayınlanır... ne yayınlanmaz” diye yıllardır kendi kafalarınca uydurdukları dünya düzeninin artık sona erdiğinin resmidir. Basında “moda fikirler” doğmasının yıkılışıdır.

Biz hiçbir hakkımız olmadığı halde şu gazetecilik sanatı kurulduğu günden beri israrla, inatla “yayınlanacak” şeyle “yayınlanmayacak” şeyi ayırmışız. Buna hiç hakkımız olmadığını şimdi birisi hareketiyle itiraf etti ve her şey altüst oldu. Buna siz isterseniz bir işaret koyup yeni bir çağın başlangıcıdır, diyebilirsiniz.

Ben bunun mücadelesini vermiş bu yüzden basından dışlanmış bir adamım. “Okuyucuya saygılıysak ona her şeyi söylememiz gerekir” demiş ve her gazeteden kapı dışarı edilmişimdir. Sonunda “evden yazılacak “elektronik gazete çıkınca namusumuzu kurtardık.

Gazeteye “yazılacak, yazılmayacak” şeyleri ayırırken “yazılmayacak” denen şeylerin içinde pek ilginç konular bulunduğunu ilk fark eden rahmetli Abdi İpekçi olmuştur. Benim ilk gazeteci olduğum 1961 yılında ortaya çıkan bu durum sonunda Abdi bey, o sırada bu ayırımı yapmakla görevli genç bir sayfa sekreteri olan Hasan Pulur’a konuyu açmış ve o günlerde Milliyet’in yayınladığı “Gün” isimli tabloid gazetede “İnsanlar ve Olaylar” sütünü başlamıştır. Bu sütun kurucusunun elinde  elli senedir başarıyla devam ediyor. Yürekten tebrikler. Hasan Pulur belki bu yıl ellinci yılını kutlar. Çağırsa giderim.

Gazetelere başta Anadolu Ajansı olmak üzere çeşitli ve dış kaynaklardan günde 500 sayfa haber gelse bunun ancak 50 sayfasının yayınlandığını ben 1987 yılında Son Havadis”te çalıştığım sırada öğrenmiştim. “Yerimiz yok” derler sonra istedikleri haberleri, gazetecilik değimi ile “triyaj” ederlerdi, yani ayırma.. Ben de çalıştım o ayırma işinde.. Yalnız bir noktada hakkımız olmalı, belirli sayfası olan bir gazetede o kadar haber nereye konacak ?

Şimdi “yer sorunu”nu teknoloji halletti. **Wikileaks’**n en büyük gücü burada. Sınırsız sayfaya sahip bir bilgisayarda sonsuza kadar uzatılacak metinler yayınlamak mümkün, isteyen istediği şeyi bulup okusun… Yıllarca çilesini çektiğimiz kağıttan gazetecilik böyle miydi ya ?

Bu işin gazetecilik yanı, siyaset sahnesinde ise konu daha da ilginç boyutlar kazanıyor. Türkiye’de halka “neyin söylenip, neyin söylenmeyeceğini” en iyi bilen, izleyen ve zaman zaman büyüklere anlatan kişi 9. Cumhurbaşkanımız sayın Süleyman Demirel’dir. Demirel Devlet adına en iyi sır saklayan kişidir. Sırlar birikse de, tortu bağlasa da, saklanamayacak hale gelse de  o yine saklamayı bilir. Halka hiçbir şey söylemez. Öyle bir büyü öyle bir efzun bulur ki Halk söyledi zanneder.

Ben muhabirken sorardık: -Beyefendi toplantıda ne konuştunuz ? -Gündemdeki maddeleri -Gündeme ne vardı ? -Konuştuklarımız..

Bu ülkede politikacılar yıllarca halka hiçbir şey söylememişlerdir. Hiçbir sır vermemişlerdir. Halk onları “açıklama yapıyorlar” diyerek  safça kulak kesilmiş “bir şey söylediklerini” zannetmiş, onlar ise hiçbir açık vermemişlerdir. En fazla  “içerde çok olumlu gelişmeler oldu” demişler ve halk bunu açıklama zannetmiştir. Halk ömrünce  hep martaval dinlemiştir.

