O Bende kaldı

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

sari-gul-1.jpg

Benim şeyhim nerede ?

Şuradan geliverse

Şuradan yürüyüverse

Gittiği gibi geliverse

Yıllar aktı geçti

Göz yaşları kurudu gitti

Akıl bu işe ermedi

Benim şeyhim geliverse

Kırk yıl oldu, daha dün gibi

Her şey yeni olmuş gibi

Şeyhim sanki gelmiş gibi

Sanki hiç gitmemiş gibi

Yanımda duruyor

Bana bakıyor

Elimi tutuyor

Benden hiç ayrılmıyor

Gelse de gelmese de

O hep geliyor

Hiç gitmiyor

Şeyhim hep Geliyor.

Bir şeyhi olan

Bin şeyhe bedeldir

Bir şeyh yeryüzünde

Akıldır, ruhtur, bedendir

Elim elinde kaldı,

Gözüm gözünde kaldı

Dizim dizinde kaldı

Ben onda, o bende kaldı

Şeyhim.. Şeyhim.

Sarı Şeyh

No Comment !

araplar.Jpeg

Yusuf Fahir Baba

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

11.jpeg

Kadıköy’de Fenerbahçe stadyumunun arkasında dört katlı bir apartmanın son katında o gün şenlik vardı. Burada uzun zamandan beri Cumartesi toplantıları yapılır, devrin tanınmış kişileri bu toplantılara katılır, gelir sıra sıra dizilir, makam sahibinin çevresinde toplanırlardı. Ev, son zamanların tanınmış Celveti şeyhi Yusuf Fahir Baba’nın mekanıydı. Yeni bir yapıydı  ama eski ahşap bir tekkenin yanına yapılmıştı. Tekkenin mezarlığının bir kısmını kaldırmışlar yerine ruhsuz bir taş bina kondurmuşlardı.

Yusuf Fahir baba ömrünün büyük bir kısmını burada geçirmişti. Apartman sakini olmadan önce burada, bahçeler içinde tek katlı ahşap bir tekkede yaşardı. Burası İstanbul’da Kadıköy’de eski Kuşdili çayırında Celveti-Bektaşî tekkesiydi. Şehrin tanınmış bir köşesiydi. Pek çok gönlü neş’eli kimsenin uğrak yeri, nefeslendiği bir alandı. Bir selamlık, bir mutfak, birkaç oda ve bir de “tevhidhane”den ibaretti. Gösterişli, şatafatlı bir yer değildi, Eski tramvay caddesini dönünce yolun hemen yanı başında yaya kaldırımın az ötesindeydi.

okul.jpgYusuf Fahir Baba “deryadil” bir adamdı. Hali tavrı alışılmış bir “şeyh baba” tavrının ötesindeydi. Gözü hem bu dünyaya, hem ötesine dönüktü. Kültürlüydü. Doğru ve yerinde bir orta tahsili, köklü bir yaşam tarzı ve ileri görüşleri vardı. Üsküdar’da Bağlarbaşı’nda bu gün terk edilmiş bir harabe olan “Maison St. Vincent Ecole Française” isimli eski Fransız okulunda okumuştu. Kendisi pek değinmezdi ama başkaları “siyasi” yönünün bulunduğunu da söylerlerdi. Osmanlı zamanı “ittihatçılara” meyledermiş. Partiye girmiş mi ? siyasi bir oluşum içinde bulunmuş mu bilmeyiz ? derlerdi. Belki işgalde “Karakol” teşkilatında yer almıştı..

Siyaseti pek sevmediği ve siyasilerle barışık olmadığı anlaşılıyordu. Bir cumartesi toplantısında, çevresindeki dostlardan biri  heyecanla merdivenlerden çıkarak Yusuf Baba”ya “Müjde Baba milletvekili oldum..” diye seslendi. Baba o sırada derince bir konuya, dalmış bir şeyler anlatıyordu. Sözü yarıda kesilince canı sıkıldı, gözlüğünün üzerinden bakarak, sevinçten göklere çıkan o zata “ Daha beter ol.. inşallah” dedi. Adam, ışığı kesilmiş kandil gibi söndü, cevap verecek oldu beceremedi, kelimeler boğazında düğümlendi, ayakta öylece dondu kaldı. – Buyur efendi dediler, neden sonra oturttular. Baba yeni milletvekiline son bir göz daha attıktan sonra lafa kaldığı yerden devam etti.

Babanın huzurunda sohbet bir “edep ve terbiye” sohbetiydi. Kimse lafın orta yerine aynalı sazan gibi atlamazdı. Söyleyeceği bir şey varsa söyler, yoksa susardı. Neyin ? nasıl ? neden ve ne zaman söyleneceğine ise çoğu zaman Baba’nın kendisi karar verirdi. Konular belirsiz olmakla birlikte bir “Dergah efendisinin “huzuruna yakışan türdendi. Ağırlık konudan çok konuya yaklaşımdaydı. Bu insanlar başka insanlardı. Büyük bir kültür geçmişinin içinden süzülerek geldikleri her hallerinden belliydi. O yüzden ele aldıkları konular ve onların ele alınış biçimi, öyle herkesin her zaman uluorta  edeceği laflardan ibaret değildi.

Az olmakla beraber ara sıra siyasete giriliyordu. Kadıköy’deki Cumartesi toplantılarının hızla devam ettiği yıllarda Türkiye Alevileri “Birlik Partisi adı ile bir parti kurmaya kara vermişler, teşkilatı tamamlamaya koyulmuşlardı.  Baba hedeflerindeydi. Özellikle üzerinde duruyorlardı, zira Antalya tahtacılarından elli bine yakın oy toplar, derlerdi. Gerçekten her nasılsa Celveti-Bektaşî şeyhi Yusuf Fahir baba’nın siyasi kimliği de Aleviler arasında o sırada konuşulmuştu. Ancak baba kesin bir dille reddetti. “Siyaset benim işim değil” dedi. Bir gün “Siyasi olarak tek tanıdığım Mustafa Kemal’dir” demişti. Konunun Mustafa Kemal’e dayandığı sırada Paşa’nın “ehveni şer şerlerin en kötüsüdür” sözü  kendisine hatırlatıldığında şu cevabı vermişti: “o da bir şey mi ? ben kendi kulaklarımla duydum -bükemediğin kolu kır.- demişti.” Mustafa Kemal’e ve inkilaplarına bağlıydı. Olanları doğal karşılıyor, her şeyi yakından izlediği tarihin akışı çerçevesinde düşünüyordu.

Yusuf Fahir Baba Üsküdar’da, İnadiye’de “Bandırmalılar” tekkesinin sülalesindendi. Bu Tekke vakıf kayıtlarına ve Hadika’ya göre 1752’de vefat eden Bandıralı şeyh Seyyid Yusuf Nizameddin tarafından kurulmuştur. Bu yüzden dergaha “Bandırmalılar” tekkesi veya “Bandırmalızade tekkesi “adı verilmişti. Dergahın kurucusundan sonra gelen ikinci şeyhi 1783’te vefat eden, oğlu Seyyid Mustafa Haşim, devrinde tanınmış bir kişi olduğundan Dergah “Haşim Baba Dergahı” olarak da anılmaktaydı.

