Ressam Osman Hamdi

dsc00212.JPGdsc00226.JPG

Bu gün 20 mart 2008 Perşembe, İzmit Belediyesi Kültür dairesi başkanı Sait Karaçorlu araba gönderdi. Saat onbir’de Sapanca’dan ayrıldık. Gebze Eski Hisar’da Osman Hamdi bey Müzesini ve Gebze’nin içinde Çoban Mustafa Paşa Külliyesini göreceğiz.

Türk Müzeciliğinin kurucusu Osman Hamdi bey’in müze haline getirilen Gebze’deki evini daha önce görmüştüm. Avni Dilbaz’ın müdürlüğü zamanı onarılıyordu. Şimdi bitmiş, mükemmel olmuş, Osman Hamdi bey müzeciliğin yanında Türk resminin en önemli isimlerinden biridir. Bu değerli insanın “kaplumbağa Terbiyecisi” isimli ünlü eserini Can ve İnan Kıraç trilyon lira vererek satın alıp Pera adı ile İstanbul’da Tepebaşı’ndan açtıkları müzeye koydular. Konu o zaman gazetelere geçmişti, şimdi detayını hatırlamıyorum. Â

Osman Hamdi Bey müzesine girdiğimde soldaki ilk odada biri var zannettim. Çok başarılı bir maket ile ünlü ressamı çalışma masasının başına öylesine oturtmuşlar ki canlı gibi duruyordu. Burası iki katlı beyaz boyalı ahşap bir bina… İkinci katta ressamı çalışma halinde gösteren bir grup maket insana heyecan veriyordu, mobilyalar, kıyafetler, yerleşim düzeni, renkler her şey devrine ait, öyle ki Halil Edhem bey’in maketi, elindeki palet ve fırçaları bize uzatsa sanki alıp hemen biz de resim yapmaya başlayacağız gibi.

dsc00247.JPGdsc00229.JPGdsc00234.JPG

Makette Halil Edhem bey şövalesinin önünde hanımlarından birinin resmini yaparken görülüyor, resim bitmek üzere, hanımın maketi de resim odasının köşesine öylesine uygun konmuş ki, bir sedire dizini dayayarak duvardaki bir kavukluğun üzerindeki vazoya çiçek yerleştiren zarif Osmanlı hanımı, sanki dönüp bize bakacakmış gibi canlı ve şaşırtıcı. Fikrin kimden çıktığını soruyorum. Sait Karaçorlu –Benden, diyor. Tebrik edilecek bir girişim. Artık müzelerde böyle şeyler pek ihtiyaç var. Eserleri dizip başında bekleme dönemi geçti, şimdi biraz canlanma zamanı… Â

Müze san’atçının ünlü eserlerinin kendi boyunda reprodüksiyonları ile kurulmuş. Tek bir orijinal eser yok. Henüz satın alacak durumlar doğmamış inşallah olacak diyorlar. Eserlerin küçük boyda reprodüksiyonları ise müzenin katıldığı fuar ve sergilerde satılmış, bir tane de bana hediye ettiler.

 Müzede beni en çok heyecanlandıran olay vaktiyle burada Halil Edhem bey’in atölye olarak kullandığı ikinci binada genç öğrenciler için bir resim kursu açılmış olması… Haftada iki gün burada toplanan ve kendilerine “yakamozlar” grubu adını veren amatör ressam genç insanlar resim öğreniyorlar. Bu atölyenin açılması için fikir veren muhterem insanları saygı ile selamlarım, çok değerli ve yüksek bir kültür hizmeti yapmışlar, bir müze ancak bu ölçüde güncelleştirilerek yaşayan bir kültür kuruluşu haline getirilebilir.

Müzeden çıktığımızda öyle bir yağmur başladı ki kıyamet kopuyor gibi… Eski Hisar’a vardığımızda ortalığı sel götürmeye başladı, zor kaçtık. Gebze belediyesine kendimizi zor attığımızda artık bu ziyareti burada kesmek gerektiğini düşünerek Çoban Mustafa Paşa Külliyesini hüzünlü gözlerle uzaktan seyrettik. Sonra bizi **Gebze Belediye’**sinin değerli müdürleri Hasan ve Cemal bey’ler yemeğe davet ettiler. İspir kuru fasülyesi ve kebap yedik.

