Nukleer Haçlı Seferi

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

fg1.jpg (Arşiv'den)

İstanbul’da, Harbiyede dünya harp tarihinin en ileri müzelerinden biri vardır. Fazla tanınmayan bu müze, üç kıt’a, üç iç deniz ve üç okyanus kıyısında Miladî 14 ile 20. yüzyıllar arasında altı yüz yıl sürmüş Osmanoğulları Devleti ile bu devletle harp etmiş ulusların savaş araç ve anılarının en değerli eserlerini saklar.

saladin.jpgHatta daha önceki devirlere kadar uzanır...Bu Devletin Hükümdarı “Yavuz” lakabı ile tanınan Sultan I. Selim 1557’de Kahire’yi aldığında burada saklanmakta olan Haçlı seferlerine ait kılıç, kalkan, zırh, savaş aracı, askeri malzeme gibi şeyleri ordusu ile dönüşünde İstanbul’a getirmiştir...

Dünya müzelerinde eşi enderi  bulunmayan bu antika parçalar şimdi bu müzenin vitrinlerinde görücü bekliyor...Fazla bilinmez...Üzerinde ciddi bir yayın da yapılmamış ama bu olağanüstü eserler ve inanılmaz parçalar görülmeye değer...Teşhirdeki kılıçların arasında bir insanın kaldıramayacağı kadar büyük olanlar var...Bunlar gerçekten taşınmış mıdır ? Yoksa uzaktan bakan düşmanı korkutmak için midir ? anlaşılmıyor. Kudüs’u “kâfirlerden” kurtarmak için yollara düşen şövalyelerin işleri...

Geçtiğimiz Hafta Amerika Cumhurbaşkanı George W.Bush, İsrail’in Tel-Aviv yerine Kudüs’ü başkent yapma kararını birkaç yıldır tanımayan Batı ülkelerinin aksine kutsal şehrin İsrail’in merkezi olarak tanınmasını kendi bürokrasisine emretti. Bundan sonra Amerikan dış işleri bakanlığı dairelerinde ve diğer ilgili devlet birimleri arasında dolaşan resmi kağıtlarda Kudüs, İsrail’in başşehri olarak görünecek.

kudus_002.jpgBöylece teröre karşı “prevantif savaş” ilkesi çerçevesinde bir ilke daha imza atarak,bu yolda her türlü ülkeler arası kararı kimseye danışmadan alacağını belirten  Bush’un bu hareketine karşılık Yaser Arafat, derhal  Kudüs’ü “Gelecekteki hür ve bağımsız Filistin devletinin başşehri “olarak ilan ediverdi... Aslında Filistin Parlemento’sundan gelen bu bu teklif, Arafat’ın sümen altında iki yıldır bekliyordu “Ebu Ammar” böyle bir reforma henüz hazır olmadıkların düşünerek teklife sıcak bakmamıştı... Şimdi son kararını verdi “Kudüs gelecekteki hür Filistin devletinin başşehridir” Bush’un verdiği emir ise bir “skandal”dır...Geçersizdir...Kudüs er veya geç Filistin’in merkezi olacaktır.

Afganistanı kana boğan terör savaşı bu gün yönünü Ortadoğu ’ ya çevirmiş bulunuyor. Bu savaşta kumandayı kendince  üstlenen Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, altı ülkeyi “Kötülük ekseni” olarak tanımladı. Bunlara karşı, Senato’sundan  gece yarısı aldığı bir kararla nukleer bomba kullanacağını açıkladı. adı geçen altı ülkenin dördü Müslüman ikisi değil... Bush “hep Müslümanlara mı düşmansın ?...”demesinler diye o iki devleti de o ekseninin içine soktu...

hacli.jpgAncak görüntü cam gibi parlıyor...Mızrak çuvala girmiyor...İşin başında ağzından kaçırdığı, İtalyanın da onayladığı “Haçlı Seferi” bu savaşın tek ve en canlı tablosudur. Şimdi birkaç güne kadar yeni bir “Haçlı Seferi başlayacak...Bu sefer yüzyıllar öncesinin yedi seferinin ardına eklenen 1991 Körfez ve 2001 Afganistan savaşından sonra 10.’uncu “Haçlı Seferi” olacak...

Çıngar başladığında bizim Ankara ûleması dahil pek çok akıllı adamımız “aman bunu Doğu-Batı, İslam-Hırıstiyan meselesi yapmayın” diye kanadı çalıya takılmış hindi gibi çırpınıp bağıracak...Ama işte gelin görün, Arslan Yürekli Richard’ın elinde şimdi insan boyunu aşan kılıç değil, kainatın bile boyunu aşan 200 megatonluk nukleere bomba var... Bunları inşallah patlatır da önce kendi yok olur...Bu “sefer” işi de böylece sonsuza kadar biter.  (Arşiv'den)

Türkler Arab Değildir

_namaz.jpg (Arşiv’den) Necmeddin Erbakan Hoca, Türkiye Cumhuriyetinin klasik rejim karşıtı İslamcı tabakalarını, bir siyasî tavır adına, yıllardır yerinden oynatmaya çalışırken, Globalizasyonun eski isimleri: Batılılaşma ve Modernizasyona karşı Osmanlı’dan miras kalan yaşlı İslam direnişini temsil ediyordu.