Yusuf Fahir Baba’nın manevi neş’esi Hâşim Baba’ya dayanıyordu. Hâşim baba, Dergahın kurucusu  ceddi Bandırmalızade Yusuf Nizameddin Baba gibi bir Celvetî şeyhiydi. Bu tarikat Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdai,  Bursa’da Üftade hazretleri ve  Kötürüm Hızır Dede ile 13. yy’da Ankara’da Hacı Bayram Veli adına kurulmuş Bayramiyye’ye bağlanmaktadır. Bursa’da zuhura gelmiş İstanbul’da gelişmiştir. Ancak tarikatın özellikle Hâşim Baba tarafından değiştirildiği anlaşılıyor. Hâşim Baba daha sonra Mısır’a giderek Nil nehri kıyısında Kasr ül ayn’deki Bektaşi Dergahı postnişini Hasan Baba’dan  icazet almıştı. Bu Dergah 1964’te Mısır devlet başkanı Nasır tarafından yıktırılıncaya kadar faaliyet sürdürmüştür.

Hâşim Baba’nın Bektaşi icazeti dolayısıyle Bandırmalılar Tekkesi o tarihten sonra “Celveti-Bektaşi” tekkesi olarak anılmıştır. Yusuf Fahir Baba’nın Bektaşiliği de bu kanaldan gelmekteydi. Bu durum İstanbul’da Celvetî çevresinde tepkilere yol açmıştı. Tasavvuf yolunda büyük bir yeri olan, yazdığı “istihraç: ile de tanınan Hâşim Baba, 1783 yılında vefat edince cenazesi, namaz için Pir makamına getirildiğinde Hz. Hüdai postnişini Mudanyalı Ruşen Dede tarafından  içeri alınmamış, cenaze namazı caddeye kurulan musalla taşında veya Pir makamının hemen karşısında bulunan Cennet efendi türbesinde kılınmıştı.

Ruşen Dede’nin zamanı Hz. Hüdai Pir makamı olduğu halde biraz tenhalaşmış, ihvan hep çarşı içindeki dergaha gelecek yerde İnadiye yokuşunu tırmanarak Bandırmalızade tekkesine taşınır olmuştu. Ruşen Dede bu duruma üzülürmüş. Bir gün Dergahın Meydancı dede’si ile Kazancı Dede’sini çağırarak:

– Gidin bakın bakalım herkes orada toplanıyor bunun sebebi nedir ?  demiş. Dedeler yola çıkmışlar, aradan epeyi bir zaman geçmiş, kimseler görünmemiş. Bir süre sonra ufak bir çocuk kapıyı çalmış, Ruşen Dede açmış, çocuk elindeki bir sürü anahtarı Dede’nin eline tutuşturarak, kendisine yapılan tenbihatı tekrarlamış: kaçak dedeler, çocuğun ağzından  Ruşen Dede’ye  “ Biz de burada kaldık, kapıları kilitle sen de gel.. “demişler.

Tasavvuf tarihi Ruşen Dede’nin bundan sonraki tavrını belirlemiyor. Ancak Haşim Baba’nın “Bektaşi karışımı Celveti”  neş’esinin Celvetilik yolunda fazla bir yansımaya neden olmadığı da anlaşılıyor. Tarikat kredosu içinde Haşim Baba tavrı’nın “Celvetiyye-Haşimiyye” kolu alarak devam ettiğine göre iki yol birbirinden kabul edilebilir cizgilerle ayrılmış demektir. Her ikisi de yaşamış ve her iki koldan da Allahüalem değerli şeyhler gelmiştir.

Yusuf Fahir Baba ömrünün sonlarına doğru rahmetli Niyazi Ahmet Banoğlu’nun çıkarmaya başladığı bir tarih dergisine “Bektaşıliğin Sırları” isimli bir yazı dizisine başlamıştı. Baba bu yazılarında Bektaşilik yolunda başından ne geçtiyse yazmaya kararlıydı. Dergi birkaç sayı çıktı, kapandı. Babanın sırları da örtüldü. Toprak altı oldu. Ne yazacaktı ? neler anlatacaktı ? hangi sırları verecekti.. Baba’nın “sırları “açıklayacağı “duyulduğu zaman ortalığı toz duman kapladı, Çevrede herkes “acaba ucu bana dokunacak mı “ diye tasalanmaya başladı. Kuşkuya kapılanlardan biri de Üsküdar’da Özbekler Dergahı postnişini, Yusuf Fahir Baba’nın kadim dostu Necmeddin Özbekkangaydı. Gençken birlikte çok dolaşmışlar. Necmi ağabey bana dedi ki :

–Haydi kalk gidelim, Yusuf sır söyleyecekmiş, soralım bakalım ne sırlarımız varmış ?  Gittik. Bir yaz günüydü. Sokağın gürültüsünü geride bırakıp ağaçların, çiçeklerin arasından dergaha vardık, Baba bahçe kapısının önünde oturmuş demleniyordu. Bizi görünce sevindi, biraz da burkuldu, Necmi ağabey’in “kadehdaşı” ve yoldaşı olmadığını biliyordu. Yanında birkaç kişi daha vardı. Bizi –Buyur ettiler.. Oturduk. Sohbet açıldı, az sonra konu can alıcı noktaya geldi. Necmi Ağabey lafa girdi:

–Neymiş o.. ne açıklayacaksın, ne sırrı söyleyeceksin.. ? Hava birden değişti, sessizlik oldu, herkes kulak kesildi, Yusuf Baba, kalın şişe dibi gözlüklerinin altından Özbek şeyhine son bir bakış attıktan sonra sakin bir sesle:

–Ne var,  korkuyor musun ?  dedi. Şeyh cevap verdi:

–Korkacak bir şeyim yok..ne yaptıysak  beraber yaptık. Açıkla da görelim. Yusuf Baba:

–Herkes kusur işler, Bektaşiliğin özelliği mi var ? dedi. Konu kapandı. Zaten Banoğlu’nun çıkardığı tüm mevkuteler gibi “ Tarih dergisi” nin de ömrü uzun olmamıştı. O yazıların ne kadarı yayınlandı ? devamı duruyor mu ? Bilinmiyor.

