Lenin’in yıkılan devleti

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

14.jpg

Dünya bir yüz yıla yakın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” adı altında”ideolojik”  bir devletin varlığına sahne oldu.“Homo Sovieticus” adı altında tek tip bir vatandaş yaratmayı hedefleyen, “proleter diktatoryası” na dayalı bu Devlet, 20 yıl önce dağılarak tarihten silindi.

logo-orak-cekic.pngSovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bayrağı Moskova’da eski çarların Kremlin Sarayı'nın üzerinde, ekim 1917’den, aralık 1991’e kadar 74 yıl dalgalandı. Üzerinde orak-çekiç sembolü olan bu bayrak, devletin bir “çiftçi ve işçi” devleti olduğunu gösteriyordu. Asya kıtasının yarısından fazlasına yayılan, Çin sınırından Avrupa içlerine kadar uzanan bu topluluk, onbeş küçük devletten oluşuyor ve 230 milyon insan barındırıyordu. Rus ırkının başını çektiği bu birleşimde 90 milyona yakın Türk yaşamaktaydı.

len.jpg

Devlet, Rusya’yı asırlardır yöneten Çar’lara karşı Bolşevik denen direnişçi gruplar tarafından bir darbe sonucunda kurulmuştu. Darbe’nin ilham kaynağı St. Petersbourg’lu bir avukat olan Vladimir  İlyic Ulyanov Lenin’di. Lenin uzun yıllar Rusya’da halkın ezilmesine karşı çıkmış, arkadaşları ile birlikte sosyalizmi benimsemiş ve Alman filozofları Karl Marx ve Engels’in “sosyalizm-komünizm” görüşlerini siyasi program olarak belirlemişti. Devlet doktrini olarak ele aldığı bu görüşler, sınıfsız bir toplum ve üretim araçlarının ortak kullanımı esaslarına dayanıyordu.

7.jpgLenin, Marx ve Engels’in hiçbir zaman uygulanmamış ütopik “komünizm”ine değişiklik getirmişti. Rus halkının genel yapısına göre zorunlu olan bu değişikliği Lenin, Moskova’da kendisini ziyaret eden eden bir Türk hey’etine şöyle anlatmıştı : “ Köylüye toprağı ekin malzemeyi hükümet verecektir. Mahsulu biz alacağız, size ihtiyacınız kadar bırakılacaktır dendi. Ertesi sene Rus köylüsü toprağı ekmedi, açlık her taraf kapladı. Durum günden güne kötüye gidiyordu. Değişiklik zaruri oldu”.Yapılan bu ve benzer değişikliklere daha sonra  Marxizmin “Marxizm-Leninizm” kolu denmiş ve bu kol kuruluşundan dağılışına kadar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği”nin resmi devlet ideolojisi olmuştu.

Sovyetler Birliğinin kurulduğu yıllarda Türkiye’de Anadolu harbi devam ediyordu. Anadolu’ da Türk ordusu biri askeri, diğeri siyasi olmak üzere iki yenilgiden çıkmış toparlanmaya çaba harcıyordu. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, geriye kalan bir grup fedakâr askerin gayreti ile Ordu, 1912 Balkan Harbi faciası ve Yunan işgali yıkımlarını silmeye kararlıydı. Çarların bir devrimle yıkılması sonucu yeni kurulmakta olan sosyalist Rus devletinin Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmazdı.

12.jpg

Devriminin dünya’ya yayıldığı ölçüde güçleneceğini bilen Lenin,  Türkiye ile daha sıkı bağlar kurmanın yollarını arıyordu. Bu amaçla yapılan diplomatik temaslar sonucu Türkiye’nin ilk Dış işleri bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk başkanlığında Ankara devrimine bağlı bir grup siyasi-aydın, Moskova’nın yolunu tuttu. Bu gezi hakkında yıllar sonra, Ekim 1962’de, Üsküdar Çamlıca’daki konağında, Yusuf Kemal Tengirşenk bu satırların yazarına şu bilgiyi verecekti:

“Sovyet başşehrine gittiğimiz vakit bittabi Lenin ile görüşmek icap etti. Mülakat günü Kremlin’e gittik. Lenin büyük duvara yapışık eski Mabeyn’cilerin bulunduğu bir binada bizi kabul etti. Etrafta fazla bir emniyet tedbiri göze çarpmıyordu. Sadece hüviyetimizi soran bir nöbetçiye Türk hey’eti olduğumuzu bildirmek kâfi geldi. Büyük salonda kimseler yoktu. İçeri girdiğimiz vakit kısa boylu bir zatın sandalyeleri düzelttiğini gördük. Bu Lenin hazretleriydi. Konuşma baştan sona kadar havaî mevzulara takılı kaldı. Bir ara bana doğru dönen ihtilâlcı lider, arzumuzun yerine geleceğine dair kısa bir iki kelime söyledi o kadar.  Bilindiği gibi biz oraya daha rahat yardım alabilmemiz maksadı ile Ermenistan yolunun açılması işi için gitmiştik."

22.jpgDaha sonraki konuşmalarımızda “Komünizm ve Türkiye” konularına peyderpey temas ettik. Kısacası biz kendisine “Türkiye’nin komünist olmaya hazır olduğunu” söyledik. Fakat gerek Lenin ve gerekse diğer Bolşevik liderleri buna itiraz ettiler ve Türkiye hususiyle Anadolu halkının sosyal karakterinin buna müsait olmadığını ısrarla ileri sürdüler. Bilindiği gibi Rus ülkesinde toprak, asırlardan beri müşterek kullanılmaktadır. Anadolu’da ise teamül rüral rejimdir. Yani bir aile bir toprağa bağlıdır. Arazi onun malıdır. Babasından kalmıştır ve evlatlarına intikal edecektir. Toprak o ailenin adeta bir ferdidir. Onu oradan ayırmak imkânsızdır. Müşterek kullanmaya zorlamak faydasızdır. Bu bakımdan Sovyet liderlerinin itirazları yerinde olmuştur.”

52.jpgSovyetler birliği 1922’ye kadar bir araya gelmiş on beş devletten oluşuyordu. Bu devletlerin listesi şöyledir: 1) Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti 2) Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 3) Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 4) Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 5) Estonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 6) Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 7) Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 8) Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 9) Letyonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 10) Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 11) Moldovya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 12) Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 13) Tacikistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 14) Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti 15) Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti.

Bu devletlerin 1) Azerbaycan 2)  Kazakistan 3) Kırgızistan 4) Özbekistan 5) Tacikistan 6) Türkmenistan olmak üzere 6 devlet Türk ırkından oluşuyor ve Türkçe konuşuyorlardı. Bunların arasında sınır ayırımı yapaydı. Eskiden bu ülkelerin tümüne birden Türkistan deniyordu. Çar Korkunç İvan’ın 16. yy.da bir İslam şehri olan Kazan’ı yakıp yıkması ile başlayan Rus yürüyüşü, 19. yüzyılda Türkistan Gültepe savaşları ile son bulmuş ve Rusya Kafkaslar dahil bütün bu ülkeler üzerinde tam bir askeri hakimiyet kurmuştu. Lenin’in Bolşevik devleti eski Çarlık Rusya’sının toprak vârisiydi. 1922’ye kadar kurulmasını tamamlayan Devlet, bu muazzam alanda yer tutuyor ve yüze yakın ırkın üzerinde yükseliyordu.

