Hayır Senden gelir

cek.bmp

Çekirgelerin şahı Düz yaşamın ilahı Gören gözler görmezse Duyan kulak duymazsa

Senden ne hayır gelir Senden hep hayır gelir

Yusufçuktan habersiz Aşktan meşkten nasipsiz Kuyuda yaşar dipsiz Varlığı da sebepsiz

Senden ne hayır gelir Senden hep hayır gelir

Çekirgenin huyuna Yandım çıtır boyuna Pek bulanmış suyuna Dalmış sonsuz oyuna

Senden ne hayır gelir Senden hep hayır gelir

Dünya yansa tınmıyor Üstüne alınmıyor Göz görse de bakmıyor Kafayı hiç takmıyor

Senden ne hayır gelir Senden hep hayır gelir

Yusufçuk pek sıkıldı Çevresine bakındı Sabır zırhı takındı Güzel günler yakındı

Hayır Senden gelir. Senden hep hayır gelir

"Üsküdar'a Giderken" Öldü

erthakit1.jpg

"Üsküdar’ a giderken aldı da bir yağmur” şarkısını Türkçe söyleyerek bir zamanlar ülkemizde şöhret kazanan Amerikalı zenci şarkıcı Ertha Kith 81 yaşında öldü. Dinince dinlensin. Müteveffa’nın ülkesine, çevresine ve insanlara hizmeti varsa son yolculuğunda rehber olsun.

San’atçılar halkın gözünün kulağının, duygusunun emanetçisidirler. Halk duygularını onlara emanet eder.  San’atçılar bu emaneti yolunda, yordamında kullanarak zamanı geldiğinde sahibine iade ederler. O sırada san’atçı halkın gözü, kulağı ve dilidir. Halk dünyaya onların gözü ile bakar, sesleri onların kulağı ile dinler ve söylemek istediği şarkıyı onların diliyle seslendirir. Halk resim yapmak ister, boyayı bulamaz, fırçayı tutamaz, ressam onun  adına o işi yapar. Halk şarkı söylemek veya  çalgı çalmak ister, üstesinden gelemez, müzisyen unun adına o işi yapar. Amerikalı şarkıcı Bing Crosby “Ben şöhretimi benim gibi şarkı söylemek isteyen fakat beceremeyenlere borçluyum” demiştir.

Kendi ülkesinde Ertha Kith meşhur muydu ?  değil miydi ? bilemem ama şarkıcı o yıllarda bizim ülkede çok tanınmıştı. Bu tanınma “Üsküdar’a giderken” şarkısı ile ilgili değil, bu şarkıyı bu hanım’ın “neden söylediği ? ” ile ilgiliydi. Yani ortada müzik değil müziğin ötesinde bir şeyler vardı. Biz o zamanlar hep İngilizce, İspanyol’ca, İtalyanca şarkılar söylüyorduk. Bir yabancının bizim şarkıları söyleyeceği ise hiçbirimizin aklına gelmiyordu.

Günün birinde çarpık bir ağızdan “Üsküdar’a giderken" i duymaya başladığımızda şaşkına dönmüştük. Ayrıca şarkıcı eserin bir yerinde Türkçe güfteyi bir kenara bırakıyor, düz ingilizce’yle Türkler hakkında bir şeyler söylüyor ve o bölümü “O… Turcs” diye bitiriyordu. Bu konu da tam  anlaşılmayarak şarkıya, aşırı bir gizem katıyordu… Gündemsiz bir sırada olacak, ülkede, koskoca bir olay olmuştu, bayan **Ertha Kith’**in “Üsküdar"ı söyleyişi...

**TV’**nin olmadığı ve her evde **radyo’**ların şimdi olduğundan çok daha itibarlı sayıldığı bir çağda, uzun süre gündemden düşmedi şarkı. Türkiye’de henüz “long play: uzun çalar ” veya “micro sillon” denen 33,5 devirlik plaklar ortada yoktu. Memleket eski “taş plak” çağını yaşıyordu. Sanırım bu alanda ünlü Odeon firması şarkıyı taş plak olarak üretti ve piyasaya sürdü. Telif’ini satın aldı mı ? bilmem  O yıllarda müzik hukuku da henüz doğmamıştı.