Yusuf 21.jpegFahir Baba’nın manevi mimarı zannımca Merdivenköy Şahkulu Dergahı’ nın  postnişini Mehmet Ali Hilmi Dede Baba’dır. Bin yılda Anadolu Türk ruhunu şekillendiren büyük Bektaşi geleneğinin en son ortaya koyduğu ulu isim Hilmi Dede Baba, şu şiiri ile kendisini etraflıca anlatır:

zümre-i nâcîleriz bende olup Hayder’e Şîr-i Hudâ müctebâ safşiken ü safdere

Heybet-i ‘lâ fetâ’dan arz u semâ titredi Şiddet ile urunca pençe der-i Hayber’e

Dest-i velâyet ile salladı zülfikâr’ın Kesti yedi kat yeri darb edicek anter’e

Şâh-ı velâyet Ali cümlemizin serveri Kanberiyiz tâ ebed kanber olan Kanber’e

Kalb-i selîminde çü hubb-ı Ali olanlar Verdi Hüseyn aşkına, bakmadı cân u sere

Râh-ı muhabbetinde mest-i mey-i aşk olur Cennet-i adn içinde tâlib olan kevser’e

Mevt ü hayât elinde ol veliyyü’l-mutlak’ın Mürdeler ihyâ olur ‘kum” diyecek makbere

Cennet ü dûzâh anın emrine fermânberi Eyleye taksîm-i dem hâkim olup mahşere

Tâ ki çıkar nisbet-i silsile-i ahdimiz Âl-i alî’den hemîn hazret-i Peygamber’e

Mürşidimiz Muhammed, rehberimizdir Ali Aşık olan can verir mürşid ile rehbere

İki cihânda ebed kaygu çeker mi dahi Sen ki şefî’ olasın HİLMİ gibi kemtere

Hilmi Dede Baba’nın neş’esinde ve Tarikat yolunda derece almış Yusuf Fahir Baba da bu tarikat geleneğinde anıtlaşmış olan “Ali sevgisine” derinden bağlıydı. Peygamberin aziz ve sevgili damadı ve torunlarının olağanüstü yaşam öyküsü sanki ruhunda kendi öyküsü gibi her an yaşar, zaman zaman alevlenir göz yaşı olur, bazen kağıda dökülür, şiir formatına girerdi. Şu şiir onundur :

Şahım Ali Abaya, Erenlere Aşk olsun, Meydan-ı Murtazaya, Girenlere aşk olsun.

Meydan bir özge yerdir, Bilmek,anı hünerdir, Erkanı erenlerdir, Girenlere aşk olsun.

Koç kuzulu bir koyun, Olup derdinden soyun, Anda Mürşid’e boyun , Verenlere aşk olsun

Mürşid Haydar Alidir, Hakk anda müncelidir, Eli Hakk’ın elidir, Bilenlere aşk olsun.

Bu yol inceden,ince, Kılıçtanda keskince, Mürşid nasihatince, Gidenlere aşk olsun.

Tevellayı gönülden, Getirdim FAHİR elden, Mürşidi can-ı dilden, Sevenlere aşk olsun.

Yusuf Baba bir ömür yaşadığı Hacı Bektaş-ı Veli meydanı için “bilmek anı hünerdir” demişti. Bu hünere sahip olduğuna inanıyordum. Son nefesini verdiği hafta yine Özbek şeyhi ile ziyaretine gitmiştik. İki kişinin koltuğunda son anlarındaydı Şeyhin yüzüne baktı.. “Biz sahtekarmışız..” Dedi. Neyi kasdetti ? anlayamamıştık. Bu iki kelime onun için seksendört yıllık bir ömrün kısadan kısa özetiydi. Bir itiraf mıydı ? fani hayatı küçümseme miydi ? Gereksiz işlerle uğraşıp O ulu gerçeği gözardı etmek miydi… ? Pek çok şey olabilirdi.

1967 Şebi arusu’nda Konya’daydık. Bir sabah otele bir telgraf getirdiler: Kağıtta “Yusuf Baba Kaçtı..” yazıyordu. Telgraf İstanbul’dan Manastırlı Bektaşi Dervişi  Kazım Ağa tarafından çekilmişti. Yusuf Baba’nın vefatını haber veriyordu. Derviş Kazım telgrafa “Yusuf Baba Göçtü” diye yazmış. Telgrafçı bir dergah değimi olan “göçtü” kelimesini anlamamış “kaçtı” ya çevirmişti. Şeyh Dedi ki : “Yusuf duramadı kaçtı..”  O tarihten sonra dervişler kendi aralarında konuşur ve bir ölümü haber verirken hep “kaçtı..” derlerdi.

Biyografi

Yusuf Fahir (Ataer) Baba

yusuff1.jpgYusuf Fahir Ataer (1861-1967) Üsküdar’da Menzilhane yokuşunda Bandırmalızade şeyh Seyit Mustafa Haşim Baba (1718-1782) soyundan Münip efendi’nin oğludur. Celveti-Bektaşi şeyhidir. Kadıköy’de Feneryolu’nda  Kuşdili çayırında Abdülbakı efendi Sa’di dergahında şeyhlik etmiştir. Babası da aynı dergahta Celveti’liğin Haşim Baba kolunu temsil ediyordu. Bu kol Haşim Baba’nın Mısır “Kasrı ayn”  Bektaşi dergahı postnişini Hasan Baba’dan Bektaşi icazeti alması ile doğmuştur. Bu icazet sonucunda Bayramiyeye dayananan ve İstanbul’da Hz. Aziz Mahmut Hüdai (1598-1628) ile temsil edilen Celveti tarikatı ile Hacı Bektaş Veli adına gelişen Bektaşilik arasında bir bağ kurulmuş oluyordu.

Aslında şer’i hükümlere sıkıca bağlı Celvetilik ile Horasan çizgisinde gelişmiş, heterodoks Bektaşiliğin kaynaşması zordu. Bu yüzden Haşim Baba’nın Bektaşilik bağlantısı Celveti çevrelerinde tepkilere yol açmıştı. Ancak bu yol füruğ (babadan oğla geçme) adab ve erkanı ile  devam etmiş ve Üsküdar’da Celveti’lere ait bazı tekkeler Haşimi’lerin eline geçerek buralarda Haşim Baba erkanı sürdürülmüştür. Yusuf Fahir Ataer, Haşim Baba kolunun son temsilcisiydi. Ehli beyt sevgisi taşıyan coşkun bir sufi’ydi. Fransızca bilirdi. Doğu ve Batı kültürlerine hâkimdi. Tasavvuf edebiyatında yeri olan pek çok şiir, nakale ve tanıtıcı yazılar yazmıştı.

Her yıl on muharremde Kocamustafa Paşa, Sümbül Efendi camiinde yapılan “Hz Hüseyn’i anma” Ku’an, Salavat,Mersiye dua ve Gülbank toplantılarında yaptığı dualar, İstanbul’da tarikat çevrelerinde meşhurdu. Yusuf Fahir Baba, uzun yıllar devam eden bu ünlü dualarında önce İslamın bağrını delen “Kerbela” vak’asına dair veciz bir giriş yapar, olayı herkesin anlayacağı bir dille ortaya döker ve son bölümde pek duygulu niyaz ve serzenişler ve göz yaşları içinde duasını bitirdi.