Marxizmin ekonomik tezlerinin az farkla kesin uygulayıcısı olan Sovyetler Birliğinin kurucu kadrosu içinde daha ilk zamanlarda yıkıcı çatlaklar belirmişti. Proleter kültürüne dayanacağı bildirilen yönetim bu alanda kadro sahibi olamadığı için sarsılıyordu.  Osmanlı tabiri ile “yevm ün cedid rızk ün cedid” yani “kazandığını aynı gün yiyen” Proleter kesim, henüz devlet yönetecek güçte değildi. Çarlık döneminde uzun mücadeleler ve sıkıntılar yaşamış olan sosyalist Rus aydını ise halkından kopuktu. Komünistlerin “sınıfsız bir toplum” yaratma idealine rağmen Rusya o çağda derin toplumsal ayrıntılar içinde yaşıyordu.

fakirrr.jpgRusya fakirdi, Aç ve çıplaktı. İki büyük savaş geçirmiş, iç savaşlar da buna eklenince kollektif yorgunluk had safhaya ulaşmıştı. Rusya’nın yarım asırlık bir zaman içinde 60 milyon insan kaybı olduğu söyleniyordu. Ülkede korkunç bir sefalet yaşanıyordu. Çarlar devrilmiş ancak Bolşevikler Çarlık döneminden daha kötü bir tablo ile karşılaşmışlardı. Yönetici kadrolar zorunlu olarak yıkılması gereken sınıftan: burjuva denen kesimden sağlanacaktı. Ancak bu insanların Lenin’in değimi ile “homo sovieticus” idealine bağlı olmaları gerekiyordu. İşte tam bu sırada Rusya’da Stalin’in iktidarı ve devlet terörü başladı.

Lenin'in  21 ocak 1924'te ölümü ile Stalin’in zulmü inanılmaz boyutlara ulaştı, Gürcü asıllı Stalin, ortadan kaldırılamayan “burjuva” sınıfını öldürmeye başladı. 1934’te Rusya’da soylu bir insan olmak ölümdü. 15 Çevre devlette “milliyetçi” olarak tanınmak derhal kurşuna dizilmek demekti. Lenin’in Marx ve Engels’e dayalı sosyal fikirleri, Stalin’in elinde bir katliam’a dönüşmüştü..1953’te öldüğü zaman yapılan resmi nüfus sayımında 180 milyon çıkması lazım gelen Rusya Nüfusu’nun 167 milyon olduğu görülmüştü. Stalin ideolojik “temizlik “adı altında 13 milyon insan öldürmüştü.

15.jpgO sırada Rusya’ya saldıran Hitler ordularını, Mareşal Kış’la birlikte Stalingrad önlerinde durdurmayı başaran Stalin, Kamçatka’dan Doğu Avrupa’ya kadar adını duyurmuştu. II Dünya Savaşı sonunda Rus yardımı ile Nazilerden kurtulan Doğu Avrupa ülkelerinde komünistler de iktidara gelince, Rus Devleti gerçek bir imparatorluk görüntüsü kazanarak Dünyanın dörtte birine  yayıldı.

Savaştan sonra Ruslar ekonomik tedbirlerle kısa zamanda süper devlet oldular. Karşılarında başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm hür dünya ülkeleri yer alıyordu. Dünya iki blok’a ayrılmıştı. Bir zaman sonra bu iki blok arasında soğuk savaş ve silahlanma yarışı başlayacaktı.

Sovyetler Birliğini, sosyalist kültürle donanmış, Marxist bir lider ortaya çıkarmıştı. Çar’a karşı en az iki yüz yıl olan kızgın Rus aydınını da arkasına alan Lenin, iktidarını işçi ve köylüye dayandırmak istiyordu. Bunu başardı. Aydının sesini kıstı, köylüye yol verdi. Ancak Lenin’in tetikçisi Stalin’in gaddar politikaları sonucunda Rusya sınıflar arası “kan davası” görüntüsü ile bir kan gölüne dönmüştü.

Stalin’in 1953’te ölümü ile katliam sona erdi. Geri dönüş başladı. Rusya’da çeşitli iktidar kargaşalıklarından sonra devleti ele geçiren Khuruçef, Stalinizmi tasfiye etti. Stalinizmin tüm izlerini silerek ülkeyi temize çıkardı. 1958'de Kruşçev'in bir saray darbesiyle iktidardan düşürülmesi ile Kruşçev'in yerine 18 yıl iktidarda kalacak olan Leonid Brejnev geçti. Brejnev döneminin en önemli olayı 1975'de 35 ülkenin imzaladığı Helsinki Nihai Senedi veya diğer adıyla Helsinki Deklarasyonudur.

Helsinki Nihai Senedi ile Doğu-Batı ilişkilerine bir yumuşama ve yakınlık getirilmek   isteniyordu. Bu da Sosyalist Blok'un temellerini sarstı. Helsinki Nihai Senedi'nin yürürlüğe girmesi, Doğu Avrupa'daki tüm Sovyet uydusu ülkelerinde aydınları ve milliyetçileri harekete geçirdi. İnsan hakları ve hürriyet hareketleri şeklinde başlayan gelişmeler zamanla Moskova'nın hegemonyasına karşı bağımsızlık mücadelesine dönüştü.

Ancak bu da yeterli değildi. Bir Devlet doktrini” olarak uygulanmasına çalışılan “komünizmin” de ortadan kalkması gerekiyordu. Bunu da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov başardı. Rusya tekrar eski onbeş devlete bölündü, her biri bağımsızlık kazandı. Lenin’in devleti, kuruluşunun 74. yılında son devlet başkanının eli ile yıkılmıştı.

16.jpgSSCB’nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov bir Ankara ziyareti sırasında gazetecilere şunları söylemişti :”Tüm arzum komünizmi, tüm halk üzerindeki diktatörlüğü tasfiye etmekti. Beni bu misyonumda destekleyen ve teşvik eden karımdı. O bu görüşe benden önce ulaşmıştı. Bunu ancak üst düzey bir yönetici mevkiine gelerek yapabileceğimi biliyordum. Bu yolda karım beni en üst makama kadar tırmanmaya teşvik etti.

Rusya’nın zor durumda olduğunu farkeden son devlet başkanı rejimi yumuşatmak ve özel girişime pay ayırmanın şart olduğunu görüyordu. Üretimin devlet elinden alınması ve yeniden halka verilmesi luzumu doğmuştu. Bu amaçla “glasnost: ayna” ve Perestroika: üç tekerlekli araba” isimleri altında bir dizi reform başlattı. 6 sene süren bu reformlar da başarıya ulaşmamıştı. Devletin kuruluşunda yapılan yanlışlıklar doğal hükmünü icra ediyordu. Devletin yaşaması artık bir mucizeydi. Sonunda Gorbaçov aynayı kırdı, arabayı devirdi Rusya devleti battı.