Pek hoşumuza gitti bir Amerikalı’nın Türkçe şarkı söylemesi… San’atçının ağzı Türkçe’ye yakışmıyordu, ama olsun ‘ söylüyordu ya Türkçe, dinlerken kendimizden geçiyorduk… Ertha Kith özellikle, her dilde ayrı bir ses karakteri gösteren “e” harflerini, İngilizce entonasyonla çıkarıyor, ezdikçe eziyordu. Kadının dilinde “e” ler, iyiden iyiye “i” ye dönmüştü. O da olsun ! yeter ki bir yabancı bizim şarkıyı söylesin.

adamo_.jpg  Aradan kırk yıl geçti ? Hala düşüyorum. Acaba biz, ben ve Türkler bu işe  neden bu kadar sevinmiştik ? Daha sonraki yıllarda İtalyan asıllı Adamo da gelmiş “her yerde kar var… “diye Türkçe bir şarkı söylemiş ama o şarkı Ertha Kith’in “**Üsküdar’**ı” kadar meşhur olamamıştı. Anlaşıldığına göre biz  o sırada topluca “ezik” bir dönemden geçiyorduk. Bir yabancı kültürün saldırısına uğramış ve gerilemiştik. Amerikalı her yanımızı sarmış ruhumuzu ele geçirmişti… O Amerikalı bizim şarkımızı söyleyince de biz sevinçten ağlamaklı olmuştuk.

Olayın bir boyutu daha var: hem Ertha Kith, hem de Adamoe” harflerinin canına okuyunca o kişilerden sonra icat olunan “Türkçe sözlü hafif batı müziği” parçalarındaki tüm “e”ler de “i” ye dönüşmüştü… Şarkı dilimizi ele geçiren bu “virüs” halen devam etmektedir.

Bayan Ertha Kith müteveffa oldu. Bundan sonra Türkçe şarkı söyleyecek Amerikalı şarkıcı çıkar mı acaba ? İngilizce şarkı söyleyen Türklerin devam eden bolluğunda Türkçe şarkı söyleyecek tek bir yabancı daha çıkarsa yine de sevinecek miyiz dersiniz ?

Sefer der vatan

nur.jpg

Nurdan doğdu  aşk Aşktan doğdu  nur Aşk da, nur da,O’dur

Aşkın adı var Canın tadı var Kalbin feryadı var

Ruhun bedeni Canın kefeni Bedenin nedeni

Aşktan geldi can Sefer der vatan Sıvadan el aman

Can pazarı bu Aşk gülzarı bu Gönül hızarı bu

Satarım canı Dökerim kanı Akibet encamı

Candan geçenler Nuru seçenler Bekâyı biçenler

Sus ve dinle

arpa.jpg

Bir nebze yaşadım da gördüm ki, Pek kısaymış ömür. Bir lahza döndüm de baktım ki, Bir arpa boyu yol gitmişim.

Hani yirmi yaş ? nerede otuz ? Ya kırklı yıllar, elliyi de anlamadık, Bir soru sordular yirmisinde, Cevabını verdim otuzunda,

Kırkların sorusu aklımda kalmadı, Ellinin hesabı da tutmadı.

Bir başka sual ettiler sonunda Daha cevap yok ! bilmiyorum. Var mı bilen söylesin ? Bilmeyen sussunSusmaktır,  bu sorunun hak ettiği cevap.  Susmaktır cevapların en koyusu… Sus ve dinle. Sustukça konuş.