Bu dua genel anlamda Cenabı Hakk’a yakarış olmakla birlikte anı zamanda  bir peygamber torunu’nun  katli ile sonuçlanan elim “Kerbela” vak’ası dolayısıyle adeta İslam Dini’nin Hz. Hüseyin’e “özrüydü”. Her yıl on muharremde yapılan Kocamustafa Paşa toplantıları, Saltanat ve hilafet merkezi İstanbul şehrinde, son zamana kadar İslamı yaşam biçimi ile yaşayan pek çok insan için mistik-trajik bir konçerto gibiydi. İmparatorluk döneminden kalma bu gelenek, Cumhuriyetin ilanından sona da devam etmiştir. Yusuf Fahir Baba’nın vefat ettiği 1967 yılından sonra aynı yerde büyük dua  hacı Muzaffer Ozak tarafından yapılırdı.

herkes Konya'ya gitti

konya.jpg       Konya'da Elli Yıl (1)

Uzun boylu orta yaşlı adam merdivenleri hızla çıkarak 14. yatakhanenin kapısından içeri girdi. Elinde küçük bir kulaklıklı radyo vardı. O yıllarda henüz transistör çıkmamıştı. Galenli radyolar kullanılıyordu. Otuza yakın karyolasıyla, yatakhaneden çok kışla koğuşunu andıran salonun bir köşesi, perdelerle ayrılmıştı. Orada  yönetici kalırdı. Yatakhane sorumlusu olan hocamız perdenin arkasında kayboldu. Merak ettim... Hoca görevi gereği bizimle meşgul olacak yerde, neden telaşla bölmesine girmişti ? Ayıp olacak ama dayanamadım.

Perdeyi aralayarak içeriye göz attım. Hoca yatağının üzerine oturmuş, küçük radyosunun kulaklığını başına geçirmiş, gözlerini kapamış, iki yana sallanarak bir şeyler dinliyordu... Kendinden geçmiş haldeydi. Anlayamadım. Acaba dinlediği neydi ? Onu böylesine bağlayan şey ne olabilirdi ? Aradan bir zaman geçti, uyku saati yaklaştı. Işıkların kapatılıp herkesin yatağına girmesi gerekiyordu. Hoca bir ara başını perdeden çıkarınca fırsatı kaçırmadım...

-         Hocam ! neydi o dinlediğin ?

-    Sen karışma sus... hadi yat artık...

-         Hocam çok merak ettim, söyle şunu.

-         İstanbul radyosundan klasik koro...

Hoca perdenin arkasında kayboldu. Işıkları söndürdüler, herkes yatağına girdi. Beni uyku  tutmadı.  Acaba  Hocanın  dinlediği neydi ?  Birkaç  gün  sonra  öğrendim. Yatakhane  sorumlusu hocamız o yıllarda İstanbul Radyosunda kurulmuş olan rahmetli Mes’ut Cemil’in “Ünison Korosu”nu dinliyordu. Bu Koro ünlüydü. Padişahlar zamanından kalma klasik Türk müziğinin en doğru çalınıp söylendiği bir Koro’ydu.

Merakım yine kaybolmamıştı. Acaba bu müzik böyle koşa koşa, bir yere kapanarak ve dünyayı unutarak  dinlemeye değecek bir müzik miydi ? Ne var ki, yıllarca unutamadığım  Hoca’nın o geceki hâli, beni derinden sarsmış, düşündürmüş ve bana müzikle birlikte yepyeni bir kültürün kapılarını açmıştı. O tarihten sonra ben de o müziği her yerde arayacak, radyolardan, plaklardan dinlemekle yetinmeyecek, gidip yerinde bire bir kulak verecektim. Nitekim yıllar sonra İstanbul Radyosu stüdyolarında o olağanüstü müzikle yüz yüze, kulak kulağa gelip, nâmeleri aracısız dinleyince, şaşkına dönecek ve radyolardan yahut herhangi bir elektronik aygıttan dinlediğimde kulağıma gelmeyen seslerle tanışacaktım. O zaman o müziğin bende uyandırdığı etki zirveye ulaşacaktı.

galatasaray-lisesi_5448.jpg1956 yılının  başında Galatasaray'da  son sınıftaydım. Rahmetli Tarih Hocamız, değerli insan Halit Sarıkaya bir gün derste bana:

–Herkes Konya’ya gitti sen daha ne buralarda duruyorsun ? dedi. Benim Türk Müziğine merakım o sırada okulda duyulmuştu. Gençler dershanelerde, koridorlarda İngilizce “you are always in my hard” şarkısını söylüyorlar, bazıları İspanyolca “ya viyen el negro zumbon” diye bağırıyor, bazıları da o sırada pek meşhur olan “Yves Montand”ın şarkılarını ezberliyordu. Ben ise Münir Nureddin Selçuk’un peşine düşmüştüm. Halit Sarıkaya Konya’yı ve ihtifâli bana bu ortamda hatırlatmıştı..

Aklım fikrim karıştı. Acaba diyordum böyle bir şey olabilir mi ? Derhal Müdür Macit Saner’in yanına gittim.

–İzin  istiyorum... Konya’ya Mevlânâ’ya gideceğim...

–Edebiyat  hocan razı olursa gönderirim...

Hiç inanmıyordum ama Edebiyat hocamız Zâhir Güvemli, bu konulara fazla ilgi duymamasına karşın, önüne bir kağıt çekti ve okul müdürüne hitaben şunları yazdı: “Nezih Uzel tasavvufa meraklıdır. Yunus Emre ve Mevlânâ’yı okur... Konya’ya gitmesi gerekir”

buharli-tren.jpgSonunda izin alındı ve ben bir akşamüstü Haydarpaşa garından Konya’ya hareket eden posta trenine bindim.Yoğun karla kaplı ovalarda bütün gece yol alan kara tren, güneşin ilk ışıkları ile Konya ovasına girmişti. Aydınlığın kızıl okları, karanlığın bağrını delerken, eski buharlı kara tren dumanlarını saçarak, Akşehir ve Ilgın arasını geçmeye çalışıyordu. Yirmi ki saattir yollardaydık. O çağda henüz motorlu “fiat” trenleri servise konmamıştı. Konya’ya posta treni ile gidiliyordu. Meram ve Toros ekspresleri de vardı ama param yetişmemiş olacak ki, posta katarına binmiştim.

Konya garında trenden inen yolcuları  korkunç bir orta Anadolu soğuğu karşılıyordu. Buharla ısıtılan vagonların sağlıksız sıcağından birden Konya’nın  kuru soğuğuna çıkanlar şaşkındılar. Dirilip canlanmışlardı. Uzaktan bakan bir üniformalı yanıma yaklaştı. Hayret ! bu şehirde beni tanıyan yoktu, bu da kimdi ?  adam gülerek:

–Hoş geldiniz dedi... ben belediye görevlisiyim, Konya’da tanıdığınız yoksa  sizi bir otele götüreceğim...

kon.jpgKonya’da, Cumhuriyet döneminde  “Mevlânâ ihtifali” adı altında, Hz. Mevlânâ’nın vefat yıldönümü olan 17 aralık tarihinde, her yıl sema’lı müzikli Mevlânâ anma toplantıları yapma geleneği başlayalı henüz üç yıl olmuştu. Ülkede fazla kimsenin bu işten haberi yoktu. Gelen gidenin azlığından Konya Belediyesi misafirlerini tren garında karşılıyordu.