Gorbaçov iktidara geldiğinde Sovyet komünizminin yapısını değiştirmeye karar vermişti. Bu değişme veya yeniden yapılanma iki koldan olacaktı. Bunlardan;Birincisi: Siyasal iktidarın veya devlet yapısının değiştirilmesiydi. Bunun için hedef, komünist iktidarın varlığına son verilerek halkın egemenliğinin hakim kılınması idi.İkinci hedef ise; ekonomik yapıda radikal değişikliklerin gerçekleştirilmesiydi. Bu suretle Sovyet Sistemi'ni güçlendirmeyi düşünen Gorbaçov, Amerika ile rekabet düzeyine ulaşacağını umuyordu. Bu iki ana hedefin yanında silahsızlanma gayretlerini de gözardı etmedi. Bir bakıma Sovyetler Birliği'ni kurtarmak için her yolu denedi. Ancak, tüm çabalar tarih içindeki ömrünü tamamlamış olan Sovyetler Birliği'nin dağılmasını önlemeye yetmedi.

Gorbaçov, glasnost ve perestroyka ile, hem ekonomiye ve hem de siyasal yapıya yeni bir düzen getirmeye çalışırken, Sovyetler Birliği’nin “federal” yapısına da yeni bir şekil vermek, yani “milli” cumhuriyetlerin merkezi otorite ile bağlarını yapılandırmak ihtiyacını da duydu. Başka bir deyişle, ta Lenin’den beri, Sovyetler Birliği’nin, denebilir ki, daima temellerini sarsan “milliyetler sorunu” na, perestroyka, yani yeniden yapılanma çerçevesinde yeni bir çözüm getirmek istedi. Her devletin başında bulunan  “çözülmez bela” SSCB’de  “milliyetçilik” şeklindeydi. Lenin’in devleti bu sorunu çözemedi .

111.jpgSovyetler Birliğinin 1922’de kurucu kadrosu gençti. Suslov, Molotof. Malenkof, Mikoyan gibi etkin liderler zamanla ihtiyarladılar. Malenkof, Khuruçef gibi nisbeten genç kadro da yaşlanarak bunlara eklenince Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliğinin merkez yönetim kadrosu son yıllarda iyice ihtiyarladı. Komünist Parti saflarında da artık gençlere rastlanmıyordu. Dağılışta Azerbaycan Devlet Başkanı olan Haydar Aliyev, yaş ortalaması yetmiş beş olan 14 kişilik Politbüro’nun en genç üyesiydi. Devletin son yıllarında Devlet ve Parti başkanları ve hükümet reislerinin sık sık değiştiği görülmüştü. Sonunda ihtiyarlar öldüler, Devlet battı. Rejim değişti, yeni ve genç nesiller yeni bir devlet kurdular.

Sovyetler birliğinin dağılışından sonra eski rejimin liderlerinin heykelleri Moskova’da bir kilisenin bahçesine atılmıştı. Batılı TV ‘ciler bunların resimlerini çektiler ve bu heykeller için poz vermiş olan yaşlı bir Rus buldular. Rus, gençliğinde devlet emri ile heykel yapan sanatçılara poz veriyordu. Bu heykellerin başları sonradan değiştiriliyor ve yerine istenen liderin başı konuyordu.  Yaşlı Rus şunları söyledi: “Evet,rejim yıkıldı, bu adamlar tarih oldu, ama bu heykellerden ne istiyorlar, onların her biri birer şaheser, yerlerinde dursalar olmaz mıydı ?”

41.jpg

Eski Zaman resimleri

ayas.jpg Münevver Ayaşlı Beylerbeyi, 1980

Bilmeden sırra erenler

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

sultanmuratturbesi.jpg

Bir türbe yaptırdım yatırı yok

Bir kurban aldım satırı yok

Gönlümden geçtin sen amma

Bir dost aradım hatırı yok

Yıllar yılları izledi yeryüzünde

Hayalin mesken tuttu gözümde

Asla ayrılmadım o tatlı rüyadan

Senden bir şeyler kaldı özümde

Bilmem ki o görünen sen miydin

Kalbe sımsıcak dolan sen miydin

Şimdi neredesin yerde mi gökte mi ?

Türlü  türlü ahkam kesen sen miydin

Bilmedim, bildirmedin bildirenim yok

Bana bu dağları deldirenim yok

Ferhada verdiğin güce sahibim ama

Bana yürü diyecek can erim yok

Sarı şeyh bir muamma bu işler

Açılacak bir gün elbette kem gözler

Vakti şerif hayrola demiş erenler

Erenlerdir bilmeden sırra erenler

sari-gul.jpg

Sarı Şeyh

Eski Zaman resimleri

benn.jpg Nezih Uzel,Üsküdar 1984

Ben oldum Sen

sari-gul.jpg

Sultan tepe tepelerin sultanıydı Bir sabah şeyhi sırladık oraya O gece çıktı sevmedi kabrini Kızdı bize, yendi ölüm kibrini

Kabirsiz bir ölüydüm yaşıyorken Şimdi kabirli bir diriyim vakit pek erken Yaşarken ölen bil ki ölünce canlanır Canı ölen ruh durmaz kanatlanır

Can ruha engeldir bilmelisin Ruhu olan ebedidir. anlamalısın Sen bu bedenden canı sürmelisin Nedir gerçeğin yolu görmelisin

Bir zaman kendimdeydim ben Bir zaman geldi ben oldum sen Senden sana bir fayda görmeden Geçtim gittim ya bu bedenden

Yok kevn ü mekan var mı sandın Yaşarken sen bu işten usandın Gönlünde esti ya bahar Güller açmıyor olmadan har

Sultantepe tepelerin sultanıydı Sarı şey o yamacın hayranıydı Tepe’in piri şeyhin canıydı Her iki mekanda kurbanıydı Sarı Şeyh

Küçük kıyamet 1509

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

istanbul-1557.jpg

Bir deprem kuşağının üzerinde yer alan İstanbul şehrinde, geçmiş yüzyılların unutulmayan depremlerinden biri 10 eylül 1509’da  meydana gelen ve adına “küçük kıyamet” denen depremdir. Sarsıntıda, o çağda  160.000 kişinin yaşadığı istanbul’da 5000 kişi ölmüştü.

Eski değimle “zelzele” veya “hareketi arz” İstanbul halkının yakından tanıdığı bir doğa olayıdır. Genellikle her otuz yılda bir meydana gelen yer sarsıntıları yaptığı büyük tahribata rağmen toplumda köklü travmatik sıkıntılara neden olmamış, Osmanlı toplumu her depremden sonra “Allah’tan gelene itiraz “ edilmez “ diyerek şehri yeniden inşa etmeye koyulmuştu.

İstanbul’un bin yıllık deprem tarihi listesinde yer alan en büyük deprem Osmanlı sultanı II. Beyazıt devrinde meydana gelen ve halkın “küçük kıyamet” adını verdiği depremdir. O sırada şehirde 35.000 yerleşim merkezinde 160.000 kişi yaşıyordu. Tarihler depremde 5000 kişinin kaybolduğunu belirtmektedir.

istanbul-1509-peter-coecke.jpgBolu’dan Edirne’ye kadar kendini hissettiren Deprem en büyük hasarı camilere vermişti. 109 cami tamamen yıkılırken ayakta kalanların da tümünün minaresi tahrip olmuştu. 1070 ev yerle bir olmuş, Şehri çevreleyen hisarın  burçlarından 49’ yıkılmış yahut ağır hasar görmüştü.

