Söyle, Suç kimde ?

Mevsim bahardı, tanışmıştık.
Mevsim güz oldu ayrıldık.
Ama ben hep baharı anımsadım,
Sen sanırım güz’ü…
Bu durumda söyle bakalım:
Suç kimde ?

Geleceği pek parlak

Narin, nazik, ince belli
Seni sevmediler belli
Acep
nedendir bilinmez
Belleklerden hiç silinmez
Ham sofu dangalak
Geleceği pek parlak
Oysa ki dünya yuvarlak
Dönüp duracağı yer
Tostoparlak

Kargalar Panik oldu

-Rezalet ne gördün ?
-Bir sürü örtülü kadın…
-Başka ?
-Bir de sakallı erkek… Gaaak guk.guruk (Hayret sesi)
-Başı bağlı mıydı ?
-Evet beyaz örtülü, üstünde simit var, dört köşeli…
-Ona simit demezler
-Ya ne derler ?
-Egel
-Egel megel bana ne…
-Sonrasını anlat, gaaaak guuuk…
-Siyah elbiseli, kara gözlüklü bir kalabalık
-Onlar neymiş ?
-Sen  daha iyi bilirsin ?
-Koruma ordusu… neyse, gaaak guuk.

-Başka ?
-Hepsi birden göl kenarındaki otele girdiler, kapıda siyah arabadan geçilmiyor, katları doldurdular, oteldeki müşteriler dışarı atıldı,
-Neden ?
-Yeni gelenlere yer açmak için…
-Karşı gelen oldu mu  ? Gaak guruk.
-Olmaz mı ? dinleyen kim, herkes yaka paça dışarı…
-Nereye gitti atılanlar ?
-Başka otele…gaark gurk…bu kasabada bu çeşit otelden çok var… Yenisi de yapılıyor gaaak, birkaç yıl sonra göl’ün bu yakasına sıra sıra bu otellerden dizilecek…Burası olacak Kopakabana…
-Ne çeşit **otel ?
**-Fuhuş oteli…
-Yine başlama ? pis karga, mendebur karga, rezil karga ?
-Sen söylettin, ben t****erbiyemi takınmaya uğraşıyorum…. Gaaak guuuk
-Hiç uğraşma, sen terbiyesizin tekisin ?
-Sen de fitnenin şahısın.

Fazilet ve Rezalet yine dalaşacaklarını anlayınca tartışmayı bıraktılar, birlikte göl kenarına uçarak koca ağaçların üzerine kondular ve büyük oteli izlemeye aldılar… Aman yarabbi bu kargaların gözleri en keskin kameralardan daha delici, duvarları arkasını görüyorlar… dillerini tutmazsalar başları belaya girer, öyle şeyler gördüler ki, bunların göz mercekleri bir gelişmiş tarayıcıya bağlansa, elde edilecek malzeme uluslararası magazin basınında kuşkusuz Dow Jones piyasası oluşturur.

  İkisi de panik oldu… Rezalet bir ara kendini  tutamadı, Fazilete bir gaga attı, onu konduğu daldan düşürdü, Fazilet zar zor denge tutturup uzaklaşmaya çalışırken Rezalet arkasından sesleniyordu
-Kimdi o söylesene, kimdi ?
-Arap şeyhi…sus kimseye bir şey anlatma seni o korumalar paramparça eder… Tüylerin Arabistana kadar uçar… gaaak, guuuk, takırrr. Tısssss…

İki karga yan yana hiç konuşmadan gölün karşı sahiline kadar uçtular, hiç arkalarına bakmadılar. Eğer arkalarına baksalardı, Lut aleyhisselamın zevcesi gibi taş kesilip ikisi de paaaat diye arzın üzerine düşerlerdi. Bu hikaye de Sodom ve Gomorre öyküsüne ilave edilirdi.

Sonsuza Ulaşmazdı resmin…

Nasıl saatlerce baktım **resmine
**Nasıl evirdim çevirdim
Yine **baktım.
**Tarih koymamışım…
Soğuk soğuk terledim,
Ya yanılıp da tarih koysaydım !
O zaman sonsuza ulaşmazdı resmin…
Hep ellerde kalırdı
Yazık.

Ölme olur mu ?

O sol gözündeki **pırıltı
**Bana neyi hatırlattı
Biliyor musun ?
Hiç ölmeyecekmişim sanki,
Hep o pırıltıya bakacakmışım.
Sen de ölme olur mu ?
Hep parlasın gözlerin

Sana doğru yakıştı

Bir damlasın sen,
Dürüst, namuslu, düzgün.
Denize
damlamak istedin,
Denizim dedin, yanlışlıkla
Yalan söyledin.
Sana yalan yakışmıyor.
Damladın ya,
İşte o zaman.
Denizim dedin.
Doğru söyledin.
Sana doğru yakıştı.