Olmaz maneviyat öğreniyor

mezarlik.jpg -Öyle şey olmaz… -Ne olmaz ? -Senin dediğin olmaz. -Ben olur olmaz demedim ki, oldu dedim… -Gördün mü ? -Gördüm ki söylüyorum. Sen görmedin, olmaz diyorsun… -her şey, her zaman gözle görülmez, bazen kafa  göz olur -Hay, senin kafana… gördüm işte, -Ne gördün ? -Hoca kendi mezarını ziyaret etti. -Nasıl şey o ? -Çok basit, Hoca ayak parmaklarından ampütasyon oldu ya ? -O ne ? -Canım anlasana, kestiler işte… -Ha evet kestilerdi… ne olmuş ki ? , -Sonra da götürüp gömdüler ? -Hoca’yı mı ? -Yok babamı … -Başın sağ olsun. -Olmaz, sen iyice manyadın…tabii ki Hoca’yı değil, kangren olduğu için kesilen parmakları götürüp Adapazarında Karapürçek köyünün mezarlığına gömdülerdi…? -Hatırladım…sonra ne oldu ? -Hoca geçen hafta oraya gitti, Mezarlığın yanında, yeni düzenlenen Dergâh’larında toplanan Cevherî dervişlerine misafir oldu, o gece Mevlânâ hazretlerinin Şebi arus gecesiydi, Hoca’nın daha önce sikkelerini tekbirlediği genç semazenler sema ettiler, neyler üflendi kudümler vuruldu, ilahiler okundu, dualar yapıldı, sonra çaylar sohbetler… -Biz neden gitmedik…? -Seni ne yapsınlar orada ? dur dinle… vakit ilerledi dağılma saati geldi, Hoca kalabalıkla kapının önüne çıkınca yolun karşısında uzanan mezarlığa gözlerini dikti. Karanlıkta mezarları bir bir inceliyor bir işaret arıyordu, yanında duran **Ubeydullah’**a  –nerede  ? dedi. Zekî delikanlı anlamıştı –Hocam burası çok karanlık, gece gidilmez, bir gündüz vakti gideriz, dedi. Delikanlı temmuz ayında ameliyathaneden çıkarken siyah bir naylon torbaya konarak Hoca’ya verilen sağ ayağının kesik beş parmağını iki arkadaşıyla aynı gün getirip buraya gömen kişiydi.. Hoca dedi ki –Devamı gelince de oraya gömün… Adil Hoca -Merak etme dedi, bakarız. -Olmaz ! -Neden olmaz ? -Çünkü   **Hoca’**nın yeri hazır… Emri Hakk vukuunda O’nu Üsküdar’da Sultantepesinde **Özbekler Deregâhı’**nın haziresine gömecekler… -Yol uzun nasıl götürecekler ? -O kendi gider. -Ölü yürür mü ? -O yürür… -Nasıl ? -Şeyhi o’nu alır götürür. -Olur sen bana diyorsun ama, sen de iyice manyadın, neler söylüyorsun sen ? aklını mı oynattın ? -Sen maneviyat bilir misin ? -Bilirim. -Hayır bilmiyorsun…bilsen böyle konuşmazsın. Biraz düşün.  
 
**-Özbekler Tekkesi'**nde **Hoca'**nın kendi yeri var mı ? -Hayır yok O'nu Derviş Tufan'ın koynuna verecekler, sağlığında araları iyiydi. -Derviş Tufan da kim ? -Üsküdar'da Sandıkçı Tekkesi'nin kahvecisiydi, **Şeyh Haydar'**ın müridi. -Anlaşırlar mı ? -Çok iyi geçineceklerinden hiç kuşkun olmasın.

ipage_1_0.jpg

Nezih Uzel ve Derviş Tufan Üsküdar 1974

Dehr-i dûna yuf

mehmet_nazim_pasa.jpg

Remz-i nükât-i nâyi duyan Mevlevîleriz

Savt-ı rubâb-ı aşka uyan Mevlevîleriz

Hubb-i sivâyı şöyle koyan Mevlevîleriz

Biz dehr-i dûna yuf okuyan Mevlevîleriz.

Nazım Paşa

(1854-1927)

İçten anıldı adın

f_49m_1fd9ef9.jpg

Ne içli bir dua, ne içten bir ah

Uyuyor serviler altında dergâh!..

Kaç kere gönlümü dinledi bu yer

Tek tük kandillerde yorgun alevler

Titriyor gecenin sert rüzgarıyla

Gece sanki sönen yıldızlarıyla

Gölgeli dergâhın dolmuş içine...

