Yargı da yargılanmalıdır

Türkiyede siyaset yargıya müdahale ediyorsa, böyle bir şey varsa, yargı daha önce siyasetin içine girdiğindendir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri yargı ile siyaset iç içedir. **Medeni Kanun İsviçre’**den alındığını söylüyorlar. Borçlar ve icra kanunu da İtalyan menşe’li olmalıdır. Bu iki kanunun yabancı kaynaklı oluşuna siyasiler karar vermiştir. Bir ülke yabancı kanunla yönetilir mi ?

Osmanlı’da kanun işi karıştığında “Napolyon kanununu alalım” demişler. Çağının  büyük devlet ve hukuk adamı tarih yazarı Ahmet Cevdet Paşa ”Yabancı bir kanunla yönetilen bir ülke mahvolur” demiş. Bu sözün üzerinden bir yüzyıl geçmeden ülke yabancı kanunlarla doldu. Buyurun neticeyi seyredin…

İşin sarpa sardığını anlayan Ahmet Cevdet Paşa devleti yüzyıllarca sırtında taşımış olan ancak İngiliz Hukuku misali yazılı olmayan örfi-islamî hukuk sistemini toparlayarak tek metin hale getirmeyi düşünmüş ve “Mecelle-i ahkâmı adliye” adı altında bir hukuk abidesi meydana getirmişti. Hukuku kurtulan Osmanlı devleti, siyaset ve ekonomide iflas ederek batmasaydı, o hukuk Roma hukuku gibi yıllarca üniversitelerde okutulacak, nice ülkeye örnek olacaktı. Nitekim 1956’da bağımsızlığını kazanan Uzakdoğu Malezya hükümeti ülkedeki İngiliz sömürge hukukunun izlerini silmek amacıyla yıllar sonra “Mecelle” yi tercüme ederek yürürlüğe koymayı düşünmüştü.

**Türkiye'**de yargı, yakın zamanda en büyük darbeyi 27 mayıs hükümet darbesinden sonra yedi. Zamanın Menderes hükümetleri de yargıya sarkıntılık etmiş ve bu tavrı darbenin nedenlerinden biri olmuştu. Darbeci subaylar yönetimi ele geçirdikten sonra gelecek iktidarların da elini kolunu bağlamak amacı ile bir dizi tedbir aldılar, ancak bu tedbirler tam tersi bir kötülüğün nedeni oldu, bu defa yargı, seçilmiş iktidarların terbiyecisi kesildi.  Ülke bir dertten kurtulmuş, başka bir derde uğramıştı.

Yargı ve siyaset arasındaki bağ ülkenin uygarlık yolundaki tablosudur. Bu iki olgu birbiri ile çatışmadan ayakta kaldığı müddetçe devlet kendini korur, ne yazık ki bu durum ülkemizde artık söz konusu değildir. Her iki kurum birbirini yıprattıkça genel düzenin güçlü omurgası olan kamu hukuku sürekli gerilemekte, vatandaş yargıdan, yargı da vatandaştan gittikçe soğumaktadır. Günlerden bir gün yargıya güven kalmazsa, ortaya “vicdanî hukuk” çıkacaktır ki, bunun da **kamu’**dan gelen  yaptırım gücü olmadığına yaramazları hizaya sokamaya yetmeyecektir.

Siyaset yargıya karışıyorsa suç işliyor, yargı siyasete karışıyorsa o da suç işliyor. Geçen adlî yılın açılışında bir yargıcın, salonda bulunan seçilmiş devlet başkanının gözlerinin içine bakarak “seçilmişle atanmış arasında fark yoktur” demesi bu suçun gayet açık kanıtıdır. O seçilmiş kişiyi seçerek oraya gönderen bir kişi olarak ben o yargıç hakkında suç duyurusunda bulunuyorum.

Yargıç seçtiğim kişiye hakaret etmiştir. Yargılanmalıdır. Ben o yargıcı değil orada oturan o başkanı seçtim.  Yargıç nereden çıktı ? Anayasadan mı ? İşte bütün sır burada. O Anayasa tepki anayasasıdır. Düzeltilmelidir. Milli hakimiyete karşıdır ve Milli hakimiyetin tecellisine engeldir. Devletin temel kuruluşuna aykırıdır..Atatürkçüğe bühtandır.

Yargı yargılanmalıdır. **Türkiye'**de bir daha hiçbir yargıç seçilmiş bir devlet başkanına alenen hakaret etmemelidir. Onu  karşısına alıp “sen ve ben” dememelidir. Bu tavır binlerce yıllık Türk idare geleneğine aykırı olduğu kadar halkın vicdanına ve iktidar duygusuna terstir. Bu ülkede kimse anasının ak sütü gibi helal olan oyunu verdiği kişinin böylesine aşağılanmasına rıza göstermemelidir. Yargıç ayrıca iktidara “yargının beğenmediği kanunları çıkarma” diyor. Bu daha büyük bir suç… O zaman seçime ne luzum var gel sen otur… Sayın yargıç.

Lady Teacher öldü

  Canada - Alors qu'un message informait de la mort d'une chatte nommée Lady Thatcher, une rumeur a alors laissé croire qu'il s'agissait de l'ancien Premier ministre britannique, Margaret Thatcher qui était décédée.
La chatte était âgée de 16 ans. Et lorsque plusieurs des 1.700 notables réunis ont reçu comme texto en plein gala "Lady Thatcher est décédée", tous se sont interrompus pour faire l'éloge des qualités de celle que l'on surnomme la "Dame de Fer". Finalement, le conseiller de Stephen Harper, Premier Ministre du Canada, a envoyé différents e-mails à Buckingham afin de savoir si la rumeur était vraie. Ce n'est que vingt minutes plus tard que les convives ont appris que Lady Thatcher était en fait l'animal de compagnie du ministre des **Transports. (**Courtoisie Yahoo) 
Türkçe özet : 1700 kişinin katıldığı resmi bir davette eski İngiliz başbakanı Margeret Teacher’in hayatını kaybettiği haberi duyuldu. Haberi doğrulamak isteyen Kanada başbakanı Stephen Herper’in danışmanları Buckingam sarayına çektikleri çeşitli e-mail’ler sonucunda yirmi dakika sonra haberin doğru olmadığı anlaşıldı. Ölen eski İngiltere başbakanı değil, Kanada ulaştırma bakanlığında bulunan ve adı « lady Teacher «  olan 16 yaşında bir kediydi.. .(Teşekkürler Yahoo)

Onyedi yüzyıllık anı

7 Kasım 2009 cumartesi

Carnuntum  toplantısı, düzenleyici Piero Bordin tarafından sabah saat 11’de açıldı. Bordin Almanca yaptığı konuşmasında gelenlere teşekkür etti. Toplantının önemini anlattı. Zamanımızdan 17 asır önce, Carnuntum, henüz büyük Roma İmparatorluğu'nun önemli bir şehriyken, burada alınan bir karardan söz etti. Roma’nın "tetrarşi" adıyla dört imparator tarafından paylaşıldığı o karışık dönemde imparatorlar arasında alınan siyasi bir kararla  Roma, yeni ve  karanlık bir çağa giriyordu.

