Kalender Çekirge’nin Kankası

cekirge_0005.jpg                                              Â

Kalender Çekirge sabahtan istiklal caddesine çıktı**. Taksim’e gidecekti –Yasak**… dediler. Kalender Çekirge bir zıpladı **Dolmabahçe Sarayı’**na kondu. Pencereden baktı, içerde II. Abdülhamid’i gördü. **Büyük Salon’**a girmek istedi – Yasak dediler… Kalender Çekirge bir sıçradı, Ankara’ya Büyük Millet Meclisi’ne kondu… Kapıdan geçmek istedi –Yasak dediler.Â

Kalender Çekirge son günlerde pek mutluydu. Onu bu halde görenler şaşırıyorlardı. Ne oldu ? neden bu kadar şen ve mutlusun ? diyorlardı. Kalender Çekirge başını çevirmeden onlara – Mutsuz olmak yasak…diyordu. Bir an geldi herkes **Kalender Çekirge’**ye acımaya başladı. Etrafta bu derecede kara bulutlar dolaşırken acaba bu çekirge neden bu kadar mutluydu ?

Vaktiyle Çin’de bir hükümdar varmış. Pek zâlim, pek gaddar, pek şedit, pek hunharmış, o adeta bir terörist’miş. Onun bir de veziri varmış. O vezir de pek zâlim, pek şedid, pek hunharmışHükümdar tüm zulme yarar işlerini ona gördürür, onu, zulmün vazgeçilmez maşası olarak kullanırmış… Ara sıra Vezir’e sorarmış :

-Halkım ne yapıyor…?

-Kara kara düşünüyor

-Devam et Vezirim…Zulme ara verme. Kimse baş kaldırmasın, mülkümde fitne çıkmasın.  Vezir, zulme devam edermiş… Sonra Hükümdar yine sorarmış :

-Şimdi ne yapıyorlar…? Hükümdar her soru sorduğunda Vezir, aynı cevabı verirmiş: Düşünüyorlar… Düşünüyorlar… Bir gün Hükümdar yine aynı soruyu sorunca Vezir:

-Şimdi artık düşünmüyorlar… sokaklarda kol kola tutuşup dans ediyorlar… demiş. O zaman Hükümdar oturduğu tahttan doğrularak haykırmış…

-Tamam Vezirim kes… Zulmün sonu geldi. Â

                       Hükümdarla Vezir zulme bayrak açtılar,                        İnsanlar o ülkeden, korkarak kaçtılar.

**Kalender Çekirge’**nin mutluluğunu sakın ola ki vurdum duymazlıkla karıştırmayın. Kalender Çekirge gerçekten mutludur. Herhangi bir reaksiyon veya programa bağlı olmadan mutludur O doğuştan mutlu bir **Çekirge’**dir. Bu yüzden ona “Kalender” dediler. O bu isme uygun olduğunu daha doğduğu gün gösterdi. Çamurların içinden gülerek çıktı. Dünyaya gözlerini açtığında bir bataklığın içindeydi. Buna hiç aldırmadı. Onun Programında gam yoktu. Kalbine hüzün yazılmamıştı. Genetik yapısı sıkıntıya  uygun değildi. Dedim ya, O başka bir **Çekirge’**ydi.

img_yusufcuk21051.jpg

Kalender Çekirge’nin bir kankası vardı. Adı Yusufçuk. Kalender O’nu çok severdi. **Yusufçuk’**la Kalender aynı cinsten değildi. Aralarındaki tek ortak nokta, her ikisini, de yeşil oluşuydu. Boyları da aynıydı, ama biri sıçrıyor diğeri uçuyordu. Yusufçuk helikopter gibi çift kanatlıydı. Pırpır edip uçarken kanatları birbirine değmezdi. Bazıları, ilim adamlarının helikopteri icat ederken Yusufçuk’tan ilham aldıklarını söylerlerdi.