Bu gün de böyle geçti.  Â

Muhammed doğduğu Gice

bluemooncb2.jpg

Âlemler nura gark oldu Muhammed doğduğu gice Mü’min münafık fark oldu Muhammed doğduğu gice

Arşın nuru yere indi, suyun rengi nura döndü

Hep susuzlar suya kandı Muhammed doğduğu gice

Huri kızları geldiler, kundağın bile sardılar Muhammede yüz sürdüler Muhammed doğduğu gice

YUNUS der ey kardaşlar, akar gözden kanlı yaşlar Secde kıldı dağlar taşlar Muhammed doğduğu gice

Yunus Emre

Milli irade yokmuş

                 Â

Milli irade sloganı çok eski ve gerilerde kalmış bir slogandır. Bu, mutlakiyetçi demokrasi anlayışının bir ifadesidir. Modern demokrasi ile ilgisi yoktur." Bu sözler bir profesöre aittir. Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi prof. Ülkü Azrak böyle diyor…Â

Profesör Azrak bunu söylemekle kalmıyor, muhtemelen öğrencilerine de öğretiyor. Böylece Profesör Azrak seksen yıl önce Milli iradeye dayanarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetini de reddediyor. Bu Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’i ve silah arkadaşlarını da tek elden topluca inkâr ediyor. Seçimi, seçim sandığını parlementoyu, devletin tüm kurumlarını da yok sayıyor, bir yüz yıla yakın bu saygın kuruluşlara temel olan bu kurumları da “gerilerde kalmış” bir sloganla bir tutuyor.Â

Ne oluyoruz ? Dünya batıyor mu ? günlerdir şu ekranlarda “milli irade” diye tepinip duruyoruz, Milli iradenin karşısında eskimiş, devrini tamamlamış, siyasi arenadan ayrılmak üzere olan eski kavram ve ilkelerle çağdaş bir devletin yönetilemeyeceğini dilimiz döndüğü aklımız erdiği, bilgimiz yettiği  kadar haykırıyoruz .Biz yanlış yolda mıyız ?Â

Elli yıldır içimizi titreten, gönlümüzü dolduran, aklımızı düzene koyan halk saygısı, halk sevgisi, halk bilgisi, kamu hukuku, komşuluk duygusu, vatandaşlık ruhu, yasallık neş’esi, Yaradan’dan ötürü benliğimize sıkıca yerleşmiş yaradılmış sevgısı ve bütün bunların ortasında yükselen yaşadığımız topluma ve onun “iradesine” itibar, artık tarihin karanlıklarına mı gömülüyor ?Â

Milli irade yoksa seçim neden var ? seçimle gelmiş iktidar ne işe yarıyor ? Hocam sen ne diyorsun Allah aşkına Sabah evden çıkarken Hanımefendi ile kavga mı ettin, ya çocukların sana bir saygısızlık mı etti. Kim bozdu “vücut kimya”nı ?Â

Milli irade yoksa yerinde ne var ? holdingler mi ? sanayi tröstleri mi ? Gizli suç örgütleri mi ? anarşi yuvaları mı ? nedir ? söylesene Hocam. Nedir bu topluluğun bir araya gelme nedeni ? Tarihlerce bu devletler, bu düzenler neden kurulmuş, bizi mağara devrine geri mi götüreceksin ? Â

Milli irade gerilerde kaldıysa “laiklik” neden ilerde, o da gerilerde kalmıştır. “Mutlakiyetçi demokrasi” diye bir kavram icat ettin Yâni baskıcı demokrasi artık eskidi, diyorsun. Doğrudur. Ama baskıcı laiklik de eskidi. Laikliğin çıkış yerinde Devlet reisliği yapan Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozi iki ay önce “baskıcı laiklik yerini hümanist laikliğe bırakmalıdır” dedi. Neden Demokrasiye sataşıyorsun da eskimiş, seksen yıl öncesinde kalma, on dokuzuncu yüzyılın suratsız devletlerinden miras baskıcı fersûde “laikliği” göz ardı ediyorsun…?Â

Tanrı aşkına sen kimsin Hocam ? öğrencilerini, ifsat ettiğin ortada, derslerine kaç kelle giriyor ? belki de anfiler dolusu dinleyici topluyorsun… gelip seni dinlemeli. Güleriz. Orta oyunu gibi. İnsan tabiatının ne denli sırlar taşıdığına dair her gün yeni bir şeyler öğreniyoruz… Aşırı ışıktan insanın gözlerinin kamaştığı gibi ağır yükleme altındaki beyinler de aşırı düşünceden kamaşıyor. Röleler bozuluyor, iletişim hatları  zarar görüyor.Â

Kıyamete kadar “Milli İrade”den yanayım. Adam bunun “modern demokrasi ile ilgisi yoktur” diyor. Herhalde modern demokrasi diye uluslararası eşkiyalıktan söz ediyor… globalizasyondan, halk soygunculuğundan, vahşi kapitalizmden, yeryüzünü saran hain tröstler ekonomisinden bahsediyor. Hocam sen suçlusun… Seni bir gün birileri yargılar. İnfaz tarihin.

