Nurdan doğmuş Anneler

anne.jpg

Anneler Varlığın temeli anneler Yaradılışın sırrı anneler Nurdan doğmuş anneler

Anneler Yaradanın eli anneler Görev yapan anneler Hayata bakmayı öğreten Tanrıdan geleni veren

Soluğun esası Bedenin atası Canımın ortası Anneler... Anneler Neredeler

Yanımda olsaydın Kanımda olsaydın Sen benle olsaydın Hep burada, Ya şurada olsaydın

Çıkarken yola Bana haber verseydin Anneler.. Anneler

Sarı Şeyh

Amerika’dan uzak durun

am1.jpg

Herkes kendini kontrol etmelidir. Herkes geçmişini yeni baştan gözden geçirmelidir. Yeryüzünde yaşayan her millet ve her fert yaşamış olduğu mazisine esaslı bir göz atmalıdır. Eskiden Amerikaya karşı bir suç işleyip işlemediğine iyice kanaat getirmelidir. Amerikan vatandaşı olmanın gerektirdiği hukuki şartlara aykırı hareket edip etmemiş olduğumuz konusunda tam bir bilince varmamız gerekmektedir.

Zira artık hepimiz Amerikan vatandaşıyız. Amerikalı’yız. Bu ülkenin kanunlarına tabiiyiz. Bu ülkenin uygarlığına, ahlaki değerlerine ve yaşam biçimine sadakatla bağlanmış durumdayız. Yüzlerce yıldan bu yana gelse dahi kendi kültür ve ahlakımızı bir kenara bırakmak ve yaşamımıza yeni dahil olan Amerikan nızamına uymak zorundayız. Bir an gaflete kapılıp Amerikan kanunlarına aykırı bir iş yaptığımızda gecenin karanlığında görünmez ve sesi duyulmaz bir helikopter bahçemize, evimizin damına inebilir ve içinden çıkacak korkunç ölüm makinaları bizimle konuşmadan, suçumuz nedir ? bildirmeden bizi. kurşun yağmuruna tutabilir.

Neden ölmek zorunda olduğumuzu dahi bilmeden rahmetli olabiliriz. Artık kimse Amerika kanunlarının dışında  değildir. Amerika’nın tam kontrolu altındayız. Amerika her an bizi yargısız infaz edebilir. Suçumuzu bildirmeye gerek dahi duymadan kendi uygarlığına fazla gelen vücudumuzu ortadan kaldırabilir. Bunu yakında otomatiğe bağlayacak ve kelek yaptığımız anda kodları önceden ayarlı gizli bir silahla bizi vurup yok edecektir.

sartre.jpgBütün bunlar vaktiyle Fransız düşünürü Jean Paul Sartre’ın ağzından 1953 yılına şöyle ifade edilmişti: “Amerika kudurmuştur.. uzak durun sizi de ısıracak.”  Yarım yüzyıl sonra olayların geldiği nokta, Sartre’ı inanılmaz biçimde haklı çıkarmaktadır. Amerika şu anda istediği her askeri operasyonu, adî sokak suçu gibi dünyanın her yöresinde rahatça yapmak durumundadır. Hiçbir ülkeden izin almadan o ülkenin topraklarında her türlü asayiş hareketine girişebilir. O ülkenin devletine, askerine polisine haber vermeden işini bitirir geri döner..O ülkenin kolluk kuvvetlerine de ortalığı temizlemek düşer.

ob.jpgİki gündür kütüphaneme daldım, Amerikan kanunlarını ezberlemeye başladım. ne olur ne olmaz diyerek Amerika tarihine saldırdım. Amerika’da nasıl “iyi vatandaş” olunur ? öğrenmeye and içtim. Şu darı dünyada yaşam mücadelesini güçlükle fakat şerefle sürdürürken hoşa gitmediğim anda, Washington’da kurulu bir kriz masasından gelecek denizaşırı elektronik bir emirle serçe kuşu gibi avlanma korkusu tüm benliğimi sardı.

Amerika dünya ile savaşa tutuşmuştur. Amerikaya göre şu anda dünyada yaşayan herkes suçludur. İkinci dünya savaşında  İngiltere Almanya ile kapıştığında zamanın İngiliz başbakanı Winston Churchill “Almanya’da doğan her çocuk suçludur, ölmelidir ” demişti. Şimdi bu söz Amerikan yöneticilerinin ağzında. “Dünyada doğmuş her insan suçludur…” şekline girmişe benziyor.

iha.jpg Şili ayrı bir devlet  iken desteklediği askeri bir darbeyle, seçilmiş bir halk lideri olan müteveffa Salvador Aliende’yi solcu diye evinin kapısı önünde öldüren; Afganistan ayrı bir devletken “ikiz kulelerimi” yıktı diyerek gaz döküp yakan; Irak ayrı bir devlet iken “nukleer silahı var” diyerek  devlet başkanı Saddam Hüseyin’i fare deliğinde yakalayıp telef eden, Bir terörist Ömer'i  kovalarken Somali’yi baştan sona B52’lerle cehenneme çeviren Amerika, artık her an her şeyi yapacak kudrettedir. şimdi sırada  vaktiyle eski başkan Bush’un “şer ekseni” diye hazırladığı liste var.

Uygarlık adına Cinayet

ladin-turizm.jpg Vaktiyle 2000 silahlı adamı ile dağlarda saklandığı anlatılan Bin Ladin’in, çan kulesi gibi ortada duran bir villa’da nasıl kuş misali avlandığına hayret ediyorum doğrusu.. Nereye gitti o 2000 silahlı adam ? liderin hayatını kendi hayatlarından üstün tuttukları ileri sürülen o insanlar nerede ? Neden şeflerini korumadılar..