                      Kalender Çekirge’nin Yusufçuk oldu kankası                       Yoktur O’nun ne kredi kartı, ne de bankasıÂ

Yusufçuğun bir adı da “peygamber devesiydi” zira Yusufçuk ön ayaklarını bazen dua eder gibi birbirine yaklaştırır öylece dururdu. Doğrusu bu ya Yusufçuk sanki o anda, Yaradanına yalvarır gibi olurdu. Kalender Çekirge ise bu maneviyatlı işlerden hiç anlamazdı. Yusufçuğun  bu hareketine bakar kalır, anlam veremez, bir işaret alamazdı. Yusufçuk’la **Çekirge’**nin çok önemli bir yapısal farkı daha  vardı: Yusufçuk başını sağa sola çevirir, Çekirge ise bunu yapamazdı. O hep tek yöne bakardı.

                     Kalenderle Yusufçuğu bir kafese koydular                      Kalenderle Yusufçuk bu karara uydular

Kalender Çekirge ile Yusufçuk geçen Perşembe Şişli’den giderken yolda, işçileri yere yatırıp sürükleyen polisleri gördüler. Yusufçuk başını çevirip baktı. Kalender Çekirge bakmadı. Ortamı beğenmemişti. Bir sıçradı gitti, İstanbul Valisi’nin masasına kondu. Vali kızdı. Çekirge’ye –Sen provokatör’sün, bu masaya konmak isteyecek başka çekirgelerin hakkını yiyorsun. Türkiye demokratik ve hür bir ülkedir. Sen ne kadar demokratsın ?  Başkasının hürriyetini engellemeye utanmıyor musun…? dedi. Sonra Vali maaşlı ve taşralı polislerine döndü ve – Bu Çekirgeyi coplayın… dedi. Ancak “orantılı güç kullanın, Çekirge size zarar vermesin…” dedi. Kalender Çekirge öyle kolay kolay coplanacak cinsten bir çekirge olmadığına bir uçtu, bir daha görünmedi.

                      Polisler koşuştular Çekirgeyi coplamaya                       Çekirge durur mu, o da başladı hoplamayaÂ

Kalender Çekirge uçtu gitti ya, ya kankası Yusufçuk ne oldu ?  O da satışa geldiğine ağladı durdu. Ellerini açıp polislere dua etti. Rabbim kabul buyura.       Â

Kalender Çekirge Doğdu

si0095_cekirge_grasshopper.jpg                Â

Bir çekirge doğdu, adı Kalender, cinsi ender, çekirgeler güzeli… Anası küçükken onu çok severdi, Kafasını antenini okşar üşümesin diye yapraklara sarardı. Gece soğukta bırakmaz, koynuna alırdı. Başka böceklere yedirmedi**. Kalender** çekirge büyüdü. Koca başlı bir çekirge oldu. Çocukluk ve gençlik yılları geride kalmıştı. Anası öldü, babası bilinmezlere karıştı.

Aslında çekirgelerin ailesi olmazdı, larvadan çıkardı çekirgeler, ama bu başkaydı. Bu çekirge her çekirgeye benzemiyordu. Bunda bir hal vardı… Bunu yaratan özenmiş bezenmiş, ona gizli bir karakter seçmiş, atlaya sıçraya büyüsün demiş bir yerde durmasını, atlamasını, sonra tekrar durmasını ve yine sıçramasını öğretmişti.

                   Bir çekirge dünyaya geldi larvadan

                   Hayır gelmez asla boş laftan zırvadan

Özel eğitimden geçen bu Çekirgenin başka hiçbir çekirgede bulunmayan huyları vardı.

