Kalk Dost'a gidelim

028dn.jpg

Gönül cana dedi ki : “Ey iki cıhanın sonradan geleni, Tuttuğun bu işten, Uğraşıp durduğun bu Didinme yurdundan kurtulmak, Göz diktiğin o yüksek yere ulaşman için, Sana ötelerden “gel” haberini getiren haberci, Bize ulaşmadan önce, Kalk ikimiz el ele verelim. Seninle birlikte koşalım. İlerleyelim. Dosta daha çok yaklaşalım.

                                                 Mevlânâ

Devletin Üç kuvveti

earlypic.jpg

Montesquieu  (1689-1755)

Taraf tutmadan gerçekleri söyleyebilirmisiniz ? … eskiden olmazdı şimdi mümkündür. Kuvvetler ayrılığı prensibi yani Yasama, Yürütme ve Yargının  ayrılması hikayesi eskidir. Bu Ülkede **Osmanlı’**dan bu yana iki yüz yıldır tartışılan bir konudur. Tartışma Cumhuriyet’te de devam etmiştir.Hâlâ ediyor…Buna eskiler “tefrik-i kuvva" demişler, yani “kuvvetler ayrılığı" ve ilave etmişler: “teşri, icra kaza"…  Şimdi “Yasama, Yürütme ve Yargı diyorlar.

Okulda öğretirler: devletin gücü üç esas üzerinde yükselir:  Yasama, Yürütme ve Yargı. Egemen bir devlet yasa ve buyruk çıkarır. Bu yasayı uygular, uymayanlara ceza verir. İşte bu kadar... Ancak Yasa’yı çıkaran kendi uygulayamaz onu uygulayacak bir uzman kuruluşa devreder, yani polislere, bu uygulamaya uymayanları da yargılayamaz, onu da uzmanlar yani yargıçlar üstlenirler. Her üç konu da uzmanlık işidir. Uzmanlar birbirlerinin işine karıştığında kıyamet kopar, düzen bozulur sil baştan olur, vakit kaybına kamu hukukunun zarar görmesine yol açar. Bu modern devlettir.

Bunun tersi ilkelliktir. Kabile düzenidir, aşiret hukukudur. Geri bir iştir. Kaba güç anlayışıdır. Yontulmamış tabiat düzenidir. Gelişmemiş vahşî hayat tarzıdır. İleri Kamu yaşamına aykırıdır.  Aşiretlerde reis kanun koyar, uygular, uymayana ceza verir. Her işi kendi yapar, bazen de yanlış yapar. Tartışılmamış bir kanun ve ona dayalı tartışılmamış bir yürütme ve sonunda tartışmaya açık olmayan bir yargı “zulüm"  demektir. İnsanlar bundan çile çekerler. Hayatları söner. Başlarlar hukuksuz yaşamaya…Hukuk kamusaldır, herkes kendisi hukuk koyamaz…

İnsanlar her üç kuvvetin de birbirinden bağımsız olduğunda güç kazandığına ve bu üç kuvvetin devlet erkinin sacayağı olduğu fikrine çok zor ulaşmışlardır. Mağara devrinden beri topluluk halinde yaşamanın güven verdiğini görmüşler, ancak bazen topluca karar vermede zorluk yaşandığına, karar verme gücüne sahip bir şefin çevresinde toplanmışlardır. Sonra şeflerin yerine parlamentolar kurulmuştur. Buna devlet deniyor…

Kuvvetler ayrılığı prensibine ilk İngilizler ulaşmışlar ve bunu anayasalarına geleneksel olarak koymuşlardı. Denizin öbür kıyısında Amerikalılar, devletlerini kurarken, anayasa lazım olmuş, kökenleri Anglo- Sakson kültürüne dayandığına, İngiliz Anayasasına başvurmuşlardı. İngiliz Anayasası ise yazılı değildi… Ortada Fransız düşünür Montesquieu’nün **Londra’**da bulunduğu sırada yazdığı metinleri var, onlar esas kabul edilmişti. Ne var ki Montesquieu Londra’da kız kardeşinin evinde on iki gün kaldığı için İngiliz Anayasasını fazla inceleme fırsatı bulamamıştı. Kuvvetler ayrılığı prensibi aslında “hem ayrı hem beraber" acaip bir prensip olarak karşısına çıkmış, henüz gelenekten yazıya geçmemiş ve olgunlaşmamış olan bu prensibi Montesquieu pek anlayamamıştı.

Amerikan anayasasında Kuvvetler ayrılığının ismi kondu ama olay Montesquieu’nun eksik anlayışından ileri geçemedi…Yasama yürütmeye karışıyor, yürütme yargıya çelme takıyordu. Bu olay devam etmektedir. Dünyada pek çok parlemento’da milletvekilleri kendi çıkarları doğrultusunda çıkardıkları yasaları bizzat takip etmekte, polise fazla güvenmemektedirler. Polisler de yakaladıkları suçluların yargıda serbest kalmalarından şikayet ederek onlara kendi kafalarına göre ceza vermekte bu tutum sonu gelmez işkence iddialarına yol açmaktadır.

