Keşke İstanbul Konuşsaydı

tumblr_.jpg (Arşiv'den,16 eylül 2002)

İngiltere’nin başkenti Londra’da Pazar günü on bin Müslüman toplandı. Büyük Britanya, Sudan, Pakistan, Endonezya ve Birleşik Amerika’dan gelen Müslüman delegeler, Londra’nın doğusunda yer alan London Arena’da bir araya gelerek 11 Eylül 2001 saldırısından sonra Müslümanların Batı toplumları içindeki yerini tartıştılar.

1953 yılında Lübnan’da kurulmuş olan “Hizb-üt Tahrir: Kurtuluş Partisi” isimli örgütün girişimiyle gerçekleşen toplantıya, bazı ılımlı Arab kuruluşlarının liderleri “Hizb-üt Tahrir” in demokratik olmadığı gerekçesiyle katılmadılar. İngiltere Müslümanlarının lideri İnayet Bungalawala : “ Demokrasi veya çok partililiğe inanmıyorlar...” dedi.

Şeriat yönetimindeki Arab Emirlikleri adına Orta Asya laik hükümetlerini devirme amacı taşıyan “Hizb-üt Tahrir” örgütü yöneticileri, “11 eylülden sonra Batı’da Müslümanların rolü” adını taşıyan toplantının açılışında, saldırılardan ve dünyada terörizme karşı savaş açılmasından sonra yeryüzündeki hayatları zorlaşan Müslümanların önüne: “ya kapitalizm ve onun Dünyayı ele geçirme düşüncesine uymak veya terörist olarak anılmak” şeklinde iki farklı seçenek sunulduğunu öne sürdüler.

hizb.jpgİngilteredeki Hizb-üt Tahrir şubesinin başkanı İmran Wahid,Batı hükümetlerinin İslamı ele geçirmeye çalıştıklarını söyledi ve “Bu toplantıda İslam ve Batı arasındaki uygarlık şokunu ele alacağız. Batı entegrasyondan söz ederken, kendi değerleri adına Müslümanlara, öz değerlerini terketmelerini öneriyor...” dedi. Bir zamanlar Sovyetler Birliği yaşarken Asya kıtası’nın tüm kuzeyini kaplayan bu ülkede Müslümanlar da vardı...

90 milyon kadar sayılan ve çoğu Türk ırkından olan bu Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere idare birbirine uzak yerlerde dört müftülük kurmuştu...Ayrıca Buhara’da din adamı yetiştiren bir de medresenin faaliyetine izin verilmişti... 1924’lerden sonra dinsiz rejim kurulurken tüm ülkede 27 bin camiyi yıkan Moskova yöneticileri uyrukları arasında önemli bir topluluğu oluşturan Müslümanları kendi hallerine bırakmak istemedi...

Rejim o yılların tüm materyalist dünya görüşü ve katı yönetim fırtınası içinde dört müftülük ve bir medreseyi korumayı çıkarlarına uygun buldu... Bin yıllık muhteşem bir İslam şehri olan Buhara’da Ziya Babahanof isimli bir müftü vardı...Resimlerini görür şaşar kalırdık.. Bolşevik Rusya’nın boyunduruğu altında bir İslam Müftüsü...Hâla merak ederim, acaba resimlerde devamlı gülen, kırk kırkbeş yaşlarında sevimli Müfti Babahanof, acaba İslam ile vahşî Bolşevik dünyasını nasıl barıştırıyordu...? nasıl bir araya getiriyordu ? nasıl telif ediyordu ? Bu uğurda ne çeşit fetvalar veriyordu ?

Bir zamanlar çarlık Rusyasında bir papaz “Rusya için en büyük düşman okumuş bir müslümandır” demişti...Komünistler çok daha ileri gittiklerine göre acaba Babahanof Medresede ne çeşit din adamları yetiştiriyordu ? İslamı konu edinmiş bir aydın için bunlar gerçekten önemli konular... Düşünmeye ve araştırmaya değer...

yavuz-sultan.jpgOsmanlı Türkleri Yavuz Sultan Selim yönetiminde 1552’de Mısırı ve Hicaz’ı aldıkları vakit Kahire’de ilk Cuma hutbesinde hatip, Yavuz adına hutbe okurken, onun için “Kutsal yerlerin sahibi” demişti. Padişah oturduğun yerden müdahale etti : “Hayır...doğru söyle...kutsal yerlerin hizmetkârı...” Osmanlı hükümdarları dört yüz yıl Fahri Alem’in hilafet makamını hakkıyle koruyarak İslama hizmet ettiler. Bu Devlet son iki yüz yılında bu hizmetten mahrum kaldı. Saray ve halk başka işlere daldı...Ülke Bir Tanzımat, iki meşrutiyet bir Cumhuriyetle İslam’dan uzaklaşınca bu günlere geldik...Bir zamanlar İslam adına İstanbul’da alınan her karar, burada olgunlaşır ve denizler ötesinden ses getirirdi...

Sultan İkinci Abdülhamid zamanı Saravak Borneo, Endonezya Müslümanları Hilafet makamına baş vurarak “Burada Amerikalılarla Japonlar kapıştı hangisine uyalım...? ”diye sordular...Makam cevap verdi : Amerikalıları henüz tanımıyoruz...Japonlar dindardır, onlara uyun...” 1800’ lerin sonunda Müslüman İstanbul’un gücü Uzak Doğu’ya kadar uzanıyordu. 1998’de Malezyada prof.Attas’a sordum - Hilafetin kalkmasının size zararı oldu mu ? Cevap verdi -Olmaz mı, Singapurda İngiliz ajanlarını sadece Abdülhamid’in ajanları durduruyordu...

atta.jpgAh! ne olsaydı da o şekil sürseydi... Şimdi İslam çağa ayak uydurmanın en zorlu günlerini geçiriyor... İslamın meseleleri Londra’da konuşuluyor...Keşke İstanbul’da konuşulsaydı... Keşke bunları İstanbul konuşsaydı. Daha akıllı olmaz mıydı...? Demokrasi ve İslamı en sağlam barıştıracak olanlar bu şehirden çıkmaz mıydı...? Yazık oldu... Dünyaya bir Osmanlı lazımdı... Bu kayıp insanlığa pahallıya mal olacak. Nezih Uzel, (Sapanca 16 eylül 2002)

Ayasofya Bizi Affet

ayasofya.jpg (Arşiv'den, Üsküdar, 26 aralık 2002)

Değerli müzeci Erdem Yücel Ayasofya’nın müdürüyken bir gün ziyaretine gidecektim. Eminönü’nde taksiye bindim –Ayasofya, dedim. Araba yola çıktı, Cağaloğlu yokuşunun başına vardık. Sokakları dolaşmaya başladık..  O sokak, bu cadde girip çıkıyoruz. Anladım, adam Ayasofya’nın nerede olduğunu bilmiyor – Dur, dedim –Geldik mi Ağabey, dedi –Hayır dedim, Ayasofya nedir biliyor musun ? – Hayır  dedi. Tarif et gidelim.. Aslında bulunduğumuz yerden Ayasofya’nın muhteşem kubbesi ve yakışıklı minareleri aradan görünüyordu – Ben ineceğim  dedim, Ayasofya’yı benden öğrenme, sana Ayasofya’yı bilmeme cezası veriyorum..