Örneğin Kemal Derviş’in Ankara’ya çağrılarak Maliye Bakanı yapıldığı zaman dillerden düşmeyen “kriz hakkında” ben dahil kimse bir şey öğrenememiş, öğrendiğini zannetmiş ama verilen bilgiler “merak etmeyin krizi çözdük” sözcüğünden öteye geçmemiştir.

Hiçbir vatandaş o kriz hakkına en ufak bilgi sahibi olamamıştır. Ben sanıyorum ve diliyorum  ki, şimdi açılan yeni elektronik enformasyon çağında her türlü sır, sararmış hazan yaprakları gibi hayırlısıyla birer ikişer dökülecek. Seçilmiş haberler geleneği bitecek “Moda fikirler çağı” kapanacak ve insanlar dünyanın gidişatı hakkında daha sağlam bilgiler edinecekler. Hayırlısı olsun.

Batı’nı yeni belâlısı

fuzeler.jpeg

Amerikan sanayinde füze kalkanı  teknolojisi için soyunan kuruluşların “medya” ilişkileri varmış. Yani bu başarılı silah tüccarları aynı zamanda TV ve gazete sahibiymiş. Yani sistemi geniş halk kıtlelerine şirin göstermek için ellerinde fevkalade etkili yayın organları varmış. Bu yayın organları ile daha şimdiden  amansız bir propaganda yarışına girişmişler veya girmek üzere hazırlanıyorlarmış.

Günlerdir konuşulan bu, artık her şey açıkça ve net anlaşılıyor. Bir takım kişilerin ve böyle şeylerle var olan grupların zengin olmaları için, birtakım kişilerin ölmekleri gerekiyor. Kitle halinde ölecekler. Mecburlar. 1,5 milyon Iraklı, bir o kadar Afganlı nasıl öldüyse onlar da ölecekler. Hedef bu. Üstelik bu siyaset ve hazırlık bu kişilerin yaşam haklarını savunma adına kuruluyor.

Anlaşılan yaşayan insan sayısı dünyaya fazla geliyor, bunların önemli bir kısmının “irtihal-i dar-ı beka” eylemeleri lazım. Vaktiyle İran’da Tebriz şehrinin halkı pek ziyade çoğalmış. Tebriz valisi Şah’a demiş ki: “Bunların yarısını öldürelim....” Şah kabul etmiş. Tam işe başlayacakken bazı akıllı adamlar araya girerek Şah’ı kararından caydırmışlar.

Amerika’da silah fabrikatörlerinin Medya kuruluşları varmış. TV yayın organları, gazeteleri bol maaşlı köşe yazarları varmış. Hiç hayret etmedim. Bu dünyada ilk değildir. 100 yıl önce I. Dünya savaşında o zamanki Fransız Cumhurbaşkanı Clemenceau’ nun kardeşinin silah fabrikası ve “Exelsior” isimli bir gazetesi vardı. Bu gazete ve benzerleri halkı savaşa hazırlamakla görevliydiler. Gazete insan topluluklarını “savaşın gerekli olduğuna” inandırmak için kurulmuştu.

Çağımızda şimdi “gazete” fikrine  bir de Televizyon” eklenmiş ve iyice azan silah tüccarları her eve giren bir alet türü kazanarak bununla olağanüstü bir güç sahibi olmuşlardır.  Son yıllarda buna ilave edilen “cep telefonları” da devamlı dinlenerek halkın ne düşündüğü kolaylıkla kontrol edilebilecek hale gelmiş ve böylece artık halkları istenen yöne çevirmek için hiçbir engel kalmamıştır.

NATO andlaşmasını teşkil eden 23 müdür ? 26 mıdır ? kaç ülkeyse o kadar ülkenin halkının  ilk aşamada 300 milyon dolar harcaması gerektiği söyleniyor. Böylece bu halklara “siz uslu durmaz ve bu paraları vermezseniz bir sabah şehirlerinizin üzerinde İran “şahap “füzelerinin kırmızı karnı baharını görebilirsiniz”  demektedirler. Eskiden insanları “Rus füzeleri” ile korkuturlardı, şimdi bunlar “İran füzesi” oldu. Batı’nın yeni ”korku generatörü” Moskova değil “**Tahran”**dır.