**Türkiye’**de rahmetli **Adnan Menderes’**in başını yiyen ve onu meş’um sonuca ulaştıran nedenlerden biri de “Tahkikat komisyonu" konusuydu. Menderes devrinin sonlarında bazı milletvekileri bellerine tabanca takarak polis görevine soyunmuşlar ve suçlu saydıkları muhaliflerini bire bir sorgulamaya başlamışlardı. Kuvvetler ayrılığı prensibinin en hazin macerasını biz o zaman yaşamıştık. Menderes’in Cumhuriyet Savcılarına emirname göndermesi de bu kargaşanın bir sonucuydu. Şükürler olsun bu devirler gerilerde kaldı.

Yakın zamanda bu davranışı bazı milletvekilleri yeniden denediklerinde, bir gecekondu bölgesinde halk onlara “Siz kendi suçlarınıza bakın… “diye bağırmışlardı. Bu bir gelişmeydi.

Kuvvetler ayrılığı prensibi bir Anayasa konusudur. Devlet kademesinde bir olgunluğun işaretidir. Bu olgunluk her kanun arayışında olduğu gibi halkın vicdanında mayalanıp oradan yola çıkmak zorundadır. Bir takım profesörlerin, siyasetçilerin, bürokratların kotarması ile anayasa düzenlenirse o düzen “sınıfsal"ve siyasî bir düzen olur, tutmaz, bir süre sonra işe yaramaz… siyaset değiştiğinde o da yok olur, sonra yenisi aranır.  Siyasî anayasa  belirli bir zamanda belirli bir etkiye dayalı tepki düzenidir. Tepkinin şiddetiyle söz konusu etki silinip yok olduğunda, tepkinin de değeri kalmaz.

Bizim Sapanca’daki evin iki sokak aşağısında Anayasa yapıyorlar. Burada bir otele girmişler, sabahlara kadar çalışıyorlar… Sonra da sauna’da eğleniyorlar. Ne yaptıklarını ? nasıl yaptıklarını ? bunların kimler olduklarını kasabada pek bilen yok ? Partiliymişler, Üniversiteliymişler, Devlete yakın adamlarmış… Bak sen…

Bunlar anayasa yapadursun şu küçücük kasabanın halkı kendi anayasasıyla mükemmel yaşıyor, ceza hukuku var, borçlar hukuku var, medenî hukuku var, miras hukuku var…. Biraz ilkel ama olsun… sizin sosyo-politik kabile kanunlarınızdan daha ileri… Burada yüz yıllık uygulamalar var. Burada ünlü 93 harbi denen 1877-78 Türk Rus savaşından kalma Kafkas göçmenlerinin devamı yaşıyor. Bunlar nesiller boyu Dağlardan getirdikleri yasalarla varlık olmuşlar. Buna bazı hallerde “Mafya" deniyor. Bu yasalar Otel Anayasası değil. Sıcak banyolar yerine  yaşamın içinde, acı, çile, ızdırapla yüzyıllarca, denene denene kazanıldı, kanla ateşle yazıldı…  Sizler o çeşit kalemleri tanımıyorsunuz.  Tutunduğunuz Üniversite kürsülerinden iki adım atıp aşağı inseniz göreceksiniz ama… Ne yazık ki olmuyor… Ya nasip.

Cumhuriyet Türban'a takıldı

turban031qh3.jpg                                                   Â

Roma Kartaca’ya takılmıştı, Osmanlı Adem-i merkeziyet’e, Sovyetler Birliği Milliyetçiliğe, Japonya Commodor Pery’ye, ABD İnsan haklarına, Fransa laikliğe, Naziler “üstün ırk” teorisine, İtalya Kuzey ittifakına, Cumhuriyetimiz de Türban’a takıldı.

Her devlet yolun bir yerinde bir şeylere takılıyor. Varlığı yerine oturan, kurumları sağlam düzene kavuşan, insanları mutlu, yönetimi güçlü, hukuğu sağlam olduğunda bir şey oluyor.  İnsanlara “rahat batıyor…” ve o koskoca düzen, ufacık bir şeye takılıyor… İnanılır gibi değil. Kudreti ilahinin bir başka Tecellisi… Katmandu’daki “Brubadur tapınağını” sarmaşıklar yok etmiş, onun gibi bir şey.

Yeryüzündeki bütün devletler reaksiyon devleti olarak ortaya çıkar, hepsi öncekinin kusurları ile hayat bulurlar. İnsanlar, dertlerinin sebebi olarak gördükleri bir önceki devletten kurtulmak için can havliyle yeni devlet kurarlar, sonra iş yerine oturup eskiler unutulunca bu defa yeni devletin kusurları görülmeye başlanır. Olanlar gerilerde kalır, yeni devletin hangi sebepten ortaya çıktığı tarihin derinlikleri arasında kaybolur, o sırada reaksiyon aksiyona dönmezse, varlığının sebebi unutulan devlet boşluğa düşer yok olur.