İndim gittim. Dün Hürriyetin haberinde Ayasofya’nın enternet anketinde 13. sıraya düştüğünü görünce irkildim. Nikea:Zafer ihtilalinden postunu zor kurtaran Justinyen’in Ayasofyası, Sultan Fatih’in kendi vakfiyesi ile kabullendiği, tarihin en önde gelen insanlık eseri ; Paris’teki demir yığını Eyfel Kulesi, foseptik bilmeyen Fransız krallarının oturaklarını bahçelerine boşalttıkları Versay Sarayı, Deli Petro’nun – kokuyor, diye içinde oturmadığı Romanofların Kanlı Kremlin Sarayı ve yamulmuş Piza kulesinden de geriye düşmüştü... Bu sonucu Enternet “sörfçüleri” saptamış... Böylece Enternet sörfçülerinin ne derecede cahil ve gelmiş geçmiş her olaydan ne kadar uzak, sinsi ve kurnaz bir medya elinde neye benzedikleri gerçeği ortaya çıkıyor...

Bundan Ayasofya değil “enternet” nesli utanmak zorundadır... Ey uzak ve yakın tarihin canlı, dinamik ve her an yaşayan şanlı Ayasofya’sı... İnsanlık tarihinin, bir bölümünün envanteri. Sen bizi affet... Seni bilemeyenleri hoşgör... Mevlâna Hazretleri : “Hazinelerin üzerinde oturmuş dilencileriz...” diyor... Yalan mı söylüyor...? Pazar günü Parisli bir aile cesme.jpgmisafirimdi. Evi bulamazlar diye kendilerine Üsküdar meydanındaki Çeşmenin önünde randevu verdim. Belirtilen saatte buluştuk. Selam faslından sonra merdivenlerinde durduğumuz I.Ahmed’in Çeşmesini işaret ettim – Avustralya kıtası keşfolmadan önce yapılmıştı... Dedim.

Birlikte yürümeye başladık. Karşımızda Gülnuş Valide Sultan’ın eseri Yeni Cami... – Amerikan İç Savaşı sırasında yapıldı... dedim... Karı-koca şaşkınlıka çevreye bakınırken solumuzda kalan İskele Camiini işaret ettim... – Fransa’da 14. Lui saltanat sürerken Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’ın parasıyla Mimar Sinan’a yaptırıldı, dedim.... İnsanlar önünden geçtiğimiz her taşın en az dört yüz yıl önce oraya konduğunu öğrendiler... Neye yarar ki, o gün o meydanda, bütün bunları öğrenip yürekleri titreyen iki Fransız dostumuzdan başka kimse bu konularda, değil bilgi sahibi olmak, böyle şeyleri öğrenmek dahi istemiyordu... Herkes başını önüne eğmiş işine gidiyordu... Kimsenin ne Çeşme’yi, ne Sinan’ın camiini ne de rakibini kıskançlıkla Küçüksu deresine atıp boğduktan sonra vicdan azabıyla cami yaptıran IV. Mehmed’in Hasekisi, Gülnuş Emetullah Sultanı bilecek hali yoktu.

suleymaniye.jpgİstanbul’un halkı değişmiştir... Son üç on yılda bu şehrin halkı gitmiş, yerine başkaları gelmiştir. Ben bazen iş olsun diye köprünün başına durup, akşam güneşinde sislere bürünerek Keops ehramı gibi büyülü efsaneler dağıtan Süleymaniye’yi gelen geçene gösterip soruyorum... – Birader ben yabancıyım, şu caminin adı nedir ? Dört kişiden biri zar zor biliyor... Eyyüb camii diyenler var... –Kim yaptırmış ?_ Diyorum. –Süleyman Demirel diyen oldu... Gemiye binerek Kadıköye’e giderken de bazen luzumsuz sorgularıma devam ediyorum... Haydarpaşa Garını Mimar Sinan’a yaptıranlar, Selimiye Kışlasını Kanuni devrine götürenler çıkıyor... Rahmetli Peder’in okuduğu, eski Haydarpaşa Lisesi, şimdiki Marmara Üniversitesi olan Mimar Valaury’nin “Tıbbiye-i Şahane” sinde Hukuk Fakültesi varmış. Vapurda oradan mezun olduğunu söyleyen güzelce bir hanım, çenesi ile binayı göstererek – Şurada bir Bizans eseri var ya... bizim okul işte o dedi.

lise.jpgHayretten dona kaldım. Şaka olduğunu anlaması için – Oralarda hiç Bizanslı gördün mü ? dedim. Tınmadı... Baktım ciddi söylüyor... – Siz Hukuk fakültesinde mezun olduğunuza emin misiniz...? dedim... Gülüştük... Bana kalırsa İstanbul elden çıkmıştır... Buradaki insanlar kimsenin adını dahi bilmediği bir şehirde yaşıyorlar... Biri istese verirler veya depremde yıkılsa umursamazlar... Yazık koca şehir sahipsiz kaldı... Tabii ki Ayasofya da öyle... Tanımayan, tanıtabilir mi ? Elalem bahçesine oturağını döktüğü sarayını tanıtıyor, sen 15oo yıllık Ayasofya’nın adını kimseye öğretemiyorsun... Ey bu şehrin değişen halkı... Burada taşlar yaşıyor, sen yaşamıyorsun... Orada dur ve başını çevirdiğin her taraftaki binlerce yıllık anıtlardan özür dile... Plate savaşından kalma 2500 yıllıkYılanlı Sütün boynuna dolansa, 1700 yıllık Çemberlitaş başına düşse sana zerre kadar acımam... [Üsküdar, 26 aralık 2002]

Yıkık Şehrin Güzeli

istanbul1.jpg

(Arşiv'den, 24.02.2003 )

Osmanlı Sultanlarının beşyüz yılda donatıp “bir dünya şehri”olarak insanlığa hediye ettikleri bu kentin, elbette yeni eserlere de ihtiyacı vardır... Hayat sürüp gittiği surette de olacaktır...