Bu kararla , en az iki yüzyıldan beri başta Hırıstiyan dini olmak üzere Roma'nın eskimiş putlarına sarılarak  tüm yeni dinlere  saldıran putperest Roma imparatorları, artık bu tavırlarından vazgeçiyorlardı. Bu toplantının sebebi bu kararı anmak, aradan geçen 17 yüzyıla rağmen  kararın değerini bu günün insanına anlatmaktı. Kararın bu gün içinde yaşadığımız greko-romen uygarlığına olan etkisi  bu toplantının başlıca konuları arasındaydı.

Bordin konuşması sırasında bizleri 40-50 kişi kadar olan kalabalığa tanıttı. Eski adı Nikomedia olan İzmit şehrinden gelenler bu tanıtım sırasında kalabalığı selamladılar. Salonda **Fransa’**dan, Almanya’dan, İtalya’dan, **Polonya’**dan ve Carnuntum’un yeri halkından gelenler vardı. Dinleyicilerin çoğu lacivert takım elbiseli ve gravatlıydı. Üniversiteli gençler ve Şık bayanlar göze çarpıyordu.

**
**Foto: Kutsi Erguner

Neyzen Kutsi Erguner ve zarif hanımı Arzu Erguner göze çarpanlar arasındaydı. Sırbistan, Bulgaristan  ve Niş’ten gelenler Balkan’ları temsil ediyorlardı. Delegeler genellikle Roma İmparatorluğu'nun yayıldığı alanın insanlarıydı. Sanki bu gün burada, yüzyıllar öncesinde, yeryüzünün önemli bir parçasına sahip olmuş bir devlet sanal olarak yeniden kuruluyor gibiydi. Bir imparator bulunsa belki Roma yeniden ayağa kalkardı.

Piero Bordin’den sonra **Avrupa’**nın kuzeybatı ucunda yer alan diğer bir Roma şehri olan Trier’in belediye başkan yardımcısı konuştu. O da benzer şeyler söyledi. Vakit ilerlemişti. Sempozyum üyelerine çay molası verildi.

–Çay molasından sonra üyeler araçlara bindiriler ve şehri gezmeye çıktılar. Carnuntum ufak bir kasaba. Viyana’ya karadan yarım saatlik yol. Şehir oldukça düzenli ve bakımlı. Bu gün cumartesi olduğuna insanlar pek evlerinden çıkmamışlar. Araçlar bizi doğruca tarihî Arena’ya götürdü. Eski Roma duvarı ile çevrili çimenlik bir alana girdik. Vaktiyle Gladiyatörlerin adam öldürdükleri bir gösteri alanının ortasına düştük. İleri doğru güvenle yürüdük.

  Piero dedi ki: “Roma tarihinin en karanlık günleri burada yaşandı” İnsanların etrafta halkalanarak ortada keyif için insan öldürülüşünü alkışladıkları bir eğlence yeriydi burası... Piero haklıydı. Boğa güreşi seyreder gibi ölüm seyreden insanların yeryüzünden gelip geçmiş olduklarına insanın inanası gelmiyor. Acaba diyorum, şimdi aynı olayı her gün TV’lerde seyretmenin bir farkı mı var ?

Arena’dan sonra bu gezinin en mutlu olayını yaşadık. Büyük bir akar suyun yanına geldik. Piero nehri işaret ederek almanca “Duna” dedi. Önce anlayamadım. Sonra sevinçle fark ettim bu “Tuna Nehriydi…” Arabadan telaşla inerek nehrin yanına koştum, sanki yıllarca birbirini görmemiş iki dost gibi sarılıştık.  O sırada açıktan geçen bir Romen gemisinin çıkardığı dalgalar üzerimize geldi, ıslandık.

Tuna uzandı ve ayaklarımı öptü. Sanki bana –Dört asırdır neredeydin ? diyordu. Bir Balkan Türkü olarak o kadar duygulandım ki anlatamam, yüzyılların hasreti giderilecek gibi değildi, Eğildim, avucuma su aldım, yüzüme sürdüm, içtim… içtim Tuna’yı o gün kana kana… Anadolu'dan Gazi  Sakarya' nın selamını söyledim şanlı Tuna'ya...

İnsanlar sesleniyor –Hocam ıslanıyorsun… Ziyanı yok dedim, kururuz....Tuna’dan ayrılırken arkama bakmadım. Aynen atalarımın yaptığı gibi… Baksaydım, belki de Tuna arkamdan gelecekti…. Bir kere daha ıslanacaktım. Yeniden kurumak zorunda kalacaktım. Tuna’yı yatağında bırakarak hızla uzaklaştım. O şimdi Karadeniz'de Sakarya ile buluştu. Beni ıslatan sular ise belki de şu sırada İstanbul’a vardılar.

-Carnuntum toplantısına katılanlar daha sonra şehrin yegane müzesi olan Roma müzesine yol aldılar. Burası baştan sona bir “roma halk yaşamı” teşhir salonu. Kral Konstantin ve Diokletianüs’un muhteşem büstleri de cabası**… Konstantin** burada pek hakim bir eda taşıyor. Taşı yontan san’atkar, Büyük krala saygısını sanatı ile göstermiş. Duygularını taşa  kazımış,

**![](../uploads/image/kral kos.JPG)                **Kral Konstantin     Konstantin'in parasında yer alan haç vizyonu  Kralın duruşundaki azamet, belirgin asalet, gözlerindeki esrarlı enerji  mermere yansımış. Cansız taş, Konstantin’ in  sert bakışlarında yaşıyor. Müzenin üst kat galerisinin sonunda bir Roma mutfağı var. Burada tıüm mutfak eşyaları ileri bir titizlikle sergilenmiş. **Romalı'**ların mutfakta nasıl ateş yaktıklarını ve et pişirdiklerini öğreniyorsunuz. Bir kırmızı lamba ateşi gösteriyor. Sanki kebap hazır olmuş gibi… Neredeyse müzenin içi kebap kokacak.