Çavuş önde ben arkada yola çıktık. Garın önünde iki atlı paytonlar bekliyordu. Onlardan birine bindik ve şehre doğru yol aldık. Her taraf buz tutmuştu. Soğuk insanın yüzünden giriyor, ciğerlerine kadar işliyordu. Sokaklarda dolaşan tek tük insanlar acele ile evlerine, iş yerlerine veya bir yerlere sığınmaya çalışıyorlardı. Ben soğuğu İstanbul’da da görmüştüm ama bu başkaydı.  Konya’ya ilk defa iki ay önce gelmiştim o zaman hava güzeldi.

Çamur yığınlarını, buz kalıplarını zorlukla aşan payton bir yerlere geldi... Alaeddin oteli... Çavuş – geldik...dedi. Arabadan indik, çantalar, bavullar, takış tukuş, koca bir salona girdik, ortada yüksek bir soba gürül gürül yanıyordu, etrafında insanlar...

–Hoş geldiniz ? kimsiniz ? dediler.

–İstanbul’dan... dedim. Herkes yüzüme baktı kaldı, gerçekten bu havada, tek başına  bu kadar yolu aşıp buralara gelebilen 17  yaşında bir çocuk, insanların ilgisini çekiyordu. Ben de “neden garipsiyorlar...” diye o insanlara hayret ediyordum... Aradan yarım asır geçti, ben hâlâ o yıl, beni Konya’da görüp de hayret edenleri merak eder dururum. Onlara göre ben sanki orada  güney kutbunu keşfeden Amudsen gibiydim.

otel.jpgO akşam yarı üşüyüp, yarı ısınarak Alaeddin Otelinde kaldık. Gece yatağa girdiğimde gözüm takıldı, duvardaki bir yarıktan sokak görünüyordu... Orada birkaç gün kaldım. Ertesi günü, sanırım bir salıydı... Sıkıca giyinip sokağa fırladım. İstanbul’dan yola çıkarken, Konya’nın soğuktan yana şöhretini bilen ve bana izin vermekte epeyi zorlanan rahmetli anam, kalın yün  kazaklar, yün çoraplar, atkı, kaşkol, takke evde ne bulduysa çantalarıma sıkıştırmış beni yola öyle çıkarmıştı..

Şehri tanımıyordum, gidip otellerde “İstanbul’dan gelen” hey’etleri ve özellikle “Neyzen Ulvi Erguner’i” arayacaktım. Rahmetli Ulvi Erguner o yıllarda yüzbaşı veya Binbaşı rütbesiyle İstanbul’da Harbiye binasında görevliydi. Oturduğu odada birkaç masa daha vardı. O masalardan biri de o sırada askerlik görevini yapmakta olan ağabeyim Sabih Uzel’e aitti. Ben ağabeyimi sık sık ziyarete giderken Ulvi  Erguner’i tanımıştım. Erguner Niyazi Sayın ve Selami Bertuğ ile birlikte o zaman ülkede tanınmış üç neyzenin en yaşlı olanıydı.

Ulvi Erguner, yeni zamanlarda ney sazını unutulduğu yerden çıkararak Türkiyeye tanıtan ulvvv.jpgdede Süleyman Erguner’in büyük oğluydu. Harbiyede okumuş, levazım subayı olarak Ordu’ya katılmıştı. Tanbur çalan bir de kardeşi vardı... O sırada tek parti iktidarının yasaklı devirlerinden çıkan Ülke, ney’i bu aileden öğrendi. Dinledi, sevdi. Yeniden dündeme koydu.

Gerçek aşk nerede ?

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

sari_gul_resimleri_110.jpg

Gerçek aşk yok

Gerçek aşık var

Şurada, burada, orada

Gerçek aşk nerede ?

Aşkın bağı’nda bülbül

Bülbül’ün gönlünde gül

Aşk belki orada amma

Aşık eylemez tenezzül

Her zerre  oluyor aşık

Aşkın ise kalbi yanık

Bir zaman göreceksin

Alem birbirinden uyanık

Aşka düşmek hayaldir

Aşk bir acaip haldir

Gönül şadd olur amma

Sonu bu işin muhaldir

SARI ŞEYH Aşık oldu

Aşkı varlığına doldu

Bir zaman geldi de

Canı nefsinden doğdu

Sarı Şeyh

Ateşle oynayan uygarlık

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

6ab783a4-970a-49e9-a985-7c29d2cf0a26-444×333.jpg Tüm Afrika’nın kuzeyi parçalanmıştır. İki yüz yıldır koca bir denizin ötesinden uzanarak Dünya’nın  bu alanına saldıran Avrupalı güçler, Atlas dağlarından Nil nehrine kadar tüm sahili birbirine düşman devletlere ayırmışlar ve her birine kendi haksız bayraklarını dikmişlerdir. Dağılan Osmanlı Devleti' nin yasal mirasçıları ve varisleri olarak bizim bu alanda hatıralarımız, vesayet ve söz  hakkımız vardır.

Okyanus kıyısında Fas Cezayirle kavgalıdır. Cezayir Tunus’la anlaşamaz, Tunus Libya ile geçinemez. Libya Mısır’a düşmandır.. Konu Afrika’nın dışına çıkacaksa bu listeyi Pasifik okyanusuna kadar uzatmak mümkündür.

Bu ülkeler bir atlamalı diğerleri ile dosttur. Fas Tunus’la barışıktır, Tunus Mısır’ı tanır ve sever. Böylece arzın bu alanına saldıranlar, eski Roma uygarlığının “divida impera: parçala hükmet” kuralınca halkları birbirine düşman etmeyi çıkarlarına uygun görmüşlerdir. Birbirine komşu ülkelerin sınırları sıkıca kapalıdır. Hiçbir ülkenin vatandaşı vizesiz karşı ülkeye giremez… Bu ülkelerin vatandaşları ve özellikle yeni gençleri komşu ülkeye geçerek orada birlik oluşturamazlar, halbuki bu ülkeler en az ondört  asırdır Arapça konuşmakta ve İslam kültürü ve İslam cemaatine mensup bulunmaktadır.

Bu haritayı kim çizdi ? Bu ülkeler Arapça konuştuğu ve İslam camiasından sayıldıkları halde, sırtlarını neden böylesine birbirlerine döndüler ? Neden basitçe çözülebilecek sınır ve arazi davaları insanoğlunun ciğerini delecek biçimde böylesine zorlaştırılıp siyasi sorunlar haline getirilmiştir ?

Amerikalı’lar devletlerini kurdukları zaman ilk konsoloshanelerini Fas’ta açmak istemişler. Fas o zaman Tlemsen’e kadar Osmanlı Protektorası. Yani Osmanlı himayesi altında.. Ülkede Osmanlı kadısı karşı çıkmış.. Rıca minnet konsoloshaneyi açmışlar, sorunlar bitmemiş bu defa binanın bahçesine kilise yapacaklar, Kadı ona da karşı çıkıyor, hem de dehşetle.. Ne var ki karşı taraf ağır basınca gücü yetmiyor, Gönlü istemeden “olur” u basıyor ama izin belgesinin altına da bir şerh koşuyor: “ Dini âtıl ve ayini bâtılları icra etmek üzere .. ” Yani geçersiz olmuş dinleri ve gereksiz ayinlerini uygulamak üzere..”