Fazîlet'le Rezâlet Şaşkın

karga.jpg

-Hoca yazılarına yeniden mi başladı ?

-Evet yazıları kestiğinde onu tehdid ettiler “seni vururuz” dediler. gaaak.gaaak.

-Ne diyorsun dalga geçme,

-Hayır doğru söylüyorum, bana inanmalısın.

-Nasıl inanırım sana, seni tanıdım, sen  Rezalet kargasın. Gak.

-Unutmuştun galiba gaaak gaaak.

-Fazilet beni hasta etme, Hoca yazılarını keserse sen de yok olursun ben de gaak.

-Başka Hoca bulurum.

-Nah…bulursun…

-Bırak şimdi boş boğazlığı ne oldu anlat...

-Anlatsam dinler misin ? dinle öyleyse gaaak, Adamın yazıları birikti, çıkması gereken kitapları gecikti, siparişler çoğaldı, yazarlık derdi bini aştı, sonunda Hoca buradaki yorumlardan da sıkıldı. Anlamsız ve sonuçsuz tartışmalardan bunaldı, yazılanlardan utandı, Gaak. Guruk, bir bildiri yayınlayıp yazı işine son vermek istedi ama tutmadı. Yazıları kesmeyi bir başka bahara bıraktı, lâkin neş’esi yok, gaak guruk guruk tısss.

-Neden ?

-Sen hayatta her istediğini yapabiliyor musun, hangi çöplükte eşindin bu gün ?

-Beni karıştırma Hocayı anlat…

-Hoca sakin, son çıkan kitabının da fırtınası geçti, 1500 ytl teklif hakkı aldı, kredi kartlarını ödedi, şimdi evde düz oturuyor. Geçen hafta gelen giden oldu. Düzce’den Kültür müdürü İrfan bey ve arkadaşları geldi gaaak, gurk, Hocayı Düzce’ye nakletmek istiyorlar…Aynı gün İstanbul’dan gelenler oldu, onlar da adama – **İstanbul’**a geri dön…dediler. İzmitli’ler Hoca’nın zorlaması ile bir “Mevlevî Evi” açmaya karar verdiler, İzmit Belediyesi’ne devredilen eski SEKA lojmanlarından birini ayırıp onardılar, ev sıvandı, boyandı, perdeler takıldı, sedirler sipariş edildi. Yakında mutfağa pilav kazanı konacak Gaaak, Guuuk

-İyi… senle bana da bir damaltı ayırsınlar, Gaaak gurk.

-Bahçede ağaçlar var, onlara konarsın, bir de yıkık Roma hamamı harabesi...

-Ona sen kon

-Ben baykuş değil kargayım…gaaak.

Â

-Rezalet, Hoca sahiden yazılara yeniden başladı mı ?

-Başladı hem de Caner Ergun’un yapacağını söylediği yeni sayfayı beklemeden …

-Neden verdiği sözü tutmadı ?

-Olaylar bastırdı, dayanamadı, “kendim dursam, kalem durmuyor” dedi. Gaaak. Guk.

-Kalem işi bitti şimdi klavye var…

-Klavye milavye neyse,

-Pekiyi yorumlardan sıkıldı demiştin, yorumlar düzeldi mi şimdi ?

-Hayır düzelmedi, eskisi, gibi gidiyor…Gaaak.

-O zaman bir süre sonra Hoca yine sıkılacak demektir…

-Sadece yorumlar değil ki konu, o yorumlar için zaten bir çare buldu, kızdığına aldırmıyor. Bir çeşit zırh icat etti. Dert çıkaran yorumu gündeme sokmuyor. Gaaark Guuurk, Guruk.

Aslına bakarsanız Faziletle Rezaletin üzerinde tarifsiz bir şaşkınlık var. Hoca’nın  iki ay kadar süren yazı boykotundan en çok etkilendikleri anlaşılan bu kargalar buralarda kendilerine iş kalmadığını anlayarak bir süredir tüylerinin kara rengi gibi kara kara düşünmekteydiler. Hoca bir daha bizim adımızı anmaz diyorlardı. Tekrar yazıya başladığına bir türlü inanamadılar, hâlâ da inanmıyorlar, Rezalet durumu biraz anladı, Fazilet ise temkinli ve kuşkulu…Kolay inanacağa benzemiyor.

Siz yine de bu iki mel’anet Karga’nın dediklerine bakmayın, onlar bir dalda durmaz ki, yarın nereye konacaklar, nereye uçacaklar, hangi harabeyi karışlayacaklar, hangi çöplüğe dalacaklar, göreceğiz.