Mevleviler onsekiz yaşında

 
Hüseyin Tüzün, Konya 1961

Geçtiğimiz cumartesi günü onarımı tamamlanan “Yenikapı Mevlevihanesi” salonlarında Vakıflar Genel müdürlüğü ile Mevlevi camiası arasında gerçekleşen tarihi istişare toplantısında Devlet yetkililerinin karşısına iki sıra dizilen Mevleviler onsekiz yaşındaydılar.

Genç, terütaze, dipdiri, canlı ve heyecanlıydılar. Yedi yüz yılın birikimi ile içleri enerji doluydu. Bu enerjiye Hazreti Mevlana vaktiyle “aşk” adını takmıştı. Mevlana eski zamanda aşkın tarifini de vermişti: “ben ol da bil…” diyordu. O ise bir aşıktı. **Yaradan'**ın izni ile Yaradan’ın yolunda ve sonsuzluğa doğru…

Devletin sağında, masada Mevlevi ailelerin bu gün yaşayan torunları vardı. Başta hz. **Mevlana’**nın 22. göbekten iki devamı yer almıştı: Esin ve **Faruk Hemdem Çelebi’**ler. Daha ilerde **Yenikapı Mevlevihanesi’**nde 190 yıl post tutmuş Kütahyalı Ebubekir Çelebi ailesinin son torunu Marmara Üniversitesi matematik doçenti Baki Baykara yer alıyordu. Onun hemen yanında Eskişehir Mevlevihanesi şeyh torunları vardı. Masanın  bu tarafında yer alanların çoğu, yüzlerce yıllık Mevlevi şeyhlerinin ve Mevlevi ailelerin bu gün yaşayan torunları veya akrabalarıydılar. Devlet “hadi…” dese bunlar vaktiyle atalarının zorunlu olarak terk ettikleri dergahlarının başına geçerler ve yedi asırlık hizmet, modern şekliyle kaldığı yerden devam edebilirdi. Muhteşem bir manzara seyrediyorduk.

Devletin solunda ise yaşamlarını ve cümle gayretlerini bir ömür boyu Mevlevilik hizmetinde harcamış, harcamaya devam eden ve harcamaya gönüllü ailelerin devamı yer almıştı. Bunların arasında Mevleviliği birkaç nesle öğreten, büyük bilim adamı, Mevlevi dervişi, rahmetli **Abdülbaki Gölpınarlı’**nın oğlu göze çarpıyordu. Onun yanında **Türkiye'**ye ney sazını tanıtan Niyazi Sayın vardı. Oradaki tüm diğer kişilerin de nesepleri kurcalandığında geride daima, Mevleviliğin onuru olmuş ve bu gün fani hayata veda etmiş büyük tarihi isimlerin çıkacağı şüphesizdi. Masanın karşı sırasında yer alan Mevlevi aileler o gün, orada, insan geninden yürüyen ve yürümeye devam eden bir kültürün muhteşem manzarasını seyrettiler.

Günümüzde uluslar arası şöhrete kavuşan Konya Mevlana İhtifali elli yıl önce 1950’lerin başlangıcında adı geçen Mevlevi aileler tarafından kurulmuştu. Bunların arasında **Yenikapılı’**lar başı çekiyordu. O sırada Konya il halk kütüphanesinde yapılan anma törenlerinde, Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi **Abdülbaki Baykara’**nın iki oğlu Gavsi ve **Resuhi Baykara’**lar görev almıştı. 1958 şebi arusunda, rahmetli **Gavsi Baykara’**nın postnişin olduğu bir sema  sırasında kardeşi Resuhi Baykara, onun oğlu, o yıl 8 yaşında sema çıkarmış olan Baki Baykara, İstanbul’un beş Mevlevihanesinden biri olan Eyyübsultan Bahariye Mevlevihanesinin son şeyhi Selman Tüzün ve oğlu Hüseyin Tüzün salonda semazenlerin arasındaydılar. Mutrıb’ta Yenikapı ve Galata Mevlevihaneleri kudümzenbaşıları Sadedin Heper ve Şakir Çetiner, Galata Mevlevihanesinde ney üflemiş eczacı  Halil Can bey, neyzenbaşı olarak kalabalık mutrıb’ta yerlerini almışlardı. Semazenlerin çoğu Sivas, Afyon, Kütahya ve Manisa Mevlevihanelerinin son dervişleriydiler. O gece, o salonda, Mevlevi Ayini icrasında, vazife gören herkes eski Mevlevi ailelerin çocukları veya yakınlarıydı.