                   Çekirgeler güzeli, benzemez her çekirgeye                    Yaşar ormanda, kırda ağlamadan gülsün diye

Kalender Çekirge’ye kalender adını kimin koyduğu bilinmiyor ! Neden “Kalender” o da anlaşılmıyor. Bu Çekirge bu isme layik mi ? O da bilinmiyor. Pekiyi ya Kalender ne demek ? işte değerli ve kıymetli dostlar, bütün sır burada…

                    Çal sazını kalenderce yiğit kardeş,                     Namelerin rüzgardan tatlı…

Birkaç sözcüğü aklımda kalmış, eski, bir gemici türküsü bu… Acaba size bir ip ucu verir mi ? Ben Kalender nedir ? bilemedim. Siz bildiniz mi ?  Belki ilerde anlaşırız.

Kalender Çekirge doğduğundan şu ana kadar hiç yanımdan ayrılmadı, başımın üzerinde geziyor, azalmış saçlarımın arasında dolaşıyor, durmaksızın kımıldıyor, habire kıpırdıyor. hiç rahat durmuyor, varlığından her an beni haberdar ediyor, bu onun için en temel hakk mıdır ? yoksa yersiz bir huy mudur ? veya zamansız bir duruş mudur ? yahut uğursuz bir saplantı mıdır ? yoksa psikopatalojik bir takıntı mıdır ? hiç biri değil de saf bir mâcerâ mıdır ? mâsum bir serüven midir ? acaba nedir ? belli olmuyor.

 Bazen birden, ve aniden başka yere zıplıyor, öyle hızlı ki, iki hareket arasında adetâ yok oluyor. Kainattan siliniyor, varlıktan soyunuyor, yaşamsal bölgeden çıkıyor, kamusal alandan ayrılıyor. Görüntüden kayboluyor,  Burada dururken, orada durmaya başlıyor. Bir başka zaman boyutuna geçiyor. Ne aslı kalıyor ne gölgesi. Işıktan soyutlanıyor.  Sonra yine “reenkarne” oluyor. sanki hiç bir şey olmamış gibi. Bundan ne fiziği zarar görüyor, ne kimyası. Ne de psişik dünyası. O hep eski yerine geliyor…  Her zaman aslına dönüyor. Bu da bir huy demek…

                      Kalender Çekirge’nin yaşam saltanatı                       Bu onun gizem dolu  bir başka sanatı Â

Kalender Çekirgeyi seveceksiniz. Aslında bu efsane yaratık, yaradılmışların en güzeli… Yeryüzünde Adam gibi yürüse onu sevmeyebilirdiniz. Devamlı atladığı için ona hayran olacaksınız… Oradan buraya, şuradan oraya, ama hep size doğru atladığına onda kendi benliğinizden bir şeyler bulacaksınız. Ben fazla konuşmayı sevmem, yazmaktan da hiç hoşlanmam. Bakın Kalender çekirgeye dikkatle… O size, sizi anlatacak… Haydi hayırlısı olsun. Kalender Çekirgeyle güzel günler, sizlerin olsun.

                     Çekirgelerin şahı Kalender Çekirge,                      Canbazların hayranı Kalender Çekirge.

Herşey uluorta konuşulmaz

220px-niyazisayin.jpg

Biri bana –Niyazî Sayın’la tanışıyormusun ?  dedi. Cevap vermedim, hafifçe güldüm. Anladı mı acaba ? Keşke bu kişi, bana bu soruyu sormadan önce, fakirin yarım yüzyıllık yaşam öyküsü hakkında bilgi sahibi olsaydı. O zaman böyle bir sorunun anlamsızlığı ortaya çıkabilirdi. Ve bu insan, o sorusu ile  beni derinden yaraladığını fark edebilirdi.

Bana birisi Niyazî Sayın’ı soracağına –Yaşıyor musun ? diye bir soru sorsaydı, daha iyi olurdu. Çünkü benim yarım yüzyıllık yaşantımın başlangıcıdır Niyazî Sayın. Ben bu yörede Niyazi Sayın’la gözümü açtım. İstanbul’un ve özellikle Üsküdar’ın şimdi sislenmiş ruh iklimine, Niyazî Sayın’la adım attım. Bu konuya burada değinmek bana utanç veriyor. Çok yüce, çok, derin, çok değerli bir konudur bu. Pek Uluorta konuşulmaz.