  
Kanlı tanrı Mitra Müzenin girişinde bizi Mitra karşılamıştı. Mitra yabancımız değildi Urfa’da Nemrut Dağı’nın doğu yamacındaki Komajen başlarının arasında tanıdık Onu. Bir İran tanrısıydı. Dağda Zeus’le yan yana duruyordu, bu yüzden Zeüs **Batı’**nın sıcak denizlerine  bakarken o İran yaylalarını gözlüyordu.

Mitra kanlı bir tanrıydı, savaş ve yıkımdan hoşlanıyordu. Bu yüzden vahşi roma askerleri onu kendilerine, tapınacak en uygun tanrı seçtiler. Mitra uzun asırlar Roma askerlerine ilham verdi, onları cesedin tadına ve kan kokusuna alıştırdı. Şimdi burada bu kıyı kenar müzede, bir taş parçasının içine saklanmış ziyaretçileri seyrediyor. Suçlarını biliyor gibi…

8 kasım 2009 Pazar 
–Sabah kahvaltıdan sonra bizi yine arabalara koyup Carnuntum’u gezmeye çıkardılar. Klasik batı müziğinin önde gelen isimlerinden Joseph Haydn bu şehirde doğmuş. Evini müze yapmışlar. Görmeye gideceğiz. Eve vardık. Tek katlı bir onsekizinci yüzyıl yapısı. Bir köy evi. Cümle kapısından avluya giriliyor. Tam karşımızda Bestekarın bir büstü bize bakıyor. Herkes yanına giderek resim çektirdi.


Haydn'ın mutfağı                   Haydn'ın piyanosu

Sonra odaları gezdik, yatak odası, misafir odası, çalışma odası…Mutfak ilgimi çekti. Ufak ve derli toplu. Bir kuzine, bir kap kacak, tencere tava dolabı, bir de su küpü. Daha buz dolabı icat edilmemiş. . Mikrodalga fırın, plazma tv yok . Çamaşır ve bulaşık makinaları ufukta görülmüyor. Zavallı kadınlar… Çalışma odasındaki piyano’nun bir eşini o zamana kadar görmemiştim.

Bildiğimiz piyanolardan daha küçük ve daha şirin… Acaba klavsene  benziyor mu ? diyerek yaklaştım, sokulmak ne mümkün. Tuşa basıp bir ses çıkarayım dedim, üzerine “ellemeyin” yazmışlar, halbuki bizim Buhurîzade Itrî ile çağdaş olan bu değerli adamın duyduğu seslerden hiç olmazsa birini duymak isterdim. O çağda doğada motor gürültüsü olmadığına Bestekar kim bilir ne sesler duymuştur ? Şimdi bu asırda, bizim uğultudan dağlanmış kulaklarımız  o sesleri duymuyor.

  
Öğleye saati yaklaşırken otele döndük, çantalarımızı aldık ve Viyana’ya doğru yola çıktık. Hava kapalı, yağmur çiseliyor. Yollar kaygan ve tehlikeli, ancak kazasız belasız saat beşe doğru **Viyana'**ya girdik. Bu benim bu şehre ikinci gelişim. Otuz yıl kadar önce bir defa gelmiş ve **Kutsi Erguner’**le burada Habsburg’ lardan kalma bir sarayda bir konser yapmıştık. Bir daha yolumuz düşmedi.

Otele yerleştikten sonra “tiyatro’ya gidiyoruz” dediler. Yine yollara döküldük. Ağzına kadar dolu bir salona girdik. Müzikli bir oyun seyrettik. Arkadaşlar pek mutlu oldular. Ben uyudum, zaman zaman alkışlarla uyanıyor ve ben de gürültüye iştirak ediyordum.

Benim bu Kuzey Atlantik anglo-sakson eğlencelerine pek gönlüm yatmıyor. Akdeniz Latin eğlenceleri ruhumu daha çok ısıtıyor. –Keşke bir opera olsaydı, dedim. Meğer varmış, Wagner’in bir operası o gece sahneleniyormuş…tüh kaçırdık. Tarihi bir olaydan mahrum kaldık. Halbuki burada Viyana’da, ıslak bir sonbahar gecesinde bir opera koltuğuna kurulup oturmak ve temsil izlemek ne hoş olurdu. Uzun yıllar anlatırdık. Opera sevenlere...

Vakit geç oldu. Karnımız acıktı. Bir “piza” salonuna yönlendirildik. Uzun masaya dizildik. Yanımda oturan ortayaşlı bir hanım Eski Yugoslavya, şimdiki Sırbistan’ın Niş şehrinden, Anneannemin doğduğu yer. Çabucak anlaşıp kaynaştık. Hemşerilik nesiller boyu sürüyor. Yan gözle kadına dikkat ettim. Oldukça iyi giyimli modern ve çağdaş bir hanımefendi… Yüz elli yıl önce **Osmanlı Balkan’**dan çekilmeseydi şimdi benim Anneannemin görüntüsü de böyle usturuplu olur muydu acaba ?…

  Niş'li hanım “Gulaş”“ istedi. Gulaş buralarda Yeniçerilerden kalma meşhur “kul aşı” yemeği… Dana etli koyu bir çorba. Sonra –Biftek var, dediler. –Ne eti ? dedim. Madagaskar danasıymış. –Meksika danası yok mu ? dedim –Yok, dediler. Madagaskar olsun, dedim. Yemeğin sonunda elmalı turta geldi. Viyana’nın özelliğiymiş. En sonunda Türk kahvesi içtik. İkinci Viyana seferi olmasaydı onu da içemeyecektik.,

9 kasım 2009 Pazartesi,

–Uçak 13.35’te. Avusturya Hava yollarının İstanbul seferine biletimiz var. Ben yürümede zorlandığıma alana birkaç saat erken gideceğiz. Tekerlekli iskemle veriyorlar ama olsun… Üsküdarda rahmetli kürt Sait ağa “Tedbiri zamanında al ki takdire bühtan olmasın”. Demişti. Sen vaktinde davranmayıp uçağı kaçırırsan takdirin suçu ne olur ki ?