Bu muhterem kişilerin çoğu bu gün hayatta değiller. Hayatta olanlar ise asla yaşlanmadılar. Ruhları hep genç kaldı. Onların yaşları on sekizi aşmadı. Görevi ise giderek bedenleri genç olan yeni nesillere devrettiler.

Onsekiz Mevlevilerde uğurlu bir rakamdır. Mevlevilerin kendileri de uğurludur. Günümüzün toplumunda kendilerini yanlışlıkla Mevlevi sayanların da bir gün uğur ve feyz sahibi olacakları umulur.

Devlet Mevlevilerle barıştı

Önemli bir gün yaşandı. Cumhuriyet idaresi ile 1925 tarihinden bu yana arası açık olan Mevleviler, 84 yıl süren küskünlükten sonra, geçtiğimiz 31 ocak 2009 Cumartesi günü barıştılar. Yeni Türk devleti, 700 yıllık Mevlevi kültürü ile yeniden nikah tazeledi.

Kutlu olsun… Hayırlı olsun. Allah diğer küskünlere nasib etsin. Bu tarihi günde **Cenabı Mevlana’**nın kanını, gen’ini, DNA’sını 700 yıldır taşıyan Çelebi sülalesinin son evlatları; Mevlevi, kültürünün 400 yıllık  dede ocağı, İstanbul’da, sur dışında Yenikapı Mevlevihanesi’ nin 150 yıllık ailesinden son **postnişini’**nin torunu ve ömürlerini bu yolda harcamış, Mevlevi kültürünün gelecek nesillere aktarılmasında en değerli  hizmetleri ifa etmiş kişiler, iki taraflı uzun bir masada karşı karşıya oturdular. Ortalarında Devlet… Bir bakan, müdürler  ve üst düzey yetkilileri…

Devletin sağ tarafında Mevlevi aileler, sol tarafında Mevlevi canları yerlerini aldılar. Toplantı, onarımı sona eren **Yenikapı Mevlevihanesi’**nin ne şekilde kullanılacağına dairdi. Bu onarımı büyük bir başarı ile sona erdiren TC Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu müdürlüğün bağlı olduğu Devlet Bakanlığı, 11 aralık 1925 ve 677 sayılı kanunun kabulünden bu yana varlığını resmen kabul etmediği Mevlevi toplumuna, yeni tamir edilen tekkelerinin nasıl kullanılacağını soruyordu. Böylece şanlı devletimiz, bu gönlü kırık topluluğa yeniden bir var olma hakkı tanıyor, manen hukukunu tasdik ediyor, Devlet ve Camia arasındaki soğukluğu sona erdirmiş oluyor ve tarihsel barışma, o gün orada gerçekleşiyordu.

Cevabın ilki her zamanki gibi yine bir resmi kuruluştan gelmişti. Birkaç yıl önce yaşama giren “Uluslar arası Mevlana Kültür ve San’at” vakfının yöneticileri, önerilerini dile getirdiler. Gerek toplantının içinde gerçekleştiği Yenikapı Mevlevihanesini, gerekse ülkenin çeşitli yerlerinde onarımı tamamlanan veya tamamlanmakta olan Mevlevihanelerin, ciddi bir kuruluşla tek elden yönetilmesi ve konuya bilimsel nitelik kazandırılması başlıca düşünceleriydi.

Daha sonra toplantıya katılan elliye yakın kişi sıra ile söz alarak  kendi görüşleri ve tekliflerini dile getirdiler. O sırada yetkililer devamlı not alıyor ve öne sürülen görüşleri saptamaya çalışıyorlardı. Bu çalışmanın sonunda ortaya çıkan ve gruplandırılan önerilerin ışığında, Mevlevihane’nin gelecekteki işlevi belirecek ve kuruluş çağdaş bir görünüme kavuşturularak yeniden Türk insanının kültür hayatındaki vazgeçilmez yerini alacaktı.