Şehrin Türkler tarafından fethedilişinin 550 yıldönümünün kutlanacağı şu günlerde yapılacak veya yapımına başlanacak yeni eserler, ayrıca beş asır önce gerçekleşen fethin gerekçeleri olmaya devam edeceklerdir... Tapu senedine eklenecek yeni yeni bölümlerdir... Osmanlı’lar İstanbul’u Mimar Sinan’dan Mimar Kemaleddin’e kadar beş asır imar ettiler. Şehri sayısız binalarla süslediler. Klasik Osmanlı Mimarisi başta camiler olmak üzere hanlar, hamamlar, çarşılar, saraylar konaklar, çeşmeler ve evlerle başladı... Zaman içinde gelişti... Her devirde ve her padişah döneminde serpildi, çeşitlendi... Klasik devri neo klasik devir izledi...

karakoy_palas1.jpgİstanbul Onsekizinci yüzyılın sonunda Avrupa mimarisi ile tanıştı... Bu dönemde emsalsiz eserler verdi. Osmanlı’nın içinde yaşayan çeşitli Doğu Akdeniz halklarının Avrupa’da mimarlık okuyan çocukları, Doğu-Batı sentezi yarattılar... Mongeri Karaköy Palas’ı yaptı...Valaury eski “tıbbiye-i Şahane” şimdi Marmara Üniversitesi olan yapıyı meydana getirdi... İstanbul Apartman yaşamına geçtiğinde Valaury Büyük Adadaki yetimhane projesinde tahta apartımanın en çekici örneğini verdi...Art Nouveau “Yeni San’at” akımında İtalyan Reimondo d’Aramco Beşiktaş’ta Şeyh Zafir tekke ve türbesi ile bu alanda inanılmaz bir ilki ortaya çıkardı.

Bu devir Dolmabahçe Sarayının unutulmaz mimarı Balyan ve ailesiyle sona yaklaştı, Mimar Kemaleddinle tarihe gömülerek kapandı gitti...  Dünya çapında bir mimarlık müzesi olan İstanbul, Avrupa Türkiyesi’nin çözüldüğü yıllara kadar önemli bir dış etken yaşamamıştı. Türk-Rus ve Balkan savaşlarına gelen zamandan önce bu şehri hep Sultanlar, Paşa’lar ve içinde oturanlar imar etti... Ustalar şehrin içinden, kaba işçilik Anadolu’dan, inşaat malzemesi çevre illerden geldi... Dolayısıyla güçlü ve kişilikli bir “İstanbul yapı” san’atı doğdu. Depremler taş binaları yıktığından, ahşap evlerle bir “ tektonik konut biçimi” gelişti... O zaman da yangınlar dönemi yaşandı...

qqq.jpg1904 Cibali ve 1906 Çırçır yangınlarıyle Şehrin üçte ikisi mahvoldu.Cumhuriyet döneminde İstanbul mimarisi “yerel” olmaktan çıktı... İkinci Dünya savaşının “Kübiği” yeni kurulan Ankara’dan uzanarak İstanbul’a ulaştı... Daha sonra bu şehre musallat olan melez “Karadenizli müteahhitler geleneği ” İstanbul’da Roma’dan beri görülmemiş derecede iğrenç binalar yükseltti... Asaletten yana hiçbir iz taşımayan bu binalarda yaşam, insanî olmaktan çıkıp mağara dönemine geri döndü. Eski yıkık ahşap evlerin çoğunda rastlanan seviyeli yaşam örnekleri, bu evlerin hiç birinde yer tutmadı... İnsanlar kendi evlerinde hırsız gibi kaldılar.

İstanbul’un İstanbul’lu olmayan belediye başkanı Ali Müfit Gurtuna İstanbul’a yapılacak 500 eserden bahsediyor... İstanbul aslında yıkıktır... Kimse farkında değil. Gece evlerde, lambaların yandığı akşam saatlerinde, şehrin orta mahallelerinde dolaşanlar farkedeceklerdir... Yüzlerce ev boştur... Binlerce apartman dairesinden tek bir ışık sızmaz... Bu evlerin pencereleri ya kağıtlarla örtülü veya kırıktır... Şehirde bloklar, sokaklar, mahalleler, semtler boştur... Yalnız Beyoğlu’nda altmış tane boş bina olduğunu bizzat Belediye Başkanından işittim... İnanılmaz bir görüntüdür bu... İstiklal caddesinin en büyük yapısı olan “Cercle d’Orient : orient.jpgDoğu klübü” binası, otuz yıldan beri boş duruyor... Emekli sandığı diyorlar, yalan binanın sahibi belli değildir. Kırım harbi sırasında Briç oyununun Türk-İngiliz subaylar arasında bu binada icat olunduğunu Rahmetli Reşat Ekrem Koçu'dan işitmiştim.

İstanbul’un orta yeri Pompei harabeleri gibi yıkıktır... Vaktiyle bu bu binaları yaparak buralarda oturanlar çoktan bu şehri terkettikleri için artık bu evlerde kimse oturmuyor... Bir mafya’nın bu işlerle uğraştığını söylüyorlar. Güya uyduruk bir noter zaptı ile Yunanistan’da hayalî bir adrese mektup yazıp mal sahibi aranıyormuş, sonra da cevap gelmedi diye yine bir noter tesbiti ile tapulama işlemi gerçekleşiyor ve mafya evlere el koyup satıyormuş... Bir değil birkaç mafyanın, hatta mafyalar konfederasyonu’nun dahi üstesinden gelebileceği bir iç değildir bu... Bu bir mimarlık veya mülkiyet olayı değil, sosyal bir faciadır. İstanbul elden çıkmıştır. Nasıl geri gelir ? bilinmez...