Profesyonel bir savaşçı böylesine kolaylıkla derdest edilebilir miydi ?  On yıldır başta el Cezire TV olmak üzere dünyanın sayılı haber kanallarında günlük demeçleri yayınlanan bu adam, böylesine korumasız dolaşabilir miydi ? Amerikan ordusuna tek bir Tomahawk füzesine mal olacak bir suikastten bunca zaman başarıyla kurtulabilir miydi ?  Filistin’li şeyh Yasin’i uzaydan tek kurşunla nokta atışı yok eden ABD, neden bin Ladin’i on yıl yaşattı ?  Bin Ladin konusunda daha pek çok soru cevap beklemektedir. Ve zamanla yeni sorular da ortaya çıkacaktır.

osama_binladen_1238702c.jpg

Bin Ladin Birleşik Amerika’nın hizmetinde geçici bir CİA ajanıydı. Bir terör uzmanı, taşaron bir savaşçıydı. Afganistan’da Ruslara karşı başarılı direniş örgütlemişti. “Rusya Afganistan’dan çekilince sıra Amerikalılara gelecek diyordu” Öyle oldu. Rusların Afganistan’dan çıkmasına yardım eden Bin Ladin ve CİA’nın o sırada kullandığı  diğer ajan grupları olan Arab gençleri bir anda silahları patronlarına doğrultuverdiler. O çağda Afganistan’da gelişen Taliban rejimi, bu kişilere kucak açtı. Amerikalıları en çok kızdıran da bu oldu. Daha dün kendilerine para ve malzeme vererek müşterek düşmana karşı omuz omuza savaştığı kişiler, ona sırt çevirmişlerdi. Amerika işte bu ihaneti hazmedemedi.

Amerika’nın unuttuğu bir şey vardı:  Genellikle Amerikan üniversitelerinde okuyan Suudi gençlerden oluşan bu paramiliter CİA grupları, aynı zamanda Amerikan yaşam biçimine de ters düşecek bir inanç sistemi içinde olabilirlerdi. Kendi uygarlığını hiç sorgulamayan ve sonuna kadar da sorgulamaya niyeti olmayan Amerikan toplumu, o noktada çileden çıktı. Afganistan savaşının en kızgın günlerinde Kuzey’de Mezar-ı Şerif’teki “Kale-i Ceng”tecenk-kalesi.jpg   Taliban saflarına geçen bu gençleri, müttefik güçlerle birlikte kıstıran gerçek CİA ajanları o sırada Amerikan Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld’in Washington’dan verdiği "kill him: hepsini öldürün" emriyle tek tek yok ettiler. 600’e yakın genci ellerini bağlayıp yüz üstü yatırarak enselerinden birer kurşunla öldürdüler. Bu katliamın bir bölümünü, ünlü Özbek general Raşit Dostum kendi belindeki tabancasıyla bizzat sürdürdü. Dostumun yardımcısı Alim  Razm ölü sayısını doğruladı.

rasss.jpg

Amerika tüm dünya insanlarının kayıtsız şartsız kendisine teslim olmasını istiyor. Kendi yaşam biçimine tüm insanlığın uymasını bekliyor. Vaktiyle Rus Komünistleri de bunu beklerdi: Yeryüzünde tarih boyunca  her ideolojik devlet, kendi ideolojisinin gücünü  kanıtlamak ve devamını sağlama bağlamak için  taraftar bulmak zorunda kalmıştır. Tek bir kişi karşı çıksa manevraları bozuluyor, güven duyguları zedeleniyor, imanları sarsılıyor. Kendi kendilerini sorgulamak zorunda kalıyorlar ve bir anda çılgına dönüyorlar. Bu halden kurtulabilmiş hiçbir uygarlık yoktur. Amerikan devlet adamları bunu açıkça ifade ediyorlar: Sözü geçen eski Amerikan savunma bakanı Rumsfeld “Amerikaya nasıl karşı çıkılır ? anlamıyorum..” demişti..” Rumsfeld için uygarlık demek Amerika demekti. Amerikaya karşı çıkmak da uygarlığa karşı çıkmaktı. Ne var ki, Amerika açıkça cinayet işliyor, adını “uygarlık” koyuyordu. Uygarlık adına cinayet.rums.jpg

Vaktiye Romalı’lar da böyle söylüyordu. Romalı zenginler göre Roma’ya karşı çıkmak ugarlığa karşı çıkmaktı  ama dört filli bir Afrika yerli ordusu  Roma’yı kuşa çevirdi. Asya steplerinden kopup gelen ve Avrupa içlerine yerleşen  Kıpçak ulusu ve Hun Türkleri efsane lider, Atilla ile Roma’yı dizüstü yere yapıştırdı.

Uygarlık iddiaları ispat ister. Cinayet sorumluları uygarlık kuramazlar. Eşkiyalık devlet hukuku geliştirmeye engeldir. Devletler savaş da etse erkekçe ve mertçe savaşırlar. Savaşın da üstün bir asaleti vardır. Asaleti olmayan savaş zaferle sonuçlanmaz… Ona kayıkçı kavgası derler. Düşmanlarınızı gece yarısı evlerinden alıp meçhul semtlerde  işkence odalarına sokmakla, size karşı çıkanları yüzüstü yere yatırıp enselerine birer kurşun sıkmakla devlet hukuku kurulmaz. Kurulursa ona devlet denmez.. Eşkiyalık denir. Devlet Adalet ister. Dürüstlük ister... Açıklık, nizam ve berraklık ister.

anit.jpg

Amerika Birleşik Devletleri vaktiyle Thomas Jefferson, George Washington, Benjamin Franklin, Abraham Lincoln gibi dünya siyaset sahnesinin dev isimleriyle kurulmuştu. O kişiler Newyork’un önünde dünyaya sembolik ışık saçan Hürriyet anıtı kadar muhteşem varlıklardı.  Bunlar dürüst insanlardı. Niyet ve amaçları dürüsttü, insanlığın faydasınaydı. Onlar geleceğin ümidiydi. İnsanoğlu’nun çektiği sıkıntıları yok edeceğine inanılan adamlardı.  Şimdikilerin resimlerine biraz dikkatli bakınız… Bunlar Kazanlı Sultan Galiyev’in değimi ile Cristof Kolomb’un gösterdiği yoldan Amerika’ya doluşan  Avrupa’nın deniz eşkiyalarıdır.

Terörizme yeni lider

zev.jpg

Hiçbir inançsızın ayak basmaması gerektiğine inanılan kutsal Suudi Arabistan topraklarına Amerika 5000 asker koyduğu için ayaklanan Bin Ladin öldürüldü. “El Kaide” adı ile terörist-Anarşist” bir grub kurduğu ve Birleşik Amerika’ya karşı savaş açtığı için Bin Ladin Washington tarafından öldürüldü.