Onu ilk defa ellili yılların başında İstanbul Radyosu’ndan yükselen ney taksimleri ile tanıdım. O yıllarda TRT yoktu. Beyoğlu’nda Büyük Postahane’nin üzerinde yayınlara başlayan İstanbul Radyosu, 1948’de yapılan şimdiki binasına taşınmış ve Ankara **radyosu’**nun çelimsiz sadasının yanında Mahrusa-i İstanbul’un gür sesi olmuştu. O yıllarda yıkılan İmparatorluk kültürünün eski başkentte yaşayan son temsilcileri, başta müzikle uğraşanları olmak üzere tümü o kuruluşun çevresinde toplanmışlardı. Sanki İstanbul Radyosu farkına varmadığı bir misyonla doluydu.

Bu gün ana stüdyo’nun kapısında adı görülen, Tanburî Cemil Bey’in oğlu Mes’ut Cemil’in başını çektiği bir grup insan, bu Radyo istasyonunu, dağılmış bir kültür mirasının son kalesi olarak ayakta tutmaya çalışıyordu. Halkın yanlışlıkla Doğucu’larla Batıcı’lar olarak adlandırdığı iki coğrafyanın en değerli insanları burada iç içe yaşıyorlardı. Bir büyük tanbur ustasının devamı Mes’ut Cemil ile Osmanlı’nın son yüzyılında gelişmiş Batı tarzı musikinin, Muhiddin Sadak, Cemal Reşit Rey gibi efsane isimleri her gün aynı koridorlarda, odalarda karşılaşır derin müzik sohbetleri yaparlardı. Stüdyolarda hazırlanan ve halka ulaştırılan yayın, bu binadaki müzik faaliyetinin pek ufak bir parçasıydı.

Niyazî Sayın bu ocakta yetişti. Ancak O’nun bir başka temel direği daha vardı: Üsküdar’da Sultantepe’de Özbekler Tekkesi… Milli Mücadele tarihinde adını duyurmuş bu Dergah, o sırada cemaatini kaybetmemişti. Yine toplantılar yapılıyor, Mesçit’te namazlar kılınıyor, Evrad’lar, Mevlut’lar ve Silsile-i Nakşiyye-i Halidiyye okunuyor, Hatimler indiriliyor, Hatme Hace taşları torbalarından çıkarılıp gözü yaşlı ihvana dağıtılıyordu. Muharrem ayının onunda aşureler pişiyor, Kandil geceleri çerağlar yanıyordu. Tek bir fark vardı: Asırlık Vakıflar dağılmış, **Laik Devlet’**ten tahsisat kesilmiş, masraflara katılan gönüllüler en ganîsinden en fukarasına kadar keselerinin ağzını açmışlardı. Dergah devam ediyordu.

Niyazî Sayın bu Dergah’ta başta İskele Camii imamı Nafiz Amca, Eşref Ede, Süleyman Erguner, Yer altı Camii imamı Ali Üsküdarlı olmak üzere o çağın tüm gönül ehlini tanıdı. Şeyh Necmeddin, Ebrucu Mustafa ve daha pek çokları onun gönül hazinesinin önderleri oldular…Niyazî Sayın’ın musikî zevki büyük ölçüde Ali Üsküdarlı Hoca’ya dayanır.

Niyazî Sayın’ın ney’de başlıca kaynağı Resim Heykel Müzesi’nin o zamanki müdürü ressam Halil Dikmen’dir. Meşki Galata Mevlevîhânesi Neyzenbaşısı Emin Dede’den  gelen Halil Dikmen, çağının en büyük neyzeniydi. Şah ney’den başkasını üflemezmiş. Ben tanımak şerefine ulaşamadım, ama pek az olan kayıtlarının tümünü dinledim. O bir şahikaydı.