Türkiye’de son yüz yılda sislenen Mevlevi kültürünün yeniden filizlenmesinin iki otuz yılı yaşanmıştır. Bu dönemin öncesi 1935 yılından başlayan mirasın tesbiti, tanıtılması ve dünyaya sunulması dönemidir. İkinci otuz yıl ise ulusal alanda ve eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yıkılan, yanan, harab olan ve ortadan silinen Mevlevihanelerin yeniden tamir edilerek ayağa kaldırıldığı dönemdir. Bu dönem devam etmektedir. Bundan sonra yaşanacak dönemin, bu Mevlevihanelere işlerlik kazandırılma dönemi olacağı ve buralarda kökü **Mevlana’**ya, dolayısıyle yüzlerce yıl öncesine dayanan çağdaş bir Mevlevi kültürünün  hayat bulacağı  kaçınılmaz gibi görünmektedir.

Mevlevilik öyle bir insanlık birikimidir ki, bunun üzerinde hiçbir yabancı madde yer tutamaz . Bunun üzerine düşen her kötülük, gürül gürül yanan bir sobanın üzerine düşmüş kar tanesi gibi anında buharlaşarak yok olur. Korkulacak bir şey yok… Ne oteldeki sema, ne de halıcı dükkanında müşterilere sema eden çakma semazenler kimseyi tedirgin etmesin. Onlar hazreti **Mevlana’**dan bize ulaşan ve “neyi yapmamız gerektiğini” bizlere anlatan manevi işaretlerdir. Onların görevleri budur. Bir kahvehanede veya halıcı dükkanıında sema edilmemesi gerektiğini onlar olmasa, biz nereden öğrenecektik ? Bilginin ve feyz’in en koyusu, çilesi çekilerek kazanılan bilgi değil mi ? Biz onları duyduk, gördük, içimiz yandı ve işi derinlemesine öğrendik. Çoluk çocuk bile, herkes dahil öğrendi, daha unutmayız.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet bakanlığı ve bu bakanlığın uhdesindeki TC Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkililerine sevgi ve saygılarımı sunarım, onlar seksen yıllık son Türk devletinin, yedi yüz yıllık Mevlevilere uzanan dost elidir. Bu mutlu sonucun başlangıcını yabancı dostlarımıza borçluyuz. Onlar ellili yılların başında  Mevlevileri devletimize işaret ederek “bunları unutmayın…” diyen ilk kişiler oldular. Devlet kabul etti. Bu kabul otuz yıl sürdü. Sonra ikinci otuz yılda  Devlet tekkelerimizi tamir etti, şimdi sıra yıkık gönüllere geldi. Bundan sonra hayırlısıyla gönüllerimizi tamir edecek. Sağ olsun.

31 ocak 2009 Türkiye Mevlevilerinin devletleri ile barıştığı gündür. Bu bir  “ihya” günüdür. Öylece tarihe geçse yeridir.  Kutlu olsun bu “ihya” günü. Yıllarca unutulmasın. Kutlu olsun bu mutlu  “Ateşkes Andlaşması…”

Darısı yeryüzünde, birbiri ile anlaşamayan diğer devlet ve halkların başına.

Yusufçuk kendisiyle barışacak

Bir hayal peşindeydi Yusufçuk
Aklı
başından bir karış uçuk
Kalenderde aşk vardı az buçuk
Neye yarar ki ruhu çok küçük

Nice günler bekledi **Yusufçuk
**Derdine dert ekledi Yusufçuk
Felekten kelek yedi **Yusufçuk
**Uzun zaman tekledi Yusufçuk

Şimdi arkasında bir kambur var
Kırık gönlünde kalın bir ur var
Nefsinde delinecek bir sur var
Kalenderde ise hep kusur var

Git Yusufçuk, durma buralarda
Yarin ara başka diyarlarda
Bataklık kalsın rüyalarında
Kendinle barış hülyalarında

Beyaz adamın çöküşü

Her rejim öncekinin hatâları üzerinde yükselir, sonra kendisi hatâ yapmaya başlar. Her değişim bir sancının sonucu ve bir kötülüğün gerekçesidir. Amerikalılar şimdi Obama’yı başkan seçtiler, Obama, Bush’un hatâlarını kendine siyasî sermaye yaptı, şimdi onun yaptıklarının tersini yapacak. ilk önce hapishaneyi kapattı, bir süre sonra başka isim altında yeniden açacak,  böylece ara sıra ümit şırıngasına uğrayan ve bundan da hiç şikayetçi olmayan halk kitleleri, bir zaman sonra bir başka yalancının tuzağına düşecekler… Toplumlar ümitle beslenir, tuzağa düşmek ise kaderleri.