Benim tahminime göre bu şehirde Beyoğlu, Tepebaşı, Tarlabaşı, Tunel, Galata, Şişli, Harbiye, Nışantaşı, Feriköy, Kasımpaşa, Eminönü, Sultanahmet, Kumkapı, Fatih, Samatya, Edirnekapı, Galata, boğaz, Üsküdar, Kadıköy’de toplam 60 bin bina boş ve yıkılmak üzeredir... Sayın Gürtuna’ya Taksime çıkarken bir gün Tarlabaşı caddesinin yan sokaklarına girmesini öneririm... O sokaklar Varşova gettosu gibidir...

tarla.jpgBen bazen resim çekmek için giriyorum ve derhal etrafımı saran küçük çocuklarla arkadaş oluyorum... Sonra evlerdeki yaşlı ninelerle konuşuyorum.. Aksi halde yukarda Beyoğlu gündüz renkli, geceleri ışıltılı vitrinleriyle neş’e içinde çağıldarken ben orada talihsiz bir cenaze olur kendime mezar bile bulamam... Sayın Gürtuna, reisliğe devam... Altından şehri çaldılar haberin yok... Sen yıkılmış bir şehrin başkanısın... Ne kadar da güzelsin... Yıkık şehrin güzeli... Arkadaşların da var mı ? Selam söyle. [Üsküdar 24.02.2003 ]

eski zaman kırıntıları

tekke.jpg

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

(Arşiv'den, Şubat 2010)

Üsküdar’da Özbekler Dergahı postnişini rahmetli **şeyh Necmi Efendi’**yle ara sıra karşıya geçer Şişli Osmanbey’de faaliyet sürdüren “İstanbul Belediye Konservatuvarı” na giderdik. Burada Şeyh’in ahpapları vardı: Galata Mevlevîhânesi son kudümzenbaşısı Sadeddin Heper, ünlü köşe yazarı Ref’i Cevad Ulunay, Neyzenbaşı Halil Can Şeyh’in yakınlarıydılar.

fers.jpgBirinci katta geniş bir masanın etrafında otururlardı. Burada Kemal Niyazi Seyhun, Dürri Turan, Nuri Duyguer ve Refik Fersan gibi musikimizin diğer tanınmış üstadları ile birlikte konservatuarın” Tasnif Hey’eti” ni meydana getirlerdi. Bu hey’et unutulmuş eski eserleri bulup çıkarmaya ve onarmaya memurdu.

Burası bir ilim yeriydi. Müziğin en büyük üstadları, burada  buluşarak, eski zamanlardan kalma en muhteşem san’at dallarından birini yok olmaktan kurtarmak ve onu şanlı mazinin bir hatırası olarak gelecek nesillere aktarmakla görevliydiler. İşleri zordu. Adeta “restoratör mimar” gibiydiler. Şekli bozulmuş, yıkılmış, hatta yok olmuş bir binanın  taşları ile o binayı yeniden ayağa kaldırmak gibi ağır bir sorumluluk taşıyorlardı. Eski müziğimiz sanki İskenderiye feneri‘ydi ve bu hey’et onu bir depremle düştüğü denizden bulup çıkaracak, eksiğini gediğini tamamlayarak yerine dikecekti.

Haftada iki gün toplanıyorlardı. Toplantı birkaç saat sürüyordu. Özel kolleksiyonlardan getirilen eserler tartışılıyor, temize çekiliyor ve yayına hazırlanıyordu. Üstadların herbirinin yıllarca topladıkları eserlerden oluşan kendi kolleksiyonları vardı. Herkes, her hafta, birkaç eser seçer komisyona getirirdi. Bunlar genellikle batı notası ile yazılmış, bazen Hamparsum notası ile kaleme alınmış nadide parçalardı. selim.jpgSultan III. Selim’in, Ebubekir Ağa, Şakir Ağa, Abdülhalim Ağa, Zaharya  gibi 17 ve 18. yüzyıl bestekarlarının eserleri, daha sonra neoklasik devrin Hacı Arif bey, Şevki bey, Hacı Faik bey, Ahmet Rasim gibi 19 ve 20. yüzyıl başlarında yaşamış bestekarların pek çoğu unutulmuş eseri böylece bu toplantılarda ortaya çıkarılmıştı. Eserlerin son tashihlerini genellikle Refik Fersan yapıyor ve Nuri Duyguer de son defa notaya alıyordu. Bu şekilde yapılan çalışma ile o yıllarda sanırım 26 fasikül nota Konservatuvar tarafından yayınlandı.

Aslına bakarsanız bu heyet çalışmazdı !.. Masanın başı ile son bölümü birbirinden ayrılmıştı. En önde oturan Hocam Sadeddin Heper, sessiz ve az konuşan bir insandı, kimseye laf yetiştirme derdine düşmez, son kelamın sırasını beklerdi. Onun sağında oturan Refi’ Cevad bey ise tersine aşırı konuşkan bir zattı. Musiki ile ilişkisi o yıllarda Milliyette yayınlanan günlük makale’lerden öteye geçmezdi. Ancak daha çok Ulunay soyadı ile tanınan bu değerli büyüğümüz fevkalade meclisârâ bir insandı, yani kültürü, sohbeti, konuların en çarpıcı yönünü bulmaktaki olağanüstü ustalığı ile her mecliste aranan bir kişiydi.

_ulunay.jpgRef’i Cevad bey’in karşısısnda ise Dürri Turan oturuyordu. O da üstün kültürü ile pek değerli, sözü dinlenir, sevecen bir insanı. Böylece İstanbul Belediye Konservatuvarı “tasnif hey’eti” nin üç üyesi devamlı sohbet eden konuyla fazlaca ilgilenmeyen  kişilerdi. Masanın diğer tarafında oturan Nuri Duyguer ve Refik Fersan ise bu hey’etin çalışan bölümüydü. durmaksızın çalışırlardı. Diğerlerinin sohbetine fazla karışmazlar, bir arı ciddiyeti ile işlerini görürlerdi.

Konservatuvar’ın  “Tasnif hey’eti”nin yanısıra asıl görevi olan eğitim sınıfları ve bir de “icra hey’eti” vardı. İcra hey’eti devrin tanınmış ses ve saz sanatçılarından oluşan 60 kişilik  bir koro’ydu. Harbiye’de eski Şan Sinemasında, kış aylarında onbeş günde bir konser verirlerdi. Münir Nureddin Selçuk ve Kemal Gürses, bazen Emin Ongan, pek nadir olarak da Radife Erten ve Mefharet Yıldırım bu koro’nun şefiğini yürütürlerdi.

nureddin-selcuk.jpg

**Münir Nureddin Selçuk’**un yönettiği konserler pek muhteşem olurdu. O sırasında kendisi de solo okur, kendi bestelerini seslendirirdi. Galatasaray Lisesi yıllarında ilk gençliğim bu konserleri izlemekle geçmişti. Anıt konserlerdi onlar, dua gibi, ayin gibi, ibadet gibiydiler.