Deprem’de Ayasofya Cami’nin fetihten sonra yapılan minaresi yıkılmıştı. II. Beyazıd’ın Topkapı Sarayı’ndaki has odası depremden çökmüş, ancak padişah bir kaç saat önce odadan ayrıldığı için ölümden kurtulmuştu. Deprem öyle bir korku yaratmıştı ki, Padişah II. Beyazıd 10 gün kadar Topkapı Sarayı bahçesine kurulan bir çadırda veya “çatma evlerde” yaşadıktan sonra, şehri terkedip Edirne’ye gitmişti. Bir süre sonra Edirne’de de deprem oldu. Mimar Hayreddin, 15 gün içinde Padişah için Edirne’de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde kalmaya başladı. Aynı sene Edirne’de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu. Padişah vezirlerini toplayarak onları şöyle azarladı: ‘‘Bu zelzeleler zulüm ve fesadınızdan mazlumlar ahının sebeb olduğu gazabı ilahidir!..’’

beyazid_ii.jpgDepremden sonra toplanan Divan-ı Hümayun, depremin izlerini silebilmek için her evden 22 akçe ek vergi toplanmasına karar vermişti. Şehrin yeniden imar edilmesi için imparatorluk çapında harekete geçildi. Anadolu’dan 37 bin, Rumeli’den 29 bin işçi ve usta İstanbul’a getirildi. Padişah 66.000 işçi, 3000 ustabaşı ve 11.000 ırgat görevlendirerek, imar işlerini başlattı. Mart-Haziran 1510 tarihleri arasında hasarlar tamir edildi. Şehrin imarı için işçi ve malzeme temini zaman aldığından İstanbullular 1509 kışını derme çatma yapılarda büyük zorluklar içinde geçirdiler. İstanbul’daki imar faaliyetlerine 29 Mart 1510′da başlandı ve çok kısa bir sürede 1 Haziran 1510′da bitirildi. Bu inşaat, bütünüyle Mimar Hayreddin’in nezareti altında yapıldı. İnşaatın tamamlanmasından sonra hükümdarın emri üzerine üç gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı.

İstanbul’da o sırada Bizans mimarısın etkileri devam ediyordu. Evlerin çoğu en fazla üçer katlı taş binalardı. Bu yüzden yıkımın korkunç bir felakete yol açtığını gören hükümet binaların ahşap yapılmasına karar verdi. Anadolu’dan getirilen 60.00 işçi şehrin yakınlarında bulunan ve bu gün Belgrad Ormanı olarak anılan  yere götürüldü. Buradan temin edilen kereste, ilk defa İstanbul’un imarında kullanıldı. İstanbul’da bu gün de görülen eski ahşap evler, ilk defa o zaman ortaya çıkmıştı. Bu usül daha sonra tüm Batı Anadolu’ya yayıldı, gelenek oldu ve yüzlerce yıl “deprem önlemi” olarak işe yaradı. Ancak bu defa da yangınlar Şehrin yakasını bırakmadı.

10 Eylül 1509 depremi sonucunda, ölenler arasında Osmanlı Hanedanından 3 kişi vardı. Vezir Mustafa Paşa ve emrindeki 360 atlı süvari kışlasında ölmüştü Depremde İstanbul ve Pera’da hasara uğramayan hiç bir evin kalmadığı rapor edildi. Bu deprem sırasında, şehir surlarında Eğrikapı’dan Yedikule’ye kadar yıkım gözlenmişti.

Ayrıca, Edirne kapısı, Silivri kapısı ve Yedikule gibi ana giriş kapıları ağır hasara uğramış, Ishak Paşa kapısı, Topkapı sarayı duvarlarının, Hastalar Kapısı ve Kayıklar kapısı arasında yıkıldığı gözlenmişti. Duvarlara yakın birçok evin denize battığı görüldü. İstanbul ve Pera’nın bazı bölgelerinde, yerde yarılmalar, su ve kum fışkırmaları gözlenmiş, deprem sonrasında oluşan dalgalar surları geçmiş, Galata ve İstanbul’daki birçok duvarı aşmış ve hasar oluşturmuştu.

deprem-anonim.jpgİstanbul yarım adasının güney kıyısında  bulunan bir mahalle bu gün de “Cankurtaran” adı ile anılmaktadır. Burada Bukoeon adlı eski bir Bizans sarayından kalma yüksek duvarlar vardır. Gece saat 4,5’ta meydana gelen, 10 eylül  1509 depreminde Marmara denizinde oluşan ve beş metreye kadar ulaştığı söylenen tsunami dalgalarının bu duvarları aşamadığı ve bunun üzerine halkın  gerideki mahalleye “cankurtaran” adını verdiği sanılmaktadır.

Osmanlı Padişahı 2.Beyazıt’ın 1509 depreminde kentin çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırmıştı. Bilinen kuyu şeklinden daha geniş çapta olan bu kuyular, olasılıkla bir deprem önlemiydi. Tarihler bu kuyuların faydasından söz etmektedir. Adı geçen kuyular son zamanlara kadar görülmüştü. Şimdi üzerinden Vatan Caddesi geçen ve eski Fatih yangının yer aldığı bölgede bir kaç geniş kuyu vardı. Bu kuyuların yangından sonra çevrede gelişen bostanların su ihtiyacı için açıldığı zannediliyordu. Aslında bunlar “Deprem kuyusuydu”

Geçtiğimiz yıllarda Hüseyin Hüsnü Gürel isimli bir  mühendis, Erzincan ve Marmara Bölgesi’ndeki doğalgaz varlığıyla ilgili TBMM Başkanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına raporlar göndererek doğalgazın bulunduğu yerleri “düdüklü tencereye” benzetmişti. Yazılarında "Bir düdüklü tencerenin içine kum, çakıl ve doğalgaz koyup patlatırsanız üzerinde tren bile olsa havaya hoplatır" diyen  mühendis Hüseyin Gürel Osmanlı Padişahı 2. Beyazıt’ın 1509 depreminde kentin çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırdığını ve çok az masrafla İstanbul’u bu deprem sarsıntılarından kurtardığına işaret  etmişti.

Gürel, raporunda bu kuyular ile yeraltı düdüklü tenceresine 400 delik açıldığını, kuyuların denge bacası görevi yaparak basıncı azalttığını söylüyordu. Gürel, Marmara Bölgesi ile Erzincan Ovasında 20-30-50-100 metre gibi az derinliklerde geniş çaplı kuyular kazdırılarak, bu yerlerin  kolayca kurtarılabileceği uyarısında bulundu.

ayasofya.jpgAdı geçen “deprem kuyuları” nın Ayasofya’nın altında da bulunduğu anlaşılmaktadır. Bundan birkaç yıl önce gazetelerde yayınlanan bir haberde İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Çiğdem Özkan Aygün, Ayasofya’da zeminin altında su sistemleri bulunduğunu açıklıyor, kanalizasyonları dehlizleri, kuyu ve sarnıçlarını haber veriyordu. Dr. Aygün şunları belirtmişti:

"Ayasofya’da tam 8 kuyunun varlığını saptadık. Bunların tamamını inceleyeceğiz. Ancak, kuyuların bir bölümü çok dar, bu nedenle hepsine teker teker inmemiz mümkün değil. Su ana kadar iki kuyuya indik. Bunlar Van Nice’ın da araştırmaları sırasında bulduğu, müzenin içinde bulunan kuyular. En geniş, içine girilebilen bu kuyularda bile zorlanıyoruz. Zira ilk kuyunun ağzı sadece 44 santimetre, derinliği ise 11 metre. Kuyunun ilk 1 metre 15 santimetrelik bölümü tuğla ile örülmüş. Sonraki bölüm ise kayaya oyulmuş. Dibinde ise henüz tam olarak ölçümünü yapmadığımız balçık tabakası var."