Roma önceki payen kültürünün tepkisi olarak doğdu, Osmanlı Selçuk Sultanları’nın hiyanetleri üzerinde yükseldi, Cumhuriyet ilhamını Osmanlı’nın çöküşünden aldı**, Sovyetler** Çardan kurtulmak için dünyaya geldiler, Amerika İngiltere’ye kafa tutarak var oldu… Bütün bu devletlerin neden ortaya çıktığı sislenerek kaybolursa zorluklar baş gösteriyor…Türkiye’de şu sırada yaşayanlar, bu yörenin savaşlarında nesillerin yok olup, ülkelerin dağıldığı bir dönemi görselerdi şimdi “türban işi” onlara vız gelirdi….

Olan olmuş iş bitmiş, savaşlar sona ermiş insanlar rahatlamış şimdi “türban” Bir de PKK var o da başka bela’nın adı. İngiltere’nin İra’sı, İspanya’nın Eta’sı, Bolivya’nın Farc’ı gibi… Bunlar “rahat” devletlerin takıntılarıdır. Çözülemezler. Bunları çözmeye çalışmaktansa unutulmalarını sağlamak gerekir. Roma Kartaca’yı unutturabildiği kadar yaşadı. Sovyetler birliği “milliyetçiliği” akıllardan silebildiği sürece var oldu. Silemediğini anlayınca baş aşağı gitti. Bu işleri kurcalamak vatana hizmet değildir.

Neye yarar ki, varlık sebebinin unutulması sonun başlangıcı olacağına, o sebebi devamlı gündemde tutmak bazılarının işine geliyor…Gün kazanıyorlar…Türkiye’de bir nesil politikacılar bunu zekâ kuvvetiyle anladılar. İkide bir laiklik ve onun vitrini olan türban konusunun  gündeme gelmesinin başka bir izah yolu yoktur.

Türk siyasi yaşamının  şu yıllarda başlıca konusu olan ve gelecekte de tarihçileri pek meşgul edeceği, anlaşılan “Türban” takanağının iki büyük faydası vardır: On beş asır önce kurulan “din ü devlet” prensibi ile ve beş yüz yıl “Zîllûllâh-ı fil Âlem: Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan” Peygamber Halifesi sıfatlı Padişahlarla yönetilen bir yörede, kurulan din karşıtı Laik düzeni, devamlı canlı tutmak; diğeri yaklaşan herhangi bir sosyo-politik ve ekonomik krizi topluca göğüslemek gibi. Yani gündem şaşırtması… Buna eski zamanda “Hikmet-i Hükümet” demişler. Yönetimin gizli sırları anlamında.

Dikkat edilirse görülecektir. Bu ülkede ne zaman “türban” gündeme gelse onun arkasında türbanla alakalı olmayan dehşetli bir kriz patlıyor Bunun son örneği birkaç gündür yaşanan dünya borsalarındaki korkunç dalgalanmadır. **Avrupa’**da bir borsa’nın, bir günde 450 milyar öro kayba uğradığından bahsediyorlar, konu teknik olduğuna vülgarize edilerek halka indirilemiyor. Kimse bir şey anlamıyor. Sonu nereye varacağı bilinmeyen bu ekonomik krizin Türkiye’de tek ve en geçerli örtüsü, “türban” konusudur. Türbanın daha uzun yıllar hükümetlerin sarılacağı bir cankurtaran simidi olacağını göreceğiz. Bu ülkede her “türban” diyenin dilinin altında neler yattığını, gelecek birkaç gün içinde, dünya gözüyle görmenin mutluluğuna erişeceğiz.

Takanakları kurcalamanın devletin yararına olmayacağı kesin olmakla birlikte, yöneticilerin tek çaresi olduğu anlaşılıyor. Onlar takanağı siyasi emellerinde kullanırken rakipleri de o takanağın tersinden yola çıkarak, onları yıpratmak için kullanıyorlar. Böylece “takanak” yaşıyor ve her iki tarafın faydasına çalışıyor. Arada devlet zarar görüyorsa da bunu kimse fark etmiyor. Veya aldırmıyorlar. Siyasi rekabetin keskin topuzu, dağları yerinden oynatıyor. İşi batırana kadar uğraşıyorlar. Kimi tavanı delerken kim, döşemeyi parçalıyor… Sonunda olan oluyor. Düzen dağılıyor, insanlar perişan, memleket harabezâra dönüyor.Â

Roma Kartaca’nın ona rakip olacağını hiç aklına getirmişti. Annibal İspanya’da asker toplayıp, iki dehşetli savaşta Roma lejionerlerini yenerek İtalya’ya doğru yürürken Romalı zenginler lüks villalarındaki rahat döşeklerinden doğrulup “ne oluyor ?” demediler. Cepheden gelen haberlere hiç inanmadılar. Hiç dört tane Afrikalı çingene denizin karşısından gelip Roma’yı yıkabilirmiydi ? Olacak miydi bu ?  Sonunda Annibal filleriyle Roma kapılarına dayandı. O zaman latin diline bir atasözü düştü “Hannibal at Portas: Annibal Kapıda” Roma Senatosunun bu habere yine inanmadığı ve muhaliflerin “yalanı” olduğuna hükmettiği görülmüştür. Düşman kapıya dayanmış içerde hâlâ “Kartaca” takınağını siyasiler birbirlerine pençe atmak için kullanıyorlar…Olayı gören bir tek senatör var: Adı Kato, o zavallı da çırpınıp duruyor, Sloganı: “**Delenda Karthaga: Kartacayı yok etmeli”**  Ne kadar ilginç değil mi ? Yeryüzünde bu olayın örnekleri çoktur.