Aslında bu akım önceki yüzyılda, İslam Dünyasında Faruk Sirhindî ile Hint’ten yola çıkmış, Orta Doğu’da 1800’lerden sonra Vahhabî’likle “kanka” olmuş, Abdüh’le Mısır’a ulaşmış, Cemaledddin Efganî ile Osmanlı ülkesine uğramıştı... İlk Türkiye Büyük Millet Meclisinde Anadolu kökenli bazı hocalarla temsil ediliyordu...

faruk.jpgSihrindi akımı Orta Doğu’da en büyük savaşı TC ile verdi... Şu sıralarda Fas’tan, uzak Doğu’ya pek çok İslam ülkesinde gölgesi dolaşıyor... el-Kaide bu gölgenin altındadır. Orta Asya’lı Türk boylarının temel toplum yapısını oluşturduğu Türkiye, bir İslam ülkesi olarak bu akımlara yabancı kalamıyor... Ancak Türkler, genellikle Müslüman Arab’ların peşinde koştuğu bu çeşit radikal hareketlere karşı temkinlidir. Açıkçası Türkler Müslüman olmakla birlikte Arab değildir...

150px-abd_al-aziz_ibn_saud1.jpg

İslam dinine karışmış, çöl Arab’ının gelenekleri bu halkı ilgilendirmez. Osmanlılar, 1745’te Abdülvehhab’ın Deyre emiri Muhammed ibni Suud’la birleşmesinden doğan, İslamın en kanlı kökten dinci devlet hareketine “yeni haricîler” adını vermişti. O’nu iki defa yenerek ortadan kaldırdılar...Suudî’lerin son Devleti ise 1936’da, Amerikan Aramco Petrol şirketi desteği ile gerçekleşti. Günümüzde Kutsal toprakların üzerinde bir İslam Devleti gibi görünmekle birlikte “Amerikanın Petrol Kuyusu” niteliğini korumaktadır. Şimdi bu devlet, radikal Vahhabî duyguları taşımaya devam eden aydınları ile Batı kulübünden icazetli, tek bir aileden gelen aşırı modern yöneticilerinin arasını bulmaya çalışıyor...

“Türkler Arab değildir” Bu cümle geçen hafta gazetenin görüşü olarak “Los Angeles Times” in sütünlarında yer aldı. Soli Özel isimli bir Türk araştırmacısı, gazetede yayınlanan makalesinde  şu görüşlere yer verdi :  “ AKP dinsel mirasını terketmiştir. Türkiye’nin Avrupa’ya uyum sağlaması için çalışıyor... Bu çaba O’nu Batı’ya taşıyacaktır...”  Türkiyede dini temelli bir siyasi partinin  birdenbire ortaya çıkmasından tedirgin olan Amerikan basınına, bilgi veren Soner Çağatay isimli diğer bir araştırmacı da, aynı gazetede,  Türkler hakkında şu görüşleri ileri sürdü: “ Türkiyede islamcılığı durdurmak için Ordunun müdahalesine gerek yoktur. Zira AKP daha önce Amerikan-Türk beraberliğini ve Irak savaşını destekleyeceğini belirtmişti ”

hali.jpgLos Angeles Times gazetesine göre bu görüşler, Batı’da İslam tehlikesine karşı gelişmiş genel direniş yönünden çarpıcıdır.“Uygarlıklar arası savaş”stratejisi açısından ele alınmalıdır. Bu doktrine göre Türkler Arab değildir. Terörizme eğilim taşıdıkları söylenemez. Tam tersine, bir islamî hükümetle donatılmış olsalar da O’nlar, Amerika Birleşik Devletlerinin ve Avrupa’nın  yakın dostlarıdır. Los Angeles gazetesine göre Türkiye-İsrail ve savaş sonrası Irak- Suriye ve İran gibi totaliter İslam rejimlerine karşı Batı’ya yönelik bir “demokrasi kalkanı” teşkil edebilirler Türklerin Arab olmadığını hem Batı’ya hem de Türkiye’de “irticaci” olarak bilinen çevrelere anlatmak için bu günlere gelmemiz gerekiyormuş... Bir siyasi, kültürel ve coğrafi gerçeği açığa çıkarabilmek için insanlardan kanlı olaylara tanık olmaları bekleniyormuş...