–İşlemler bittiğinde bir sıraya oturarak beklemeye başladık. Sayın **Numan Gülşah’**la beraberiz. **Nikomedya’**lı Numan bey üçüncü otuzunun ilk yıllarında. Hayatında ilk defa uçağa binmiş. Uçakla ilk ilişkisi, bir tarihte bir uçağın bir dağa çarparak parçalandığını yerden izlemek olmuş, ama uçaktan korkmuyor.Gelirken heyecenlanmadı.

Aslında sakin adamdır.  9 kasım 2002 pazartesi günü ikinci defa uçağa binecek. Sabah erken kalkarak oda arkadaşı **Erkan Kiraz’**la Viyana’da kısa bir tur atmışlar. –Üçüncü Viyana seferine çıktık diyor. 300 yıl önce Yeniçerilerin mareşali Kara Mustafa paşa bile bu tür bir şansa kavuşamamıştı. Muhteşem Osmanlı hükümdarı' nın maktûl veziri 200 bin askerin onca savaş ve uğraşı vermesine karşın Tatar'ın ihaneti yüzünden bir sabah **Viyana'**ya girip böyle bir  parkta kuş sesi dinleyemedi.

 
Viyana Hava alanında kalabalık dalga dalga, sanki tüm dünya insanları bu orta Avrupa durağından geçiyor. Burası yolların kavşak noktası. **Türk’**ler, **Yunanlı’**lar, Sırbistanlı’lar, Hintli’ler, Çinli’ler, Taylantlı’lar, Koreli’ler… Numan bey dedi ki :“Şu Japonlara bak hocam, karınca sürüleri gibi…” gerçekten birbirlerine sokularak, hiç ayrılmayarak, kütle halinde topluca, itiş kakış yer değiştiriyorlar. Yorulup gözlerimi yere indirdim. Önümden akan insan seli arasında sarı uzun burunlu değişik bir ayakkabı farkettim , sahibini  göremedim. Uzaklaştı.

Uçağa buyur ettikleri sırada biri yanıma yaklaştı – Hocam hayrola, siz de burada mıydınız ? Baktım, dostumuz İskender Pala –Evet aynı uçakta mıyız ? –Evet ama **ayrıyız…–**Birlikte oturalım. –Hayır ! İzin vermiyorlar, o zaman sigortadan yararlanamıyormuşuz. – Yani düşersek –Aman Hocam Allah korusun... Yan gözle ayakkabılarına baktım. Sarıydı, demek biraz önce önümden geçen O’ymuş. Yüzünü görmemiştim. Şimdi anlaşıldı. Gülüştük.

Uçak, THY olmadığı için tam saatinde kalktı ve 4.30’da Yeşilköy’e indi. Numan bey parka bıraktığı arabasını buldu. Trafiğe çıktık. Yollar tıkalı, Köprüler sıkışık, Otoyol hengâme. İnsanlar bunalımda, güvenlik sıkıntıda. İstanbul’dan Sapanca’ya 4,5 saatte geldik. Halbuki  Viyana’dan İ**stanbul’**a 2,5 saatte gelmiştik.

Avusturya’nın Carnuntum isimli eski Roma şehrinde 7 kasım 2009 Cumartesi günü yapılan Sempozyum’a katılarak Türkiye’ye geri dönmüştüm. Bu toplantıda önümüzdeki yıllarda yapılacak bir dizi sempozyum, Tiyatro temsili, Film gösterisi, konser, panel, sergi için ilk adım atıldı. Türkiye’de İstanbul, İzmit, İznik; Avusturya’da Viyana, Carnentum; İtalya’da Milano;

Hırvatistan’da Zagreb, Split şehirlerinde düzenlenecek bu toplantılarda  ana tema “Dünya Tolerans yılı”  Zamanımızdan 17 yüzyıl önce o zamanki adı “Mare İnternum” olan Akdeniz çevresinde dünyanın o çağda hakimi olan **Roma İmparatorları'**nın dördüncü yüzyılın başında gelişen tüm dini duygulara özgürlük tanıması. Ve “Din-Devlet” fikrinin başlangıcı olan Kral Konstantin ve Licinius imzalı 313 Milano bildirisi.

Ben bu programa Kutsi Erguner, Arzu Erguner ve Nezih Uzel olarak üçlü bir komite ile “Kendi kişisel kültürümüz” adına iştirak ettim. **Türkiye’**den giden ve resmi bir sıfatı olmayan Özel İzmit hey’eti ise Numan Gülşah ve Erkan Kiraz olarak iki kişiydi.

Devlet yere indi

Devleti, diyor : "gökyüzünden yere indirdi”
Ben de diyorum ki: “keşke indirmeseydi
İndi de ne oldu ?
Yeryüzünde kan ve ateşe
Bulaşmamış devlet mi kaldı  ?
Başı erdemdi sonu cinayet oldu.
O'nu tekrar gökyüzüne çıkarmalı
 
Devlet gökyüzündeyken onun adına
Yeryüzünü yöneten hükümdarın
Soylu
bir geçmişi ve gizli bir
Kudreti vardı. Devlet Gökyüzünden
Yere inince her şey mahvoldu

Paşamız “Devleti yeryüzüne indirmiş”
Hani o devletin asaleti, kudreti, asabiyeti…
Kitap yazmış profesör öyle diyor.

Şaşkın, pejmürde, kılıksız, kindar.
Keçi ayaklı arslan
Nedir derdin ? bi…sorsan.
Keçi ayaklı arslan
Yan yan yürüyor
Yeryüzünde devlet arıyor.

Kan, ateş, barut, kin arasında
Bulacaksa yine arasında
Yakamızı bıraksın şunun şurasında

Din ve Devlet

Hiçbir devletin zulmü kıyamete kadar sürmez, hiçbir siyasi kuruluş insanlara zarar vermeye başladığında ayakta kalamaz. İ**nsanoğlu’**na mutluluk vaad ettiği halde onun kuyusunu kazmaya başlayan hiçbir kamu düzeni, zamanların sonuna kadar egemen olamaz.