Beni Özbek şeyhi ile tanıştıran Niyazî Sayın, o yıllarda Stüdyo’da taksim ederken saz arkadaşlarının nasıl olup ta  kendilerini yerden yere atmadıklarını hep merak eder dururdum. Birkaç yıl sonra ben de o çevreye girdiğimde işlerin aslını öğrendim. Şimdi emekli oldum. Oralardan uzaklaştım. Aradan zaman geçti. Yine merak etmeye başladım. Acaba İnsanlar o zaman o ney sesini duyduklarında**, neler** hissedelerdi. Şimdi neredeler ? Hoşçakalınız.

Bir kırıntı ışık

414px-gluehbirne_2_db.jpg                    Â

-**İngiltere’**de okuyan o kıza çok kızdım,  Gaaak. Guruk. -Neden ? -Bana “adaletsiz karga” dedi… -Sen adaletsiz karga mısın ? -Hayır değilim, adaletsiz olan Anayasa mahkemesi başkanı… -Ne…ne… gaaak, guuk, guruk, takır, çakır…bakır,  sus uğursuz karga, mendebur karga, pis karga başımıza çıkaracaksın,  kapa kara gaganı. Başka yerde söyledin mi bunu ? -Hayır söylemedim, ilk sana söylüyorum… -Ben Ergenekon muyum ? neden bana söylüyorsun ? Sus… Sana kapa gaganı dedim, bak nasıl yüzüme bakıyor ? guuuk guk. Tak, tuk, şıııırr…  (adrenalin salgısı)

-Ne var ? ne oldu ? neden o kadar kızdın ?

-Sen anlamazsın…Gaak.Guk Takırrrr.

-Anlat da anlıyayım…

-Anlamazsın dedik ya…

-Biraz anlat, biraz anlatma…

-Olur'la **Olmaz'**a benzedin, Hayır, anlatmayacağım, üstüme varma…Bu gün git yarın gel, tak tuk takırrr.

-Fazilet sıktın ama, sen ne ukala kargasın, kasıntılı kibirli nalet karga, kendini ne zannediyorsun sen ?

-Ben Türkiye’nin kargasıyım, bu yörede neler olduğunu bilirim…

-Senin kadar ben de bilirim… Senin bilmediğini de bilirim…

-O zaman sen söyle neden kızdığımı, hadi durma anlat, aç o kirli gaganı. gaak guk.

-Bilsem söyleyeceğim, ipucu ver, senin damarın tuttu… İster söyle, ister söyleme

Rezalet bir şeyler olduğunun farkındaydı, Faziletle birlikte ulaşamadığı, anlayamadığı bir takım olayların taaa içinde yaşadıklarını fark ediyordu. Ortada koskoca bir bilinmez vardı. Gizli kapalı bir hengame  karşılarında duruyordu. Neresinden baksalar içini göremiyorlardı. Bir ara gagalayıp bir delik açmayı düşündüler. Sonra vaz geçtiler. O ortada duran neyse ? kendini çok iyi savunuyor, kimseye fırsat bırakmıyor, geleni geri çeviriyor**, saldıranın** başına işler açıyor, doğduğuna pişman ediyordu… Ama o neydi ? neye benziyordu. Bunca yıllık kargalar etrafında dönüp duruyorlar,  başlarını sokacak delik bulamıyorlardı.

-Sen anladın mı ? dedi, Fazilet. Rezalet devam etti: -Hayır anlamadım gaaak guuk, -Biraz daha yakından bak… -Bakıyorum anlaşılmıyor… -Birşeyler uydur… Tısss (Karga gülmesi) -Bu kahve falı mı ? -Hayır Türk adaleti…Gaak,guuk. -Fazilet şimdi de sen saçmaladın… Bu işler bizi aşar biz kargayız… ne bilelim **adaleti…**madaleti -Karga olduğunu biliyorum, seni Yaradan da biliyor, ama belki kara gaganın arkasındaki kara kalbinde bir kırıntı ışık kalmıştır…

-Benle uğraşma Fazilet git karşıkı dala kon, bu gün fenayım üstüme gelme, kafamı attırma yamulturum seni... -Neden, ne oldu ?, -Bilmiyorum bir şeyler içimi kemiriyor ?,,. -Sen yaşlandın… -Sen genç mi kaldın ? -Hayır geç kaldım, gaaark, guruk, takır, tısss, tısss. Ihı…Ihı…Ihı…

Örtmez Hakk yüzün

evren_5.jpg

Derman arardım derdime, Derdim bana derman imiş. Bürhan sorardım aslıma, Aslım bana bürhan imiş.