Bir inilti, bir ses**... Bu yalvarış ne**?

Ya Rabbi, ne içten anıldı adın!..

Ölmeden öl! diyen bir itikadın

Gönülden duyarak ulu sesini

Ruha şifa sunan felsefesini

Biri zikrediyor dergâhta işte

Göklere yükselen bu inleyişte

Elemi gizlidir bir ah u vahın

Çoktan dervişleri yattı dergâhın..

Bu yalvaran kimdir, kim bu zikreden?

Yoksa ağlıyor mu gönlüm bilmeden!

Gönül! Bu inilti senden mi geldi?.

Hayır, işte o ses yine yükseldi

Yine yalvarıyor, yine ağlıyor

Gözümü dumandan eli bağlıyor

İçimde yakılan bir buhurdanın...

Vuruşu duruyor kalbimde kanın

Bir hayalet oldu yanan benliğim

Bu kuvvetli ruh kim? Bu zikreden kim?

Kim bu varlığımı kendine çeken?..  Şimdi bir zulmette gölge gibi ben.

O yalvaran sese ilerliyorum

Benliğim ölmeden öldü! diyorum...

Böyle yürüyerek geçtikçe her an

Gitgide geliyor sesi yakında Gitgide sinerken ben gölgeler Yorgun ayaklarım çarptı bir yere Titredim bir taşa ani temasla  Ömrümde bu kadar korkmadım asla

Sanki ta kalbimi bir bıçak yardı...

Önümde bir küme karanlık vardı

Bütün varlığımı bir an unuttum

Yavaşça eğilip o yeri tuttum

Dergâh kuyusunun duvarıydı bu...

Yeniden benzimi sararttı korku

Burdan geliyordu o iniltiler!

Gönülde titrerken şüpheli bir yer

Allaha yalvaran, Allahın adı

Beynimin içinde uğuldadı

Sanki bir dakika çarpmadı kalbim

Ey ulu Allahım, ey ulu Rabbim!.

Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi?

İçine eğildim... Anladım şimdi

İsm-i Celalini candan andıkça  Yer yer yükselerek çalkalandıkça

Kuyunun zulmette parlayan suyu...

Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu!...”

Nazım Hikmet                                  (1902-1963)

Ya Atatürk çıkmasaydı

anafartalar.jpg

Eğer bir zamanlar Türk vatanında Atatürk çıkmasaydı 1918 sonbaharında İstanbul’u işgal eden müttefik savaş gemileri “geldikleri gibi gitmezlerdi…” Irak’ı işgal eden Amerikan ve İngiliz birliklerinin geriye gitmedikleri  ve gitmeye niyetleri olmadığı gibi…

Eğer bir zamanlar Türk vatanında Atatürk çıkmasaydı, cephelerde bozulmuş orduların kaçak kumandanları ülkeyi ele geçiren yabancı işgal ordularının kumandanlarının göğsüne madalya takarlardı, şimdi bazı Iraklı’ların düşmanın göğsüne madalya taktıkları gibi.

Eğer bir zamanlar Türk vatanında Atatürk çıkmasaydı kimse ülkeyi ele geçiren düşmanlara karşı onları kızdırmak pahasına bir kurtuluş mücadesi yapmayı aklına getirmezdi , şimdiki **Irak Parlementosu’**nun milletvekilleri gibi

Eğer bir zamanlar Türk vatanında Atatürk çıkmasaydı işgal yıllarının Damat Ferit başkanlığındaki Osmanlı hükümeti, düşmanın işgalini kutlamayı varlığının sebebi bilir ve düşman saldırısına  şükür ederdi, şimdiki Mâlıkî başkanlığındaki Irak hükümetinin yaptığı  gibi…

Eğer bir zamanlar Türk vatanında Atatürk çıkmasaydı bazı Türkler yabancı orduların ülkelerini işgal etmesini çağdaş medeniyetin gereği zannederler, onlara karşı çıkanı barış düşmanı, vatan haini ilan ederlerdi, şimdiki Irak kabinesi’nin tüm üyelerinin yaptığı  gibi