Ben sonradan o hey’ete kudümzen oldum. Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Abdülbaki efendinin oğlu Gavsi Baykara benden önceki kudümzendi. Onun vefatı ile konservatuvarın kudümzenliği bana kalmıştı.

Bütün o insanlar bir bir şu fani dünyadan ayaklarını çektiler, sararmış sonbahar yaprakları gibi topraklara serilerek dağıldılar. 70 ve 80’li yıllarda esen sert bir rüzgar, geri kalanları da sildi süpürdü. Ne sesleri kaldı, ne çalgıları… O sesler de öylesine uçup gitti ki, sanki hiç olmamış gibi…

**İstanbul Belediyesi, Konservartuvarı’**nın kıymetini bilmedi. Hem Doğu hem Batı müziğinde yüksek bir hizmet veren bir asırlık bir müzik okulunu işi bitmiş bir konteyner gibi çöplüğe bıraktı. Osmanlı’nın “Darül Elhan”ı Belediyenin sırtına yük oldu, Üniversiteye devretti, Üniversite de onu götürüp Kadıköy’de “sebze meyve hali” olarak kullanılan binaya tıktı. Şimdi orada çalışan cılız bir hey’et, son çırpınışlarını veriyor… Halden duyulan “ıspanak… “maydanoz… nidaları Zaharya’nın Bestenigar Kâr’ına karışıyor… Kârla zarar iç içe.

2010 kültür yılı diye ilgililere ulaştırılan 1500 projenin bir tanesi bile konservatuvarla ilgili değildir. İstanbul şehri konservatuvarsız kalmıştır, ufukta bir ümit bile yok Bu şehrin insanları san’atsız kaldılar. San’atsız şehrin insanlarından ne hayır gelir dostlar ? (Arşiv'den, Şubat 2010)

eski zaman kırıntıları

bebek.jpg

Altmış sene önce bu günlerde Üsküdar'a taşındığımızda Üsküdar-Beşiktaş arasında çalışan "Bebek" ve "Göksu" isimlerini taşıyan iki küçük vapur vardı. Bu vapurlar beni o yıllarda haftada bir Ortaköy'de bulunan Galatasaray Lisesi'nin ilk kısmına götürür getirirdi.  Ağır ağır hareket eden asaletli vapurlardı. İnsanda saygı uyandırırlardı. Sanki "İşte sizi Asya'dan Avrupa'ya taşıyoruz" diyerek  gururlanıyor gibiydiler. Ben bu vapurları pek severdim. Pazartesi sabahı okula gidişin hüznü, Cumartesi günü geri gelişin neş'esi hep bu vapurlara takılı kalmıştı.. Eski şirket-i Hayriyye'nin İngilterede yaptırılan en küçük vapurlarıydı bunlar, sandaldan biraz daha büyüktüler. Bu iki vapurdan az daha büyük "Dilnişin" ve "Üsküdar" vapurları vardı. Aynı boyda bir vapur daha olacak ama adını unuttum. Üsküdar, ünlü İzmit Körfezi faciasında 400 şehitle battı, sonra çıkardılar. Dilnişin'in de "i" sinin noktaları düşmüş "dılnışın" olmuştu. Şu eski gemilerin hiç olmazsa maketlerini yapıp müzeye koysalar, Ne çok insanın gençlik, orta yaşlılık anıları vardır o gemilerde.. Şehir hayatının unutulmaz parçalarıydı onlar.. Sevinçlerimize kederlerimize ortak olmuş. Yakın dostlarımızdı..

Bir aşk uğruna

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

174042_1078976800_3075893_n.jpg

Hay..hay..huu

Ya hu, ya men huu

Gönlümün süruru

Kalbimin gururu

Zikrin hafîsi

Riyanın menfisi

Kelamın selisi

Er kişinin hâlisi

Ruhtan bahs açma

Nefisten taşraya kaçma

Durup dururken uçma

Kimselerle konuşma

Haydan geldi huy’a gitti,

Zikr den murat neydi ?

Ya efendi değer miydi

Bunca emek sona erdi

Vurulup tertemiz gönlünden

Uzanmış yatıyor,

Bir aşk uğruna Ya Rab

Ne güneşler batıyor

Söyledi şair bunca sözü bilmeden

Ne aslını ne özünü görmeden

Bir ruh vardı bir de beden

İkisini de bir yerden Yeden

Sarı Şeyh

O bir yazardı

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

31.jpg Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinde Pierre Loti isimli bir Fransız yazar Türkiye’de meşhur oldu. Türkleri ve Türkiye’yi seviyordu. Birçok defalar Türkiye’ye geldi gitti. Savaşlar sırasında Türkiye’yi savundu. Türkler de onu sevdiler ama bir şartla.. Bir özelliği gizli kaldı.

Pierre Loti Fransız dil ve edebiyatının pek de tanınmamış bir yazarıydı. Gezi kitapları yayınlıyor, dünyanın bilinmedik yerlerini okuyucusuna sergiliyordu. Loti Fransız Deniz Kuvvetlerinde görevli bir deniz subayıydı. Görev dolayısıyla gittiği ülkelerde ayrıca bir yazar olarak gözlemlerde bulunuyordu. Dünya pek çok önemli bilinmeze onun gözü ve kalemi ile ulaşmıştı. Örneğin Galapagos adalarında birbirinin üzerine yatarak uyuyan, cinsiyeti belirsiz İguana’ları veya Paskalya adalarının devasa kaya heykellerini de en iyi anlatan Loti olmuştu. Ancak o ne naüralist ne de arkeolog’ tu. O bir yazardı. Bilim adamı veya akademisyen de değildi. Yaşadığı çağda pek moda olan “ansiklopedist” yazarlardan biriydi. Yani her şeyle ilgilenen, her şeyi bilen,  merak ve heyecan dolu bir kişi..