Osmanlı dağılırken Şair:

Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini Yo****kmudur ? kurtaracak bahtı kara mâderini”Â

Demişti. Bunu Mustafa Kemal : “Bulunur kurtaracak” diye değiştirdi. O da bu ülkenin,  bu toprağın, bu insanın, o sırada henüz devam eden şerefli yaşama gücünün son atılımı oldu.

Sovyetler birliğinin “milliyetçilik” meselesi başından beri çözülememişti. Çarlar devrindeki Rusya’da yüze yakın etnik fark bulunmasından ve ülkeyi Çarların demir yumrukla yönetmesinden dolayı Rusya’ya o zaman “Ulusların hapishanesi” demişlerdi. Bolşevikler Rusya’ya egemen olup “Homo Sovieticus” efasanesini şırınga ettiklerinde  siyasal yapıda o ilaç yer tutmadı. Vücut onu attı. Çeşitli Ulusları tek bir modelde bir araya getirme projesi daha ilk zamanlarda iflas etti.

Sovyetler seksen yıllık iktidarları döneninde ulusların farklarını yok etmek için türlü fikirler üretiler, özde milliyetçi şekilde sovyet veya özde sovyyet şekilde milliyetçi, yok bilmem ne… sonunda iş tavsadı, son başkan Gorbaçov’a da rüzgarsız kalan bayrağı indirmek düştü. “Glasnost:Ayna” dedi, Perestroika: üç atlı araba dedi, hiçbiri tutmadı, sonunda aynayı kırıp, arabayı devirdi, Rusya aç kalıp Batı’ya el açtı. Putin toparladı diyorlar. Allahüâlem. Ne oldu seksen yıllık zulüm… ? Ne oldu o koca dehşetli Devlet. Hay’dan gelmişti, **huy’**a gitti. Budapeşte ve Prag sokaklarında Rus tanklarının ezdiği gençlerin kanları kaldı. “Takanakları” aşmanın yollarını bulmalı. **Hizmet budur.** Â

Biri Babayasa yapsın

1225.jpg

Gravatlı, beyaz bıyıklı, ince uzun bir adam Memedali’nin 32. gün’üne çıktı. “Yargı Kararlarına aykırı yasa yapılamaz" dedi. Siyaset yazmıyayım diyorum, elim dursa dilim durmuyor… Gel de patlama. Az daha camı açıp “yangın vaaaar. diye bağıracaktım.

Bu öylesine saatli bomba veya uzaktan kumandalı ateşlemeli, dinamit lokumu veya terörün bilmem hangi teknolojiye bağlı plastik fünyeli terörist bombası ki, insanı dehşeye düşüyor…

Tüm gazetecilik yıllarım anayasa ve rejim tartışmaları ile geçti… Bu kadar saçmasını duymadım. Merak ediyorum (!) Atatürk’ün açtığı ve duvarına “hakimiyet milletindir" yazdığı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kapısının önünden bu zat geçmiş mi ? …

Bu zat Fransız ihtilalinden beri halklara verilen şerefi aklına getirmiş mi ? “Devleti hakimler mi yönetecek yoksa seçtiğimiz insanlar mı ?" sorusunu aklına  getirmiş mi ?  Ben bu soruyu Rahmetli Nihat Erim’in başbakanlık zamanında, ortalığı kasıp kavuran Anayasa tartışmaları sırasında, o zaman çalıştığım “Bizim Anadolu��? gazetesinde sormuştum. Kimse cevap vermedi… Yoktu ki cevap. Suskunluktu cevap...

Bu ne faşistliktir…Koskoca bir yasama organını ve onun arkasındaki muazzam halk kitlesini hiçe sayarak “yargı kararlarına  göre yasa" demek ne demektir  ? herhalde size göre bizi seçtiğimiz adamlar değil,  yargıçlar yönetecek ? Bunu Demokrasiyi çıkaran eski zaman Yunanlıları duysa saçlarını başlarını yolarlardı. Bu kafayı ne zaman bırakacaksınız ? Bu sınıfsal, bürokratik, eskimiş, tüyleri yolunmuş, boyası dökülmüş kelleyi daha ne zamana kadar yanınızda taşıyacaksınız ?

Öncelik kimde ? yasamada mı ? yargıda mı ? Yargıdaysa bu kadar tantana neden ? seçimler, sandıklar, oy pusulaları ne işe yarıyor ? Dizin süslü sırmalı mağrur yargıçlarınızı Ankara’ nın hür ufuklarına, çıkarsınlar yargı kararlarını, yönetsinler gül gibi Ülkeyi, kapatın Meclisleri, kaldırın seçimleri, sandıkları, yırtın oy pusulalarını, eve gönderin Yüksek Seçim Kurulunu, iş bitsin gitsin… Demokrasi gelecek bahara kalsın.