Batı’nın dünyaya saldığı şeytani yaşam tarzına karşı çıkarak insanlığın kötü gidişatına önayak olduğuna inandığı ABD’ye karşı silaha sarıldığı için Bin Ladin öldürüldü. Bin ladin daha önce Sovyetler Birliğine da karşı çıkmış ama o zaman davranışı, ABD’ye yaradığı için Washington’dan destek almıştı. Ruslar Bin Ladin’i öldüremediler, Amerikalılar öldürdü..

Şimdi Bin Ladin yok.. Amerika’nın Suudi topraklarında kazıklı voyvoda gibi saltanat süren Dahran üssü kapatıldı mı ? Hayır ! 5000 Amerikalı geri çekildi mi ? Hayır ! Irak ve Afganistan’da Amerikan ordusunun cinayetlerinin sonu geldi mi ? Hayır ! Amerika dünyanın her yerine gizlice uçak gönderip, gece yarıları düşmanlarını yataklarından  kaldırıp götürme huyundan vaz geçti mi ? Hayır Pentagon dünyanın bütün denizlerine uçak gemisi adı altında karakol kuvveti gönderip yeryüzünü tehdid etme geleneğine son verdi mi ? Hayır ! Batı’nın şeytanî hayat tarzının sonu geldi mi ? Hayır ! ABD yaşam biçimini değiştirdi mi ? Hayır !  Bin Ladin ölünce bütün bunlar ortadan silindi mi ? Hayır.  O halde ne değişti ? Bin Ladin’in ölümü neye yaradı ? O fevkalade savaşçı adamı  vaktiyle var kılan sebepler gün gibi ortada dururken yeni Bin Ladin’lerin yeryüzüne çıkmasına kim ? nasıl engel olabilir ki ?

pervez.jpgBunu daha olayın ilk saatlerinde Amerikan CİA teşkilatının yeni başkanı söyledi. “Bin Ladin”in ölümü ile “terörizmin” sona ermeyeceğini söyleyen herkes “terörizmin” neden kaynaklandığının tam bilinci içindedir. Pakistan’ın eski lideri darbeci general Pervez Müşerref: “ Biz bunların neden terörist olduklarını bilmeyecek kadar aptal değiliz” demişti. Kıbrıs’ın efsane lideri Rauf Denktaş da görevini bırakmadan az önce “bir Müslüman’ın evini yıkar çocuğunu öldürürseniz o insan terörist olur, onun Müslüman oluşu bir tesadüftür…” demişti. Terörizmin açık sebeplerini bilmeyen veya göz ardı etmeyi sınıfı için uygun gören yeryüzünde tek  kişi, Türk politikacısı Süleyman Demirel’ir : Sayın Demirel “terörizmle fukaralığı karıştırmayın..” demişti. Teröristin ruh hastası, psikopat olduğunu söylüyor, neden öyle olduğunu ise gizlemeyi tercih ediyordu.

Terörizmin tek kaynağı yeruyüzünün kötü yönetilmesidir. Gırtlağına kadar borca batırılmış halkların artık canlarından başka verecek şeylerinin kalmamış olmasıdır. Dünyanın pek çok fakir ülkesinin, zengin ve ekonomisi güçlü ülkeler tarafından soyulup sovana çevrilmesidir. Büyük şirketlerin en ufak insani değerlere yüz vermeden yeryüzü yuvarlağını talan etme girişimleridir. Gelecek nesillerin yaşam hakkını elinden alacak kadar gaddarca, acımasızca soygun ve tahribe devam etmeleridir. Bu olay evrensel bir faciadır. En az “terörizm” kadar yaygın bir faciadır. Öyle bir faciadır ki, ancak “terörizm” denen bir başka facia ile önü alınabilir. Amerika ikiz kulelerini yıkan adamı bulup öldürdü, dünyayı yakan Amerika’nın hesabını bakalım kim görecek ?

ladin-eymen-el-zevahiri.jpgŞimdi herkes terörün yeni liderine gözünü dikecektir. Herkesin bir adayı olacaktır. Bence en kuvvetli aday Eymen Zevahirî’dir. Ladin ile birlikte uzun zamandır adını duyuran Eymen Zevahirî şu sırada postu çavuş Thomson’a deldirmezse dünya yeni bir şova  hazırlanmalıdır.

İzzet bey ‘in sofrası

2.jpg Konya’da ihtifal Hey’etinin kaldığı Başak otelinin önünde büyük bir otobüs duruyordu. Sokakta gelen giden, otobüsün kapısından bakan, içeri girip sonra dışarı çıkan, itişen, kaynaşan kararsız bir kalabalık göze çarpıyordu. Ortalıkta tuhaf bir telaş vardı. –Ne oluyor? Dedim. –Bir davete gideceğiz, sen de bin, dediler. Konya’ya gelip Mevlâna yolunda yaşayan insanların neş’esine katılmak ve buraya toplanan Türkiye’nin sayılı isimleri ile bir arada olmak günlerdir beni öylesine derinden derine heyecanlandırıyordu ki, artık olayların akışına kendimi kaptırmış gidiyordum. –Kim çağırıyor, nereye gidiyoruz? demeden otobüsün içene daldım..çerde hemen hemen tamamı ile bütün Hey’et vardı. İhtiyarlar saygı eseri ön sıralara oturtulmuştu. Sivaslı’lar, Egeli’ler, Türkiye’nin her yöresinden gelenler hemen onları izliyordu, genç nesil ortalardaydı. Arka sıralar ise çevreden gelenlerle doluydu.  Otobüs yola çıktı, az sonra Mevlânâ türbesinin bulunduğu alana vardık. Çiçekli göbekten sola dönerek Üçler mezarlığının duvarını izlemeye başladık. Bir müddet öylece gittikten sonra Konya’nın “Topraklık” denen semtine vardık. Bir caminin önünde durduk. –İnin, dediler… Hep birlikte indik, önden gidenler, ikişer katlı kerpiç evlerin bulunduğu dar bir sokağa girdiler. Sokağın hemen başında, sağda açık bir kapıdan bir avluya doluştuk. Hava güneşliydi, etraf cam gibi parlıyordu, sanki herşey kristal bir avizeye dönmüştü,  geceden yağan kar, avluda öbek öbek duruyordu. Karşımıza iki katlı muhteşem bir Konya evi çıktı. İki katlı oluşuna karşın bu  evin gizemli bir asaleti vardı. Binaya avludan giriliyordu. Giriş kapısının sağında orta yaşlı, kısa boylu, derin bakışlı, tıknazca, güler yüzlü, fazla özenli olmayan giyimiyle bir zat bizi karşıladı. Bu ev sahibiydi.