Cuisiner un homme

taylor.bmp

Joseph Marzah, dit "Zigzag", ne sait ni lire ni écrire. Mais Zigzag sait tuer. Et il l'a fait sur ordre de Charles Taylor, ancien chef de guerre élu président du Liberia en 1997, jugé par le Tribunal spécial pour la Sierra Leone (SCSL), pour des crimes contre l'humanité commis durant la guerre en Sierra Leone (1991-2002).

Jeudi 13 mars, Zigzag, ex-commandant d'un escadron de la mort de Charles Taylor, a raconté à la barre des témoins que l'ancien président libérien "nous a dit que nous pouvions même manger les Blancs des Nations unies, il disait que nous pouvions les utiliser comme des porcs, et les manger". Pendant la guerre, ajoute-t-il, les "ennemis" étaient promis au même sort. L'avocat de Charles Taylor, Courtenay Griffiths, interroge : "Les avez-vous cuisinés ?" Le témoin, présenté par l'accusation, répond : "Oui, j'ai participé." Nouvelle question **: "Et comment prépare-t-on un être humain ?" "Nous coupons la gorge, ensuite, nous jetons la tête et les intestins. Après, nous mettons la chair dans une casserole et nous faisons cuire. Charles Taylor le sait (...). Il nous a dit que nous pouvions les manger. Mais je ne pouvais pas les manger cru, nous avons fait un barbecue, avec du sel et du poivre." (**Courtoisie le Monde_)_

Acaba hanginiz İktidar ?

              Â

Siyasal iktidarları hukuki temellere oturtmanın da bir sınırı olmalı. İktidarı hukuk içine çekelim derken onun iktidar olma niteliğini de mi yok edelim ? Bir iktidarın gücü kuvveti nereden gelir ? Elbette adalet duygusundan. Siz o duyguyu dışardan kontrol etmeye kalkıştığınızda adama sorarlar -siz mi iktidarsınız ? iktidar mı iktidar ? Acaba hanginiz iktidar ?

**Türkiye’**de bir tepki anayasası olan 27 mayıs anayasası ve onu izleyen çeşitli anayasa dönemleri sırasında adliyeye luzumundan fazla yer verildi. Adliye “danışmanlık” görevini aşarak iktidar ortağı oldu. Osmanlı yakın dönem Meşrutiyet tartışmalarında sık sık duyulduğu gibi kanun diye, kanun diye kanun “tepelendi” ne olduysa oldu ama iyi olmadı.

Menderes döneminde adliyeye vaki hücumların bir “aksülameli” olan kırk yıllık Anayasa denemeleri sırasında hukuğun bir gün “siyasallaşacağı” belliydi. Bu kaçınılmaz sonucu vaktiyle göremeyenlerin bu gün ulaşılan noktalarda ne tavır takınacaklarını merak ediyorum.

Yıllar öncesinde bir soru sormuştuk: “Bizi hakimler mi yönetecek ? demiştik. O zaman ufukta görülen manzaranın bir süre sonra Türk siyasi hayatına egemen olacağı pek eski yıllardan itibaren belliydi. Milli iradeye inanmayan, onun gerçek hukuki yapısını umursamayan bir “hakimler” sınıfının bir gün iktidarları sarsacağı anlaşılıyordu. Her şey açıkça ortadaydı. Meclisleri ve siyasi partileri “çalışamaz” hale getirecek hukuk düzenlemelerinin gelecekte siyasi erki parçalayacağı gözlerden uzak düşmüyordu.

Kötülük 27 mayıs anayasası ile başlamıştı. Alalacele hazırlanarak halka bilir bilmez oylatılan bu Anayasa ile ülkede tek egemen güç olan ve Saray’ın yerini alan Türkiye Büyük Millet Meclisinin mutlak yetkisi beş’e ayrılıyordu. Bu Anayasa ile Meclis, ülkeyi Senato, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve Devlet Planlama teşkilatı olmak üzere dört ayrı devlet ortağı ile birlikte yönetecekti. Bunların her biri Menderes devrinin çarpıklıkları üzerine tepkisel olarak var kılınmıştı. Senato çabuk ortadan kalktı, planlama teşkilatının adı duyulmuyor, diğerleri bütün gücü ile faaliyette. Ortaklık sürüyor.Â

İşte şimdi kırk yılın ucunda, bir zamanlar tavanında “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir” yazan ve ulusun tek egemen gücü olması gereken Türkiye Büyük Millet Meclisi, kenarda kalmıştır. Burada konuşulan ve karara bağlanan her kanun ertesi sabah adliye koridorlarına düşmekte, hükümetin her icraatı, mahkeme duvarlarına yansımaktadır. Türkiye’nin yüce Meclisi mahkemelere taşınmıştır. Türk siyaseti artık mahkemelerde oluşuyor. Bu durum adı ile sanı ile “Yargı’nın yürütmeye çelme takması” değil de nedir ? Hangi siyasi kadro böyle bir hukuki yapı ile bir ülkeyi yönetmeye aday olabilir ?