İngiltere hariç, Akdeniz'in kuzeyindeki her ülke  karşısındakine saldırmıştır. Fas'ı İspanyollar, Cezayir Tunus’u Fransızlar, Libya’yı İtalyanlar, Mısır’ı İngilizler almış ve buralarda yaşayan yerli halkı iliklerine kadar soymuşlardır. Genlerini değiştirmiş, insanlıktan çıkarmış, Avrupa medeniyetinin hizmetine sokmuşlardır. Bu gün bu hareket devam ediyor. Dünyanın  bu yöresi hala Avrupa için  "ucuz el emeği" deposudur.

Günlerdir uçaklar, gemiler, tır kamyonları havadan denizden Avrupa’ya “bedava el emeği” taşıyorlar. Bu da Avrupa’nın ihtiyacı değil mi zaten? Bu uygarlık ateşle oynuyor.

Fransızların Cezayir’e bağımszlık verdikleri 1962 yılında Sahra petrolünü çalıştıran 300 Fransız şirketi vardı. Evian-les-Baines andlaşmaları sonucuna Cezayir bağımsızlığına kavuştu ama 60 şirket faaliyetine devam etti. Hala da ediyor.

Bu ülkelerde Avrupalılar ordularını geri çekseler de yerine yerli güçleri bırakıyorlar. Devlet yönetici sınıf ve kadrolarını kendi üniversitelerinde yetiştirip ülke yönetimini onlara bırakıyorlar. Vaktiyle bir Fransız’a sormuştum.: “Sömürgelerdeki halk liderleri neden hep sizin Sorbonne mezunu ?” Adam tarihi bir cevap verdi: “ Fransa’nın büyüklüğü de  burada değil mi zaten..? ”

Batı uygarlığı ve saldırısını defetmek zordur. Zira bu uygarlık, bizim hiç aklımızın ermediği biçimde kendi “karşıtını” da bünyesinde taşır. Fransızlar insan hakları derken insan haklarını yiyenlere de hak verirler. Bu da işin gizli bir sırrı..

Tunus’ta rejim karşıtı bir avukat : “diktatörü kovduk ama dikatörlük duruyor” dedi. Cezayir, Tunus, Libya, Mısır diktatör istemiyor ama dikatatör yetiştiren tarla da yerinde duruyor. Onu nasıl yok etmeli ? Diktatör tarlasının su ve beslenme kaynaklarını nasıl kurutmalı ?. Sivil siyasi kurumlar canlanmadıkça birilerininin siyasete tek başına veya kendi avenesi  adına el koymasını nasıl önlemeli ?

Elbette demokrasi tek çaredir,  ancak tartışma zemini yaratmadan, karşı fikirlere de hayat hakkı tanımadan, her konuyu enine boyuna tartışmak için yeterli bilgi birikimine sahip olmadan demokrasi kurulmuyor.. Bütün bu aşamalardan geçmeyince demokrasi çarkları işlemiyor.

Asırlar seni anacaktır

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

necmettin_erbakan.jpg

Prof. Tarık Zafer Tuna’ya adını verdiği “islamcılık cereyanı “ aslında Müslüman gibi yaşamanın adıydı. Zira Müslümanlar dinlerine sahip çıktıkları oranda bu dinin gereklerini de yerine getirmek zorundaydılar.

İslamın iki yönü vardır: Kişinin kendi inanış ve yolunu sağlama bağlayan inanç yönü, diğeri de bu inancının benzer insanlardan kurulu bir düzen içinde yer alması.. Birinci bölüm kişiye özel, ikinci bölüm topluma ait, yani siyasidir. Kısaca İslam hem uhrevi hem dünyevi bir dindir. Müslümanlar dinlerinin yanı sıra dünya işlerini de düze sokmak zorundadırlar.

Burada anlaşıldığına göre bir siyasi İslam vardır. İslamın bir Devlet olarak ortaya çıktığı altıncı yüzyıldan beri vardı. İşte bu gün korkulan da bu.. zira emperyalist dönemin Batı ülkeleri saldırdıkları denizaşırı ülkelerde hep siyasi İslam engeli ile karşılaştılar. O ülkeleri dize getirmenin tek çaresi aralarındaki din bağını koparmak olduğunu anladılar. Tarihçi Cevdet Paşa diyor ki: “askere –vatan- derseniz köyünde ortasında çeşmesi olan meydanı hatırlar, ama –din- derseniz evrensel olan her şeyi hatırlar.. Asker İslam askeridir.

Siyasi İslam vardır. İbni Teymiyye ve Vahhabilik’ten beri vardı. Siyasi İslam’ın en önde gelen temsilcilerinden biri, Hindistan’da 49 yıl saltanat süren, Babür Şah’ın oğlu Ekber Şah zamanında yaşamış “imamı Rabbani ve Müceddidi elfi sani” lakapları ile tanınan Ahmed Faruk Sirhindi’dir. 1563 yılında Babür İmparatorluğu egemenliği altında Hindistan'ın Serhend (Sirhind, Chandigarh) şehrinde dünyaya gelmiştir. Ömer ibn Hattab'ın soyundan geldiği için El-Faruk lakabını almıştır. 1624 yılında, 63 yaşındayken vefat etmiştir Nakşibendi tarikatı mensubudur. Nakşibendi tarikatının Müceddidiye kolundandır.

nader_shah_afshar.jpgHükümdar olduğu kadar büyük bir devlet adamı ve düşünür olan Ekber Şah’ın zamanı Hindistan Türk Moğol İmparatorluğu, en parlak devrini yaşamıştı. Ülkedeki sosyal ve ,Siyasi kargaşalıklar bir ölçüde son bulmuş, Hindistan rahata kavuşmuştu. Ekber o çağın Hindistan’ında ülke mozağinde yer alan pek çok dini bir araya getirerek yeni bir din düşünmüş buna da “Dini ilahi” adı takmıştı. Siyasi gücüne dayanarak ortaya attığı bu Brahmanizm, Hinduizm, İslam ve Hırıstiyanlık gibi başlıca dinler arası “ucube” dini de  örgütlemeye koyulmuştu.  Sirhindi buna şiddetle karşı çıktı.

Sirhindî, Ekber Şah'ın dini tahrif etme ve yeni bir din oluşturma çabasına karşı mücadele vermiş ve Ekber Şah'ı kıyasıya eleştirmişti. Din-i İlahi adlı bu yeni oluşum bu yüzden fazla  yaygınlaşmamıştır.

faruk.jpgEkber Şah'dan sonra, yerine geçen oğlu Cihangir Şah, ordu içinde mürit sayısı arttığı için İmam Rabbani'yi hapse attırmıştı. Rabbani, bir sene hapiste kaldıktan sonra, Hükümdar  onu hapisten çıkararak  sohbetine aldı. Cihangir'in tekrar islam kurallarına dönmesi Rabbani ile yaptığı sohbetlerin neticesidir.