Be Allahın dangıl dungul adamı, ne çıkarsın o TV’de konuşursun ? bunca adam bakıyor ayıp değil mi ? Oraya seni kim çıkardı ? Sen demokrasi nedir bilir misin ? hiç duydun mu ? bırak demokrası’ yı, mantığa uyuyor mu ? Şu söylediğin, suları tersine akıtmak değil de nedir  ? Yasa çıkar yargıç uygular, bu kural tersine mi dönecek ? önce yargıç sonra  yasa, öyle mi ? önce ağaç büyüsün sonra altına toprak serelim der gibi bir şey… Hani adam “önce gemi yürüsün, sonra istim gelir " demiş…

Türkiye’de Anayasa  tartışmaları, bu çeşit adamlar var oldukça daha uzun yüzyıllar devam edecektir. Rabbime şükürler olsun ki, yüce halkımız kendi Anayasa’sını kalben, vicdanen, aklen mahfiyyen, kendi Devlet olma sosyal içgüdüsü ve yüzyıllara dayanan medeni duyguları ile  öylesine parmak ısırtacak bir ihtişamla yürütüyor ki, bu kallavî kafasızların yanına dahi uğrayamayacakları ilke ve düsturlarla… Yoksa bu kadar sarsmaya, yıkma girişimine, örselemeye bu yapı dayanamazdı…

Ben anladım ki, yönetimsel çevre dağınık ve kötüyse, halk iyidir. Diğergam ve yüksek ruhludur. Yönetim düzenliyse halk bencil ve egoisttir. Bu da Nuru ilâhî’nin insanoğullarını siyanette gayretûllaha müstenid bir  Hakk tecellisi. Tarifi ancak “ehlûllaha" ait. İşin doğrusunu onlar biliyorlar.

Ne garip tecellidir ki, bu adamların pejmürde halleri, halka hikmet aşılıyor… Tepedekiler bozuk düzen çaldıkça halk kendine geliyor, düzeliyor, okumuşlardan ümidi keserek kendi kamu düzenine kendisi karar veriyor… Bunlar tüm sistemlerini “halk cahildir"e göre ayarlamışlar, tüm yasalarını bu minval üzre kurmuşlar, halbuki halk doğasının gereği ilerliyor, gelişiyor, büyüyor, haberleri yok…Beylerin Mostraları yakında tükenmek üzere… Bunlar kuyruğunun yandığını duymayan  dinasorlara benziyorlar.

Bozun bozun… siz sadece kendinizi bozarsınız, bize zararınız olmaz…Biçare adamlarAnayasa hukuku bu ülkede “kapı gibi" dururken bunlar her on yılda bir anayasa yapıyorlar… yaptıkları anayasalar tutmadıkça yenisini yazmaktan bıkmadılar. 27 mayısçılar geldi Anayasa’ya soldan baktılar, Evren paşacılar geldi sağdan baktılar, şimdi de yeni Anayasa Sapanca’daki Kaçamak Oteli’nde Malezya’dan ithal masajcı kızların yağlı kremleri, kokulu sabunları ile yıkanarak yakında çıkar… Bu da Kaçamak Oteli Anayasa’sı olacak. Allahüâlem.

Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, İttihatçılar hep Anayasa yaptılar. Hiç Babayasa yapan olmadı.  Geçmişte hiçbir Anayasa aşağıdan yukarıya gelmedi, hep yukardan aşağı…Hiç biri yeraltındaki madene ulaşamadı.. Hep yukarlarda gezindiler. Kim yakalarsa Devleti, Anayasa yapıyor… Biri Babayasa yapsın.

Kim ne yaparsa yapsın, şanlı Devletim “devleti ebed müddet"kuralı ila tüm haşmeti ile yürüyor… Anayasayı ve Devleti kalbinde yaşatan mükemmel vatandaşlarla

Gecemiz karanlık değildi

gece.jpg

Bizim bineğimiz aşk yükleriyle

Yokluk diyarından yola çıktı...

Gece idi fakat,

Gecemiz karanlık değildi.

Buluşma şarabıyla hep aydınlanıyordu.

Yolumuzda haram olmayan aşk şarabından

Dudaklarımızı,yokluk sabahına kadar

Asla kurumuş bulamayacaksın.

Mevlânâ

Kültürsüz Kültür Bakanları

t6hveca9suyq2caprej5lcakozzbqcanb6jg8ca5ovlcdca7apynxca928ii2ca65wx72caf2en1mca5l8ys4ca8aq747cae0cp3wcalv26yncakgjjqyca1of3erca1vf0j2cadcr7b3ca82fn14capex0dp.jpg

Uyuyan Bakan

Kültür; konulara neresinden ve ne kadar baktığınızdır. Hali hazır Kültür bakanımız için Sarıkamış şehitleri konusu**, Sarıkamış**’ın turizm vaad eden karlı dağları ile eş değerdedir.