Keşke bu unutulmuş olgu, daha önce dillenebilseydi... Biz uzun zaman yazdık... Osmanlı İmparatorluğuna altı yüz yıl ilham veren İslam dini Arabistanda çıkmış fakat pek çok ülkede olduğu gibi bu topraklarda da ayrı bir renk kazanmıştır... Türk islam akımı “tolerans, derin fikrî, aklî, bölgesel ve tradisyonel”  öğeler açısından Arab İslam yorumundan farklıdır. Buna biz “Horasan Tasavvufu” diyoruz... Bu akımın içinde “cıhad” kavramıyla kemalini bulan “silahlı islama” yer yoktur.

Siz Yunus Emre veya Hz.Mevlânâ’nın eline kaleşnikof alıp bir Pazar yerinde insanları kıyasıya kurşunlayacağına inanabilir misiniz ? Terör ve anarşi burada hiç yer tutmaz... Bunlar vaktiyle buralarda denendi. Sonu geldi. Şimdi “cıhat” kalplerde ve insanlığın geleceği için bilgi savaşında... “Türk İslam akımı” bir yaşam biçimidir. Bu yaşam tarzının tüm özellikleri, Orta Asya geleneklerine kadar uzanır. Bin yıl önce  Ahilik ve Lonca  teşkilatı ile hayata geçirilmiş, son üç yüz yıl içinde tarikatlar ve tekkelerle yüceltilmişti...

turk.jpgCumhuriyet döneminde ortaya çıkan yeni yaşam biçimine direnen  “Türk İslamı” değildir...Belki “Vahhabî’liğe uzanan Arab islamıdır. Ancak Kemalist devrim o kızgın günlerine ikisini birbirinden ayıramazdı... Mehmet Akif’in İstiklal Marşı şiirinı yazdığı Ankara’da Tacettin Dergahı ve İşgalde Türk Milliyetçilerini geceleri Ankara’ya kaçıran Üsküdardaki “Özbekler Dergahı” diğer dergahlarla aynı yıl birlikte kapatıldı...Amerikalı “ılımlı İslam” arıyor, Amerikalıya göre değil, İnsanlığa göre bir İslam içindeyiz. Hamdolsun. (Arşiv’den)

Başka Yeryüzü Yok

johannesbourg-sandton.jpg (Arşiv'den, ağustos 2002) Dünyayı düzeltmek, zenginleri fakirlerle barıştırmak ve gelecek nesillere yaşanabilir bir gezegen bırakmak amacıyla düzenlenen Johannesbourg “Dünya Zirvesinde”  Pazartesi günü Justin Friesen isimli 11 yaşında bir çocuk, 100’den fazla devlet başkanına karşı “ Pek çok yetişkin insan, geleceğimizi ilgilendiren sorunlara eğilmekten çok para ve zenginlik peşine fazlasıyle koşuyor...” dedi.

Pazartesi günü, sembolik olarak kendilerine söz verilen, çocuklar delegasyonunda bulunan, çeşitli ülkelerden gelen ve yaşları altı ile on yedi arasında değişen diğer çocuklar da, Dünya yöneticilerine: “ Başka bir yeryüzü satın alamayacağımızı unutmayın...” dediler.

50 bin resmî, 20 bin özel olmak üzere 70 bin insan ve 7000 ONG’un (Uluslararası Hükümet Dışı Örgüt) katıldığı toplantı, sana’at gösterileri, konserler ve eğitim, tanıtım çalışmalarıyla şimdiye kadar dünyada görülmedik bir etkinlik düzeyine ulaştı... Gerçekten bir “Dünya Zirvesi” olan bu toplantıda en ilginç kişilerde olan Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac: “Evimiz yanıyor, biz karşısına geçmiş seyrediyoruz...Geleceğe bir enkaz bırakmamak için dünyada herkesi göreve çağırıyorum... Yaşama karşı insanlık cinayeti veriliyor... Birşeyler yapıp yangını söndürelim...” dedi... Chirac’ın sözlerini  yorumlayan Green Peace: Yeşil Barış örgütünün Politik direktörü Remy Parmentier “Biz bu tavrın yabancısı değiliz...Başkan güzel sözlerini hayata geçirmelidir” dedi. Diğer yorumcular da “Amerika Dünya jandarmasıydı, şimdi bir de itfaiyye eri kazandık...” dediler.

240px-chiracusa.jpg

Zirvede konuşan Fransiz Cumhurbaşkani Chirac, çeşitli önerileri arasinda “Bir Dünya Vergisi” nden söz etti...“zenginlerden alinip fakirlere verilecek” böyle bir vergi benzeri, dünyadaki bütün ticari işlemlerden yüzde bir oraninda kesilmesi şeklinde daha önce James Tobin isimli Amerikan ekonomisti tarafindan düşünülmüştü. Bu düşüncenin uygulanamayacagini öne süren Başkan ,kendi görüşünün nasil uygulanacagini ise açik belirtmedi...Chirac’in her sözünü aninda yorumlayarak dünyaya yayan gazeteciler “ Amerikali’larin böyle bir vergiye sicak bakmadiklarini bildigi  için Chirac üstelemedi...”dediler.