Bazıları “yargının yürütmeye çelme” takmasını hayra alamet sayabilirler, ancak bir ülkenin idaresi mutlak adalete bağlı değildir, idare bazen çoğunluğun faydasına, azınlığa zarar verebilir. Buna yargıçlar değil, iktidardaki siyasal güç karar verir. Yönetim tercihler dengesidir. Bu olaya “hikmet-i hükümet” derler. Her halü kârda son karar iktidarındır.

Bir devlet seçilmemiş yargıçlar eli ile yönetilemez. O zaman kapatın siyasi partileri, kurun seçim sandıklarını, verin oylarınızı yargıçlara, ülkeleri yargıçlar yönetsin. Eski zamanlarda  Çin’de de böyleymiş… İlkeldir ama son zamanda Somali’de denendi.

Ulaşılan nokta bin yıllık Türk kamu hukukunun temel yapısına aykırıdır. Ortaasya kurultaylarından beri Türk halkı kendi sevdiği, saydığı ve seçtiği hakanlar eli ile yönetilmişti. Bu zamanda Hakan’ın yerini seçilmiş bir siyasi heyet almazsa halk bundan zarar görür. Temelde mevcut olmayan böyle bir hukuki davranışla bu ülke insanı gelişerek çağdaş uluslar tablosunda yerini alamaz. Buna Cumhuriyet ve Demokrasi diyorlar, her neyse. Kısacası halka itibar etmeli. Halkı gelişmeyen statik bir varlık olarak görmemeli. En büyük yanlış budur.

Adliye ihtilâl yaptı

Neredeyse ülke insanlarının yarısından oy alarak iktidara gelmiş bir siyasi partiyi kapatmaya kalkışmak ve yönetici kadrosuna siyaset yasağı istemek bir ihtilâl alâmetidir. Bunu ancak silahlı bir hükümet darbesi başarabilir.

Türkiye tarihinde iki defa yönetime el koyan ordu şimdi bu görevini adliyeye bırakmış görünüyor. Başsavcının AKP için düzenlediği iddianame bir ihtilâl beyannamesidir. Hükümet devirmek sırası askerlerden sonra şimdi adliyeye gelmiştir. Askerler çeşitli post modern davranışlarla adını koymadan ihtilal yapmayı öğrenmişlerdi, şimdi hakimler de öğrenecek ?

Kendilerine siyaset yasağı istenen kişilerden biri Cumhurbaşkanı, diğer Başbakandır. Eğer bu gerçekleşirse alınacak karar dünya tarihinde ilk olacaktır. O zaman insanlar soracaktır: acaba neden vaktiyle Cengiz hanı veya Yavuz Sultan Selim’i bir kadı veya kazasker, yerinden etmedi ? George Washington’un görevine  bir İngiliz savcısı veya Kızılderili reisi Oturan Öküz müdahale etmedi… Düşünmek bile insana yorgunluk veriyor. Rahmetli İsmet İnönü'nün değimiyle:  Hadi canım sen de…

Aslında her ikisi de görev yapıyorlar. Başbakan da görevini yapıyor, Başsavcı da… ancak **Başbakan’**ın görevi halk tarafından verilmiş, Başsavcı’nın görevi Devlet tarafından. Bu iki görevin böylesine karşı karşıya gelişine bakınız siz… Bu olayda tarihsel bir yanlışlık var.

Demokrasi, yönetim, hukuk, adalet, sandık seçim parti, hepsi bir yana, bu fevkalade tehlikeli oyun bir yana... Halkla devlet karşı karşıya… Bunun sonu fenadır. Böyle iki başlı devlet olmaz. Buna bir çare bulmalı… Ayrıca başlar birbirini yemeye hazırlanıyor.  Rejimler yalpalamaya başladığında ortaya çıkan sosyal bir olgudur bu… Rejimi ve sistemi ayakta tutan kurumlar önce birbirine soğuklaşır, yaşlanmış bir vücudun organları gibi biri diğerinin görevine karışmaya başlar, sonra biri, varlığını, diğerinin yokluğuna bağlar. Eline kuvvet geçiren diğerini tarihten silmeye and içer… Tüm denge altüst olur kamu yönetiminde sonu belirsiz bir kaos başlar.

