İki denizin birleşmesi

mevlana2.jpg (Arşiv'den uyarlama)

Şu yaşadığımız günlerden yedi yüz yıl önce Anadolu’nun bağrında Mevlânâ Celaleddin Rumî yaşadı. Bu gün Afganistan sınırları içinde kalan Belh’te doğmuş, Konya’da hayata gözlerini kapamıştı. Bir Tanrı velisi, halkın sevdiği ve insanüstü varlığına inandığı bir kişiydi...

Hayatının üç dönemi vardır:  Alimler sultanı lakabı ile anılan Babası’nın yanında başladığı tahsili sonucu bir medrese hocası olarak Konya’da geçirdiği yıllar, Ona İlahî aşkı tanıtan Tebrizli Şems ile karşılaşması ve Şems’in ortadan yok oluşu ile başlayan büyük olgunluk çağı... Yani Mevlânâ’yı yedi yüz yıl sonraya taşıyan ve daha da ileri götüreceği anlaşılan  büyük “Aşk” dönemi...

Mevlânâ başlangıçta bir bilgindir... Zamanında geçerli olan bütün ilimleri öğrenmiştir. O çağda moda olduğu şekilde bu ilimlerin çoğu insan ruhuyla ilgilidir... İnsan o devirde kendini tanımak, Yaradanını bilmek, geleceğini ve soyunu güvence altına almak üzere ilim öğrenir... Yaşamın gereksinimlerine bağlı tüm ilimler, sanatlar marifetler, hünerler, bu ana temanın birer parçasıdır.

Doğu’dan Batı’ya devrinin bütün tanınmış kitaplarını okumuştur, Mevlânâ. Aristo’yu, Eflatun’u, Kelile Dimne’yi bilir... Felsefe ve mantık’tan haberi vardır... Dinin temel itikat sorunlarında, din hukukunda ve İslam akaidinde kendisine soru sorulacak kişidir... Bir danışman ve müftüdür. Tarikat sahibidir. Babası Bahaüddin Veled ve hocası Kayseri’li Burhaneddin Muhakkik Tırmizî yoluyla İranlı büyük Sufi, Necmeddin Kübra’ya atfedilen “Kübreviyye” tarikatine bağlıdır. Mertebe sahibi, ulu ve saygın bir şeyhtir.

Mevlânâ’nın hayatının ikinci devresi İran’ın Tebriz şehrinden geldiği söylenen esrarengiz bir kalenderi dervişi olan Şems ile karşılaştıktan sonra başlamaktadır. Mevlânâ bir gün Konya çarşısında atla geçerken kalabalığın arasından sıyrılan garip bir kişi, atının dizginlerini tutar ve seslenir “Söyle ya efendi, Peygamber mi büyük, Beyazıdı Bestamî mi ? ” Mevlânâ şaşırır, biraz da hiddetlenir – O nasıl söz, elbette ki Peygamber büyüktür... diye cevap verir... Garip derviş israrlıdır, işin peşini bırakmaz. “Beyazıt, Yaradanına hitaben –Sana doyduk... derken, Peygamber – Sana doyamadık... diyor...bu nasıl iş ? ” diye sorar...Mevlânâ o zaman tarihlere geçen şu cevabı verir : “ Beyazıd’ın kabı dardı, çabuk oldu, Peygemberin kabı elbette ki çok genişti, dolmadı der...

İki insan bu konuşmadan sonra birbirlerini tanırlar... Mevlânâ atından iner ve Şems’in boynuna sarılır...  Bu Konuşma Konya çarşısında “Şeker Karan” medresesinin önünde olmuştur... Mevlânâ ile Tebrizli Şems arasındaki bu buluşma, medresede, okulda, hoca önünde rahatlıkla, keyifle öğrenilen “skolastik” ilimle; çarşıda, pazarda, han içlerinde, çileli fukara evlerinde, hayatın tam orta yerinde, kahırla, eziyetle ve insan gerçeğiyle yaşanarak öğrenilen ilmin buluşmasıdır... Buna tarihçiler sonradan  “iki denizin birleşmesi” anlamında “marac el bahreyn” demişler...                                     Mevlânâ’ nın Şems ile buluşması Doğu İslam tasavvufunda  Hallacı Mansur’un “Enel Hak” demesinden sonra en çok tartışılan konudur... Yedi yüz yıldır konuşulmaktadır. Adı geçen buluşma sonucunda Şems, Mevlânâ’nın,  yapısında doğuştan saklı olan Tanrı aşkını ateşlemiş ve çıkan yangının dehşetinden kendisi bile korkup kaçmıştır... Mevlânâ’nın yıkılan barajı önünde tutunamayan Şems’in ne şekilde ortadan kaybolduğu da bilinmezler arasındadır... Tarihsel gerçekleri açıklamada yetersiz kalan “menakıb” tarzı hikayeler, bize fazla bir şey söylemiyor...

Ortada gün gibi duran gerçek şudur ki Şems, Mevlânâ’ya ne yapmışsa yapmış, O’na ne söylemişse söylemiş, O’nu nasıl sırlarla donatmışsa donatmış, ne çeşit renklerle bezemişse bezemiş, sonunda O’nu   şu yaşadığımız yüzyılda dahi içimizi ısıtan bir Tanrı eri şekline sokup ortaya çıkarmıştır... Bu iş nedir ? Bilinmiyor... Herkes bir şeyler uyduruyor... Her vatandaş kendi dar penceresinden bakıp muhteşem düğümü çözmeye uğraşıyor......

Mevlânâ’ya – Sen nasıl adamsın ? diye sormuşlar – Ben ol da  bil, demiş... Mevlânâ’yı bilmenin başka yolu yoktur sanırım... Kim ki Mevlânâ’yı merak eder, O’nun gibi olmalı... Yani “Tanrı aşkına” düşmeli...Türk usulü... Türkler Tanrı “aşkına” Tanrı emirlerinden daha çok düşkündürler... İşin kolayı bu. Bizim Mevlânâ’mız var... Dünyaya verecek başka neyimiz var...? (Arşiv'den)