Aslinda bu Toplanti hakkinda yazdigimiz ilk yazida belirttigimiz gibi Chirac’in da Zengin-Fakir diye bir problemi yoktu... O sadece Paris Belediye Başkani oldugu günlerden bu yana titizlikle korudugu “Büyük uluslar arasi ticaret şirketlerinin” halka sevimli görünmesi yolundaki gayretlerine dolayli bir katkida bulunmak amaciyla Johannesbourg ufuklarinda yer almişti...Komedisine devam ediyordu.  Ne var ki bu değerli devlet adamı, gelecekte pek çok kişiyi düşündüreceği anlaşılan mucize laflar etme geleneğini de sürdürdü: “ Dünya tehlikede, hepimiz sorumluyuz...” “Bize iki gezegen daha lazım...” “Fakirler günü kurtarmak için geleceği sallıyor bu anlamsızdır...” “ İnsanlık Johannesbourg’da geleceği ile buluştu...”  falan gibi.  Chirac “Dünya Vergisi” konusunda da “Ben bir çivi çaktım, ötesini siz düşünün, olaylar ters gelişse bile fikirler yürür” dedi.

george_bush_1.jpgHz. İsa’ dan sonra, İkinci bin yılın, ikinci yılının, ağustos ayında, Güney Afrika’ nın şirin kenti Johannesbourg şehrinde, Birleşmiş Milletler aracılığı ile yapılan 70 bin kişilik  “Dünya Zirvesi” nde dünyanın en büyük devletinin Başkanı hazır bulunmadı...Bush, bu toplantıya gelmedi.ABD Johannesbourg’da Enerji Bakan Yardımcısı Robert Card tarafından temsil edildi...

Bush gelemezdi, zira havaya en çok gaz salıp  kirleten, mevsimleri bozan, su baskınlarına yol açan, Kyoto andlaşmasına karşı çıkan O’ydu...insanlığın başına her gün yeni bir belâ çıkaran oydu. (Arşiv'den, ağustos 2002)

Sultanahmet’te 4000 Kişi

meczet_rb1.jpg (arşiv’den , aralık 2002)

Pazar akşamı Kadir’di...O gece İstanbul’da, Sultanahmet Camii ve çevresinde 4000 kişi toplanmış... İstanbul nufusunun bir milyonun altında olduğu eski yıllara oranla bu sayı yine de yüksektir. Şehirde şu sırada on milyon insan yaşıyor... Demek ki yaklaşık  kırk İstanbullu’dan biri oradaydı..

Ben gidemedim, gidenler anlatılar... Osmanlı asırlarında içinde Devlet Protokolu’nun yapıldığı muhteşem Sultanahmet Cami tamamiyle doluymuş... Halk dışarıya, avlulara taşmış... evinden seccadesini, kilimini getiren çimenlerin üzerine yayılmış... Tedbirli gelmeyenler kalın kağıtlar, kartonlar edinmişler, namazlarını kılmışlar...Cemaate hoca yetmemiş... Halkın arasından gönüllü hocalar çıkmış... Teravih namazının rekatları ikişer ikişer kılınmış... Bazen her rekatta hoca değiştirilmiş, gönüllünün bolluğundan... Dünya yüzünde bir “Din” günü ve gecesi yaşanmış... Halk kendinden geçmiş... insanlar nurlu bir gecenin feyzine doyamamışlar... Her yer ışıklarla donanmış... Nur gökten çağlayarak yağmış... Namazdan sonra insanlar camiden çıkamamışlar... Köşelerde Kur’an, salavat ve kaside okuyanlar görülmüş... İlahi grupları oluşmuş..

Büyük Cami fevkalade günlerinden birini yaşamış... İlerleyen saatlerde uzaklardan otobüslerle gelenler, çevre dükkanlara dağılarak, memleketlerine dönüşlerinde, Müslüman İstanbul’ da yaşanan mubarek bir gecenin anısına, eşe dosta verilmek üzere, hediyeler almışlar... Üniversite öğrencisi  bizim komşu Okan’ın Teravih’den sonra canı boza istemiş, babası ile birlikte kalabalığı yarıp bozacılara yaklaşamamışlar... neden sonra ulaşmışlar. Hatırası uzun yıllar anlatılacak feyizli bir gece, Sultanahmet’ten Eyyüb Sultan’a uzanarak gün doğarken Üsküdar'da sona ermiş.

noel_baba.jpgErtesi günü gazeteleri açtım. İslamî olanlarda kıyı kenar birkaç haber... Büyükler ise noel baba resimleriyle dolu... İslam ve islamî yaşam biçimi, bu gazeteleri yöneten muhterem efendilere pek ulaşamıyor... İslam, İlgi halkalarının dışında...

Onlar Batı’nın las Vegas kumar salonlarını ve Paris gecelerini tercih ediyorlar... Yolları Sultanahmet’e uğramıyor... Uğrasa da etrafı görecek gözleri yok... Camide sadece el-Kaide arıyorlar... Efendilerinden aldıklar rol icabı...