3.jpg

Ev sahibi herkese tek tek hoş geldiniz diyordu, ama kimse ile fazla ilgilenmiyordu. Nasıl olduysa Hey’etin tamamı o küçücük eve sığdı, girişin iki tarafındaki odalar, üst kattaki misafir odaları her yer insanla doldu. Burası bir zamanlar Konya’da her yabancının mutlaka gidip gördüğü antika meraklısı İzzet Koyunoğlu’nun eviydi. İzzet bey eskiden Demiryolu müfettişiymiş. Türkiye’deki büyük değişme sırasında dağılan ve çöken eski Osmanlı yaşam tarzından geriye kalan san’at ve kültür eserlerine sahip çıkmıştı.

Atılan, satılan,  sokaklara dökülen eski kültürün saygın yapıtlarını elinden geldiğince bir araya getirmişti.  Başta yazma eserler olmak üzere İslam kültür ve san’atının en nadide ürünlerini, aramakla bulunmaz en değerli parçalarını teker teker evine toplamıştı. Kimini satın almış, kimini hediye vermişler, kimi hibe usulü kazanılmış, kimi yasaklı devirlerde korkuyla ona emanet bırakılmıştı. Nadide yazma kitaplar, yazılar, halılar, kilimler, bakır ve tunç ev ve mutfak eşyası, paslı silahlar, eski tekstil san’atının ender örnekleri, yıllarca çeşitli yörelerden toplanmış İslam öncesinden kalma mermer heykelcikler, taş kabartmalar, steller, toprak kaplar, küpler, cam ve deri eşya, çivi yazılı tabletler… Her yanı, her köşesi, her odası dolu, dopdolu bir ev kurmuştu İzzet bey… Kurduğu müze, gerçek bir koleksiyon, bir hazineydi..

Bizi kapıda karşılayan İzzet Koyunoğlu’nun kendisi de müzelik bir insandı. Konya’da çağlar boyu tanınmış Sahipata sülalesinden geliyordu. Dedelerinde biri veya ailenin kurucusu bu şehirde bir türbede yatıyordu. Bayramda, kandilde ziyarete giderlermiş, İzzet bey daha sonra anlatmıştı: Selçuklularda eskiden cenazeyi mumyalama san’atı varmış, büyük dede de mumyalıymış, ceset bozulmamış, hatta dede’nin kurumuş mumyalı sağ kolu sandukanın  aralık kapağından dışarı sarkarmış, ailenin büyükleri bayramlarda çocukları götürür, büyük dedelerinin ellerini öptürürlermiş, çocuklar korkmadan o kuru eli öper, yüzyıllar önce ölmüş dedeleri Sahipata ile bayramlaşırlarmış…

41.jpgSahipata Türbesi şimdi yerinde.. Sahipata’nın mumyalı kolu acaba hâlâ sandukasından sarkıyor mu? Onu bilmiyorum. Ancak bu hikâye oldukça ilginçtir, Mumya işi bilinmez değildi hatta Alaeddin tepesinde yatan hükümdarların bile cesetleri mumyalıdır derlerdi… İzzet Koyunoğlu ile sonraki yıllarda pek yakın olmuştuk. Ne zaman Konya’ya gitsem, hangi saatte olursa olsun İzzet bey’i ziyarete giderdim. Gerçekten kibar ve asil bir insandı...  Konya’da yıllar geçtikçe İzzet bey’in evi şehirdeki eski eserlerle birlikte anılır olmuştu. İstasyona indiğimiz akşamın sabahında, Türbe ziyaretinin hemen arkasından ayaklarımız kendiliğinden Üçler mezarlığına doğrulur, oradan İzzet bey’in evinin bulunduğu Topraklık semtine yönelirdi. O yıllarda Konya’da pek bol bulunan iki atlı payton arabalarına ne zaman binsek, paytoncuya gideceğimiz başka bir yer söylemezsek, araba sessizce İzzet bey’in evinin bulunduğu mahallenin yolunu tutardı.

O evin sabah kahvaltıları meşhurdu. Ünlü Konya çörek otlu tulum peyniri, saç böreği, katmer, çeşit çeşit reçeller, tereyağları ile kahvaltı sofrası pek neş’eliydi. Kırmızı domates reçelini ben ilk defa o sofrada gördüm. Sofra girişin solundaki yer odasına kurulur, misafirler o sofranın çevresine dizilirlerdi. O tam bir “ahi” sofrasıydı. Koca bir kömür sobası bazen saçları kırmızıya dönerek çatır çutur yanarken, avluda Pembe kadın, içinde çalı çırpı tutuşturulmuş bir küp fırında bazlama pişirirdi. Yer odasının penceresinden bakardım. Bazlama’yı Pembe, küp fırının çepeline yapıştırarak pişirirdi. Kızaran ve yapıştığı yerden çözülmek üzere olan bazlamaları ateşin üzerine düşmeden önce yakalamak gerekiyordu. Bunun için bazen Pembe kadın fırına öyle bir sarkardı ki, ateşin üzerine düşecek gibi olurdu. İzzet bey Pembe’ye pembe diyemez, Konya ağzıyla “pempe diye seslenirdi. Bir de oğlu vardı Pembe’nin…çocuk saf yüzlü, sevecen bakışlı, on dört yaşında tombalak, tam bir Konya’lıydı. Her taşralı genç gibi büyük şehirlerin gece hayatını merak eder, bana durmadan İstanbul’la ilgili sorular sorardı. Cevaba pek aldırmaz,  hayallere dalardı.

13.jpg

Yer odasının avluya bakan iki penceresinden birinde minder vardı, Özbek şeyhi Necmeddin efendi hep gider o mindere otururdu. Bir gün dışarıdan bir kadının pencere önüne gelerek okuyup üflediğini fark etmiş, kadın pencereyi türbe penceresi zannetmiş. Şeyh içeriden bağırmış – Hanım, hanım daha ölmedim, git başka evliyaya oku..