Rabbani, onlarca mürşit yetiştirerek Hindistan'ın değişik bölgelerine gönderip halkın irşat olmasına vesile oldu. Hayatı boyunca Ehl-i Sünnet ekolünün önemini bilerek yaşadı. Hindistan'da Türkistan'lı Hoca Ahmet Yesevî' nin rüzgarını estirdi. Rabbani, yeni kavramlarla Tasavvuf’un kelime hazinesini  genişletti. Mektuplarında, yaşadığı halleri ve tecrübeleri anlatması, sonucu sufilerin yeni terimler kazanmalarına yol açtı.

said-inursi.jpgTürkiye’de İmamı Rabbani Faruk Sirhindi’nin yolunu izleyen Bediüzzaman Saidi Nursîdir. Said Nursi eserlerinde üç kişi için zülcenaheyn (iki kanatlı) kelimesini kullanmıştır: Birincisi Peygamberler ve Peygamber Efendimiz, ikincisi İmam Rabbani olarak bilinen Ahmet Faruk Sirhindi ve Mevlana Ziyaeddin Halid, üçüncüsü Van’da kurmayı düşündüğü Medresetü’z-Zehra müderrisleri..

kucuk-ef.jpgÜlkemizde İmamı Rabbani etkisi, Saidi Nursi ile birlikte yer almakta aynı zamanda Mevlana Ziyaeddin Halid neş’esinde gelişen “Nakşi- Halidi” ekolüne bağlanmaktadır. Bu yolun son zamanda en önde gelen isimleri Gümüşhaneli denen koldan Hacı Feyzullah efendi ve kutb’üz zamanı evvel Küçük Hüseyin Efendi hazretleridir.

Sözü geçen kol manen İmamı Rabbaniye bağlı olmakla birlikte onun gibi aktif siyaseti içine değildir. Modern demokrasilerde “sessiz muhalefet” denen siyasi oluşum çerçevesindedir. Yani, bu yolun izleyicisi olan Müslümanlar, fiilen siyasete  girmeyi tercih etmemekte fakat İslam dışı uygulamalara da katılmamaktadırlar. Bir “hadis-i şerife dayanan bu tutum, İslamda büyük bir güç olarak gelişmekte ve gelecek için ümit vaad etmektedir.

İmam Rabbani, Mevlana Halit ve Bediüzzaman  çizgisinden gelip zaman zaman siyasete fiilen girmeyi tercihe edenler de vardır. Bunlar bir gruptur. Ancak kurumsal siyaseti kızdıran bu tutum, her defasında sağlam bir strateji geliştirmediği için başarılı olamamıştır.

necmettin_erbakan_baskan2.jpgİki gün önce defnettiğimiz, Türkiye’nin nadir yetişen büyük isimlerinde Prof. Necmeddin Erbakan “siyasete girmeyi tercih eden” ler grubundandır. Bunlar daha önce “İslam Demokrat Partisi “Milli Selamet Partisi” gibi gruplar kurmuşlardı. Hoca sonunda hepsine birden “milli görüş” dedi.

Birkaç yıldan beri içinde bulunduğumuz “AK parti rejimi” Türkiye’de aldığı şekle göre “Sessiz muhalefet” olarak tanımladığımız “İmamı Rabbani” yolunun gizli stratejist’i dir.  Tarihsel gelişime, çağa ve coğrafyaya uygun güçlü tetikçisi’dir. Hoca’nın misyonunu  kurup ststratejisi’ ni geliştiremediği bir siyasi oluşumun başarılı oyuncusudur. Harika bir strateji uzmanıdır. Ancak aldığı bu hızla nerelere gider ? bilmiyoruz. Göreceğiz.

Rahmet olsun Hocam.. “Odalar Birliği” seçiminden beri gönlümüzde yer tutan değerli Hocam.. Asil ve muhterem insan.. Mücahidi fisebilillah. Türkiyenin ihtiyacı olduğu ama eline yeterli siyasi güç sunamadığı büyük insan. Asırlar seni mutlaka hörmetle anacaktır.

O da toprağa düştü. Büyük insanlar yetiştiren bir toprağa düşen her tohum bir gün mutlaka yeşeriyor.

tacmahal2.jpg

Fisk ü fücur cümbüşü

1.jpg  2.jpg4.jpg

Bir sonbahar akşamı Beyoğlu sokaklarında yine titrek ışıklar dolaşıyordu, elektriğin henüz ufukta görülmediği, ampulün icat edilmediği o alacakaranlık ürpertili dönemde, özel günlerde geceleri fener alayları tertip ediliyor, ışıldaklar yakılıyor ve şehir esrarengiz bir aydınlığa bürünüyordu.

Şarkın dillere destan gizemi gün ağaran vakte kadar ortalığa egemen oluyor, şehir başka başka renklere kavuşuyordu. Bu akşam durum her zamankinden farklıydı. Sokaklarda koşuşan, bağıran, eğlenen, davul vurup borazan çalan, şakalaşan insan topluluklarının  başlarında o ana kadar görülmemiş bir başlık vardı. Bir çeşit kısa beyaz bir takke ve üzerine kırmızı beyaz ve mavi renkli üç kokart..

91.jpgBu dönemlerin tarihini yazanlar daha sonra bunun “Frikya başlığı” olduğunu yazacaklardı. Giysileri de çok değişikti, ütüsüz beyaz pantalonlar, bol gömlekler ve çeşitli takılar, tüyler, yılan dişleri, kartal kanatları.. bilinmeyen alametler.. Ağırbaşlı Osmanlı başkentinin gecelerini altüst ederek ortalığı şenlikli Pazar yerine çeviren bu kişiler İmparatorlukta yaşayan azınlık Fransızlardı. 1789 Fransız devrimini kutluyorlardı, öyle çok gürültü çıkarıyorlardı ki, sonunda çevre halkı isyan etti:

van_mour_mehmed-efendi.jpg Avusturya büyükelçisi,  İmparatorluğunun dış işleri bakanı “reisülküttap” ünvanını taşıyan Raşid Efendiye başvurdu. Fransız devrimine Avusturya gözlüğü ile bakmayan Reisülküttp Raşid Efendi ise elçiye şu tarihi cevabı verdi . “ Devleti Aliye Fransız maddesinde bitaraftır ve bu makule alametler burada muteber olmamakla gerek Kral, gerek Cumhuriyet taraftarı olan bu Fransızları,  Fransız milleti bilir ve cümlesinin ticarete olan umur ve hususuna müsaade eder..” Elçinin aldığı cevap devletin Fransız devrimi karşısındaki tarafsız tutumunu ifade ediyordu. Ancak sokağın gürültüsü de kesilmiyordu. Avusturya elçiliği bu defa baş tercümanı aracılığı ile tekrar Nezarete  başvurdu. Aldığı cevap birincisinden de katıydı. “ Devlet-i Aliye İslam devletidir. Bizde o makul alametlere itibar olunmaz. Dost devletlerin  tacirini biz misafir biliriz.İstedikleri alametleri takarlar. Başlarına “üzüm küfesi” geçirseler “niçin   giydiniz” demek devletin vazifesi değildir.”