Aslında bu beyler beni pek ilgilendirmiyor. Herkes dininde serbesttir... Kimsenin ne dinine, ne dinsizliğine karışmam... Ben bir gece oradaydım. Karanlıkta gök yüzünü seyrediyordum. Mabed’in etrafını aydınlatan güçlü projektörlerin ışıkları bazen taş yapının kenarından taşarak boşluğa doğru yollarına devam ediyorlardı. Kuşlar hızla uçarken o hüzmelere bir an takılıp beyaz tüyleriyle yıldız gibi parlıyorlar, sonra ışık huzmesinin dışına çıkıp görünmez oluyorlardı... Ne de çok kuş vardı, o gece gökyüzünde... İşte o kişiler de öyle... Onlar da kaza ile üzerlerine nur vurunca bir an parlıyor sonra sönüp gidiyorlar... Karanlıklardaki yerlerine geri dönüyorlar... Nur’dan nasipleri, hızla uçarken ışığa uğradıkları kadardır. Keşke orada kalabilselerdi... Neyse...

2002 yılı ramazanının Kadir gecesinde, Süleymaniye’den sonra İstanbul’un ikinci büyük Camii olan Sultanahmet  ve  çevresinde 4000 kişinin toplandığı, o gece yetkililer tarafından anons edilmiş... Mavi çinilerinden dolayı “Mavi Cami” olarak da anılan “Sultanahmet Camii”  I. Sultan Ahmet zamanı 1609 1le 1616 yılları arasında mimar Mehmet Ağa tarafından yapılmış. Mabedin inşaatının başladığı gün, Padişah birinci Ahmet, yere diz çökmüş, eteğine toprak doldurmuş, başını göğe çevirmiş ve “Kulun Ahmed’in bu niyazı sana feda olsun” diye feryad iderek kucağındaki toprağı yeni kazılmış temele dökmüş.

Temele ilk darbeyi vuran kazmanın, sapı sonradan gümüşle süslenerek Saray’ın hazinesine konmuş. Sultanahmet Camii, Bizans’ın “Christotrikline” Sarayının harabeleri üzerinde yedi yılda yükselmiş. 397 yıldır ayakta duruyor... Bu Camiin yapıldığı yıllarda Avustralya kıt’ası keşfolmamıştı. Amerika henüz pamuk tarlasıydı. Londra ve Paris karanlıklar içindeydi.

bezm.jpgBiz geç saatlarda Tophanede İsmail Rumî ziyaretinden dönerken Dolmabahçe’de Bezmi Alem Valide Sultan Camiinin önünde de bir kalabalık gördük... Burası da doluydu... Bir zamanlar halıları toplanarak “Deniz Müzesi” şekline sokulan bu Cami, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmi Alem Valide Sultan tarafından yaptırılmış... Başta Eyyüb Sultan olmak üzere İstanbul’un diğer camileri de o gece herhalde doluydu...

Fazla göremedik. Gezemedik. Haberini de alamadık... Yaklaşan Noel Babayı yazan Büyük gazetelerimiz ve Batı yaşamını bizlere sokuşturmak ve sevdirmekle görevlendirilmiş medyamız, bu konuya değinmediler... İslamı sadece siyasi olan ve şimdi de siyasî olmayan diye ayırdıkları için... Bir İslam yaşam şekli ve onun değerlerine yaklaşık tavır takınmadıkları için...

Ve Dostlar ! içleri Müslümanca titremediği için... Üzgünüz, biz de onlarla aynı çatı altında  yer aldığımız için... Belki bir gün bu tarafın işlerine de akılları erer. [Arşiv’den, 04.12.2002]

Sözün bittiği yer

qq.jpg Afganistan , 20 nisan 2011

Sözün bittiği yer

kurdish.jpg Türkiye, nisan 2011

Sözün bittiği yer

tur.jpg İstanbıl, nisan 2011

Sözün bittiği yer

2011719693-raul-castro.jpg Fidel ve Raoul Castro, nisan 2011

Kısa boylu Şeyh

hus.jpg (Arşiv'den, ağustos 2001) Üsküdar'da Özbekler  Dergahı şeyhi Necmeddin Efendi beni Küçük Hüseyin Efendi ile manen tanıştırdığında ben 20 yaşlarında kadardım. Bir gün beni kolumdan tuttu, Eyyub'de Pierre Loti Kahvesine çıkan dar yolu birlikte tırmanmaya başladık. Epeyi yukarıya çıktık. Aşağıda haliç ve ortasında kum tepecikleri, karşımızda uzanan manzaranın sonunda sisler içinde kaybolan İstanbul, bana doğrusu pek çekici gelmiyordu. Acaba nereye gidiyorduk ? Bir süre sonra sola döndük, taş bir merdivene sardırdık kendimizi... Acaba yoruldu mu? diye yan gözle şeyhe bakarken irkildim. Baba'nın yüzünde o zamana kadar görmediğim acaip bir neş'e dolaşıyordu.