Eski zamanlarda her kerhanenin bir belalısı olurmuş. Eli kanlı, kafası dumanlı bu belalılar, patron’un parası ile sermayeleri korkutur, kadınların uslu durmalarını sağlarmış. Şimdi bu düzen uluslar arası planda devam ediyor. Batı durmaksızın kendine bir “belalı” arıyor. Bin Ladin mi olur, Molla Ömer mi ? bir belalı bulunacak. Batı’nun yeni “belalısı” hayırlı olsun. Bakalım sonraki zamanların “belalısı” kim olacak  ?

Bu arada İran çırpınıyor “ben uranyumu barışçı amaçlar için”işliyorum. “Size saldırmak gibi bir niyetim yok” Batı ise bunu hiç duymuyor. İran’ın hesabını kesti bile... Artık İran’la “uranyum” la, “şahap füzesi" ile bir işi yok Batı “kütle imha silahı vardır “diye Irak’a saldırdıktan sonra hiç yüzü kızarmadan” aaa.. yokmuş" dedi ya. Yine aynı şey olacak.

Bizim Devlet adamları da “belgede İran lafı etmelerini önledik” diyerek sevinçten takla atıyorlar. Bunu pek büyük başarı diye sunuyorlar. Kurt kuzuyu parçalamaya hazırlanırken kurd’a “yapma..etme ayıptır…” diye yalvarıyorlar. “Hiç olmazsa baştan söyleme, korkmasınlar” diyorlar.

Ne müthiş bir küresel “kaht-ı rical “yaşıyoruz ya Rabbülalemin..

Facebook astım yapıyor

cocuklarda-astim-hastaligi.jpg

Türkçe özet: İtalyan doktorları Facebook bağımlısı 18 yaşında bir gencin, ekran önünde geçirdiği uzun saatlerden sonra astım krizlerine yakalandığını saptadılar. (Nefes darlığı hastalığı) Doktorlar kız arkadaşından yeni ayrılan gencin, Facebook’ta eski sevgilisinin resmini gördükten sonra krize girdiğini ileri sürüyorlar. (Teşekkürler Yahoo)

Des médecins italiens ont découvert qu'un jeune homme voyait son asthme empirer lorsqu'il consultait Facebook ! Pourquoi une consultation régulière de Facebook déclencherait-il des crises d'asthme chez un jeune homme de 18 ans ? C'est ce qu'a tenté de découvrir récemment des médecins italiens en découvrant ce cas rarissime chez un asthmatique. Selon la revue The Lancet, un jeune homme a en effet vu ses problèmes respiratoires empirer parce qu'il surfait trop souvent sur le réseau social ! Pour faire le lien avec le site Internet, il a fallu comprendre dans quel état psychique se trouvait le garçon. Ce dernier venait de subir une rupture amoureuse douloureuse. Il s'est avéré que ses crises d'asthmes empiraient lorsqu'il consultait le profil Facebook de son ex-copine, qui n'était visiblement pas très chagrinée par la fin de son idylle. Pour être certain qu'il s'agissait bien de la source du problème, les médecins ont demandé au jeune homme de ne plus aller sur le réseau social durant quelques temps. Après plusieurs semaines de sevrage, son asthme était redevenu stable.(Courtoisie Yahoo)

Nato düşman arıyor

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

nato.jpeg

Soğuk savaş döneminde Rusya’nın tehdine karşı kurulmuş olan “Kuzey Atlantik Savunma İttifakı” kısaca Nato, Sovyet Rusya’nın hayırlısıyla çökerek tehdid olmaktan çıkması üzerine işsiz kaldı. Şimdi kendine yapacak arıyor.

Aslında silahlı bir Batı sözleşmesi olan Nato, insanların asırlardır ayakta kalmak için silaha başvurmalarının en modern şekliydi. Nato’nun silaha ve düşmana ihtiyacı vardı. Sovyetler sahneden silindiğine göre bu düşman nereden  bulunacaktı ? Kosova ve Afganistan savaşları sırasında yapılan denemeler başarısız kalınca şimdi bu teşkilata güçlü bir düşman bulmak gerekiyordu.