Beyoğlu sokaklarında, çoğunun İstanbul’da doğmuş olmasından dolayı yerlilerin “tatlısu frenkleri “adını taktığı Fransızların taşkınlıklarının ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Ama Osmanlı İmpratorluğu’nun, “milliyetiçilik” prensibine sırtını dayayan Fransız devrimine karşı gittikçe soğuk davrandığına tanık oluyoruz. O çağın uluslar arası dengesine uymayan “yeni dünya düzeni” de göz önüne alınmakla birlikte, Fransız devriminin özellikle her türlü dine karşı acımasız tutumu, dinlere öteden beri hoşgörü ile bakan Osmanlı aydınlarının dehşete kapılmalarına yol açmış gürünüyor.

31.jpg

Kral ve Kraliçe'nin tutuklanması

Devrimin sonucunda yeni kurulan rejim ve krallığın devrilmesi Osmanlı devletinde genellikle''Fransa nizamı cedidi'' yani “yeni dünya düzeni” olarak görülmekte ve “tebeddülat ve tagayyür” Kelimeleri ile ifade edilmekteydi. Yani “Değişim ve başkalaşma” İşin garibi şudur ki: bu olay hakkında bizzat Devrimin yıktığı Kral 16. Lui’nin bilgisine baş vuruluyor ve Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim, her iki devlet arasındaki anlaşmaların devam edip etmeyeceğine dair Krala yazdığı mektuba, 1791 haziranında Paris’ten kaçtıktan sonra yakalanıp geri getirilen kraldan şu cevabı alıyordu:"İki hükümdar ve iki millet arasında akdolunan dostluğun günden güne artarak azalmayacağı malumu şahaneleri buyurulmak halisane arzumuzdur. Miladı İsa’nın 1781 senesinde, mahi teşrini evvelin   yirmisinde, Paris şehrinde yazılmıştır. Muhibbi Sadık Lui.” Ancak Padişaha sadakatini bildiren bu kral, az sonra idam edilecekti.

5.jpg Fransız Devriminin ne olduğu konusunda Sultan III. Selim devrin ileri gelen fikir ve devlet adamlarına 100’ e yakın rapor yazdırmıştır. Pek çoğu birbirinin tekrarı olan ve yeni bir konu içermeyen bu raporların arasında Reisülküttap Atıf Efendi’nin 1798 nisanında kaleme aldığı “muvazenei siyasiye” isimli raporu önem taşımaktadır. Atıf efendi raporunda “Fransız  devrimini bir fitne kaynağı” olarak görmekte ve "fisk ü fücur cümbüşü" olarak nitelemektedir

III. Selim'in Reisülküttab'ı Atıf Efendi’nin devrimin öncülerinden Voltaire ve Rouseau hakkındaki fikirleri şöyledir : “Burada Voltair, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter fukaralar peygamberlere sövüp, büyükleri zemmetmek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret bir takım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında fitne fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler frengi hastalığı gibi halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı bu tür düşüncelere halkta rağbet etmektedir.

işte bunların etkisinde kalanlar bir kaç yıl önce bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, Fransa halkını vahşi hayvan kıyafetine sokmaya çalışmışlar, bununla da yetinmeyip her yerde kafadarlar sağlayarak insan hakları dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip milletlerin, hükümdarların aleyhine kışkırtmışlardır.  Burada olup bitenler bunlardır

voltaire.jpg jean-jacques_rousseau-1.jpg    61.jpg Voltaire           Rousseau                Kralın idamı

''Voltaire ile Rousseau denmekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve onlar misillû dehrilerin hâşâ sümme hâşâ Allah'a ve peygamberlere dil uzatmak, her türlü kutsallığı yok etmek, eşitlik ve cumhuriyeti ilan eylemek için karaladıkları eserler çoluk çocuk arasında rağbet bulup dinsizlik ve fesad frengi illeti gibi yayılmıştır'' ( Kaynak Prof.Dr.Ekrem Aksoy,Hacettepe Üniversitesi ) Atıf efendiye göre yapılan propagandaların sonucunda pek çok insan yeni fikirlere kapılarak “güya saadet-i kâmile-i dünyeviye’yi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can attılar”. Yani dünya mutluluğunu kazanmak üzere eşitlik ve serbestliğe can attılar,.

Tarihçi ve hukukçu büyük devlet adamı Ahmet Cevdet paşa da Fransız devriminin aleyhindedir. “İhtilâl; belki de görünürde sadece muharref Hıristiyanlığı hedef almakla birlikte; “hakikatte tüm dinî itikatları ve ibadetleri” yok etme hedefini benimsemiştir  Hatta bu konuda İslâmiyet’e ve İslam Dünyasına bakışları daha da katı’dır ” demektedir.

murrr.jpgDevrimin gidişatından kuşkuya kapılıp sonradan fikir değiştirmesine rağmen Fransız ihtilalinin en heyecanlı savunucularından biri Sultan Aziz döneminin ünlü gazetecilerinden Mizancı Murat bey dir. Murat Bey “Tarihi Umumi” isimli eserinde devrimin geniş bir tarifini yapar.  Rıza Tevfik'e göre Murat Bey Mektebi Mülkiye'deki derslerinde devrimi öylesine canlandırarak anlatırmış ki, öğrenciler boş zamanlarında Danton, Marat, Robespierre gibi devrim öncülerinin kişiliklerine bürünerek kendi aralarında oyunlar oynarlarmış. Ancak parlemento sistemi ve “milli hakimiyet” prensibine "ümmül habais: kötülükler anası" diyerek dirsek çevirecek olan aynı Murat bey, daha sonra “devleti asiller  yönetir, sokakta koşuşan serserilere devlet teslim edilemez” diyecektir.

bbb.jpegBüyük Fransız devrimi sırasında İstanbul ‘da yaşayan Hırıstiyan azınlıklar arasında devrimi tanımayanlar da vardı:  İstanbul’da  Galata’da bulunan St. Benoit kilisesinin Lazarist rahipleri, devrimin Fransız elçisi tarafından kiliseden uzaklaştırılmıştı. Rahipler kendilerinin Fransa’ya bağlı olmadıklarını ve Osmanlı teb’ası sayıldıklarını ifade ettiler. İddiaları kabul edildi ve St. Benoit’nın Lazarist rahipleri Babaıali’nin himayesinde kiliselerine geri döndüler. Osmanlı devleti İstanbul Hırıstiyan Latin cemaatini, kendi vatandaşı  kabul etmişti.

8.jpg

Kral deviren köylüler

Hisseli ibretli resimler

guzel.jpg  ajda-pekkan1.jpg gelecek.jpeg 1900 Güzeli              2000 güzeli             3000 güzeli

Eski zaman resimleri

ayasli.jpg Münevver Ayaşlı (Selanik 1906-Beylerbeyi 1999)