Eğer Atatürk çıkmasaydı işgal sırasında İngiliz güdümüne girmiş Osmanlı yönetimi İngilizlerin ülkeden çıkıp gitmelerinin ülke yararına olmayacağını söyler ve işgali canü gönülden alkışlardı, şimdiki Irak yönetimi gibi

Eğer bir zamanlar Türk vatanında Atatürk çıkmasaydı bedenen yorgun, ruhen yenilmiş Osmanlı paşalarının verdiği emri herkes dinler, kimse İngiliz uçağına ateş etmez ülkeyi yakan yıkan düşman uçaklarına yol gösterirdi, şimdiki ırak hükümetinin yaptığı gibi…

Eğer bir zamanlar bu ülkede Atatürk ve Balkan muharebesinde, ayaklar altında kalan şerefini kurtarmaya azimli bir grup dürüst Osmanlı subayı çıkmasaydı, Türk vatanı düşman çizmesinden asla kurtulmaz bu çizmeyi vatanın selameti adına yalamayı yeğleyen ruhen ve bedenen yenik o bazı Osmanlı subayları ülkelerinde söz sahibi olmaya devam ederdi, şimdiki Irakta olduğu gibi…

Ve değerli dostlar ! eğer bir zamanlar bu ülkede Atatürk ve henüz bağrında onur ve şerefi  sönmemiş bir grup yürekli, erdemli, askerlikten anlayan arkadaşı olmasaydı, Türk vatanı şerefsiz ve onursuz kalırdı şimdiki Irak gibi…

İnsanlar gibi milletlerin de başına elbette felaketler gelebilir… Bu felaketler onursuzluk ve şerefsizlikle sonuçlanır, ancak toplulukta tek bir şerefli insan kalsa, onun şerefi bir gün topluluğu yeniden şereflendirebilir. Türkiye’de olduğu gibi… Bu Irak’ta da olabilir, ancak Geçtiğimiz kasım ayında ülkelerinde Amerikan işgalinin devamı için oy veren Irak hükümet ve milletvekillerinin ilerde, emri hak vukuunda mezar taşlarına acaba ne  yazacaklar… Şeref mi ?

Şeytanın onur madalyası

goya_cronos.jpg Goya

İblisiyye devletinin başkanı Zebânî, ülkesini yakan, yıkan, insanlarını öldüren, kundaktaki bebeklerini boğazlayan, ak sakallı dedelerini yerlerde sürükleyen, gözü yaşlı ninelerinin canını alan, cesetlerini dipsiz kuyulara atan, ölülerini karanlık mağaralara dolduran, topraklarına yüzyıllarca adam öldürecek zehirler saçan, kuytu yerlere gizli tuzaklar kuran, köşebaşlarına şeytanın çıraklarını yerleştiren, yol üstüne kendi canavarlarını salan, kan içici, ciğer sökücü,  kafa derisi yüzücü, ceset yiyici, kol bacak kırıcı Ye’cüc Me’cüc kavminin lideri  Ekselans **Yorgi Kokmuş’**a ülkesinin en yüksek onur madalyasını taktı. Taktıktan sonra da madalyayı okşadı.

Madalya takımı işi bittikten sonra İblisiye ülkesinin lideri sayın Zebânî ile Ye’cüc Me’cüc kavminin yaşadığı Makarna Çapraşık Devletleri diyarının sabık lideri sayın Yorgi Kokmuş, uzun uzun birbirlerine bakıştılar. Gözlerinde sevecenlik vardı. Ekselans Zebânî, **Yorgi Kokmuş’**a sonsuz minnettarlık duyuyor, bu haşin duygularla kendinden geçiyordu. Sayın **Kokmuş’**un büyük bir dâhi olduğuna inanıyor, ülkesini ve kendisini cezalandırdığına seviniyordu. Ülkesinin ve kendisinin daha pek çok ağır cezalara hak kazandığını düşünüyor. Ye’cüc Me’cüc kavminin bu göreve Tanrı tarafından atandığına inanarak Ona şükrediyordu.