Nato’nun bir numaralı devleti Birleşik Amerika’nın önceki başkanı Bush “dünyayı hayır ve şer” ekseni olarak ikiye ayırdığında aranan düşman az çok belli olmuştu. Hayır devletlerinin başında kendi ülkesi, şer devletlerinin başında ise İran geliyordu. İşin bundan sonrası “Şer’in ortadan kalkması “ için bahane bulmaya kalmıştı., Batı’nın silah pazarlarının yeniden kurulması ve silaha dayalı ekonomilerin kalkınması için propaganda makinası durmaksızın çalışacak, Loocked-Martin silah şirketinin değerli kağıtları borsalarda tavan yapacak ve iş silahlı çatışmaya kadar varacaktı.

İçinde bulunduğumuz siyaset dolabı budur. Bu düzen özellikle Türk devlet adamları tarafından dikkatle gizlenmekte, sorulan sorular “süreç devam ediyor” formülüne bağlanmakta ve verilmesi dış odaklara bağlı kararları örtbas etmek için “masaya yatırıldı” değimi tüm gücü ile hükmünü icra etmektedir.

Her gün ağızlardan düşmeyen “Vizyonumuz aynı, süreç devam ediyor” ve “yetkili organlarımız çalışıyorlar” Sözcükleri halkları uyutmak ve zaman kazanmak için kullanılmakta, kapalı kapılar arkasında ve diplomatlar arasında konuşulanlar asla geniş halk kitlelerine duyurulmak istenmemektedir.

Ömrünü tamamlamış bir savunma sistemine savaş bulmaya çalışan yetkili kişiler, bu tavırlarını halktan gizleme ihtiyacı dahi duymazken özellikle bizim ülkenin devlet, hükümet adamları gerçeği gizleme yarışında aşırı başarı göstermektedirler. Onlar her toplantıdan sonra görüşmelerin çok olumlu geçtiğini kapı önünde açıklamakta, ne var kı bu “olumlu” toplantılar çoğu zaman kanlı çatışmalarla sonuçlanmaktadır.

NATO şu sırada tarihinin en önemli toplantısını yapmakta ve yeni dünya düzeni için yeni bir strateji kurmanın ilk adımını atmaktadır. Bu adım hayali bir düşmana karşı gerçek bir savunma sistemi yaratmaktan ibarettir. Düşman hayalidir ama sistem çeşitli halklara ödetilecek milyarlarca dolara mal olacaktır. Sistemin adı "füze kalkanı"dır.

Bu amaçla yapılan toplantılar sırasında caddelere yayılan protestocu gençler kırmızı boyalarla kendilerini boyamakta, TV çağına uygun yeni şekil pankartlar açmakta, gösteriler düzenlemekte ve bu tehlikeli olayın gerçek yüzünü insanlığa anlatabilmenin çarelerini aramaktadırlar.

Becerebilecekler midir ? Yerleşik bir “mel’anet düzeninin “insanoğlunu ateşe atmaya hazırlandığını  yeteri kadar belirtebilecekler midir ?  Yoksa her zaman olduğu gibi isimleri “teröriste” çıkacak ve asıl “terörist” olan varoluş sebebi ve yaşamı  gereği terörizmi destekleyen gelişkin devletler, istedikleri sisteme yeni kılıflar bularak haksız yaşamlarına devam edecekler midir ?

Dünya değişecek midir Dostlar ! Daha kötüsü olamayacağına göre belki..

Mutlu Canların Bayramı

sari-gul.jpg

Mutlu Canlar, bayramınız kutlu olsun, Mutlu Canlar siz sağ olun Mutlu canlar, hem kendileri Hem herkes sağ olsun.

Sıkıntıları aşan. Çöllerle savaşan Canavarla boğuşan, Kendine yol arayan Mutlu Canlar, bayramınız kutlu olsun, Saldırana elsiz, sövene dilsiz Bela arayana engel, aramayana Dost Mutlu Canlar, bayramınız kutlu olsun

Günden güne yeşeren, durmadan açılan Kibar İnsanoğlu, ummanlar kadar vefalı Cefadan kıl payı uzak, kendisi lle barışık Aslan gibi insanoğlu, kalbi derin Ruhu serin mi, serin. Ferah mı ferah...

Bayramınız kutlu olsun ulu Canlar Mutlu Canlar, Ulu canlar. Daha nice bayramlara, Sağlıcakla Sarı Şeyh