Bunun en yakın örnekleri dağılan Yugoslavya ve Ruanda’da görülmüştür. Ancak Etnik farkların derin yaşanmadığı toplumlarda bu sosyo-politik olayın daha yavaş geliştiği gözlenmektedir. Her şekilde Rabbim muhafaza buyursun. Halkın Devletle karşı karşıya gelmesinin bu topraklarda sayısız örnekleri vardır. Bu bir Devlet ve yönetim krizidir ki tedavisi olanaksızdır.

Anadolu Selçuk Devleti, kasım 1239 Malya ovası savaşında, dört bin kişinin kellesini aldığında, onlar o Devletin aslî unsuru olan Türkmenlerdi. Ayrıca  **2.Gıyaseddin’**in 70 bin kişilik toplama ordusunda paralı Frank askerleri de vardı. Sultan kendi yurttaşlarını bu askerlere kırdırmış sonra hepsine keseler dolusu altın dağıtmıştı. O altınları daha önce kendi halkına harcasaydı belki de Malya Savaşı olmayacaktı, neye yarar ki iş çığrından çıkmış ve Sultan'la halkın arası öylesine açılmıştı ki, öyle altınla parayla pulla kapanacak gibi görünmüyordu.

Malya ovası savaşı düzenli bir savaş değildi. Selçuk Devleti bu savaşta kadın erkek, çoluk çocuk kendi halkıyla savaşmıştı. Devletler çökeceğe yakın kendi halkları ile savaşırlar. Olay Anadolu Selçuk devletinin sonu oldu. Osmanlı Devleti iki yüz yıl süren  Celâlî İsyanlarında kendi halkının cesetlerini kuyulara doldurdu. Bunu yapan general tarihe kuyucu Murat Paşa adıyla yazıldı. Ne yazık ki dağılan bu iki devletin orduları en son zaferlerini kendi halklarına karşı kazandılar.

Silahın namlusu yön şaşırdı mı, kendi halkına döner. Tek tek insanlar gibi devletlerin de şaşkınlığa düştükleri devirler oluyor, Nazi Almanya’sı veya  Komünist Rusya gibi… Her ikisi de tarihten silindiler. Bunların var oldukları zamanda kendilerine “dur��? diyen olmadığı için sonuçlar daha da yıkıcı olmuştur.  İnsanoğu eninde sonunda doğru yolu buluyor, işlerin kendi kurallarını gözetmede her zaman yarar vardır.

İnsanların şaşırmasının sonuçları sınırlı, Devletler şaşırmasın, o zaman mel’anetin hangi buyutlara kadar uzayacağını kestirmek zordur. Gün düşünme günüdür**.**.

Adımız kötüye çıkmış

mevlana.jpg

Bize hep, yanlışlar yapma,

günahlar işleme

yazısı yazılmış,bizim aşkta adımız kötüye çıkmış. Aşk ayıbı, **çılgınlık,**sarhoşluk, hepsi de bizde toplanmış. Ey dost !

Madem ki zamâneden,

Yaşayıştan amaç sensin, şu halde şikayet yok.

Madem ki sen varsın,

her şey vardır.

Mevlânâ

Kanatsız uçan hukukçular

                 Â

Bir zamanlar Üsküdar’da sulh ceza hakimi olan Eleşkirtli Cevdet Akpınar’ın oğlu Duray asker arkadaşımdır. 1967 yazında Edremit’te Yedek Subay eğitim tugayında  beraberdik. Aradan pek çok yıllar geçtiği halde arkadaşlığımız sürdü gitti, ara sıra buluşur yarenlik ederiz. Duray bir gün şunları anlattı:

“1961 yılında bir akşam babam eve geldi. Sert mizaçlı adamdı, az gülerdi, yine yüzü asıktı. Alışkın olduğumuza pek üstelemedik. Babam bir süre sonra önemli bir haber verdi: Yassıada Mahkemelerine üye seçilmişti. O sırada ülkede gerçekleşen 27 mayıs askerî darbesinden sonra başta devrin ünlü başbakanı rahmetli Adnan Menderes olmak üzeri ülkeyi on yıl süre ile yönetmiş olan siyasi kadro yerinden sökülmüş ve Marmara Denizindeki Yassıada askeri üssünde hapse kapatılmıştı.

Bu kadro mahkeme edilecek, cezası kesilecek mahkum olanlar layik oldukları cezalara uğrayacaklardı. Ülkede büyük bir değişme olmuş, o günlerin anlayışı ile zalim bir iktidar alaşağı edilmiş, halk kendi askeri aracılığıyla yönetime el koymuş, her şey yeni baştan ele alınmıştı. Bozulan ekonomi düzelecek, tıkanan adliye açılacak, insanlar mutlu bir geleceğe doğru sağlam adımlarla yürüyeceklerdi. Gelecek ümitliydi. Herkes neş’eli, herkes şen ve şakraktı. Acaba babamın yüzü, alışılmıştan öteye neden asıktı ? Hain iktidarı mahkeme edecek hey’ette bulunmak  o günlerde ömrünü devlet ve adalet hizmetine adamış bir yargıç için şereflerin en büyüğüydü.