11.jpg

Fausto Zonaro'ya göre Pierre Loti

Gerçek adı Julien Viaud olan 1860 doğumlu Pierre Loti’ye  “Loti” ismi eski yıllarda Tahiti yerlileri tarafından verilmişti. “Loti” egzotik bir çiçeğin adıydı. Loti Büyük Okyanus!’ta Tahiti’de bulunduğu yıllarda sadece çiçekleri tanımakla kalmamış, Paskalya adasında gördüğü dev heykellere de aşırı merak duymuştu. Dünya ilk defa bu heykelleri  Loti’nin kalemiyle tanıyor ama bir anlam veremiyordu. Bunları kim yapmıştı ? Bu soruya bu gün de cevap bulunamamıştır. İngiltere’deki “Stonage” gibi Paskalya adası heykelleri de faili meçhul olarak kalmıştır. Galapagos adasında yaşayan ve cinsiyeti çok zor tespit edilen İguanalar da bir “Loti keşfiydi”.

pierre_loti.jpgLoti Türkiye’ye ilk defa 1872 yılında ayak bastı. O sırada pek tanınmış değildi. Ülkesinde şöhreti bu tarihten ondört yıl sonra, 1886’da yazdığı “İzlanda balıkçısı” romanıyla zirveye ulaşacaktı. Bin sekizyüzlü yılların sonunda Osmanlı toplumunun henüz solmamış olağanüstü renkleri ve fevkalade kozmopolit yapısı Loti için bulunmaz bir nimetti. Bu ilk ziyaret sırasında Osmanlılar onunla pek fazla ilgilenmediler. Onu sıradan bir “seyyah” olarak tanıdılar. Loti bundan sonra 1913’e kadar yedi defa Türkiye’ye geldi gitti. Aylarca kaldı. 1913’te Türkiye’de Balkan harbi vardı. Bu harbi hemen arkadan izleyen büyük Harp dolayısıyla Loti artık Türkiye’yi hiç göremeyecekti.

16.jpgLoti, Osmanlı tahtında Sultan Reşad’ın bulunduğu 1913’te, Türkiye’ye son gelişinde olağanüstü törenlerle karşılanmıştı. Tophane rıhtımında devlet töreni yapılmış, halk kendisine üstün sevgi gösterilerinde bulunmuştu. Boğazda ikametine tahsis edilen yalıda gerçek bir saltanat sürmüş, Osmanlı Devletinin en ileri gelen kişileriyle sürekli görüşmüş, Osmanlı aydınları ile saatler süren edebiyat ve sanat sohbetlerine katılmıştı. Boğaz vapurları kaldığı yalının önünden geçerken mutlaka sirenlerini çalarak onu selamlıyorlardı. İstanbul’da adına bir dernek kurulmuş, Çarşıkapı’da  bir yere Pierre Loti caddesi adı verilmişti.

kultursr01.jpgPierre Loti’nin Türkiye aşkı daha yazarlığının ilk zamanlarda başlamıştı. Devir muhteşem Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarıydı. İmparatorluk dağılmış, Türkiye’nin Batısı olan koca Balkan yarımadası yabancılar tarafından paylaşılmış, devletin Ortadoğu ve Afrika toprakları elinden gitmiş, Toplum savaşlardan bıkmış, halk canından bezmişti. Zafer ve şeref yılları geride kalmış, Devletin itibarı sarsılmış, genel çöküntü her tarafı sarmış, genellikle kaderci Müslüman ahali bir mucize bekler hale gelmişti. Osmanlı toplumu Batı ülkelerinde de küçümseniyor, çağdışı bulunuyor ve artık yaşamasına imkân olmadığı söyleniyordu. Rus çarı II. Nikola Osmanlı devletini açıkça “hasta adam “ilan etmiş öleceği günü bekliyordu. Koca bir halkın ve saygın bir ülkenin üzerine karabasanlar çöktüğü bir zamanda Batı’dan bir yazar geliyor ve çöken dağılan, artık ayağa kalkamayacağına inanılan bir topluma hayat işareti ve  şirinlik muskası getiriyordu.

43.jpgHenri Rousseau'ya göre Pierre Loti

Pierre Loti’nin  İstanbul’daki gezileri sırasında bir gün Beyoğlu Şişhane sırtlarından eski İstanbul tarafına bakarak göğü delen minareleri işaret edip “ köhne Bizans’ın üzerine mert Asyalı’ların diktiği mızraklar” dediği anlatılır. Bu cümle Loti’nin Türkiye’ye ve Türk halkın duyduğu sempatinin kısa yoldan özetidir. Loti’nin Türkiye’ye ilgisi bir de aşk hikayesi ile süslenmiştir. Loti “Aziyade” isimli bi çerkes kızına aşık olmuş, onu aynı isimde bir roman ile ölümsüzleştirmiştir. Ancak Aziyade’nin sadece bir roman kahramanı olduğu gerçekten yaşamadığı ve Pierre Loti’nin yarattığı bu kişilikle Doğu tasvirlerinde zirveye ulaştığı edebiyat tarihçileri tarafından ileri sürülmektedir.

Pierre Loti’nin devrin Osmanlı aydınları tarafından aşırı ilgi ile karşılaştığı sırada ifade edilmesi güç bir yönü vardı. Loti kadınsıydı. Çağımızda “travesti” denen tiplerin belki de ilklerindendi. Üyesi bulunduğu Fransız Bilimler Akademisi’ni şaşkına çaviren çıplak bir resmi bulunmuştu. Kadınlar gibi allık ve pudra kullanıyor, bazen kadın elbiseleri giyiyordu. Açıkça efemine haller gösteriyordu.  Özellikle Osmanlı aydınları arasında yarattığı aşırı saygın halleri dolayısıyla kimse işin bu yönüne bakmıyordu. Herkes görüyor fakat kimse ses çıkarmıyordu. Herkes göz yumarak kulak tıkıyordu. Sonunda yazar Süleyman Nazif dayanamamış ve Pierre Loti’nin değişik huylarını ortalığa serivermişti.

81.jpg

Pierre Loti'nin Çizimi ile Aziyade

Türk dostu, Türkiye’nin koruyucusu, savaşta Türklerden yana, 4 Ekim 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden teşekkür mektubu alan Fransız Yazar Pierre Loti’nin torunu ile 1982 yılında Paris’te bir dostun evinde karşılaşmıştım. Haklı olarak iftihar ettiği dedesini uzun uzun anlatan torun, sözlerinin sonunda bana şunu söylemişti:–Bilirsiniz ki dedem homoseksüeldi.. –Hayır bilmiyordum, şimdi sizden öğrendim.. dedim. Böylece Osmanlı yazarı Süleyman Nazif’in nın cesaretli gözlemi üççeyrek asır sonra Paris’te ilgilinin torunu tarafından bizzat doğrulanmıştı.  Bu gerçeğe göre adı sislere bürünmüş “Aziyade”nin de belki de bir kadın olmadığı ve bir Erkek olduğu söylenebilecektir. 1913’ün gerçeklerinin açık anlatılması için aradan bir yüz yılın geçmesi gerekmişti.