Biz geçen hafta Avusturya’nın Carnuntum kasabasında bunları öğrendik. O gün orada karşılaşan aklı ve yüreği sağlam kişiler, zamanımızdan 17oo yıl önce olmuş bir olayı konuşurken aslında bu gerçeği, bir kere daha kuvvetle insanoğlu’na haykırdılar.

Geçmiş çağlarda o zamanki dünyanın yarısından çoğunu ele geçiren Roma İmparatorluğu, çatısını kurarken kullandığı eski putperest inançlarının eskimesi üzerine  ortaya çıkan, yeni din oluşumlarına karşı gelerek insanlığın en âdî ve kanlı  zulüm çarklarından birini kurmuştu. Ayakta kalamadı.Yönettiği muazzam alana yayılmış halklara din özgürlüğü tanıyan 313 Milano bildirisi bu devletin sonu oldu. Sonra yıkım başladı. Mesaj bitmiş devlet kapanmıştı.

Yaklaşık aynı topraklar üzerinde beş yüzyıldan fazla egemen olmuş Osmanlı İmparatorluğu dünyayı İslam dini ekseninde “inananlar ve inanmayanlar “olarak ikiye ayırmıştı. Batı  “dar ül harp” savaş alanı, Doğu “dar ül sülh” barış alanıydı. Bu görüş beş asır sürdü. Devlet beş asır inanmayanlarla savaş etti, inananlara sulh vaadinde bulundu. Bu da yürümedi. İnanmayanlar sonunda seslerini yükselttiğinde onlara özgürlük vermek zorunda kaldı. 3 kasım 1839’da Padişah iradesiyle okunan Tanzimat Fermanı bu devletin sonu oldu. Mesaj bitmiş devlet kapanmıştı.

Asrın başında Avrupa’nın doğusunda ve tüm Asya kıtasının kuzeyinde “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” adıyle bir devlet kurulmuştu. Bu devlete hâkim olan ideoloji “Komünist” adı altında insanlara ekonomik ve siyasi eşitlik vaad ediyor ve “Homo Sovieticus” tarifiyle yeni bir insan modeli çiziyordu. Bu da yürümedi. Kütleler halinde insan öldürüldü, “sınıfsız toplum” adına toplumun en ileri sınıfları yok edildi. Yalanlar söylendi, vaad edilen mutluluk bir türlü gelmedi. Devletin son başkanı Perestroika: üç atlı araba, **Glasnost:**ayna adı altında açılım programları sundu. Bu da o devletin sonu oldu. Meclisi toplanamadı. Bir sabah bayrağı indirdiler. Mesaj bitmiş devlet kapanmıştı.

Atlantik Okyanusu’nun ötesinde “Yeni Dünya” kıt’asında Anglo-sakson kökenli bazı aydın ve vicdanlı kişiler “Özgürlüğün” en son türkülerini söyleyerek asil bir devlet kurmuşlardı. Bu yeni vaad hepsinden üstündü. Ancak bu devlet son zamanda “terörist”lere takılarak dünyayı "hayır ekseni" ve "şer ekseni" diye ikiye ayırdı. Bir ülkenin açlarını bir yıl doyuracak kadar parayla ürettiği bombaları, o aç ülkelerin üzerine bir günde boşalttı…  “Özgürlük” mesajı silindi ama kapatma işlemi uzun süreceğe benziyor.

Yıkılan Osmanlı devletinden sonra Anadolu yarımadasında mert bir generalin önderliğinde savaştan kalma eski Osmanlı subayları ile yenilgiyi hazmedememiş orta sınıf yürekli halk aydınları Ankara’da bir devlet kurdular. “İmtiyazsız sınıfsız” bir topluluk vaadiyle yeniden dünya sahnesine atıldılar. Yeni devlet halk iradesine dayanan sağlam bir yapı ile ortaya çıktı. Ancak ekonomik ve sosyal  sıkıntılar “imtiyazsız sınıfsız” tümcesini zamanla etkisiz kıldı. Halk iradesi gerilerdi. Devletin Doğu’su **Batı'**sına darıldı. Sağlam Mesaj sislenmişti.

Anlaşıldığına göre insanlara hukuk vaad ederek bir araya gelen devletler başlangıçta şirin gözüken bir ideolojinin arkasına sığınarak ilerde en ağır cinayetleri işleyebiliyorlar. İdeolojinin kalınlığı ölçüsünde saklanabilen bu cinayetler, bir gün fazla gelip saklanamaz olduğunda o devletin de sonu geliyor ve dükkan kapanıyor.

Carnentum toplantısı halklara din özgürlüğü tanıyan “313 Milano Bildirisinin” anılması ile sürecek bir dizi toplantının başlangıcı oldu. Bu bir turistik eylem veya tanıtım alanı değildir. **İstanbul’**un kurucusu ve Roma’nın efsane kralı Konstantin  altına imza atığı bu ilginç kararla, bir dini, yaşlı İmparatorluğunun resmi dini ilan ediyordu.

Böylece yeryüzünde kurulan her devletin başvurduğu “ilahi formüle” sığınıyor ve devletini yeni bir dinle güçlendirmeyi deniyordu. Bu “din- devlet” ilişkisi  1780 Fransız devrimine kadar sürecek ve ondan sonra dinsiz devletler çıkacaktı. Şimdi 229 yıldır bu sürecin içindeyiz.

Devletin dini olur mu ? diyorlar, bakalım ilerde ne diyecekler.

![](../uploads/image/asker 2.JPG)     ![](../uploads/image/asker 3.JPG)

Yine yol göründü

Eylül ayının sonlarında Avusturya’dan bir misafirimiz geldi. Bay Piero BordinViyana yakınlarında küçük bir kasabada yaşadığını, tarihî bir kent olan bu yerde, bir Tiyatro grubu olduğunu ve yoğun kültürel etkinlikler düzenlediklerini  belirterek bizden yardım istedi. İstediği yardım İzmit şehrinin uzun tarihi****yle ilgiliydi.

Yarım yüzyıldan fazla oturduğum İstanbul’un Üsküdar ilçesini gerilerde bırakarak on yıldır yerleştiğim Sapanca’nın hemen yakınında bulunan İzmit şehri, artık benim ikinci ve son vatanım sayılıyordu. Buralara iyice alışmış ve göç’ün verdiği ilk şaşkınlığı yavaş yavaş üzerimden atmaya koyulmuştum. Dolayısıyle giderek **İzmit’**i tanıyordum.