İşit Niyazi' nin sözün, Bir lahza örtmez Hakk yüzün. **Hakk'**tan ayrı bir nesne yok. Gözsüzlere pünhan imiş.

Niyazî Mısrî

Sola bakmak haramdır

mevlana.jpg

Ay yüzlü sevgilim,

Her zaman sağ taraftan parlar.

Sağ taraftan yüz gösterirdi.

Bir gün ona “sola bakmak haramdır” dedim.

Bu kez o ay yüzlüm,

Sol tarafını da süsleyince,

Dedim ki: “Sol da sağ da

Sevgiden ibarettir".

Her tarafta,her yerde

Hakk’ın sırları görülmektedir.”

                                Mevlânâ

Sen göklerin canısın

s3sl1.jpg

Ey nazlı nazlı yürüyen selvi,

Hazan rüzgarı sana değmesin.

Ey cıhanın göz bebeği,

Kem göz senden ırak olsun.

Sen göklerin de canısın yerin de.

Canına rahmetten,

Rahattan

Başka bir şey

Dokunmasın.

Mevlânâ

Bilmek içün gelmişem

toprak.jpg

Ben  bu dehre gelmeden nerdenliğim bilmişem. Bilmeyene o mülkü, bildirmeye gelmişem.

Od ü su, toprak, hava bulmadan neşv ü nema, Gelibeni bu eve, girmeye yönelmişem,

Evveli yok evvele, gün gibi mir’at ile, Mazhar olup zat ile, aynı safâ olmuşem.

Aşk ile aklın ilin, tay kıluben cüz Külün, Yokluğ ile varlığın, bilmek içün gelmişem.

Maarifetin haline, münkir iken kaaline, Cehl ile idlâline, ağlar iken gülmüşem.

Aşk ile hamr-i ezel, içeliden lemyezel, Sarhoş olup sehv ile, sanmanız yanılmışem.

Ruşenîden ay gibi, Gülşeni devran ile,

Ay ile gün yoğ iken, buluşuben dolmuşem.

İbrahim Gülşenî (1426-1533)

Olur Olmaz Konseri

etkinlik_konser_foto.jpg

-Yürü **konser’**e gidelim

-Hayır gitmeyelim.

-Olmaz yine başlama… Konsere gideceğiz,

-Hayır gitmeyeceğiz.

-Ama bu konser **Hoca’**nın…

-O zaman düşünürüz.

Olur Olmaz’ı kolundan çekip konser salonuna zorla soktuğunda, Olmaz hâlâ direnmeye devam ediyordu. O sonuna kadar “olmaz” ların adamıydı. Olur da “olur” ların. Nasıl oldu da içeri girdiler ben anlamadım. Olur biraz “mahalle baskısı” kullandı. Olmaz direnmeyi başaramadı. Yapısına ters düştü ya, galiba Olur’un  gazına geldi. Olur böyle şeyler, bazı hallerde de Olur Olmaz’ın gazına geliyor. Hırs ve inat yüzünden ara sıra denk düşerler. Siz öyle bilin. Doğrusunu Allah biliyor.

-Şuraya oturalım… -Hayır ! Oturmayalım. -Sevgili Olmaz, bak herkes bize bakıyor, ayakta mı izleyeceğiz konseri ? -Otursak da nasıl olsa alkışlarken ayağa kalkacağız, şimdiden ayakta duralım -Sen ayakta dur ! ben oturacağım. -İyi öyleyse, ben de oturayım, yine gaza geldik… -Hayır gaza değil, caza geldik. -Caza değil, saza geldik, neyse, neye geldikse geldik, ses çıkarma, bekle bakalım ne olacak ?