Kutular

  • İstanbul Boğazın en eski yalısı olan ve “Meşruta” adı ile de anılan Anadoluhisarı’ndaki Amucazade Hüseyin Paşa yalısı’nın önünden kayıkla geçerken bir gün Pierre Loti aynı anda boğazdan geçen yandan çarklı bir vapurun çıkardığı gürültü ve dalgadan dehşete kapılarak “eyvah yalıyı yıkacak” dediği anlatılır. Söz konusu Yalı hala yerinde durmaktadır.

  • Pierre Loti’nin Türkiye ve Türklere karşı duyduğu sevginin kaynağında gizli bir acıma duygusu olduğu bazı yazarlarca ileri sürülmüştür. Buna göre Loti, Ahmet Haşim’in “Gurabâhâne- Laklakan” başlıklı bir Bursa hikayesinde anlattığı “Greguar beyi anımsatmaktadır. Greguar bey, görevi sona erdiği halde Türkiye’ye olan sevgisi dolayısıyle ülkesine dönmeyerek Bursa’ya yerleşmiş ve Türk eserlerinden bir antika koleksiyonu toplamıştı.

  • Pierre Loti 10 Haziran 1923’te öldü. Fransa’da Rochefort şehrinde adına kurulmuş bir müze vardır. İstanbul’dan gitmiş pek çok sanat eserinin bulunduğu bu müzede bir cami mihrabı ve iki sanduka yer almaktadır.

141.jpg

Geçmiş Zaman Resimleri

nezih_mme-munevver.jpg Münevver Ayaşlı-Nezih Uzel Foto:Pierre Marie Goulet Beylerbeyi 1982

Gelincik yine gelincikti

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

gelin.jpg

Bir gelinciği kamyon ezdi

Yere yapıştı gelincik

Kırmızısı yeşili karıştı birbirine

Her dalı kırıldı, özü çıktı toprağa karıştı

Gelincik dümdüz oldu

Ama o yine gelincikti..

Tohumundan yeni gelincikler

Yetişecekti. Düştüğü toprak,

Hür ve gururlu gelincikler

Yetiştirecekti..

Rüzgarda dalgalanan

Kırmızı çiçeği

Mağrur  yaprağı

Asil kökeni ile..

Londra’da bir Mevlevi

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

2.jpg Londra’da yaşayan İngilizler, bir İslam tarikat töreni olan Mevlevi Ayini ile 40 yıl önce tanıştılar. Bu amaçla haziran 1971’de İstanbul’dan havalanan İngiliz Kraliyet  hava yollarına ait bir uçak, otuz kişiye yakın bir Mevlevi kafilesini İngiltere’ye götürdü.  Uçakta Her yıl Konya’da yapılmakta olan Mevlânâ anma Törenleri’nde görev alan Galata Mevlevîhânesi kudümzenbaşı’sı Şakir Çetiner, Ahmet Bican Kasaboğlu, Ulvi Erguner, Niyazi Sayın, Selami Bertuğ, Cüneyt Kosal, Doğan Ergin, Nezih Uzel  gibi tanınmış Mevlevîler vardı.

“Mutrıb” adını alan Mevlevî Müziği için bu alanda ülkenin önde gelen kişileri seçilmiş, Semazenler Konya’da bir Turizm derneğinin açtığı kurslarda yetişmiş gençlerden derlenmişti.

9.jpgTören Londra’da Rosebery caddesinde yer alan Sadler’s Wells tiyatrosunda yapılacak, iki defa tekrarlanacaktı. Bu organizasyon Gurdjieff gruplarında yetişmiş Jeffrey Sommers ve Paul Keller tarafından organize edilmiş, başlıca sponsor olarak Hollandalı bir iş adamı olan William Carp’a danışılmıştı. Yirmili yılların başından beri Mevlevi tarikat geleneğini ve Mevlevileri Batı’da tanıtan Gurdjieff’in çırakları olan bu kişiler, sağlam bir doğu kültürü ile yetişmişlerdi. Batı’da örneği nadir bulunan insanlar arasındaydılar. Daha önceki yıllarda Konya’ya gelerek ihtifallere katılmış, son Mevlevîleri tanımışlardı. Londra’da ve Hollanda da geniş bir çevreleri vardı.

Sadler’s Wells tiyatrosu tamamı ile dolmuştu. Biletler günler öncesinden satılmıştı. Törenin haberini gazetelerden öğrenen pek çok Londralı, başkentte ilk defa görecekleri değişik bir etkinliğin heyecanını yaşıyordu. O sırada Londra’da “Friend House” isimli bir kuruluşta Yenikapı Mevlevîhânesi son postnişini Abdülbaki Baykara’nın oğlu Resûhî Baykara tarafından yetiştirilmiş Mevlevîler vardı. Birkaç yıldan beri haftada bir toplanıp sema ederlerdi. Aralarında Konya’ya gelerek âyinleri görenler vardı. Kıyafetlerle ilgilenip özellikle keçeden bir Mevlevî başlığı olan “Sikke” yapımında henüz hayatta olan yaşlı ustalardan ders görenler olmuştu. Ancak çok kısıtlı olan bu faaliyet pek duyulmamıştı.

3.jpgLondra’da Sadler’s Wells tiyatrosunda o gece Mevlevî müziği repertuarının köşe taşı, baş tacı, eşsiz incisi “Beyâtî Âyini” çalınacaktı. Yasaklı yıllardan sonra Konya’da ilk defa 1958’de icra edilen bu Âyin, 13 yıl sonra Londralı’ların ilgisi ve gayretiyle yeniden gün ışığına çıkarılacaktı. Beyâtî Âyini için kaynak, ünlü Müzikolog Rauf Yekta bey’in başında bulunduğu, İstanbul Belediye Konservatuvarı Tasnif Hey’eti’nin, 30’lu yıllarda başlattığı saygın nota çalışmasıydı. Beyâtî âyini Londra’daki küçük Mevlevî grubunda da biliniyordu. Bu grubun mutrıbında yer alan Richard isimli bir İngiliz, o sırada Türk Mevlevî hey’etine katılmış kendi şivesi ile Beyâtî Âyini okumuştu.