Devletler kuruluş sebeplerinin dışına çıkabilirler mi ? bir devletin neden kurulduğu, yaşamının inişli çıkışlı surecinde gözlerden uzak düşebilir mi ? Devletin yaşamasında doğrudan çıkarı olan bazıları, rejimin ayakta durması için, önceki rejimin  hatâlarını durmaksızın dile getirerek bunların “unutulmasını” önlemeye mecbur değiller mi ? Evet ! mecburdurlar, böylece eskinin hatâları ile yaşayan yeni rejim, varlık gerekçesini, sürekli canlı tutar. Ayrıca eskinin hatâları unutulursa herkes yeni hatâları görmeye başlar ki bu tehlike, diğerinden de baskındır. Sovyetler birliği çarların hatâlarını unutturmadığı sürece yaşamış, sonra kendi hatâlarına sıra gelince yıkılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın hatâları üzerine kurulmuştur. Şimdi o hatâlar unutulmuş, Cumhuriyetin kendi hatâlarına sıra gelmiştir. Cumhuriyet ayakta durabilmek için yıktığı rejimin sloganı olan “irtica” sözcüğünü, yerli yersiz, kullanabildiği kadar kullanacak, sonra o sözcük unutulduğunda, başka bir sözcük aranacaktır. Bulunmazsa, başı derde girecektir. Devletin varlığını korumak için bir tehlikeden devamlı söz edip bunu canlı tutmak gerekiyor. Bu açıdan Ergenekon bir ümittir. Bu sosyal olay bu ülkede birkaç nesildir  sürüp gidiyor.

İrtica sözcüğü değerini yitirken Ergenekon çıktı. Ne biri ne öbürü varsayımdan öteye geçemedi, ancak devletleri yürütmek zorunda olanlar, hep bu varsayımlardan yola çıkmıyorlar mı ? devletin kendisi de bir varsayımdan ibaret değil mi ? belki de insanların devlete de ihtiyaçları yok ama o “ben varım ve siz bana mecbursunuz” diyor… Devlet adamları“Tehlike olduğu için biz varız” demeye getiriyorlar. “Biz olmazsak siz de olmazsınız” diyorlar. Buna herkes aşk ile yürekten inanıyor.

Amerikalılar devletlerinin itişimi ile dünya jandarması olduklarına inanmışlardır. “Dünyayı ancak biz düzeltiriz” diyorlar. Bu yüzden daha pek çok mahkemeler kurup pek çok suçsuz insanı yargılayacaklardır. Pek çok dürüst insana ceza vereceklerdir. Doğmamışları dahi yargılayacaklardır. Rus Komünistleri ölüleri yargılardı, bunlar daha da ileri gittiler, çocukların doğma hakkını ellerinden aldılar. Kendilerini her şeye yetkili sayıyorlar. Seçtikleri başkanlarının suçu, kendi suçlarıdır. Başkanlar orada ulus adına  karar veren birer devlet memuru. Sistemin basit bir parçası. Hangi başkan sistemin, dolayısı ile devletin kuruluş amacının dışına çıkabilir ki ?

Obama geldiği gün hapishaneyi kapattı ama arkasından ana karnındaki çocukları katletti, analara düşük yapma izni verdi, doğmamış çocukların hayatına kastetti… Sadece dünyaya gelmişlerin değil, doğmamışların da işine karışıyor. İnsan neslinden dünyaya gelecek varlığın yaşam hakkını da elinden alıyor. “Sen yaşama ben yaşayacağım” diyor… Ne hakkın var ? sayın Barak bin Hüseyin Obama.

Bunun babası bir zaman Müslümanmış, sonra Müslümanlıktan sıkılmış. Müslüman dini kendisine “kalın” gelmiş, dönmüş yeniden  eski ince dinine… oğlu da Amerika Birleşik Devletlerine başka oldu. Bu nasıl oldu ? Beyaz adam mı geriledi ? siyah mı öne geçti ?. Evet ! öyle oldu. Bu sonuç siyah adamın gelişmesi değil, beyaz adamı çöküşüdür.

Dünya siyaset sahnesinde seçimle öne çıkmış hiç kimse iyi olduğu için seçilmez, önceki kötü olduğu için seçilir… Ve insanlar tüm kadersizliklerini, sıkıntılarını, dertlerini; hukukunu eline teslim ettikleri liderlerinden bilirler, bir süre sonra da onu devirip yenisine bağlanırlar, ta ki onun  da suyu ısınana kadar…

Her seçim bir ümit, her seçim bir çöküştür. Yeryüzünde ümitle başlayan her fırtına, çöküşle sona erer. Her ümidin yapısında dehşetli bir çöküşün çekirdeği vardır… Elmanın kurdu dışarıdan gelmez, kendi içinde yetişir. Bu hayat böylece sürer gider… ilginç değil mi ? Fazla takmayın kafanızı…