Bay Yorgi Kokmuş da yaşamından memnundu Kavminin, cibilliyetini idrak edecek bir zemin bulduğuna seviniyor, bundan tarihsel bir hoşnudluk duyuyordu. Duyguları bir adım daha atsa Hakk C.C.’nun “Kahhar” ismi şerifine mazhar olduğunu bilecek yaşa gelecekti. Ama bu **vahşî’**nin henüz o taraklarda bezi olmadığına ve beynine o yolda kan yürümediğine göre, onun kader çizgisinde, yakın gelecekte böyle bir olanak yer tutmuyordu.

ps207664_v_150.jpg Şeytanın madalyası

Yorgi Kokmuş, bay **Zebânî’**nin taktığı şeref madalyasını “cennet müjdesi” gibi göğsünde taşıyarak ülkesine döndü. Kendisini başkent Şamşaton kasabasında karşılayan Ye’cüc Me’cüc kavminin ileri gelenleri onu sevinçle kucakladılar,  göğsüne bir madalya da onlar taktılar. Göğsünde yer kalmadı. Adamın göğsü ilan tahtasına döndü.

Bir zaman var ki yeryüzünde **İnsanoğlu’**na bir hastalık âriz olmuştu. Kendini insan zannetmeye devam eden bazı yaratıklar şerefsizlikten yana, densizlikten yana, ruhsuzluktan yana, birbirleri ile yarış eder hale gelmişlerdi. Tanrı onların ruhundan erdemi silmiş, onlar erdemsiz kalan  ruhlarını pazara götürüp satılığa çıkarmışlardı. Ayrıca bu acaip yaratıklar toplulukların önüne geçmişler ne sebeptir bilinmez topluluklar tarafından yüceltilmişlerdi.

Aradan pek çok yıllar geçti. Ne Zebânî, ne Yabânî ne Yorgi Kokmuş ne de O’nun lanetli kavmi artık yeryüzü ufkunda görünmez olmuşlardı. Onlar insanlığın yüce geçmişinde bir kara leke olarak kalmışlar, isimleri yok olmuştu. Kimse onları hatırlama zahmetine dahi katlanmıyordu. O’nlar yaşarken de yoktular. İnsan oğlunun bilinçaltı o yaratıkları unutmayı şerefine daha uygun görmüştü.  Bazen onları tarihçiler hatırlıyor utanıyor ve üzülüyorlardı.

Ben de utanıyorum, bir zamanlar dünya sathında böylesine iğrenç insanların yaşamış olduklarını aklıma getirmek istemiyorum. O çağ dinasorlar çağı gibi çok eskilerde kalsın, artık öyle bir zaman hiç geri gelmesin diyorum.

Ne dersiniz ?

Ne İstersen ol !

yusufcuk.jpg

Günler, geceler boyu bekledi Yusufçuk Kalender’de ne bir ümit ne de bir soluk Sanki kurumuştu, Çekirgenin bedeni Yusufçuk bilmedi, nedir bunun nedeni.

Kalender sustukça susuyor,  konuşmuyor Yusufçuk bu sonsuz çileye alışmıyor Bataklıkta bir gün olmuştu bir hareket Yusufçuk sevindi -işte dedi bereket

Hareket bereketin tek anahtarıdır aklı olana bilgeliğin ihtarıdır

Kalender oynadı, kımıldadı, gerindi Yusufçuğun duygusu o an  çok derindi Kalender dedi ki –Yusufçuk, beni sıkma Yolumdan çekil, durmadan yüzüme bakma

Öyle bir ah ! çekti ki Yusufçuk derinden Bahtı gittikçe kararıyordu kederinden Ben sana değil, senin aşkına vuruldum Bu işten bil ki, ben de çok, pek çok yoruldum

Elden ne gelir dostum, aşka tav olmuşum Sen ne istersen ol, ben yanmış  kav olmuşum Benim kanadım ince senin aşkın  kalın Ey beni dinleyenler sağlıcakla kalın