42.jpg 7.jpgYaklaşık  45 dakika süren Âyin metni’nin okunması, devri veledi, salavat, Kur’an tilaveti ve dua ile toplam bir buçuk saat kadar süren Beyâtî âyini sona erip Semazenler yerlerine oturduklarında, koca salonda esrarlı bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kimse kıpırdamıyordu, insanlar taş kesilmişlerdi, yerlerinden kalkmak istemiyorlardı. Bir kadın çantasını düşürdü, eğilip almadı. Törenin başında alkış yapılmaması için uyarıda bulunulduğu için salon, duygularını belirtemiyordu. Batı’nın alışılmış alkış sesinden ortalıkta eser yoktu. İnsanlar neden sonra kendilerine gelerek sessizce dağıldılar. Bu olaydan yıllar sonra bir İngiliz lady’si, bir sohbet sırasında “o, son sessizliği hayatım boyu unutamadım..” demişti. 16. yüzyılda Afyon veya Edirne’de, Kûçek Derviş Mustafa isimli, Pir yolunda meçhul bir Hakk aşığının  gönlünden kaynayan ölümsüz  nağmeler, 400 yıl sonra  20. yüzyılın Ortasında Londra’da çağlamıştı.

kas.jpg 1971 yılı Haziran ayında Londra’da Sadler’s Well tiyatrosunda yüzlerce yıllık Mevlevî âyin geleneğini seçkin bir Batı toplumuna sunan Türk Mevlevî hey’eti gerçekten yeryüzünde Mevlevî geleneğinin son temsilcilerinden oluşuyordu. Çağın siyasi tablosu gereği kurumlarına veda etmek durumunda kalan bu soylu insanlar, derinden yaşadıkları kültürlerinin bedenlerine yansımasıyla pek yakışıklıydılar. Ayrıca Batı’da olmanın gayretiyle kendilerine çeki düzen de vermişlerdi. En şık elbiselerini giymişler, en mutlu günlerinin havasına bürünmüşlerdi. Konya İhtifalinin kargaşasında pek ortaya çıkmayan, vaktiyle dillere destan o Mevlevi zerafeti Londra’da kendisini göstermişti. Hey’etin en ünlü siması Semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu’ydu.

Kasaboğlu adında Ege’li köklü bir Osmanlı ailesine mensup olan Ahmet Bican Kasaboğlu 1971 Londra Mevlevî Hey’etinin Semazenbaşı’sıydı. Tüm semazenlerin hocası, son dönemde Konya’da yetişen tüm semazenlerin yetiştiricisi ve kollayıcısıydı. Yakın dönemde bu yolda eşsiz bir hizmet vermişti. Küçük yaşından beri semazendi. Dergahların kapanmasından önce  İstanbul’da Surdışı’nda Yenikapı Mevlevîhâne’sinde Sema çıkartmıştı. Semazen’in diploma töreni olan ve “Müptedi Mukabelesi” olarak anılan merasimde yaşı on ikiydi. O sırada ailesi Ege’den yeni taşınmıştı. Annesi rahmetli Sadiye hanımefendi  "oğlumuz Mevlevi olsun” diyerek onu Yenikapı Mevlevîhânesi’ne götürmüştü.

14.jpgAhmet Bican Kasaboğlu Vefa lisesinde okumuş, İstanbul Üniversitesi’nde hukuk tahsil etmişti. Daha sonra Belediye nüfettişi olmuş, İstanbul'da Beyoğlu kaymakamlığında bulunmuştu. Belediyede son görevi Kapalıçarşı’ da Mezat dairesi Müdürlüğü’ydü. Beyoğlu kültürünü iyi bilirdi. Her zaman yakışıklı, düzenli ve zarifti. Gömlek ve ayakkabıları tanınmış ustaların elinden çıkmıştı. Hiçbir giyimi konfeksiyon değil, şahsına özeldi. “Prens dö gal” denen gri çizgili kumaşı takım elbise olarak pek severdi. Sakal bıraktığı son yıllarda sakalının renginde beyaz fötr şapkası vardı. Özel seçilen bu ünlü şapkayı nereden aldığını kimse bilmezdi. Âyin’de Semazenbaşı olduğu sırada kullandığı Mevlevî Sikkesi de sadece ona mahsus olmak üzere beyaz keçeden, diğerleri toprak rengindendi.

15.jpgSakalına öyle özen gösterir ve onun için öyle pahallı parfümler kullanırdı ki, değme kuaför ustası böyle bir işi başaramazdı. Sağ elinin yüzük parmağında kocaman bir Mevlevi sikkesi taşıyan bir yüzüğü vardı. Çanta kullanmayı sevmezdi. Kışın hezaran bastonu devamlı yanındaydı, deri eldiven takardı, yaz günlerinde birkaç defa gömlek değiştirirdi. Her yıl İdeal tepe plajından dostlarıyla birlikte denize girerdi. 1971 Haziranında Londra’da Herkes Ahmet Bican’a hayrandı.

24.jpgSema ettiği yıllarda Semazen kıyafetleri de pek düzgündü. Sümerbank kumaşı beyaz kumlu ketenden yapılmış bu kıyafetin rengine insan bakmaya doyamazdı. “avize” anlamına gelen “Tennure” isimli eteklik,  “Destegül” denen cepken, her âyinden sonra yıkanır, günlerce kurutulur ve ütülenerek saklanırdı. Uzun süren ve her gün başka bir mekana taşınan Avrupa âyin programlarında Rahmetli Kasaboğlu’nun bu işi dar otel odalarında nasıl becerdiği merak konusuydu. Hiçbir âyine kirli, ütüsüz kıyafetle çıkmayan ve kimseyi çıkartmayan  Ahnet Bican Kasaboğlu, bu alanda bulunmaz bir örnekti. “Hırka” denen siyah üst kıyafet, mutlaka “alpaka” kumaştan olacaktı. İnce deri Ayakkabının adı “paşmak”tı. Bele sarılan dar siyah kuşak “eliflamed”di. Eliflamed’in altında tennureyi muntazam tutan kuşağın adı “tığbend” di.

18.jpgSemazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu şu anda ülkenin her yanında yüzlerce örneği görülen semazenlerin ilklerini yetiştiren insandır. Bu alanda dillere destan gayreti, tecrübesi ve bilgisi bir deha derecesindeydi. Hırçınlığa varan titizliği vardı. Konya’da altmışlı yıllarda Konya Turizm Derneğinin rıcası ile açtığı ilk kursa 150 kişi katılmış, 20 kişi mezun olmuştu. Bu ilk yirmi kişi arasında bulunan Mustafa Holat şu anda Kültür Bakanlığına bağlı Mevlevi hey’etinin resmi şeyhidir. Semazen Celaledin  Loras Birleşik Amerika’da post sahibi Mevlevi Şeyhi’dir. Efsane bir kadrodur ilk yetişenler.. Sonrası Allahkerim. Allahüâlem.

6.jpg Mustafa Holat, Ahmet Bican Kasaboğlu