Aslında sevinçliydim. Batı Anadolu’da iki büyük şehrin ortasındaydım. Bazen **Batı’**ya sefer ederek İzmit, Hereke, Ağva, Kandıra, Kerpe, Kefken, Cebeci Karadeniz kıyılarını dolaşıyor sonra doğu seferine çıkıyor, Adapazarı, Karasu, Geyve, Taraklı, Göynük, Düzce ve Bileciğe kadar uzanıyordum. Bu hinterlandın içinde amacım “turistik” değildi. Bu kelimeden nefret ediyorum.

      
İmparator Diocletien             Roma İmparatorluğu
Bölgeye geldikten hemen sonra İzmit’in sırlarına bir bir ulaşmaya  başladıkta afallamıştım. İnanılmaz bir kültür yoğunluğu gözlerimi kamaştırmıştı. Hâlâ da kamaştırıyor. Burası eski bir başkentti. Roma, Büyük Britanya’dan Dicle sahillerine, Tuna Nehrinden Afrika ortalarına kadar uzandığında bu muazzam alanın imparatoru Diocletien, bu şehirde oturmuştu. Başkent Roma idi ama bahtsız hükümdar Diokletien İzmit’ti, o zamanki adıyle Nikomedya’yı kendi yaşamına uygun görmüştü. Tüm çevresiyle burada görkemli sarayında saltanat sürdü.

İzmit, eski Nikomnedya’nın Hırıstiyan tarihinde acı bir hatırası vardır. İlk Hırıstiyanlar burada bu şehirde Roma İmparatorluğu ile karşı karşıya gelip amansız bir savaşa girişmişti. Cenabı İsa Ruhullah aleyhisselam’ın şeraitine boyun kesen o  değerli ve saf insanlar, **Roma’**nın militarist siyasetine hiç uymayacak bir yol üzerindeydiler. **Roma’**nın ayakta kalabilmek için askere ihtiyacı vardı. Hırıstiyanlar ise askerlikten ve insan öldürmekten nefret ediyorlardı.

Ayrıca putperest Roma’nın  hâlâ inanmaya devam etiği tanrılara yan çiziyor ve tapınaklarda kurban kesmeye yanaşmıyorlardı. Roma bu iki konu yüzünden çileden çıktı. Sonunda olan oldu, miladi şubat 305 tarihinde Roma, başta Nikomedya olmak üzere tüm vilayetlerde dört saltanat buyruğu ile Hırıstiyanlığı yasa dışı ilan etti. Tapınaklar yıkıldı, kanaat önderleri idam edildi, insanlar gruplar halinde topluca ölüme gönderildi. Bir yıl sürdü katliam.

  Roma hatasını kral Konstantin ile anladı. İstanbul’un efsane kurucusu kral Konstantin 28 ekim 312 Milvio köprüsü savaşı ile rakibi Maxentius’ü altedip Roma tahtına oturduktan bir yıl sonra 313 Milano bildirisi ile Hırıstiyan dinini tanıyor, devlet dini ilan ediyor ve Hırıstiyanların zaptedilen mallarını geri veriyordu. Tarihçiler bu değişmeyi Milvio savaşının arifesinde Konstantin’in gördüğü bir rüyaya bağlıyorlar. Konstantin o rüya sırasında gökyüzünde eski grek harfleriyle haç’a benzer bir şekil görmüş ve bu simge ile savaşı kazanacağı manen kendisine bildirilmiş. Daha sonra Hırıstiyanlığın meşhur işareti olan Haç’ın bir de böyle bir hikayesi var.

 Şimdi Avusturya’dan gelen misafirimiz bay Piero Bordin  “314 Milano” bildirisinin 1700’üncü yılını kutlayacak. Adını “Dünya tolerans günü” koymuş. Biz de İzmit şehrinin gönüllüleri olarak İzmit eşrafından Numan Gülşah’la birlikte bu programa destek vereceğiz. Carnentum'da uzmanlarla üç gün tartışacağız. Program Milano, Viyana, Carnentum, Selanik ve İzmit’te aynı anda yürütülecek ve muhtemelen bir yıl sürecek.

Dünyanın gerçekten barışa ihtiyacı olduğu şu yıllarda bu barışın eskisi gibi “pakta romana” olmayacağı ve gerçek bir barışa benzeyeceğini umarak bu toplantıya gidiyorum. Söz konusu barışa derviş gerçekçiliği ve  ilahi neş’enin egemen olması için benim de söyleyecek birkaç sözüm var “ Dünya barışına hizmet edecek olanların önce kendi kendileri ile barışık olmaları gerekiyor” Göreceğiz.

 
Çifte düğün: Licinius Constantia, Konstantin Fausta ile evleniyor. Paul Rubens (1577-1640)


Konstantin Haç'ın önünde Paul Rubens (1577-1640))

Lider’in soy ağacı


Atatürk
’ün soy ağacı tartışılıyor. Gündemde bir boşluk yakalayan haber endüstrisi patronları Son günlerin genel  ilgi alanında PKK’nin gerilere düşmesi üzerine, meydanı boş bırakmamak için, onaltı yaşında genç bir araştırmacı kızımızın çalışmasını piyasaya sürdüler. Kürt olayından bıkan ve tartışmalardan yüreği yanan politikacıların da işine gelen bu yeni “açılım” oldukça genişleyeceğe benziyor.

Muhtemelen emrindeki gündem mühendislerinin, iletişim patronları ile ortaklaşa planladığı bu konu AKP'yi rahatlatacaktır. Dikkatler sür'atle **Atatürk’**e yönelecek, yıllardır süregelen tartışmalar önümüzdeki günlerde gazete sayfalarını dolduracak, ağzı olan konuşacak, eli klavyeye uzanan yazacak, aklı olan ekran gülleri **TV’**lerde başarıyla laf üretecektir. Kurulan yeni pazarda yorgun yöneticiler rahat nefes alacaklar, ülke yeni bir olaya kadar Atatürk’ün yeni bulunan soyağacına sarılacaktır.