Bir deprem önlemi olarak kuyu açma geleneğinin Osmanlılarda devam ettiği gözlenmektedir. Padişah II.Beyazıd’ın torunu Kanuni Sultan Süleyman, döneminde inşa edilen Süleymaniye Camiinin çevresinde de birçok kuyu açtırmıştır ki, bunların adı “deprem kuyuları” olarak anılmıştı. Mimar Sinan Süleymaniye Camii’nin temellerinde Haliç kıyılarına kadar indiği söylenen geniş mermer bloklar kullanmıştı. Cami inşaatlarında ender görülen bu temel şeklinin de bir “deprem önlemi” olduğu anlaşılmaktadır.

adapazari-1999.jpg1999 yılında, Marmara bölgesini büyük ölçüde etkileyen depremde;  gazetelerde yayınlanan  küçük bir haber, gözlerden kaçmıştı, İzmit-Solaklar Köyü sakinleri, ” köyün kuyuları bizi depremin yıkıcılığından kurtardı” demişlerdi. “Kuyu depremi keser” cümlesi çevrede pek çok kişi tarafından bilinen bir halk değimiydi.

Sultan II. Abdülhamid 1894 depreminden sonra aşırı korku ve heyecana kapılmıştı. Bu yüzden Dolmabahçe Sarayı’nın avlusuna iki ahşap köşk yaptırdı. Padişah uzun bir süre “Hareket köşkleri” adını alan bu köşklerde kaldı.

1894 depremi sonrasında II. Abdülhamit'in başında Atina Rasathanesi Müdürü D. Eginitis ve İstanbul Rasathanesi Müdürü Coumbary ile müdür muavini Emile Lacorine'ün bulunduğu ekibe hazırlattığı rapor, şehrin bulunduğu oynak zemin ve tedbirler hakkında net bir fikir veriyordu.

Depremlerle ilgili II. Abdülhamid’e rapor verenler arasında Legofet isimli bir uzman Padişaha,  İstanbul’da meydana gelen afetler konusunda bir liste sunmuştu. Listeye göre 366 ile 1509 arasında şehirde 55 defa deprem olmuş ve bunların bir kısmı aynı yıl içinde tekrarlanmıştı. Legofet raporunda ayrıca 401-1905 yılları arasında İstanbul’da meydana gelen semavi afetlerden söz etmekteydi.

1894-depremi.jpg

Çanakkale imha savaşı

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

canakkale_savas_fotograflari-4.jpg (Arşiv'den)

Bu savaşın üzerinden 90 küsır yıl geçti. Bu gün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl  savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır. “Havada çarpışarak eriyen makinelı tüfek mermileri…” Savaş alanına yayılmış, bunlardan yüzlercesi, hâlâ topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonla merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez.

Çanakkale savaşı makinelı tüfek çağının en önde gelen savaşıdır. Bu harika savaş makinesinin hangi zekâların ürünü olduğu pek sorgulanmaz. Çanakkale savaşında kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar,  bu savaşın bir “silah fuarı” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlar, müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve nasıl insan öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. İnsan kanı pazarı.. Ölüm üzerine ticaret. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki kan sofrasının şirin gtfk.jpgarnitürü…

Çanakkale savaşının gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği de birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır ? Nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal erkten uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşî bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir.

1900’lerin başında bir Avusturalyalı’nın, veya Borneo’lunun yahut bir Anzak’ın Çanakkale boğazında ne işi vardı ? Bu soru Çanakkale savaşlarının 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere prensi Charles’e sorulmuştu.

nefer.jpg1915 Çanakkale savaşlarında tarafların kayıpları yaklaşık olarak  şöyledir: Türkler : 251.309 İngilizler : 205.000 Fransızlar : 47.000.  Savaş, denizde ve karada 8.5 ay sürmüştü. Şair Mehmet Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği insan toplulukları bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi.

Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin  hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları olmadığını düşünüyorum. Tarih sadece “dürüstlere” şeref madalyası verir.

savas.jpgÇanakkale savaşı her  iki taraf için de bir “imha” savaşıydı. O zamana kadar savaşlarda birbirlerinin siyasal gücünü dize getirerek yasal isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şovalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale savaşı ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşlarıdır. Türkler bu savaşı kazanmışlar, ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdi. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen Müttefik Donanması iki yıl sonra elli beş parça gemiyle İstanbul limanına demir atmıştı.

Müttefik donanması ile birlikte 13 kasım 1918 günü İstanbul’a 3500 asker çıkarıldı. Bunlara daimi kalmaları için yer bulundu. Askerler şehre dağıldılar. İstanbul’un silahlı işgali ve 15 mart 1920  Letafet Apartımanı faciası bundan bir yıl, sekiz ay sonradır. İngilizlerle birlikte İstanbul’a İtalyanlar ve  Fransızlar da gelmişti.

Yüzyılın başında İstanbul’un uğradığı gerçek işgal, bu şehrin tarihinde derin izler bırakmıştır. Bu işgal sadece askerî değil aynı zamanda sosyal bir hareket, şimdilerde moda olan değimle bir medeniyetler çatışmasıydı. Belki “medeniyetler karşılaşması” daha uygun düşecektir.

ayasofya.jpgİşgal sırasında İngiltere’de bir ara “İstanbul’u Yunanlılara verelim, Ayasofya’yı kilise yapsınlar” fikri doğmuştu. Buna karşı çıkanlar oldu. İngiliz Kamu oyu inanılması güç biçimde “İstanbul’un Türklerden geri alınması”nı tartışıyordu. Acaba o sırada bir Osmanlı vatandaşı “Londra’yı İngilizlerden alalım…” demiş olsaydı, nasıl bir tepki görürdü ? merak ediyorum. 1900’lerin başında dünyada yaşlı savaş geleneğinin ulaştığı nokta  gerçekten ilginçtı.