Şeyh garip bir hal yaşıyordu. Adama birşeyler oluyordu. Ne olduğunu pek anlayamadım. Hâlâ da anlamış değilim...   Bir Tepeye vardık.  Şeyh bir mezarın önünde durdu, –Mareşal Fevzi Çakmak dedi. Fatiha okuduk. Biraz daha yürüdük. Bir demir kapının önünde durduk. Ben önden gidiyordum. Geriye bakınca Şeyh, –Kapıyı aç dedi. Açtım.  Çakıl taşı döşeli bir yere girdik. Yürüdükçe çakıllardan sesler geliyordu. Tepe oldukça rüzgarlıydı, selvilerin doruğunda  kopan rüzgarın uğultusu yerdeki çakıl seslerine karışıyordu.  Birden rüzgar öyle güçlendi ki Şeyhin kafasındaki kahverengi şerit kurdelalı  fötr şapka neredeyse Halic'e doğru uçacaktı...

Şeyh o sırada yaşlıydı, ama birden gençleşti, beli doğruldu,  kamburu gitti, sanki on yaşında çocuk oldu, hızla yürüdü çakıllı avlunun ortasında yer alan bir mezarın başına çöktü, ben ayakta... Bakınıp duruyordum, Çok kızdı: –Otursana diye bağırdı. Oturdum. Rüzgarın tarakası kesilmişti. Bir an derinden bir ses işitildi. Şeyh o zamana kadar duymadığım  bir tarzda  konuşuyordu, yanımızda uzanan muhteşem mezarı göstererek: –Bu da bizim mareşalımız... dedi.. Şeyh biraz sonra kendine geldi ve dedi ki: –Başın sıkıştıkça buraya gel, mezarın  içini görüyormuş  gibi yap.. gelmesen de olur, uzaktan da ulaşabilirsin. Ne diyeceksen “yüz suyu” hörmetine diyeceksin.. İnandım ve denedim. Tuttu... Hâlâ da tutuyor. Buna “rabıta” diyorlar.

Şeyh'in "bizim mareşalımız" dediği kişi, Ankaralı Küçük Hüseyin Efendi'ydi. Asrın başında yaşamıştı. Kabri Bağdat'ta bulunan Mevlânâ Halit Efmz. yoluyla neş'esi Şahı Nakşibend Hz. ulaşan bir Nakşi-Halidî Şeyhiydi. O gün O şeyhin yoluna bağlanmak, Galatasaray Lisesi mezunu bu kemter kula nasip olmuştu.

Sonraki yıllarda pek çok insanla birlikte o çakıllı avluyu çiğnedik durduk. Her kesimden insanlar... Özellikle bayram sabahları... Bir  zamanlar makarr-ı hilafet olan bu aziz   sultanlar şehrinin agniyâ-i şâkirîn'i  ve fukârâ-i sâbirîn'i hep o mezarın başında toplanırdı. Ağlar, sızlar, çırpınır ama oradan hep mutlu ayrılırlardı... Mezarlarında yatan dirilerle, sokaklarda dolaşan ölüleri ben  orada farkettim.

Eminönü’nde Çiçek pazarında camcılık yapan Hulusi bey sağlığında,  rahmetli Cahit Gözkan ve Özbek şeyhi Necmeddin ile  Küçük Hüseyin Efendi’nin hizmetinde bulunmuş ondan el almıştı. Bir gün dedi ki: –Şeyhin boyu kısaydı... Hayır... Bence çok uzundu boyu... Hâlâ da uzuyor.

(Arşiv'den, Sapanca ağustos 2001)

Hayreddin Reis'in Leventleri

barbaros1.jpg

Küçük Asya’ya yerleşen Orta Asyalı Türklerle sıcak denizlerin deneyimli halklarının birleşiminden doğan Osmanlı savaş gücü, devrinde karada olduğu kadar denizde de kendini göstermişti. Bir iç deniz olan Akdeniz o çağda tarihinin en büyük denizcisini tanıdı:  Barbaros Hayreddin Paşa.

Midilli adasına yerleşmiş olan Selanik yakınlarındaki Vardar Yenicesinden Eceova’lı Türk sipahisi Yakup Ağa’nın 1475’e yakın yıllarda İshak, Oruç, Hızır ve İlyas isimlerinden dört çocuğu oldu. Çocuklar büyüyerek geliştiler. Ticarete başladılar. Adalar arasında gemi ile gider gelir mal alır satarlardı. Genelde odun ve kereste ticareti yaparlardı. İshak babasının yanından ayrılmamıştı. Oruç Mısır, Trablus Şam tarafına, Hızır Selanik ve Serez taraflarına giderdi. Kendi halinde sakin ve sessiz insanlardı. Kimseye zararları yoktu.