Ailece sevinç içindeydik. Gururlu ve azametliydik. Ancak babamda hiç hareket yoktu. Ne bir sevinç işareti, ne bir onur göstergesi ne de bir kararlılık alâmeti Hiçbir şey… Ortalık yatıştıktan sonra rahmetli peder ağır ağır söze başladı, dedi ki :  “Bakınız evlatlarım, hanım sen de dinle… ben şimdi bu mahkemeye seçilirim, kalkıp görevime giderim, bu adamları topluca mahkeme eden hakimlar hey’etinde yerimi alırım. Bunları aylarca yargılarız, suç derecelerine göre ayırırız, kimi beraat eder, kimini hapse, kimini idama mahkum ederiz. Sonra verdiğimiz idam kararları infaz edilir. Aradan otuz yıl geçer, arkadan başta Adnan Menderes olmak üzere asılanları mezarlarından çıkarırlar, geriye kalan kemiklerini tabutlara koyarlar, üzerlerine Türk bayrağı sarar ve top arabalarına yerleştirirler. Devlet töreni ile getirir İstanbul’da Vatan Caddesine yeniden gömerler, üzerlerine de anıt mezarlar yaparlar. İşte o gün bizim adımız kötüye çıkar… Ben evlatlarıma böyle bir isim bırakmak istemem, bu vazifeyi kabul etmiyorum… Benden başka kimi isterlerse onu yargıçlar hey’etine seçsinler, kararımı verdim, ben bu göreve gitmiyorum…”

Hepimiz donup kalmıştık. Evde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Neden sonra rahmeti anam konuştu” Haklısın bey… biz de seninle beraberiz. Nasıl istersen öyle olsun….”

Yassıada mahkemeleri yargıçlar hey’etine dahil olma şerefini reddeden ve olacakları bir kâhin edası ile bir bir sayıp döken Yargıc’ın oğlu Duray,  bunları anlattıktan sonra gözleri dolu dolu “Babam Vatan caddesindeki devlet törenini göremedi, Hayatta olsaydı görmesini çok isterdim.” demişti. Mahkemelerin üzerinden otuz yıl geçtikten sonra…

Bir ömür boyu şerefli insanlar adına “suçluları cezalandırma” görevi yürüten Üsküdar Sulh Ceza yargıcı Cevdet Akpınar’ın anısı önünde hörmetle eğilirim. Kendisine cenabı Hakk’tan rahmetler dilerim. Bir “Hukuk evliyası” karakteri taşıyan bu insanın pek çok hukukçuya örnek olmasını dilerim. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun haksız rejim ve dibi boşalmış siyasi sistemleri ayakta tutmaya yarayacak ölü kanunlar için imza atmaması yegane dileğimdir. Yeryüzünde hiçbir hukukçunun yasa dışı siyasi kanunların  girdabına kapılmamasını temenni ederim.

Kanun, yasa ve yönetmelik toplum vicdanından çıkmadıkça kanatsız uçmaya çalışan sürüngenlere benzer.

Hukuk Yasalardan üstündür

1453 mayısında Türkler İstanbul’a girdiğinde kral Konstantin’in başsavcısı Fatih Sultan Mehmet’e dava açsaydı tarih bunu nasıl yazardı ?  Romalılar da İsa Peygamber’e dava açtılar, öldürdüler. Öldü mü İsa peygamber ? Ya Musa’yı Kızıl Deniz’de kovalayan firavun’un adı var mı tarihte ?…

Fransa kralı On altıncı Louis’nin başsavcısı büyük Devrimin sabahında Danton, Robespierre, Marat ve St.Just’e dava açsaydı ve bu kişilere siyaset yasağı isteseydi,  herhalde görevini yapmış sayılırdı değil mi ? .