Türkiye’ye hiç kültürlü kültür bakanı gelmedi. Bunların en kültürlüleri Truvalı Aşil ile Mevlânâ’yı aynı kaba koydular. Birini halk kahramanı, diğerini  “aşk peygamberi” yaptılar.Â

Vaktiyle bir Osmanlı maarif nazırı “okullar olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” demiş. Şimdi bunlar da gizliden gizliye “kültür olmasaydı kültür bakanlığını ne güzel idare ederdim” diyorlar. Yarın sağlık bakanı da “hastahaneler olmasaydı sağlık işlerini ne güzel çevirirdim” diyecek. Hükümetler kurulurken kültür bakanlığını neden hep kültürsüz adamlara verirler anlamıyorum. Bunda bir sır olmalı.

Kültürlü bakanı sevmezler

Dış işleri bakanlığında “daireden gelen” bakanı sevmezler, her işe karıştığı için… Kültür bakanlığında da kural aynı olmalı, orada daire müdürleri herhalde  bakan kültürlü olursa, her işe karışmasından rahatsızlık duyuyor  olmalılar…Böylece hükümet işlerinde bakanlar ve Daire ikilemi doğuyor. Bazı bakanlıkları bakanlar bazı bakanlıkları da müsteşarlardan başlamak üzere müdürler, üst müdürler, alt müdürler, sekreterler idare ediyor…

Bunu bir zamanlar bir kültür bakanı, Erzurum’da benim de bulunduğum bir toplantıda ağzından kaçırmış ve “ Kültür bakanlarının siyasi tercihlerini öne çıkarmaları zordur” demişti.  Bir Sema treninden sonra akşam bir evde toplanmıştık. Erzurum’un tanınmış kişileri, müdürler, hatırlı devlet memurları, zengin iş adamları ve Bakan. Bana söz sırası geldiğinde Bakana hitaben dedim ki: “Sayın bakanım 170 yıl önce bu dünyadan ayrılan Erzurum’un yetiştirdiği nadir insan “maarifetname” isimli kitabın yazarı, Erzurum’lu İbrahim Hakkı’nın torunları yaşıyormuş. Bunlardan biri vaktiyle Erzurum’daki evlerinin penceresine oturur akşamları “çenk vururmuş”  İşinden dönenler de pencerenin önüne toplanıp dinlerlermiş, Erzurum’lu hanımlar kadıya giderek “kocalarımız evlerine geç kalıyorlar” diyerek şikayette bulunmuşlar. Acaba bu “çenk” henüz ailenin elinde duruyor mu ? Vaktiyle yörede pek yaygın çalınan çenk sazının müzelerinmizde bir örneği yok, emir buyursanız da araştırsalar…” Bakan‘ın şaşkın şaşkın yüzüme nasıl baktığını yıllarca unutamamıştım. Sanki sayın Bakan demek istiyordu ki: “bunca derdin arasında çenk sazına sıra mı gelir ?”

"Çenk"i kim koruyacak ?

Elbette gelmesi gerekirdi. Eğer siz Bakan iseniz bir “Organografya arkeolojisi” değerinde olan bu bilginin üzerine atlamalıydınız. O zaman anladım ki bir insan kendine  “kültür bakanı” dedirtmekle kültür bakanı olmuyor… Ve dostlar  “Çenk sazının” nasıl bir şey olduğunu  hâlâ kimse bilmiyor. Eğer o gün sayın Bakan bu konuyla ilgilenseydi, emirler verilseydi, bizde alınan vergilerle ayakta duran Kültür Bakanlığı teşkilatı harekete geçseydi… “Çenk bulunsaydı…”  bir müzeye konsaydı… Destur, ne uzun işler değil mi ? Kimin aklına gelir ki ?

Kültür bakanlarının siyasi tercihlerinin daire müdürleri arasında kaynamasının sebebi bu teknik Bakanlıkta Daire müdürlerinin bilgiden yana daha güçlü olduklarındandır. Ancak anlaşılan onlar da başlarına fazla iş açmamak için suskunluğu tercih ediyorlar. Ayrıca her bakanlıkta gelenekler vardır**,** bu bakanlığın da gelenekleri arasında bulunan “kültürler arasındaki denge politikası” tüm şiddeti ile sürüp gitmektedir. Buna göre Türkiye Kültür bakanlığı için  bu topraklarda bin yıl sürmüş olan Türk-İslam kültürü ülkenin tarihinden gelmiş geçmiş olan çeşitli kültürlerden bir tanesidir. Lidya veya Frikya kültürü gibi. Yahut Roma...her neyse.

Kültür Kimlik değil mi ?