İzzet Koyunoğlu’nun evine gittiğimiz ilk gün otobüste bir fısıltı kulaktan kulağa dolaşmıştı. Koyunoğlu ’nun evinde Hazreti Ali’nin ünlü çift başlı kılıcı varmış…  Bu müthiş bir haberdi. Eğer bu haber doğruysa, âlemlerin fahri, İslam Peygamberi’nin sevgili damadı Hz. Ali’nin kılıcı, Türkiye’de, bu şehirde ise, haber tüm İslam dünyasını yerinden oynatabilirdi. Acaba bu kılıç nasıl olmuş da buralara gelmişti? Şimdiye kadar neden duyulmamıştı? Sonunda kılıcı gördük. Üst kasttaki odalardan birinde bir minder üzerinde duruyordu. Herkes kılıca uzaktan bakıyor, kimse yaklaşarak elini sürmeye cesaret edemiyordu. Kılıçtan gözlerini ayıramayan ziyaretçilerin arasında donup kalanlar, sapsarı kesilenler, gözyaşı ile ağlayanlar vardı. Özbek şeyhi pencere kenarında bir yere ilişmiş tespih çekiyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. O anda odada öyle bir hava esiyordu ki kimse bu kılıcın gerçekten Hz. Ali’nin kılıcı olup olmadığını merak dahi etmiyordu. Kalabalık büyülenmişti.

11.jpgKılıca biraz daha yakından bakmak istedim. İki ağızlı, kararmış bir maden parçasıydı. Fazla büyük ve dehşet saçan bir görüntüsü de yoktu. İstanbul’da, Bursa’da veya başka bir yerde, eskici dükkânlarında yüzlercesi bulunan kılıçlardan biri gibiydi, sadece iki parça kesici çeliğin yan yana getirilmesinden oluşan uzunca saplı sıradan bir kılıçtı. Bana kalırsa İslam’ın büyük ismi; peygamber damadı Hz. Ali’nin kılıcı böyle olamazdı. Eski zamanlardan kalma eserler genellikle açık bir dille konuşur ve başlarından geçen uzun yılların hikâyesini hal dili ile anlatırlar, bu kararmış demir’in ise söyleyeceği fazla bir şey yoktu. Sadece, Hz. Ali kılıcı o kadar hızlı sallarmış ki çift görünürmüş, bu da öyle çift yapılmıştı. Anlaşılan bedeni çift olduğundan dolayı biri, kılıcı o eski Hz. Ali efsanesi ile birleştirmişti. Veya hatırasını anmak için özel yapılmış bir kılıçtı. Üzerinde durulmadı.

12.jpgİzzet bey yıllar sonra bu dünyadan göçtü. Evli değildi; vârisi yoktu. Bütün eşyasını müze olmak üzere Konya Belediyesine bağışladı. Belediye de Topraklık’taki eski evi yıktırarak yerine “ucube” bir yapı yükseltti. Antikaları oraya koydu, ancak bu ev öylesine şahsiyetsiz ve mimarlık yoksulu bir evdi ki, İzzet Bey’in şanına ve dillere destan koleksiyona yakışmadı. Fakat yine de koleksiyon bütün haşmeti ile duruyor. Ziyarete açık. Ancak o ünlü sofradan ise eser yok..  Belki bir gün bu eserler uygun bir Konya evine taşınır.

10.jpg

Amerika Ladin’i bitirdi

ladin.jpg Dünyanın bir no’lu devleti ABD baş düşmanı olarak bir süredir kullandığı Ladin’i bitirdi. Ladin isminin eskidiğine ve inandırıcılığını kaybettiğine kanaat getirerek bu adı piyasadan kaldırdı. Örtbas etti. Şimdi dünyayı korkutmak ve sindirmek için başka bir isim bulacak.

Bir Vahhabi saldırısı olan 11 eylül olayından sonra Amerika parmağını “El Kaide"ye ve Bin Ladin’e uzattığında konu az çok belli olmuştu. O vakit bir düşman yaratılacağı ve bunun uzun süre “yakalanmayacağı” gün gibi ortadaydı. Biz o zaman yazdık: “bu adam yakalanmayacak” dedik.. Öyle oldu.. Amerika dünyanın her yerinde karşıtlarını yakalamak için Bin Ladin’i ve el-Kaide’yi kullandı. Nereyi bombalamak istese oraya “Kaide” damgasını vurdu. Bin Ladin imajını öncü olarak gönderdi ve arkadan mel’anet çarklarını işletti. Dünya Ticaret Merkezi bombardımanında 5000 kişi öldü dedi, kendisi sadece Irak’ta 5000 çocuk öldürdü. Afganistanı delik deşik etti, Somali’yi şehir şehir, kasaba kasaba ev ev yaktı..

Dünya sahnesine çıktığı günden beri düşmanlarına karşı savaşarak ayakta kalmış bu şaibeli siyasi birliğin başlıca sermayesi olan yalan endüstrisi, Ladin efsanesini on yıl kullandı. Şimdi fabrika yeni bir yalan paketi sunacak.

kule.jpgDört tane çılgın arabı aylarca hazırlayıp “World Trade Center” in ikiz kulelerinin  üzerine gönderen, Amerika içinde yönetimle kan davasına girişmiş bir grup  eski askerdi. Bu grubun başını Başkan Eisenhower’in zamanında general Leyman Lemnitzer isimli negatif ruhlu bir general çekiyordu. Daha o zaman Başkanla ters düşmüş, yolları  ayrılmıştı. Az bir zaman sonra dünyasını değiştirdi, ama adamları Amerikan sistemi içinde el altından fesat yuvası kaynatmaya devam ettiler.

Yıllar sonra başkan Kennedy’yi hedef aldılar. Kübaya karşı “domuzlar körfezi” çıkarması adı altında bir sefer düzenlemişlerdi. Dönemin başkanı bunu engelledi. Başarısız kıldı. Başkanı öldürdüler. Amerika’da kaatil tutarak bir insanı öldürmek an meselesidir, Bu ülkede pek çok kiralık kaatil sokaklarda her gün iş arıyor..

abd-f.jpgAmerika Birleşik Devletlerinin deniz piyadeleri marşında “Montezuma'nın dehlizlerinden Tripoli kıyılarına kadar, ülkemiz için  hem karada hem de denizde savaştık…" cümlesi vardır. Amerika savaşla ayakta durduğunun farkındadır. Kurulduğu yıllardan beri süren bu savaşta Amerika geliştirdiği teknelojisi ile dünyayı ayakta tutuyor. Dünya insanları vaktiyle  Londra ve Paris için nasıl çalıştılarsa  şimdi de Newyork, Washington için öyle çalışıyorlar. Amerikan yaşam biçiminin dünyaya zorla hediye ettiği "ruhsuz zengin insan modeli" için canlarını, ailelerini, mallarını vermeye devam ediyorlar.