-Olur ben gidiyorum, konser monser dinlemem… -Neden ? -İki kişiyle konser mi olur ? nerede öteki çalgıcılar  ? -Öteki möteki yok, bunlar iki kişi-Olur, kafamı attırma, iki kişi ile konser olmaz, burada beşyüz kişi var, demokrasilerde coğunluğun dediği olur. Sence kim kazanacak savaşı ? -Burada savaş mı var ? -Ya ne var…?  Biri söyleyecek biri dinleyecek -Yeter uzatma, bak geldiler, sus şimdi çalgı başlayacak…

 -Hoca ne dedi ?

-Laf bitince ya savaş başlar, ya müzik, biz müziği tercih ettik, dedi.

-İyi dedi de, ben bir şey anlamıyorum. Böyle müzik mi olur…?

-Bu müzik değil, müzikli şiir. Hoca ney eşliğinde şiir okuyor, Dinlersen anlarsın, eski zaman besteleri okuyorlar, anlamazsan uyuyabilirsin, ışıklar yanınca ben seni uyandırırım. Belki uykuda daha rahat anlarsın**, bilinçaltın** ses duyar mı senin…? -Olur, sen de o biçim kıyaksın haaa… hadi ben uyuyacam.

-Saati kurmadan yatma.  Â

Hocanın bu konserlerde iki taktiği var, birincisi baştan ağır parçalar okuyor, sıkılanlar çıksın diye, sonra geri kalanlarla haşır neşir oluyor. İkincisi salona hafif bir ışık koydurup sahneden bakıyor, uyuyanlar uyansın, kötüler utansın diye… Her ne oluyorsa oluyor. Ama şu salon konserleri başladığından beri adamın rahatı yok. Acaba eskisi gibi Tekke köşelerinde okusak mı ?  yoksa koca koca salonlarda halkın önüne çıksak mı ? diye uzun zamandır karar veremiyor.

Bu laf uzayınca Olmaz Hoca'ya dedi ki: “Hoca sahneye çıkma… şeytanları azdıracak**, teröristleri** kızdıracaksın, kimse seni yürekten dinlemiyor**.** Ne yürekten nasibin kaldı, ne kürekten ”  Olur dedi ki: “Hoca sahneye çık, yüzlerce kişinin içinde belki birkaç dinleyen olur. Sana dua ederler, bir de ola ki, evliya nazarı değerse çaldın düdüğü. “Kümmel insan içre binde bir insan” demiş Kuşadalı, unuttun galiba.”  Hoca dedi ki: “unutmadım, ama senin o Olmaz var ya, canımı sıkıyor”

İki Kardeş Fransız

kopyasi-dsc00170.JPG                                         Â

-Hocanın yanındaki kim ? -Hangisi ? -Şu saçlı sakallı, gaaak guk. -O bir Fransız, Pierre Marie, yanındaki de oğlu Gallahat,  sen Fransızca bilir misin ? -Kargaca’dan başka dil bilmem, -Onu da konuşamazsın ya… -Sen işine bak lavuk, gaaak gaaak. -O Hoca’nın kırk yıllık Fransız dostu, Türkiye’ye  ilk geldiğinde çıta gibi bir yaratıktı, on yedi yaşındaydı şimdi elli yedi yaşında… Lizbon’da oturuyor, iki**, oğlu** bir kızı var…

-Burada ne arıyor ?

-Konsere geldi…

-Ne konseri ?

-Şapşal karga, Hoca Kutsi Erguner’le geçen hafta konser verdi ya…Duymadın mı ?

-Bana ne konserden, sen gittin mi ?

-Salonu bulamadım, sen gelseydin giderdim. Gaaak guuuk.