Nedir bu soy ağacı meselesi ? Bunu sanırım ilk defa ortaya atan ezeli ve ebedi muhalif **Doktor Rıza Nur’**dur. Gâzî gibi büyük bir insanın şulesiyle kamaşan gözlerini bir türlü açamayan, dengesiz kaderine çıkış yolu bulamadan şu dar-ı dünyadan alem-i ukbaya rihlet eden bu şaşkın adamı yıllar sonra gündeme getiren Kadir Mısıroğlu dostumuz olmuştur. “Lozan Zafer mi hezimet mi ?” sorusu ile tanınan ve bu konudaki görüşlerini değerli bir kitapla ortaya koyan Kadir Mısıroğlu için Rıza Nur bulunmaz nimetti. Ve Kadir Mısıroğlu o nimeti uzun yıllar çalıştırdı.

Necdet Sakoğlu Hoca “**Atatürk’**ün biyografisinde boşluklar var…” diyor. Bu iddia daha önce rahmetli Cemal Kutay tarafından ortaya atılmıştı. Cemal KutayAtatürk’ün akrabalarını hiç birimiz tanımıyoruz…” diyordu.

Bir insanın “biyografisinde boşluklar var…” demek, “onun hakkında yeni şeyler söyleyeceğiz hazır olun…” demektir. Bu yeni “şeyler” genellikle daha önce yaratılmış olan imaj’ın değiştirilmesine yöneliktir. Belki siyasi, belki samimi böyle bir tavır koyanlar, genellikle İmaj değiştirmenin zamanı geldiğine hükmederek, eski imajı yenilemek adına, hedef aldıkları kişinin yeni bir yorumunu yapmaya hazırlanırlar.

Şimdi **Atatürk’**ün yeni bir yorumu yapılacak. Unutulmuş ve sislenmiş eski yorum, yeni bir yorumla değiştirilecek. 80 yıllık Mustafa Kemal'i çağ'a uyduracaklar. Soy ağacı bahanesiyle eski resme yeni çizgilerle yeni boyalar ilave edilecek. Ve inanın, sürülecek her boya, tutmayacağı gibi, ayrıca  o boyayı sürenin yüzüne geri dönecek.

Atatürk’ün soy ağacı konusunun onun tarihî misyonunun yanında fazla bir değer taşıdığını sanmıyorum. İnsanlar önderlerinin kişiliğini elbette merak ederler, soy ağacını da o kişiliğin bir parçası olarak görürler. Ancak bu konu “tarihi misyon ve başarılan olağanüstü görevin” yanında kale bedeninin dibindeki çakıl taşı kadar kalır.

Daha on yaşında çocukken, İlk okulda  Atatürk’ün annesini resimlerden tanıdık. Babasının sert bakışlarını, kıvrık bıyıklarını fark ettik. Sonraki yıllarda İstanbul’da Halâskârgâzî caddesindeki müzede elbiselerini, ayakkabılarını, gömlek ve üniformalarını, geceliğini, terliklerini gördük. Boyunun küçük olduğunu fark ettik. Daha sonra Prof. **Önder Küçükerman’**ın ağzından bir yerlerde gizlice yaşayan bir oğlu olduğunu bile hayretler içinde kalarak öğrendik.

Ancak bütün bunlar bana pek fazla bir heyecan vermedi. 1919'da **Fatsa’**da **Ruşen Eşref’**e söylediği bir cümle kadar :  Mustafa Kemal orada, o gün, İstanbul’daki Osmanlı hükümeti “**belâ’**dır" demişti. Osmanlı hükümeti muazzam çöküntüye rağmen o sırada hâlâ ülkenin sahibi sayılıyor ve vicdanlı Türk aydınları tarafından “ehveni şer” olarak görülüyordu. Yani “kötülerin en iyisi…” Mustafa Kemal ise “”Ehveni şer şerlerin en kötüsüdür…” diyordu.

Onatlı yaşındaki araştırmacı kızımızı tebrik ederim ancak Mustafa Kemal’in soy ağacı beni o ağacın en ufak yongası kadar ilgilendirmiyor. İsteyen öğrensin.. Lider de olsa kimsenin soyu sopu ile ilgili değilim.

Ben Hun imparatoru Atilla’nın bir kardeşi olduğunu daha yeni öğrendim. Adı “Bleda” ymış.

Mevlana Kübreviyye şeyhiydi.

Değerli okuyuculardan üç soru daha geldi, arzediyorum:

**Sualler;
**_1-Merhum Ahmed Avni Konuk'un Mesnevi Şerihini aldım. Birinci cildini aldım. Mesnevi Şerif Şerhleri konusunda ne dersiniz, ülkemizde bu konuda gerekli incelemeler yapılmış mıdır?
2-Hz.Pir'in tarikatlara bakış açısı hayatta iken nasıldı? Hz.Pir'in görüşünü bazı müsteşrikler tarikat anlayışına karşı bir yeni anlayış olarak görür. Bunda hakikat payı var mıdır?
3-Zikir çeşitleri kabaca nasıldır? Devrani zikir, kıyam zikr. Endülüs bölgesinde tarikatlara rastladınız mı ? sanırım ispanyaya veya Fas a ziyaretiniz oldu.
_
Cevaplar:
1) Ülkemizde Mesnevi şerhleriinin en yaygın olanı vaktiyle Milli Eğitim Bakanlığının bastığı Veled İzbudak tercümesidir. Her Mevlevî'nin evinde bulunur. Bundan sonra Sönmez yayınevinin bastığı 16. yy.'da
yaşamış Süleyman Nahifi'yi esas alan Âmil Çelebioğlu çalışması geliyor. Sonra Konya'da Tahir ül Mevlevi tercümesi basıldı. Bunları Abdülbaki Gölpınarlı tercümesi izledi. Arada tamam olmamış şekliyle Kenan Rüfai ve 18. yy'da Bursa'da yaşamış Bursalı İsmail Hakkı tercümeleri var. Son basılan Ahmet Avni Konuk tercümesi yıllarca Konya'da Dergahta beklemişti. Şimdi yayınlandı. Sivas valisi Abidin Paşa tercümesi de yenilerde yayınlandı. Yurd dışında en önemli çalışma Reynold Nicholson'a aittir. Özet bu.

2)Hz. Pir Celaleddin Rumi, Irak'lı Necmeddin Kübra'dan mülhem Kübreviyye tarikatının büyüklerindendir. Pederleri Sultan Bahaüddin Veled ve hocaları Burhaneddin Muhakkık-ı Tırmızî Kübreviyye ulularındandı. Muhterem efendim, Müsteşriklerin külli ekserisi karnından konuşur vantriloglardır. Yüz vermeyin**.