Dünyanın pek çok yerinde fakir ve bahtsız insanlar, Amerikalı zenginler yaşamlarını güvenle sürdürsünler diye herşeylerini feda ediyorlar. Hiçbir Amerikalı çocuğun Irak’lı veya Afganli bir çocuktan farkı olmadığı halde ondan daha fazla yaşama hakkına sahip olduğu anlaşılıyor. Dünyanın  bu manzarasını değiştirecek bir yiğit çıkar mı dersiniz ?

Mevlevihane'nın kayıp taşları

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

tekkee.jpgtekke1.jpg

(Bir okuyucu mektubu ve cevabımız)

1996 yılı Divan Edebiyatı Müzesi'nde resmi görevliyken,Tarık Zafer Tunaya Kültür merkezi bitişiği çiçekçi'den biri geldi, dükkanın önündeki kaldırımı muhtemelen kanalizasyon borusu tıkanınca kazmışlar, kazdıkları 30 cm.lik yerden bir şey çıktığını bize söylediler. Gittim baktım ve de ne göreyim,1,5 m. uzunluğunda bir mezartaşı şahidesi.

Kitabesi Celi Sülüs hüsn-i hat yazı çeşidiyle ve ince bir kalem güzeli kalemle ve de hüsn-i hat sanatı bakış açısından enfes ve estetik bir eser. Tutanak tutup mezartaşı şahidesini de müzeye naklettik. Evrak ve adı geçen özgün eser Divan Edebiyatı Müzesi Arşivindedir. (Adnan Alpay)

Nezih Uzel Sayın Alpay, Fransız mühendis Henri Gavan 1800' lerde Tunel inşaatına başlarken Galata Mevlevihanesi mezaristanının önemli bir kısmının kaldırılmasını istemiş. Devrin sadrazamı "şeyh efendi ile anlaş.." demiş. Şeyh efendi olan Kudretullah Efendi karşı çıkmış ama söz dinletememiş, taşları toplaıp inşaata başlamışlar. Cumhuriyet devrinde de nikah salonu olacak diye toplamışlar taşları. Bana kalırsa Galata Mevlevihanesi haziresinin % 90'ı toprak ve apartman altındadır.

Mezarlıkta ilk inşaat sırasında bir hırıstiyan taşı çıkmıştı. Üzerinde "Victor Pisani" yazıyordu. Bu taşın İngiliz elçiliğinde çalışan bir zata ait olduğunu tesbit etmiştik. Rahmetli Necati bey bu taşı sakladı.Yabancılar görür de hak ister diye.. Halbuki ünlü cont Ostrorog da hırıstiyan olmasına rağmen buraya gömülmek istemişti. Belki başkaları da vardı.. Bilmiyoruz. Çalışmalarınızda başarılar dilerim

Bizi böyle gördüler

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

atil1.jpg

Milattan  sonra 4. yüzyıldan itibaren dünya sahnesinde yer almaya başlayan Ortaasya’lı Türk kavmi, kara ikliminden gelen sert karakteri ile ün salmıştı. Tarih sürecinde Batı’ya doğru gelişen Türk akınları, özellikle Avrupa ülkelerinde bu ırka karşı belirgin bir tepki doğurmuştu.

Türklerin Avrupa’da ilk görünüşleri Hun’lar aracılığıyle olmuştur. Türk hakanı Atilla’nın fetihleri ile Türkleri tanıyan Avrupalılar, akınların başladığı tarihlerde henüz ileri devlet fikrinden yoksundular. Topluluk halinde yaşamak, bir kamu hukuku geliştirmek  ve kendilerini savunmak için gerekli olan toplum bilincine sahip bulunmuyorlardı. Avrupa o çağda Roma İmparatorluğunun son yıllarını yaşıyordu. Ancak yaşlı Roma’nın kurumları çökmüş, toplumu ayakta tutan değerleri çürümüştü. Asyalı’lar bu ortamda taze bir kuvvet olarak ortaya çıktılar. Atilla bizzat çocukluk arkadaşı Romalı general Flavius Aetius tarafından Roma’ya çağrılmıştı. Avrupada bir Hun devleti kuran Atilla acımasız bir hükümdardı. Bu yüzden ona “Tanrıının Kırbacı" (Latince: Flagellum Dei, İngilizce: Scourge of God, İtalyanca: Flagello di Dio, Fransızca: Fléau de Dieu) isimlerini verdiler.

at3.jpg

Atilla Büyük Türk-Hun Imparatorudur. 395 yılında doğdu. Hun Devletinin kurucularindan Muncuk’un oğludur. 434 yılında kardeşi Bleda ile birlikte Imparatorluğun başına geçti. Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddine kadar uzayan imparatorluğun tek hakimi oldu. 750 bin kişilik ordusuyla Galya sehirlerini alt üst etti. Orleansı kuşatti. Kuzey Italya’yı silindir gibi ezip geçti. Gençliğini barış içinde rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yani sıra zaaflarını ve karakterini de incelemişti. Latinceyi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra Romalı’lar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.