Bunu eski bir bakan “Kültür bakanlığı sadece Türk-İslam kültürü ile ilgilenmek zorunda, değildir” diyerek ifade etmişti. Türkiye’de Türk kültürü ile meşgul olanlar, teklif edilen diğer kültürlerle veya temelsiz, çağdaş melez, halkın heyecanlarına hitap etmeyen, sair yabancı kültürlerle rekabet etmek zorundadırlar. Rekabet şartları eşit olsa sorun yok ama bu acımasız ucubet piyasasında Bakanlık, Türk kültürü önerisi ileri sürenlerin yanında değildir. Tercihi evrenseldir. Ne tuhaf değil mi ? **Türkiye’**de **Türk kültürü’**nün reklamını yapıyoruz…Bunlar yerli kültürü “milli kimlik” olarak değil de turistlere gösterilecek elma şekeri olarak algılıyorlar..Hak hizmetlerini kabul etsin.  Ne **diyelim.**   Â

Hiç bile değilsin

2kl9ucaw8s56fcaggytzxcarpyg00caelsb1acabr7gleca4zom0hcam51kvocao44zs3caqpoapxcaihqgd6cagvbuyocaiib8wdcakualc8cakciapuca0xc1h2cadu0nz8ca5s66ancatma1kmcam9ycwh.jpg

Bu sendeki gurur

Daha ne kadar artacak ?

Her çeşit görünüşün, hayallerin

Daha ne kadar sürecek ?

Süphanallah sende şaşılacak bir tavır,

Anlatılmayacak bir iş,

Bir hal var.

Ben sana “hiç” diyeceğim ama,

Sen hiç bile değilsin...

Bu kendini bir şey görmen

Hep senin kuşkularındır.

                               Mevlânâ

Özel hayatınız olamaz

ferdi.bmp                    Â

Ferdi Tayfur’un 400 bin hayranı san’atçıların özel hayatlarının ifşa edilmesine karşı çıkmış. Bu muazzam halk kitlesi RTÜK’e baş vurarak bu eylemin TV’lerde yasaklanmasını istemiş… Ne hakla ?

San’atçının özel hayatı olmaz ki… Onların kendi hayatları yoktur. Onların hayatları san'atlarıdır. Halk o san'ata ve dolayısıyle onların hayatlarına el koymuştur. Onlar halkın önüne çıkmış, san’atlarını ve marifetlerini halk adına sergilemiş kişilerdir. Onlar halkın temsilcileridir… Elbette halk temsilcilerinin özel hayatını merak edecek ne işler çevirdiklerini öğrenmeye çalışacaktır. Halkın bu arzusu yasaldır, kutsaldır, kendisine temsilcilik verilen kişinin neyi ? nasıl ? ne zaman ? ve nerede ?  temsil ettiğini ülkedeki ve yeryüzündeki tüm  insanlar öğrenmesin mi ?

**Şarkı halkın emanetidir**Â

Amerikan hafif müziğinin en ileri temsilcilerinden Bing Crosby vaktiyle demiş ki: “ben şöhretimi benim gibi şarkı söylemek isteyip beceremeyenlere borçluyum…” Bu demektir ki halk şarkı söylemek arzusunu bir kişiye emanet etmiştir. Onun çok güzel şarkı söylediğine inanarak, “kendi adına” sevdiği şarkıları ona söyletme sevdasına kapılmıştır. Şarkıcı böylece bir görev üstlenmektedir O, görevini, her boyutu ile ve tam bir başarı ile yerine getirmek zorundadır. Şarkıcı yüksek yere çıkar, görevini yapar, O, herkesin baktığı yerdedir. Görevini yapmayacaksa oraya çıkmasın. Tersi eşyanın tabiyatına aykırıdır. Halk müzisyeni ile şarkı söyler, ressamı ile resim yapar, yazarı ile derdini anlatır.

Tabii ki  bu görevlinin ne mal olduğunu herkes merak edecektir. İnsanlar O’nun özel hayatına balıklama girecektir. Bu piyasanın gereği budur. Magazin basını bu gereksinimden doğmuştur. Bu şımarık basının da bir var oluş nedeni ve çağdaş toplumda önemli bir yeri var… Biz o basından değiliz, savunmasını da yapmayız, fakat O vardır.

Özel hayatınızı korumaya çalışıyorsanız, halkın karşısına çıkmayacaksınız… Adınızı sakınıyorsanız  San’atınızı evinizde yapacaksınız, kalabalıkların önünde, arkasında, yanında durmaya   meyl etmeyeceksiniz, Hem halkın karşısına çıkalım, hem de gizli saklı özel hayatımızı yaşayalım. Yok öyle yağma

**Neco halka saldırdı**Â

Meşhur olmuş kişiler devamlı halkın kontrolündedir. Halk onları gece gündüz denetler. Bunu da zıpır gazetecileri aracılığı ile yapar. Onlara Batı’da “paparazzi” derler. Bu isim İtalyanca’dır. En haşarı, en yaramaz en ele avuca sığmaz gazeteciler Paparazi’lerdir. Doğrusu da budur. Bu alanda en güçlü gazeteciler en şirret olanlarıdır. Onların tuzağına düşmeyen sanâtçı yoktur. Paparazzi ile iyi geçinmeli, bir yolunu bulup onlara, kendi dillerinde hitap etmeli. Şifrelerini bulup kodlarını çözmeli.