-Adam dünyanın bir ucundan gelmiş, sen salonu bulamıyorsun. Yanındaki de oğlu mu ?

-Evet iki oğlundan biri, otuzbeş yaşında, bir oğlu daha var. Bunların anaları Irlandalı, sakın İngiliz deme kafanı delerler.

-Ne iş yapıyor o adam…? Gaaak guuuk. Tıss

-Sinemacı, belgeselci, kırk yıl önce, sırtında kameraları ile İstanbul’a  geldiğinde Hoca onu bir şeye benzetememişti, o zaman sordu:

-Seni kimler yolladı ?

-Hervé Baley ile Daniel Ginat, dedi çocuk.

-Bunlar Paris’li iki mimardı. Hoca dört yıl önce onlarla Konya törenlerinde tanışmıştı… Her ikisi de Mevlânâ Şebi Arûs törenlerine ilk defa katılan yabancılardandı. Gurdjieff ekolü mensubuydular. Biri yakında öldü, diğeri Fas’ta yaşıyor. Onlar Hoca’nın en eski Fransız arkadaşlarıydılar. Şu gördüğün Pierre Marie’yi  gönderenler de onlardı. Gaak guuuk. Sinemacı aşırı zengin bir firma sahibinin oğluydu. O yıldan sonra her sene İstanbul’a geldi. Hoca Paris’e gittiğinde onun evinde kalırdı. Pierre Marie’nin bir de ağabeyi vardı, Patrice Goulet, o da mimardı. Hoca zaman içinde bu iki kardeşi yönlendirdi. Biri 1971’de Mevlevîlerin ilk ve en mükemmel belgeselini yaptı. Kırk yıldan beri daha iyisi yapılamadı. Gaaark. Sonra 1978’de rahmetli Hacı Muzaffer Ozak’ın ilk belgeselini yaptı. 20 dakikalık filmin adı “Cerrahî” ydi. Onun da şimdiye kadar eşi yapılmadı. Gaaark.Â

-Dur Fazilet izleyemiyorum. Ben bu kadar şeyi aklımda tutamam… Sonra ne oldu ? Gark. -Ne olacak, adam birkaç film daha yaptı ama kalite merakından zengin olamadı. Ne şöhret kazandı ne para… Sen anlamazsın ama Rezalet, yine söyleyeceğim. Bu adamın, bu alanda özellikle ikinci filmi olan “Cerrahî” olağanüstü bir yapıt. “Mevlevî” nin mükemmel görüntülere dayanan göreceli kolaylığı yanında, Cerrahî’nin planş bağlantılarından doğan kompleks ve çapraşık yapısı, Pierre Marie’ýi yıldırmadı. Adam o filmde inanılmaz bir başarı düzeyine ulaştı. Dünya bir belgesel klasiği kazandı.

-Neden, nasıl oldu  ?

-Sinemacı’nın kendisi de derviş olmuştu da onun için… Guuuurk. Tısss.

-Ya ağabeyi ne oldu ?

-O da İstanbul’un o sırada henüz ayakta duran ahşap evlerinin binlerce resmini çekti. Başında bulunduğu “ Bu günün mimarlığı” isimli ünlü Fransız mimarlık dergisinde yayınladı. O yıllarda kimsenin aldırmadığı ve madrabaz betoncu şehir kaatillerinin  buldozerlerin ucuna  takıp yok ettikleri o muhteşem sivil mimari örneklerini dünyaya tanıttı. Son zamanda o evlerden geri kalabilenlere yerlilerden biraz ilgi arttıysa, bu olayın öncüsü Patrice Goulet’dir. Gark. Gurk Şangırrrr (Ümitsizlik sesi)

-Hocaya söyle de, bunları yazsın…Gark

-Ne yazacak, sana bana bile söylemez… Aklında ne kaldı ?

-Hiç… -Bana da hiç, hadi uç git bir harabe bul da kon, belki yiyecek bir şeyler bulursun. Gaaark. Gurk.Takkk, Takırrr. Tısss. Â