Türklerin arka arkaya gelişen fetihleri bu ırkın niteliği hakkında efsaneler yaratılmasına neden olmuştur. Avrupa  o çağda bizzat Atilla’nın kimliği üzerinde duruyordu. Tarihçi Priscus Atilla’yı şöyle tarif etmişti: "Kısa boylu, geniş göğsü ve başı olan, gözleri küçük, burnu yassı ve ince grimsi sakalları olan, bronz tenli." Priscus Atilla’nın sofrasında da bulunmuş, diğer kumandanlar altın ve gümüş tabaklarda yemek yerken onun tahta tabakta yemek yediğini görmüştü. Atilla’nın savaşçı karakteri dile getirilirken, gaddarlığının yanında iyilikseverliği ve erdemli davranışlarının da konuşuluyordu.

leon.jpgAtilla, başında bulunduğu Hun, Kıpçak ve diğer Türk halkları ile İtalya’yı baştan sona istila etmişti. Papa III. Leon Roma’ya girmemesi için önünde diz çökerek yalvardı. Atilla bunu kabul ederek geri döndü. Ancak İtalyan’lar Türk korkusu ile o zaman denize kazıklar çakarak Venedik şehrinin başlangıcını meydana getirdiler. Asyalı bir kara kavmi olan Türklerin denizden korkacağını ve kendilerini izlemeyeceklerini düşünüyorlardı. İtalyanların düşüncesi doğru çıkmıştı. İtalya’da Türk korkusu yüzyıllarca devam etti. İtalyan diline “Mama il turchii: Anne Türkler geliyor..” sözcüğü o sırada yerleşti. Türk korkusu Avrupa’yı gerçekten sarmıştı.

Kimdi bu Türkler ? Atilla’nın kişiliğinde gelişen efsaneler Türk karakterinin ana hatlarını çiziyordu. Türkler acımasız oldukları kadar aynı zamanda iyi yürekliydiler. Örneğin Alman efsanelerinde Attila, çok büyük ve iyiliksever bir hükümdardı. Attila'nın sarayında birçok Germen hükümdarı yaşardı. Nibelungen Destanı, Hun-Germen mücadelelerinden meydana geliyordu. Bu hikâyelerde Attila, Etzel adında büyük otoriteye sahip, barışsever ve yalnız asilere karşı kılıç kuşanan asil ruhlu bir hükümdardı. Bir zaferden sonra kendisine kim olduğunu sıran bir Avrupalı soyluya Atilla şu cevabı vermişti: “Ben sizin gibi soylu bir insan değilim ama soylu bir millete mensubum..”

51.jpgAtilla’nın Hunlarından sonra dünya yine bir Ortaasya kavmi olan Moğollarla karşılaştı. Atilla’nın ve Hunların henüz tam tanınmadıkları bir sırada ortaya çıkan Moğollar, daha da hüyük bir “bilinmez” yarattılar. Avrupalı’lar gaddarlıkta Hunları da defalarca aşan Moğolların insana benzemediklerini, uzun boyunları ve kulakları olduğunu ileri sürüyorlardı. Moğollar özellikle Güney Asya ve Ortadoğu’da görünmüşler, Müslüman halkların başına bela olmuşlardı.

Asya’lı Türklerin son kurdukları devlet Osmanlı İmparatorluğu' ydu. Ancak Hunlar’dan beri Avrupa’da yaygın olan Türk korkusu bu devletin de diğerinden farklı olmayacağı izlenimini veriyordu. Bu korku az sonra Roma devrinde olduğundan daha da yaygın şekle girecek ve Batıda tam bir paniğe yol açacaktı. Hunların gidişinden birkaç asır sonra Türkler yine gelmişlerdi. Bu defa savaş ve dayanışma deneyimleri daha da artmış,  o sırada zenginleyip gelişmeye başlayan Avrupa toplumları için gerçek bir tehlike şeklini almıştı. Osmanlı’ların bölgeye gelişinden az bir zaman sonra Avusturya’nın Graz şehrinde büyük katedralin arkasında şu yazı görülmüştü  “1475’te İstirya’nın üç belası: Açlık, veba, Türkler..”

22.jpg

1547-1627 yılları arasında yaşamış Jacopo Ligozzi isimli bir İtalyan ressamı Türkleri şeytanın hocası olarak gösteren bir resim yapmıştı. Türk müftüsünü şeytana ders verirken gösteren bu resim, bir siyasi propaganda aracı olarak kullanılmak üzere hazırlanmıştı. Türkleri şeytandan da daha kötü olarak tanıtan bu resmin yapıldığı tarihte İtalya’da pek yaygın olarak dolaştığı görülmüştü. Ligozzi şeytan ve müftü konusu ile yetinmemiş, Osmanlı askeri olan bir yeniçeri resmederek yanına bir domuz ve bir de yılan motifi eklemişti. Ligozzi’nın bunlara benzer pek çok Türk düşmanı resim yaptığı biliniyordu.

8.jpgAvrupa’nın asırlar boyu işlediği Türk düşmanlığı siyasi boyutlara da taşınmış ve Osmanlı devletinin parçalanması ile sonuçlanmıştı. Türkler Altaylardan başlayan büyük yürüyüşleri sırasında efsanevi bir şekilde Çanakkale boğazını geçerek Balkan yarımadasına ve oradan Avrupa kapılarına kadar varmışlardı. Bir zamanlar Arap Müslümanlarını İberya yarımadasından çıkarmak için yedi asır uğraşmış olan Hırıstiyan Avrupa, bu defa Müslüman Türkleri Balkan yarımadasından çıkarmak için uğraşacaktı. Bu da birkaç asır sürmüş ve Türkler Çanakkale ve İstanbul boğazlarının gerisine sürülmüşlerdi. Avrupa için bu da yetmemiş ve Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan gibi irkaç tampon devlet kurularak Asyalı’ların bu alana girmeleri önlenmişti.

carr.jpg

Avrupa’nın Türk düşmanlığının siyasi alanda kurumlaştığı da görülmüştü. Bir siyasi program olarak ortaya atılan bu konu, ilk defa Napolyon Bonapart’ın altüst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak maksadıyla toplanan 1815 Viyana Kongresinde Rus Çarı II. Elexandr’ın diplomatları tarafından dile getirilmişti. Programın adı “Doğu Sorunu” idi. Bu sorun üç aşamada çözülecekti. Birinci aşamada Türklerin Avrupa toprakları, yani Balkan yarımadası ellerinden alınacak. İkinci aşamada Türkler Küçük Asya yani Anadolu topraklarından çıkarılacak, üçüncü aşamada ise Türk siyasi gücü Asya’ya sürülerek çıktığı yerde imha edilecekti. Bu programın ilk aşaması gerçekleşmiş, Türk devleti Balkan yarımadasından çıkarılmış ancak ikinci ve üçüncü aşamalar gerçekleşmeden bölgede siyasi tablo değişmişti.