Çanakkale savaşını bir “imha savaşı” şekline sokanlar ve daha sonra 450 yıllık Osmanlı başkentini fiilen işgal edenler, yeryüzünde işte o üstün ırk iddiasında olanlardır. Bunlar kendi uygarlıklarının karşısına dikilen diğer uygarlıkları, insan topluluklarını ve farklı yaşam biçimlerini, arzın sathından silebildikleri ölçüde yasallık ve devamlılık kazanacaklarına inanmışlardı. Bu inançlarını daha sonra denemeye devam edecekler ve bu düşünce ve davranışlarını ekonomik ve endüstriyel çıkarların çok ötesine taşıyarak yeryüzü çapında bir sosyal reform düzeyine ulaştıracaklardı. Başarılı oldular.

top.jpg

eski zaman resimleri

suheyl.jpg KADIKÖY, 1964 (soldan) Rauf Tuncay, Bekir Pekten, Süheyl Ünver, Necmeddin Okyay, Uğur Derman

Hükümdara saygı erdemdir

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

otag.jpg

Yazlıkçılardan kalma bitli bir kamp çadırı bulmuşlar padişah  çadırı diye bize gösteriyorlar.. Arkadaşım, kalk git bak “otağ-ı humayun” nasıl olur ? öğren, İstanbul’da Harbiye’deki Askerî Müze’de mükemmel örnekleri var, iyi  korunmuş, eskiyen, çürüyen yerleri yamalanmış, onarım görmüş.. Koca bir Osmanlı Hükündarı’nın seferde ve savaşta içinde oturacağı, harp meclisi kuracağı çadır, oksijen çadırı mıdır ?

Muhteşem yüzyıl filmi ile ara sıra ilgileniyorum. O da vazife gereği, madem ki halkım ilgilendi, ben de yazar olarak peşine düşmeliyim diyorum. Ama her defasında yürek büken eksilik ve yanlışlıklara rastlıyorum.

kankisa.jpgFilmde Kanuni tasviri defalarca açık başlı görülüyor. Bu vahim bir yanlışlıktır. Hiç bir Osmanlı sultanı haremde dahi olsa açık başla gezemez. Açık baş matem işaretidir. Devlet törenlerinde padişah cenazelerinde matem havası açık başla ifade edilir. Paşaların ve devlet  büyüklerinin sikkesiz, sarıksız kavuksuz, mücevvezesiz dolaşması derin bir matemin göstergesidir. Daha da ilerisi var: O zaman da devlet büyükleri kaftanlarını çıkarır ters yüz edip öyle giyerlerdi.

Bu filmde tavuk kümesi gibi gösterilen “Harem” de “sümbül ağa” adını taşıyan erkek sesli bir harem ağası var. Tarih bilgisi ve neş’esi yerli yerinde olan her fert bilir ki harem ağaları hadım edilmiş olup sesleri “incelmiş, kadın sesine yaklaşmış” kişilerdir. Bunun örnekleri, eskiden dünyanın başka yerlerindeki saraylarda da görülmekteydi...

acik-bas-en-iyi.jpgEn basit tarih bilgilerinden dahi yoksun olan bu kahve dedikodusu gibi filmi, kimlerin yaptığını ? da merak etmiyorum, belki sinema gereği bazı şeyleri değiştirmiş olabilirler, fakat yazık oluyor.. Çoluk çocuğun aklına yanlış şeyler giriyor. Fikirlerde  sapkınlık oluyor. Saçları dökülmüş, göğsü kıllı bir hakan görüntüsü tarihe gölge düşürür, şanlı bir hükümdarın şerefini lekeler. Ulusun ebedî gururu olan o “Muhteşem Süleyman’ı film çevireceğim diye muharrem yobazı gibi üryan göstermeye ne hakkınız var ? Siz söylermisiniz Allah aşkına neyin peşindesiniz ?

pirsi.pngHan kapıcısına benzer yaşlı bir adam bulmuşlar, ona da “Piri Paşa” demişler . Bakılacak bir resim değil. Yavuz ve Kanuni gibi iki büyük hükümdara sadrazamlık yapmış ve başını vermeden emekliye ayrılmış eşi ender görülen devlet adamı Sadrazam’lardan Piri Mehmet Paşa’ya yakışacak adam gibi bir aktör bulunamaz mıydı. ?

Yavuz Sultan Selim bir ara Piri paşaya pek dik bakmış. Paşa gözleri yerde – Sultanım bir gün katlime ferman vereceğinizi biliyorum, şunu bir an önce irade etseniz de korkudan her gün ölmekten kurtulsam.. demiş. Yavuz kahkaha ile gülmüş – Paşa, Paşa aklımdan geçmiyor değil, ama yerine koyacak adam bulamıyorum.. İnsanı oğlunun yeryüzünde tek güvencesi yerine konacak adam bulunmayışı değil midir, değerli dostlar !

Padişahlarda, hükümdarlarda Devlet ciddiyetinden ve aile bağından gelen asil tavırlar vardır. Konuşurken, yürürken, otururken, düşünürken asil ve tumturaklı haller gösterirler. Yabancı elçilerin raporlarına göre bu haller gizemli ve ürperticidir. Bu yüzden asırlarca hükümdarların yüzüne bakmak yasak edilmiştir. Hakimane, otorite sahibi, domates-ciftci.jpgDevletlû tavrı şanlı vezirler de vardı. Saygıyı ve protokolü bozmadan Hükümdar önünde asaletli davranan vezirler tarihte isim bırakmıştır. Filmde gördüğümüz gibi pazarda domates satan esnaf kılıklı vezir olmaz.

Osmanlı Saray ve devlet protokolünde her hareket alkışlarla karşılanırdı, asırlar içinde alkışta aşırı bir hassasiyet ve gelenek oluşmuştu. Padişahın bizzat kendisi, yakınları, saray halkı devamlı alkışlanırdı. Bu filmde böyle bir geleneğin en ufak işareti yok. Senarist bilmiyor veya unutmuş.

Bana  sorulacak olursa adı geçen film, heba edilmiş bir emektir. Kaçırılmış bir fırsattır. Tarihi konuları ele alan film yapmak zor bir iştir. Önce dekoru kuramazsınız. Yüzlerce figüran bulmak, eğitmek, devrine göre giydirmek gerekir. Anlatılan çağın iç diş yaşam biçim ve gereçlerini çok iyi inceleyip sağlamak gerekir. Oysa ki bizim “Muhteşem” filmde Cıhan padişahının erkek sesli tek bir harem ağası ve üç dört kişiden ibaret Saray erkanı , beş altı kişilik Yeniçeri ordusu var..

10command56.jpgTarihi filmlerin sinema tarihindeki en usta ismi Cecil Belount de Mille’dir. The Ten Commandments (1956), Cleopatra (1934), ve The Greatest Show on Earth (1952)gibi belleklerden silinmemiş büyük tarihi filmlerin tek ismi Cecil B. Mille ancak böyle iddialı bir film yapabilirdi.

Kanuni, Türk ulusunun kaderini ve aynı ölçüde dünya tarihinin akışını değiştirmiş bir ulu hakandır. Bilge bir hükümdardır. Çağının en ileri devlet ve toplum önderidir. Şu şiir onundur;

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cıhanda bir nefes sıhhat gibi”

kanu.jpgSağlığın bir “nefes”inin dahi devlete eşit olduğunu bir hükümdar söylüyor. Mohaç muharebesinde zırhını giymiş şekilde at üstünde savaşı gözlerken göğsüne Macar okları isabet eden gazi kumandan.

Yine bir sefer  sırasında, savaş meydanında, Zigetvar’da şehit olan ve cenazesi İstanbul'a kırkbeş günde gelen bu büyük insanı, şu anda Anadolu’da yaşayan bizler, derin bir saygı ve şükranla anmalıyız.