Kardeşi İlyas’ı da alarak çıktığı bir sefer sırasında Oruç Reis Rodoslu'lara rastladı. Aralarında şiddetli bir çatışma oldu. Oruç Reis ve adamları yenildiler. Rodoslu'lar Oruç’u zincire vurarak Rodos’a götürdüler. Bu savaşta küçük kardeş İlyas şehit oldu. Genelde savaşa yatkın olmayan, iyi huylu İlyas’ın kaybı, Yakup Ağa’nın çocukları arasında olağanüstü tepki doğurdu. Kardeşler bu kaybın acısını yıllarca unutamadılar. Öç almaya and içtiler. Ticaretten vaz geçerek korsan olmaya karar verdiler. Gemi, silah, top ve barut sağlayarak denizlere açıldılar.

Hızır çeşitli girişimlerde bulunarak ağabeyi Oruç’u Rodosluların elinden kurtardı. O sırada Antalya valisi olan II. Beyazıd’ın şeyhzadesi Murad, kendisine yardımcı olmuştu. Oruç ve Hızır kardeşlerin korsanlık niyetiyle gemi donatarak Adalar denizine çıktıkları tarihte bu bölgede sözü geçen bir devlet yoktu. Hak güçlüden yanaydı. Deniz eşkıya doluydu. Denizde rastgele gezen silahlı kişiler gemileri zapt ediyor, malları yağma ediyor, insanları öldürüyor veya esir ederek pazarlarda satıyorlardı. Hiçbir din, milliyet ve insani değer gözetmeyen bu insanlar yüzünden bu alanda yaşam, bir vahşete dönmüştü.

12.jpgOruç ve Hızır kardeşler Rodosluların nahak yere şehit ettikleri kardeşlerinin intikamını almak uğruna dehşetli birer korsan kesilmişlerdi. Hıristiyanlara karşı Müslümanları savunuyorlardı. O tarihte Akdeniz’in kuzeyi Hıristiyan, güneyi Müslüman’dı. Kardeşlerin şöhreti kısa zamanda yayıldı. Mısır, Libya, Tunus Cezayir ve Fas’ta isimleri anılır oldu. Cesaretleri ve adalet duyguları ile tanındılar. Oruç Reis’in hafif kızıla çalan sakalı vardı. Bu yüzden Frenkler ona “kızıl sakallı” anlamında “barbarosa” dediler. Bu isim daha sonra kardeşi Hızır’a kaldı. Hızır Reis’e “Hayreddin: Dinin hayırlısı” ismi de Kanuni Sultan Süleyman tarafından verilmişti. Kanuni Barbaros ile İstanbul'da görüştüğü sırada "bu kadar gazavatı bir ömre nasıl sığdırdın. Sen din'in hayırlısısın, adın Hayreddin olsun" demişti.

Sultan Süleyman’ın tavsiyesi ile “Gazavat-ı Hayreddin Paşa” isimli bir kitap yazan Seyyid Muradî Reis, Tunus halkının leventlere karşı sevgisini şöyle anlatmaktadır: “Yirmi bir gün deryada gezdikten sonra aldıkları ganimetlerle Tunus’a döndüler. Tunus halkı ganimeti görünce büyük şenlikler etti. Oruç Reis malın beşte birini ayırıp Sultan’a gönderdi. Ardından kendi reislik hakkını ayırdıktan sonra Tunus’un büyüğüne ve küçüğüne, âlimlerine ve dervişlerine, gariplerine, dul ve yetimlerine ihsanlar etti. Baki kalanı gaziler arasında dağıttı ki, her birine dörder pastav çuka, yüzer arşın bez ve dokuzar sikke kızıl altın düştü. Tunus’un fakir fukarası: Cenab-ı Hakk sizi daima muzaffer eylesin ey gaziler, diyerek dua ettiler. Allahü Teâlâ bu gazileri bize rahmet gönderdi, gelişleriyle beldemize bereket geldi, diye sevinirlerdi"

Oruç ve Hızır kardeşlerin Akdeniz de göründükleri tarihte İberya yarımadasında yedi yüzyıldır devam eden Endülüs İslam Devleti sona ermiş ve yarımada eski sahipleri tarafından geri alınmıştı. Aragon kralı Ferdinand ve kraliçe İsabella’nın başını çektiği bir Müslüman avı ve zulüm kampanyası İberya’da kalan son Müslümanların üzerine çökmüştü. O tarihte İspanya’da Müslüman olmak ağır işkencelere uğramak ve ölüme razı olmak demekti. Zulmün adı "engizisyon" du.

endulus.jpgSeyyid Muradî Reis o yıllardaki Endülüs’ün halini şu cümlelerle anlatıyor. “Endülüs ol belde idi ki ashabı resul varıp o diyarları fethetmişti. O zamandan beri mümin idiler. Ancak kâfirler Müslümanlardan alıp mescitlerin yıkıp kilise eylediler. Halkın ekserisini kırdılar. Kalanları yer altında dehlizler ve sığınaklar yapıp gizlenmişlerdi. Namazlarını orada kılarlar, oğlancıklarına geceler orada Kur’an talim ettirirler ve din bilgilerini öğretirlerdi.