Türk düşmanlığı şu sırada eskiden olduğu kadar güçlü olmasa da Batı basınında devam etmektedir. Türk genel kurmay başkanlığının yakın zamanda  yaptırdığı bir incelemeye göre şu anda dünyada 27 ülkenin ders kitaplarında Türk düşmanlığının izleri vardır.

92.jpg

Tencere dibin kara

220px-henry_morgenthau_crop.jpg

ABD'nin 27 Kasım 1913- Şubat 1916 tarihleri arasındaki Osmanlı büyükelçisi, işadamı, Amerikalı siyasetçi Jr. Henry Morganthau’ya  devrin Osmanlı Sadrazamı Talat paşa şunları söyledi “The İnsurance Compagny" ve “t****he Life Compagny” isimli iki Amerikan sigorta şirketi Osmanlı vatandaşı olan Ermenilere yaygın biçimde  hayat sigortası yaptı, şimdi bu Ermeniler savaşta öldüler, varisleri bulunmayanların sigorta paralarını Osmanlı devletine ödemeniz gerekir..”

Büyükelçinin bu teklife verdiği cevap bilinmiyor. Fakat bence Ermeni meselesinin özü budur. Tarafların müteselsilen suçlu oldukları bir iç savaşın yegane günahını, durmaksızın Türk tarafına yüklemedeki siyasi davranış biçimi ve propaganda gayreti 100 yıldır devam ediyor.

Bunuın sebebi nedir ? Bunun sebebi ekonomiktir. Ola ki, adı geçen iki Amerikan sigorta şirketinin hükmü kişilikleri bu günlere kadar varmış olsun. O zaman soy kırım iddialarını kabul etmesi durumunda herhangi bir Türk hükümetinin bu paraları ödemesi gerekir. Açılacak bir davada avukatlar TC’nin varlığı ile mülga Osmanlı idaresini bir araya getirmek için türlü hukuki cambazlıklar yapar ve Osmanlı’nın suçunu Türkiye Cumhuriyetine yıkıverirler.

Bunun örnekler var: İkinci Dünya savaşı sırasında Alman Wolkwagen otomobil firması genel toplamadan önce Yahudileri bedava çalıştırmış.  Yahudiler şimdilerde dava açıp kazandılar ve tazminat aldılar. Alman hükümeti “Nazilerin suçunu yüklenemem” diyemedi. Bu gün eski Sovyet rejiminde zarar görmüş kimseler de açacakları bir dava ile Rusya’dan tazminat isteyebilirler. Rusya ben  “komünistlerin” “suçlarını üstlenemem diyemeyecektir. Uluslar arası kişi hakları konusunda son zamanda elde edilen gelişmeler buna olanak tanımıyor.

talat-pasa-3-copy.gifErmenilerin belirli aralıklarla 1915 olaylarını gündeme getirmelerindeki  sır  Sır Morganthau’ nun hatırlarında gizlidir Talat Paşa’nın sözünü ettiği iki Amerikan Sigorta şirketinin isimleri  Büyükelçinin kitabında var… Elçi’nin anlattıklarına göre Talat paşa bu görüşmede ayrıca elçiye şunları söylemişti “Ermeni vatandaşlarımıza yardım olsun diye Amerika’da paralar toplayıp getirdiğinizi de biliyoruz, Şimdi bu paraları dağıtacaksınız. Ermeniler para sahibi olunca Kürtler onları bir kere daha öldürecektir. O paraları da bize verin.. “ Teklifin karşısında Morghantau şaşkına dönerek içinden “adamları hem boğazladılar, hem de sigorta paralarını  istiyorlar..” dediğini yazıyor.

Ermeni meselesinin bir başka yönü de Morganthau’nun karısının Ermeni olmasıdır. Morghantau’lar Türkiyeden sonra Bulgaristan’da görev yapmışlardı. Bu srada bayan Morghantau, bütün Batı basınını bu konuda harekete geçirmeyi başardı. Batı gazeteleri bir iç savaşın tüm gerçeklerini göz ardı ederek sadece Türklerin zulmünü yazmaya başladılar.. Ve bu günlere geldik. Hala da yazıyorlar. Kafkas ve Tuna’da iki cepheden Rusya ile savaşıp bu savaşlarda Ermeni ve Bulgar zulümleri dahil yaklaşık bir  asırda 60 milyon insan kaybeden Türkiye’ye karşı en küçük bir vicdan sıkıntısı yaşamadan.

Ermeni meselesi Türk halkı, Türk hükümeti ve Türk devletinin uluslar arası arenadaki itibarı meselesidir. Bu itibarı çekemeyenler konuyu aralıksız biçimde gündemde tutuyorlar. Biz de kalkıp “o bir savaştı, savaşta insani değerlerle, yasal değerler yanlışlıkla birbirine karışabilir. Eşkiyalıkla dürüst savaşın kırılgan noktası gözlerden kaçabilir…” diyemiyoruz. Biz 1915’te suçlu idiysek Kızılderilileri hâlâ rezervasyonda tutan ve Afgan savaşında çocuklar aldansın da ölsün diye gökyüzünden "coca cola" kutusu şeklinde bomba atan Amerika'lı  2009’da daha mı az suçludur ? Tencere dibin kara seninki benden kara

coca-cola-182×300.jpg

Nışanı iade etti

civik.jpg

(Arşiv'den) 08 Kasım 2006 international.jpgAA - TEL AVİV - Fransa’nın ‘Ermeni soykırımı‘nın inkârına bir yıldan uzun hapis ve en az 45 bin avro para cezası öngören yasa teklifinin parlamentosunda kabul etmesine bir tepki de İsrail’den geldi. 1980'de İsrail‘e göç eden Türk vatandaşı Yuda Yağbeş, Fransa hükümetinin 1965'te verdiği ‘Merite Civique’ berat ve nişanını iade etti. Paris‘in ‘ülkelerini iyi temsil edenlere’ verdiği nişanı, dün Tel Aviv’deki Fransa Büyükelçiliği’ne bir protesto mektubu eşliğinde teslim eden 94 yaşındaki Yağbeş, “Kendimi çok rahat hissediyorum çünkü Fransa‘nın yaptığı yanlış. Bir sorun varsa, bu Türklerle Ermeniler arasındadır. Onlar da açıp arşivlere baksınlar. Bu sorun, Fransa‘yı niye ilgilendiriyor anlamak mümkün değil” diye konuştu (AA.ve Radikal’e teşekkürler)