Bu yüce sultan'ın hayatını ve önderlik öyküsünü film yapmaya kalkışsak da “korkudan titremeliyiz”  Geçmiş asırlarda yaşamış ve ulusuna hizmet etmiş büyük insanları anmak büyük uluslar için kadirşinaslıktır. Hükümdara saygı erdemdir.

İslam’ın yitik toprağı

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

gran.jpg (Arşiv'den)

Konu: Müslümanlar İberya yarımadasında sekiz yüz yıl  kaldılar. O sırada “Endülüs” adını alan İspanya, bir İslam toprağıydı. Ülkenin eski sahibleri savaşta Kuzey’e, Asturias dağlarına sürülmüşlerdi. Sekiz asır sonra geri gelerek “Reconquista” adı altında İspanya’yı geri aldılar.

Savaştan dönen ordu Başşehre giriyordu. Arabaların atların ağırlıkların alkışların, haykırışların arasında Hükümdarın atı tüm ihtişamı ile ilerliyor, çığrından çıkmış halk “ Ya muzaffer melik, ya galip hükümdar ” diye ortalığı çınlatıyordu. Melik bir an durakladı. Atının dizginlerini çekti, yüzünü göğe çevirdi ve “La Galibe illallah” dedi. “Allah’tan başka galip yoktur” demek istiyordu. Bu sözü o sırada inşaatı sona ermekte olan büyük Sarayın her yanına yazdılar.. Üç kelimeden ibaret olan “La Galibe İlallah” cümlesi Elhamra sarayının duvarlarını çepeçevre kuşatarak sonsuza dek sürecek bir mesaj niteliği kazanıyordu.

Az bir zaman sonra Endülüs Müslümanlarının son şehri Granada düşüp Elhamra Sarayı Aragon krallarının eline geçti. Aynı sülaleden gelen Karlos Kentos (Beşinci Charles) Arap yazısını uzmanlara okutup amacını anlayınca, şu sözü söyledi “Hayır ! Galip hükümdardır…”

21.jpgAradan dört yüz yıl daha geçti. Bir sonbahar günü kültürel etkinlikler ve bir konser için şimdi müze olarak kullanılan Granada Sarayına gelen bir Türk kültür grubunun üyeleri “La Galibe İlallah” yazısını okudular. Hikayesini öğrendiler ve  kral Kentos’a heyecanla cevap verdiler:  “ Hayır ! galip kral değil, Allah’tır” İspanyanın en parlak devrinin ulu hükümdarı 5. Charles, hak etiği cevabı, dört yüz yıl sonra Türklerden almıştı. Yanlışı dört çalgıcı düzeltti.

tarik.jpgMüslümanlar İspanya’da 800 yıl kalmışlardı. Efsane kumandan Tarık bin Ziyad’ın emrinde dört gemi ve 7000 mücahitle denizi geçerek 711 yılında Avrupa’ya ayak basan Arap orduları burada karşılaştıkları  Vizigot kralı Rodrigez’i, Rio Barbeta savaşında Suriye’den gelen yeni kuvvetletle yenilgiye uğrattılar. Tarık günümüze dahi kendi adı ile anılan boğazı geçtikten sonra askerlerin geri dönüş ümidini kırmak için gemileri yaktırmış ve onlara şu sözü söylemişti. “”Ey mücahitler ,arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, dönüş yoktur ki, iki seçenek vardır, ya ölüm ya da zafer“

savas.jpg 8 veya 10 gün süren Rio Barbeta savaşında Müslümanlar gerçekten sayıları 90 bine kadar varan ve “deniz gibi olan” düşmanla savaşmış ve galip gelmişlerdi. Kuzey Afrika’nın Berberi halkından azatlı bir köle olan bu savaşın kumandanı Tarık bin Ziyad’ın zaferden sonra şöyle haykırdığı rivayet edilmiştir :  ““Ey Tarık dün berberi bir köle idin, bugün Allah  nasip etti muzaffer bir komutan oldun, unutma yarın Allaha döneceksin.”

İslam ordularının İberya yarımadasında son ulaştıkları nokta Kuzey Batı’da Poitier şehridir. 10 ekim 732 tarihinde burada Charles Martel komutasındaki Franklara yenilen  Araplar Avrupa’da Poitier’den öteye geçemediler ancak İspanya’ya egemen olarak 21 yıl içinde ele geçirdikleri bu ülkede sekiz  asır kaldılar.

4.jpgAdı geçen çağda Arab siyasi gücünün merkezi Suriye, Asyalı’ların gölgesine düşerek Abbasi iktidarının eline geçtikten sonra  İspanyol toprağında devam  Emevi saltanatı’nın bu ülkeye parlak bir uygarlık getirdiği görülmektedir. Müslümanlar o çağda başta Elhamra Sarayı olmak üzere, Kurtuba Camii,  Medinet el Zehra, Saragosa Camii, Almeira ve Malaga kaleleri, Real Manastırı, Alkazar Sarayı, Sevilla kulesi, Meridsa su kemeri, Toledo çeşmesi gibi eserler bıraktılar.

Latin tarihlerinin gururla andığı, İbni Rüşt, Yahudi Meymunid, İbni Bace gibi filozoflar yetiştirdiler. Natüralist ve Tıbbi ilimlerde çok ileri bir düzeye ulaştılar. Geliştirdikleri “Tıbb-ı Nebevî” kavramları Güney-Batı Fransa’da Avingon tıp çevrelerinde ve üniversitelerde etkisini gösterdi. Bu alanda bu gün dahi izleri görülen bir “İslami tıp” ekolü doğdu.

82.jpgEndülüs felsefesi çok ileri bir noktadaydı. Latinlerin “Avveroes” adını taktıkları 1126 doğumlu İbn Rüşt, bu alanda başı çekiyordu. Felsefe tarihçileri dünyanın, yaradılış ve yaşamın sırlarını çözme yolunda pek ileri noktalara varan İbni Rüşt’ün,  Fransız Rene Descartes’i etkilediğini yazarlar. İbni Rüşt, şarkın düşünen kafası 1165 Mürsiye doğumlu Muhiddini Arabi’nin de hocası olduğu bilinmektedir.

Doğu’da İslam düşüncesinin  ünlü ismi İmamı Gazali, dokuzuncu yüzyılda İbni Rüşt’e karşı çıkmıştı. Bağdat’ta yazdığı “Tehâfüt ül Felâsife: felsefeyi taşlama” kitabı ile İbni Rüşt’e saldıran Gazali “Felsefenin islam’da yeri olmadığını” ileri sürüyordu. İbn Rüşt buna “Tehâfüt ül tehâfüt ül felâsife : felsefeyi taşlamayı taşlama” kitabı ile karşılık verdi. Tartışma o devirde İslam dünyasını ikiye ayırdı.

thumbs_imam_gazali.jpgGazalî düşüncelerini daha da açıklayarak “el munkız ü min ed dalal: yanlışlığı düzeltme” kitabında “kainatın sırlarını çözmek için İnsanın akıl mantık yerine “tahassüsat” gücünü kullanması gerektiğini ileri sürüyordu. Gazali’nin “Tahassüsat”tan muradı göksel mesajlar ve kalbe dolan sezgi gücüydü. Bazı bilim adamları İbni Rüşt’e bazıları Gazalî ‘ye hak verdiler.