Türkiye’nin nadir yetiştirdiği san’atçılardan “Neco” mahlasıyle meşhur Nejat Özyılmazel bir yıl kadar önce gazetecilerin üzerine yürüyüp onlarla sokak ortasında kavga etti, onlara hakaretler yağdırdı… Ne oldu ? sümenaltı oldu. Artık kimse kapısını aşındırmıyor. Peşine düşmüyor, adam gündemden silindi. İyi mi oldu ? Hayır ! iyi olmadı Neco daha uzun yıllar şarkı söylemeli ve herkes onu dinlemeliydi. Yazık oldu. Halkın sevdiği bir insandı, gazetecileri bahane edip halka saldırdı.

San’atçıların içinde bir de daha başlangıçta özel hayatı ile işe girişenler vardır. Bunların görevi san’atlarını aşar. Halk içinde biriken terslikleri, yaramazlıkları onların aracılığı ile ortaya döker, içini boşaltır, rahatlar. Bu kişilerin san’atları esrarengiz kişiliklerinin yanında solda sıfırdır.

Konu çok değişiktir. Allah vermesin.   Â

Bach’ın ahı tuttu

bach.jpg

Bach dinliyormuş, opera aryası dinliyormuş, boş kalınca kendini çalgıya veriyormuş, rahatlayıp işe gidiyormuş. Oturup yazı yazıyormuş. Gece eve gidiyormuş,. -Kim ? ,-Hürriyet gazetesi yazı işleri müdürü Ertuğrul Özkök… -Başka ne dinliyormuş ? -Kapının zilini, komşunun dilini… ne bilirim ben dinliyormuş işte ?

-Dede efendiyi de dinliyor muymuş ?

-Olmaz…

-Ne olmaz…?

-Ben olmaz dersem, olmaz…

-Ben de olur derim…

-Sen olur de, ben olmaz

-Neden olmaz…?

ÇAYKOVSKİ'NİN ÇAYHANESİ

-Adam gençliğinde Paris’te “kafe şantan��?larda gezmiş, opera perdelerine takılmış, aryalarla büyümüş, Toscanini’ye toslamış, Bach’ın ahını almış, Mozart’ın zartını dinlemiş, List’in listesine girmiş, Haydın’ın arabasını haydamış, Beethowen’in saçlarını yolmuş, Wagner’in adını ezberlemiş, Albinoni’nin belini çiğnemiş, Guatelli’nin türküsünü bellemiş, Mahler’in mahallebici dükkanında sütlaç yemiş… Çaykovski’nin çayhanesinde sabahlamış, Şimdi gelip senin Dedeni dinler mi ?

-Itrî’yi dinlesin…

-Ondan hiç haz etmez… Dedesi eskiden Itri dinlerdi, o tırnaklarını yerdi… Hiç olur mu ?

-Olur.

-Neden olur ?

-Bal gibi olur…

-Nasıl olur ?

-Ertuğrul bir gün arya dinlemek için **Paris Operası’**na gider, bir de bakar ki “Mozart’ın sihirli flüt��? operasında neyzen Kutsi Erguner flüt partisyonlarında “ney��? üflüyor, o zaman ney’e aşık olur… Gider gelir “ney dinleyeceğim��? diye tutturur…

GENLERİNDE SES YOK...

-Sonra dinler mi ?

-Bilmem olabilir. **Türkiye’**de Türk kültürünün değeri en zor **Türk’**lere anlatılır. Herkes anlar, Türkler anlamaz. **Türkiye’**nin en büyük gazetesinin patronuna da **Türk kültürü’**nün muhteşem bir göstergesi olan “ney��? sesini duyurabilmek için Mozart’tan yararlanmak iyi bir fikirdir. O zaman olur…. Ertuğrul bey Paris’te “Champs Elysée��? tiyatrosunda veya Théatre de la ville��? de veya “Paris Opera��?sında “ney “ duyduktan sonra ney’e aşık olur gelir, gazetesinde ney yazıları yazar…

-Olmaz

-Neden olmaz…?

-Onun “genlerinden��? ney sesi gelmiyor, dışardan koymakla olmaz…

-Olmaz, sen de her şeye olmaz deme, bir gün olsun olur de… -Benim adım olmaz,

-Olsun, bir dur, olur de…

İNSAN HAMURU'NUN MAYASI

-Konuları saptırma ben insan hamurunun nereden mayalandığını bilirim. Senin gibi bulutların üzerinde gezmiyorum, ayaklarım yere basıyor… Ertuğrıul bey’in mayasında ney sesi olsaydı oralara gelemezdi. O gazetede mayasında ney sesi olan bir Doğan Hızlan vardı, o da sonradan ney sesini unuttu, Onu da Bach’în ahı tuttu…

-Sen biraz sussana, bak herkes bizi dinliyor…

-Dinliyor da ne oluyor…?

-Hiç…

-Bana da hiç…

Canını sivrisineğe verdi

sivrisinek.jpg

Ey iman incisini, Bir ekmek karşılığı veren. Ey gönül madenini, Bir arpaya feda eden, Nemrud gönlünü Hakk’ın dostu İbrahim’e Teslim etmedi de Sonunda canını bir Sivrisineğe verdi.

Mevlânâ