**3) Zikir'den murat ferdi zikr mi topluca zikr mi ? Zikr'in eski adı "esma sürmek"ti. Yani Cenabı Hakkın adını arka arkaya devamlı anarak, huşu içinde, kalbî ibadet. Topluca **zikr'**den tarikat törenleri doğmuştur. Bunlar Fez'den Kaşgar'a, Jakarta'ya; Semerkant' tan Tombuktu'ya, Mogadişu'ya kadar enine boyuna tüm yeşil kuşak İslam dünyasında yaygındır. Her yörede kurucusu veya ilham kaynağının adıyle anılırlar. Endülüs ve Fas'ta ve **Afrika'**nın pek çok yöresinde en yaygın tarikat, kabri şerifleri Fez'de bulunan Ahmed ül Ticânî hz. adına varlık gösteren Ticânî tarikatıdır. Bu tarikatın üyeleri vaktiyle **Türkiye'**de heykel kırmakla tanınmıştı. Günümüz **Endülüs'**ünde Darkavî tarikatı var. Bunlar engizisyon artığı.  Özet böyle. Saygılar sunarım.

Not: Mesnevi şerhleri sorusunda Hz Şârih Ankaravî İsmail Rüsuhi Dede (vef.1630) şerhi ile **Şefik Can Hoca'**nın şerhlerini atlamışım. İlave ediniz.

Pasta'dan Atatürk çıktı

Günün tartışması : “Atatürk pasta’dan çıktı mı çıkmadı mı ?” 
İstanbul valisi yalanlıyor: " Atatürk pasta'dan çıkmadı. Pastanın arkasından el salladı"

Cumhuriyet Kârlı çıkacaktır

Yakında bir asrı dolduracak olan Cumhuriyetimizin yeni bir kuruluş yıldönümü kutlanıyor. Bu aziz ülkede yaşayan ve bu şerefli devletin üyesi olmaktan gurur duyan herkese, her **Türk'**e bu önemli gün kutlu olsun. Tarihte zor kazanılmış bu vatan, devlet ve kamu hakkının, kıyamete kadar devamına ve korunmasına Rabbim razı olsun.

Gelmiş geçmiş ve bu gün yaşayan nice değerli vatan evladı da şuna tanık olsunlar ki, içinde yaşadığımız tartışma ve irdeleme ortamının,  ülkenin tarihsel gidişatına hiçbir zararı olmayacak ve bu olağan “müsademe-i efkâr”dan yüzyıllık Cumhuriyet kârlı çıkacaktır. Kamu hayatının her göstergesi böyle bir mutlu sonucu haber veriyor.

Ülkelerin toplu yaşamında hayatın sağlıklı devamı için bulunan çeşitli formüller arasında halkın kendi kendisini ifade gücü ve bu gücün yönetime yansıması başlıca konuyu teşkil ediyor. Halk kendine bir coğrafyanın üzerinde akıllı bir yaşam modeli seçecek, bunu açıkça ifade edecek ve bu ifade yönetime ulaşarak kamunun istekleri yerine gelecek. Kalkınma, açılma, gelişme ve geleceği sağlama bağlama böylece mümkün olacak.

Geçmiş deneyler göstermiştir ki Kamu’nun isteklerini ifade gücünü bir hükümdara, bir krala, bir despota veya bir monarşiye emanet etmesi faydalı sonuç vermiyor. Birkaç yüzyıldan beri insan toplulukları seçilmiş parlementolar ve cumhuriyet idareleri kurarak kendi işlerini doğrudan görmeyi yeğliyorlar. Siyasal güç artık bir şef veya kral ailesine terk edilmeden doğruca kullanılıyor.

Toplulukların kendi kendilerini ifade gücünde iki olay dikkat çekicidir. Toplumlar da bazen bireyler gibi anî, düzensiz, gereksiz, eksik ve baskıcı kararlar verebiliyorlar. Buna eski düşüncede “Efkar-ı umumiye” denmiştir. Yani şimdiki “Kamu oyu…”  Toplumların derinden derine, duygu ve kanaatleri sonucu, sağlam itikadî köklere dayanan kararlarına da eskiler “Ma’şeri vicdan” demişlerdir. Buna şimdi “kamu vicdanı” diyebiliriz. Batı’da “subconcience” veya “memoire collectif” gibi yeni kelimeler de kullanıyorlar.

Yaşadığımız çağda kütle iletişim araçları ne yazık ki toplumların derin “vicdani” düşünce ve duygularına değil, günlük olayların akışı sonucu her an değişebilen, anî ve  düzensiz, kararlar verebilen “efkar-ı umumiye” olgusuna yönelmiştir. Gerek haber programları, gerek diziler ve gerekse ekonomin sesi olan reklamlar, insanları günü gününe yaşayan etkisiz varlıklar olarak görme alışkanlığı kazanmışlardır. İnsanları daha fazla istenen yöne çekmek, ilgi odaklarını acımasızca kontrol etmek ve onlara “ekonomik bir tasarım” olmaktan öteye hak tanımamak başlıca yaşam ilkeleridir. Bu ilke gelişmektedir.

Toplum yaşamını yönetenler bu noktada korkunç bir hatâ işlemektedirler. Bu inanılmaz hatâ “Efkar-ı umumiye” nin yanında “Ma’şerî vicdanı” unutmak, yok saymak, devre dışına itmek ve kasıtlı bir imha hareketi ile onu etkisiz kılmaya çalışmaktır. Kamu vicdanının yok olması elbette hayatın kendisinin yok olması anlamını taşıyacağı için toplumda önder görünümü taşıyan bir grup insanın taşıyacağı vebalin azameti gözler kamaştırıyor.

Bu ülkede “kamu vicdanı”nın yok olacağını sanmıyorum. Onu “efkar-ı umumiye” ile karıştıranların tarih hakkından gelecektir. “Kamu vicdanı”nın  yaşayan toplumlarda er veya geç egemen olduğu görülmüştür görülecektir. Kamu’nun istemediği hiçbir şey olmaz, Kamu her zaman kârlıdır. Ve Kamu’ya dayanan Cumhuriyetimiz de baştan sona kârlıdır. Tekrar kutlu osun