Tartışma uzun sürdü. Sonraki dönemde Endülüs tesirindeki Fransız filozofları da bu tartışmaya katıldılar. Descartes ve Pascal “tahassüsat’ı: İntuition”. İç sezgi” kelimesi ile karşıladılar. Altı asır sonra Henri Bergson “mekanik ve mistik” teorisinde “intuition”dan bahsedecekti. Tartışma Osmanlı dünyasına da yansımış, Sultan Fatih İstanbul’un fethinden sonra bir ilim komisyonu toplayarak konunu  tartışılmasını istemişti. Sonuçta bilginler “Gazalî’ye hak vermişlerdi.

51.jpg

Endülüs uygarlığı temelde maddi bir uygarlıktı. Bir din’e dayalı ancak daha çok dünyaya dönüktü. Çağına göre teknolojide başarılıydı. İspanya’da inşa ettikleri su kanalları asırlarca bölgelerin su ihtiyacını karşılamıştı. Endüstri ileriydi özellikle tekstil’de büyük aşamalar kaydedilmişti. Yaşam kurabiya.jpgbiçimleri faklıydı. Mutfakları renkliydi. Arabistan’dan çıkma mutfak gelenekleri Batı’da büyük zenginlik kazanmıştı. Bu gün her şekerci dükkanında bulunan “Mass pain: Acıbadem kurabiyesi” bir Endülüs icadıydı. Kitar sazı Granada’da ortaya çıkmıştı. Hareketli Endülüs müziği Arap-Endülüs karışımıydı. Granada’da “Ziyrab” isimli bir üstad ve “Ziyrab’ın kızları” adını taşıyan kadınlar korosu meşhur olmuştu.

Son zamanında “tevafük ü mülk” adı altında küçük küçük devletlere ayrılan Endülüs Emevi uygarlığı  1492’de son buldu. Aragon ve Kastilya kral ve kraliçesi olarak tahta çıkan kral Ferdinand ve kraliçe İsabella,  İspanya'nın Müslüman’ların elinde kalan son bölgesi olan Granada Krallığı'na bir sefer düzenledi. 1492'de Granada teslim oldu.

Granada’nın teslim şartlarını görüşmek için bir komisyon toplanmıştı. Halkın görüşmelerden haberi yoktu. Herkes olağan bir barış anlaşması konuşuluyor zannediyordu. Onbeş gün sonra bir sabah Kardinal Jimenez Elhamra Sarayı’nın üzerine  Haç’ı diktiğine gerçeği öğrendiler. İspanya elden gitmişti. Bir anda Granada sokakları protesto gösterilerine sahne oldu, insanlar aldatıldıklarını anlayarak çileden çıktılar. Halkın öfkesi günlerce sürdü, fakat sonuç alamadılar. Artık İspanyolların elinde esir olmuşlardı. Bir süre sonra “Katolik “olmaya zorlanacaklar, olmayanlar tarihe “engizisyon” adı ile geçen büyük işkencelere uğrayacaklardı.

1492 yılından sonra İspanyol toprağında Müslüman olmak” veya sadece”Müslüman gibi düşünmek “suçtu. Cezası ağırdı. Müslümanlar İberya’yı terk etmek zorundaydılar. Onlarla birlikte Museviler de artık İspanya’da kalamayacaklardı.

blas.jpgblas-cocuklar.jpg blasinfante.jpg Blas İnfante, çocukları ve  heykeli

İspanya’da Toledo ve Sevilla’da noterlik yapmış olan Blas infante İspanya’da toprak mülkiyeti ile yakından ilgilenmişti. Bu alanda İslamı devirlerin çok düzgün olduğunu ve Aragon’lar’ın gelişinden sonra bu düzenin bozulduğunu görmüştü. Daha da ileri giderek “Kuzeyin Baronları” adını verdiği hırıstiyan soyluların İspanyol toprağını yağma etmek için Müslümanlarla savaş ederek onları kovduklarını söyledi. İspanya’da toprak mülkiyetini yeniden düzene sokmak için Müslümanların geri gelmeleri gerektiğini savundu. Niyeti hayallerinin ötesinde ve ciddiydi. Bunun için Fas'a akadar giderek son Granada hükümdarı 12. Muhammed'in torunlarını aradı. Blas infante Marksist kökenliydi. 1938’de iç savaşta kurşunlanarak hayatını kaybetti. Şimdi doğduğu köye heykelini diktiler.

1492’den sonra İspanya’dan kaçmak üzere sahillere yığılan Müslümanlar, o sırada daha devlet hizmetine girmemiş olan Türk denizcisi Barbaros Hayrettin tarafından ücretsiz olarak Kuzey Afrika’ya taşınmıştı. Müslümanlarla birlikte İberya’dan çıkarılan Yahudiler de Osmanlı toprağına taşındılar. Sultan II. Beyazıt kendilerine Selanik ve çevresinde yer verdi. Museviler Sultan'în bu hizmetin 500 yıl unutmadılar.

10.jpg

Müslümanların son kalesi Granada düştükten sonra  Elhamra Sarayı Aragon’ların eline geçmişti. Bu sarayın son sahibi Nâsırî hükümdarı Baobdil lakaplı 12. Muhammed’in Saray’dan çıkıp gitmesi gerekiyordu. Kral bir sabah ailesi ve yakınları ile Sarayı terk etti. Uzaklaştılar ve bir tepenin üzerine çıktılar. O sırada kral 12. Muhammed geri dönerek terk ettiği Sarayı’na son bir defa daha baktı ve derin bir “ah..” çekti. Bu tepe daha sonra “ultimo suppiro del Moro: Arabın son ahı tepesi” adını aldı. Tepe bu gün de aynı isimle anılmaktadır.

Endülüs Müslümanları’nın son devleti Nâsırî’ler yenildikten sonra son Nasırî hükümdarı 12. Muhammed Saray’dan ayrılırken ağlıyordu. Yanında bulunan annesi ona dedi ki “Vaktiyle erkek gibi koruyamadığın ülken elinden giderken kadınlar gibi ağlıyorsun”

_poitiers.JPGSeksenli yılların başında konser vermek üzere iki türk müzisyeni bu gün Fransa’da bulunan Poitier şehrine davet edildiler. Bu şehir İberya yarımadasında Müslümanların gittikleri en son nokta ve son savaşılan yerdi. Müzisyenler tren garında karşılandılar. Heyecanlıydılar. İçlerinden biri  – Yine geldik.. bu defa silahımız yok, müzik aletimiz var, dedi. Karşılayanın tarihsel bilgisi ve zevki yerineydi, hiç aralık vermeden –Böyle gelirseniz ne iyi, başımızın üzerinde yeriniz var, silahlı gelmeyin..dedi.

Granada’da döner kebap yapan bir Antepli’ye dedim ki – Buraları bir zaman Arap toprağıymış, neden çekip gitmişler. Adam sükunetle cevap verdi –Kadın ve paraya düşmüşler, Allah bu toprağı ellerinden almış. (Arşiv'den)

ispanya-milli-takimi.jpg