Gündüzleri ise kâfirlerin şerrinden emin olabilmek için kiliseye gönderip İncil okutuyorlardı.  Kızlarını ise kâfirler zorla alıp kendi çocukları ile evlendirirlerdi. Birbirleri ile evlenmelerine müsaade etmezlerdi. Böylece onların çoğalması önlenip, aralarındaki İslam inanışı kesilmek istenirdi. Şayet bunlardan birinin namaz kıldığı, Kur’an okuduğu veya oruç tuttuğu malum olursa hemen ateşte yakarlardı. Onları bu zulüm ve küfür karanlığından halâs eylemeye hiçbir padişah müzahir olamadı. …. Hususen ol vilayet mübarek bir beldedir. Ekseriya okunan tefsirler ol vilayet alimlerince yazılmıştır. Birgivî ve Halebî gibi nice tefsir alimleri ile şeyh Muhyeddin Arabi ve Kadı İyad gibi şifa ehli, Kurtubî ve Şatıbî gibi nice müellif ve ulema.. Bunlar sayılmaya başlansa sonu gelmez. .... Sonraları bunlardan niceleri teknelere doldurulup Arap yakasına geçirdiler… Öncelikle yaşlılar, kadın ve çocuklar gemilere dolduruldu… Ardından gemiler yelkenlerini açıp Cezayir’e yollandılar. Bunları bırakıp derhal geri döndüler. Bu şekilde tam yedi kez gidip geldiler. Seyrü sefer sırasında rast geldikleri kâfir gemilerini zabt ediyorlar ve onları da Müslümanları taşımakta kullanıyorlardı. Bu şekilde yetmiş bin Müslüman’ı kâfirlerin zulüm ve işkencesinden halâs ederek İslam beldelerine taşıdılar…

44.jpgO zaman Endülüs’te kalan Müslümanlar yine dağlarda ve sığınaklarda gizlenerek hayatların idame ettiriyorlardı. Bunlar dağlarda devamlı olarak kendilerini kurtaracak gemileri beklerdi. Arap yakasından gelen gemilerle sürekli Endülüs’ten İslam ülkelerine göç devam ediyordu. Özellikle ilk kurtulan Endülüslü Müslümanlar gemiler tedarik ederek bu faaliyeti devam ettiriyorlardı. Bunlar Türk elbiseleri giyerek gemilere girip Allah rızası için diyerek kâfir yakasına çıkarlar nice cenk ve cidal ettikten sonra alabildikleri Müslümanlarla dönerlerdi. Zira Hayreddin Reis leventleri İspanya memleketlerinde öyle bir korku salmıştır ki, birileri onların libas ve takkesini giyip üzerine varsa dizlerinin bağı çözülür, vuruşmaya takat ve iktidarları kalmazdı. Yoksa bu kadar Türk ol diyarda nereden buluna..Ve gazalar ede ! Bunlar hep Endülüslü Müslümanlardı.”

Osmanlı hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman Cezayir Beylerbeyi Hayreddin Paşa’yı İstanbul’a davet ederek donanmasını onun emrine vermişti. Kanuni’nin daveti şöyledir : “Sen ki Cezayir beyi Hayreddin bey’sin. Benim evvelden beri kulum oğlu kulumsun. Benim sancağım ve âlemim çekersin. Şimdi benim İspanya vilayetine bir sefer niyetim vardır. Sen dahi gelip bizimle olasın. Hem ol yerlerin yolunu ve izini her bakımdan bilirsin. Yerine mutemet ve güvenilir bir adamını bırakıp Âsitâne-i saadetime gelesin.”

32.jpgBarbaros Hayreddin paşa bu davet üzerine yarar adamları ile birlikte İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi. Aralıksız on altı yıl Kaptan paşalık makamını işgal etti. Pek çok kaptanlar ve amiraller yetiştirdi. Osmanlı Denizciliği uzun yıllar Barbaros Hayreddin Paşa’nın adı ile anıldı. Vefatında Beşiktaş’taki türbesine gömüldü. Yüzyıllar boyu sefere giden gemiler, Beşiktaş önlerine  gelerek demir atar ve top atışıyla onu selamlamadan uzak diyarlara yola çıkmazlardı.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın ebedi uykusunu uyuduğu şimdi içinde bulunduğu türbe kaptan paşalardan Sinan paşa tarafından yapılmıştı. Sinan paşa  Beşiktaşta bir cami bir de türbe yaptırmıştı. Ancak Hayreddin paşa daha önce vefat edince hazırladığı türbeyi ona hediye etti.  Kendisi vefatında Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii haziresine defn edildi.

aniti.jpg