Nazi Almanyası’nın da, Stalin Rusyası’nın da başsavcıları vardı. Şimdi dünyanın her yerinden düşmanlarını  toplayıp karanlık gecelerde, sinsi uçaklarla Guantanamo’ ya yollayan Amerikan adaletinin de başsavcıları var ve bunlar görevlerini hakkıyla  yapıyorlar. Allah şu yeryüzü yuvarlağında kimseye bu çeşit başsavcılardan olma cezası vermesin. Çökmüş rejimlerin başsavcıları, batmış geminin kaptanı gibi. Â

Elbette Başşavcı görevini yapıyor, ama Başsavcı’nın görevi artık güvenilir bir görev değil, bu göreve siyaset bulaşmış, bu görevin üzerinde siyasetin kara bulutları dolaşıyor. Yakında bu bulutlardan inecek yağmurlar **Başsavcı’**nın makamını, görevini, yüreğini, cesaretini, varlık sebebini silip süpürecek. Başsavcı görevini o zamana kadar yapacak sonra başsavcılık görevini ve makamını tarihte başka başsavcılara devredecek. Kendi eve gidecek.

Adalet mutlaktır, kanunlar geçici, ancak bir dönemde adaleti oluşturan kanunlar ve kanun yapma yetkisi, tarihin bir zamanında belli bir siyasi rejim tarafından kendi çıkarlarına kullanılabilir. O rejimin sürdüğü müddetçe… Bunlar devrinin özelliklerini yansıtan geçici tepkisel, siyasî kanunlardır. Önemli olan mutlak adaleti bunların şartlarına bulaştırmamak ve mutlak adaletin bu çeşit kanunlarla yıpranmasına göz yumamaktır. Bu kanunların geçici niteliğini unutmamak gerekir.  Hukuk; üstünlüğü ile rejimi de sistemi de aşmalı ki, saygınlığı korunsun. Hukuk yasalardan üstündür. Siz hukuk diye kadük olmuş, yaşam dışında kalmış, vicdanlardan silinmiş, artık kimsenin adını anmadığı kanunları görev diye kullanmaya kalkarsanız hukuk bundan sıkıntı çeker. Görev sandığınız adalete en ağır darbeleri vurmaya başlarsınız, Adalet diye adaletsizlik yaparak farkına varmadan… Bundan hukuk zarar görmez, zararlı çıkan siz olursunuz. Hukuğun en önde gelen vasfı kendi mantığını kendisinin yaratmasıdır, buna hukukçular dahil kimse müdahale edemez. Belki filozoflar… Bizanslı filozof Michel Psellos’a göre filozofların kararları yasalardan üstündür. Â

Sünnet çocukları misali süslü elbiseler giydiniz, kırmızı kollu kara cübbelerin**, kazık** gibi yakalarına yaldızlı yıldızlar taktınız, defileye çıkar gibi milletin önünde görücüye çıktınız, bu elbiselerle, bu yıldızlarla, bu görüntülerle adaleti temsil etmeye çaba harcadınız, bu ne çeşit adalet  ki, sırmalı yıldızların ötesinde şekle yarar hiçbir manzara göstermedikten başka anlama ilişkin konularda dahi tek adım gelişme sağlamadı. Generaller ne kadar yakışıklıydı, siz pek rüküş kaldınız. Hangi terzilere ısmarladınız o giysileri ? Yakında göğüslerinize madalya da takarsınız siz ? Kazandığınızı varsaydığınız her davâdan kalma yersiz gururla

Bir adam sırtına sırmalı cübbe giymekle savcı, başsavcı, yargıç olur mu ? Bu devletin, bu ülkenin, bu halkın böylesine saygın makamları bu derecede çelimsiz ellere uygun düşer mı ?

AKP’ye laiklikten dava açan Başsavcı hazretlerinin davasına hangi yargıç bakacak bilmem ama Türkiye Cumhuriyetinde şeklen yaşayan Osmanlı kanunları da vardır… Bir savcı kalkıp  bu kanunları öne sürerek dava açsa acaba kazanır mı ? Bunun en çarpıcı örneklerinden biri “borulu gramofon kanunu”dur. Eski bir Osmanlı belediye nizamnamesine göre halka açık tüm lokal ve otellerde borulu gramofon bulundurma mecburiyeti vardır. Bu nizamnameye göre ülkenin tüm büyük otellerini yirmi dört saat içinde kapatmak gerekir, zira hiç birinde borulu gramofon yok… Sayın Başsavcı bu kanuna dayanarak tüm Hilton, Sheraton, veya bilmem ne otellerine derhal dava açmalıdır.

Ülkeleri geçici yasalarla değil hukukla yönetmeli. Eşyanın tabiyatına uygun olan budur. Hukuk sözünü söyler, karar seçilmiş yönetimindir.  Bu kural yürüdüğü sürece ortada kalırsınız, yoksa yok olursunuz… Tarihin hurdalığında bir zamanlar şanı şöhreti dünyaya yaygın pek çok dehşetli devletin adı var… Değerli Başsavcım… Siz bu ülkenin  neresindensiniz ? Söyleyin de oraya gitmeyelim. Bir yanlışlık olmasın.