ötelerde gezinmeye geldim

sari-gul-resimleri-20.jpg

Tebessümler diyarında göz yaşı dökmeye geldim Gülen insanlar arasına Ağlamaya geldim

Bir an olsun bilseydim Bu hâlin sırrını Yok sayardım bu canı Cansız olmaya geldim

Bildim bilmenin gücünü Aldım varlığın öcünü Duydum da sesini Yüzünü görmeye  geldim

Mekandan öte bir mekanda Kainatın her yanında Yaradan ve yaratılmış katında Ötelerde gezinmeye geldim

SARI ŞEYH  kusurludur Özrü yok, huzurludur Her taraftan bakmak için Kendimi bilmeye geldim

Sarı Şeyh

0n bin tutuklu

suriyede_olaylar_.jpg BEYROUTH (Reuters) - Le président Bachar al Assad a décrété une amnistie générale en Syrie, annonce mardi la télévision publique, après dix semaines de manifestations contre son régime durement réprimées par l'armée. Selon la télévision syrienne, l'amnistie englobe tous les membres de mouvements politiques, y compris les Frères musulmans, interdits en Syrie. L'appartenance aux Frères musulmans, qui ont mené un soulèvement armé contre le père de Bachar al Assad, en 1982, est passible de la peine de mort. Des militants syriens ont affirmé que 10.000 personnes avaient été arrêtées depuis le début des manifestations contre Assad, dans la ville de Deraa, à la mi-mars, et qu'un millier de civils avaient été tués. (Courtoisie Reuters)

Türkçe özet. Suriye devlet başkanı Beşir el Esat Salı günü genel af ilan etti. Suriye televizyonuna göre af,  1982 yılında o zamanki devlet başkanı Beşir el Esat’ın babasına karşı süikast girişiminde bulunan ve Suriye’de idam cezası ile yasaklanan “Müslüman Kardeşler” örgütü dahil tüm siyasi hareketlerin üyelerini kapsıyor.

Karanlık tutkular yüzünden

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

kabuk.jpg

Bütün canlı varlıklar

Karanlık tutkular yüzünden

Kabuk içinde dünyaya gelmiş gibi

Akılsız ve şuursuz bir haldeydiler

OrtaasyaTürk Şiiri

En tehlikeli teröristler

zin.jpg zinjibar1407.gif Reuters: The Yemen-based al Qaeda wing and Islamic militants have taken over the Yemeni coastal town of Zinjibar in south central Yemen, residents of Zinjibar told Reuters on Sunday. "About 300 Islamic militants and al Qaeda men came into Zinjibar on Friday and took over everything," one Zinjibar resident said. Zinjibar is the capital of Abyan province in south central Yemen. Yemen is beset with violence and protests since pro-democracy unrest erupted in January to end President Ali Abdullah Saleh's near 33-year rule. The Yemen-based al Qaeda branch is the world's most active terror cell, according to Washington. The group has strongholds in remote mountain regions in the provinces of Shabwa, Abyan, Jouf and Marib. The al-Qaeda wing in Yemen on Saturday in a statement read before the local residents declared the provincial capital city of southern Abyan province as the capital city of its "Islamic Emirate", said the report. (Courtoisy Reuters)

Türkçe özet: Reuters ajansının Pazar günü haber verdiğine göre Yemen’in bir kıyı şehri olan Zinzibar’da yaşayanlar, geçen cuma günü şehre gelen 300 kadar el-Kade militanının  Zinzibar’ı  ele geçirdiğini bildirdiler. Yemen’de üslenen el Kaide gruplarının dünyanın en tehlikeli teröristlerinden meydana geldiği belirtiliyor.

znn.jpgel.jpg

Bir Mevlevi Dede’si

21.jpg

Asırlar önce binlerce beyit şiir ve yüzlerce kitap yazmış olan Mevlana Celaleddin Rumi günümüzde Afganistan’ın sıcak bölgelerinde yer alan Belh şehrinde doğmuştu. Babası yörede tanınmış bir bilgindi. Din ilimlerinde şöhret sahiydi. Ailenin yaşadığı ülke o sırada pek çok kültürün kaynaştığı, birbirinden gıda aldığı, bazen de birbiri ile amansız bir mücadeleye giriştiği acımasız bir topraktı. İslam’a daha yeni adım atmış dağlı kabilenin ilkel yaşantısı ile buralarda yüz yıllardan beri var olan kültürlerden yetişme insan türleri, birbirine karışmıştı. Çeşitli ırklar, farklı karakter taşıyan uluslar, uçsuz bucaksız Asya topraklarında yan yana yaşıyordu. Yaşamlarını bağlı oldukları asırlık geleneklerin ışığında düzene sokmak zorunda olan bu insanların her biri ayrı bir gerçeğin peşindeydi. Bu durumda kimin doğru söylediği nereden anlaşılacaktı?

Düşüncelerin bulandığı, fikirlerin karıştığı, işlerin zorlaştığı, insan yaşamında gerek duyulan yeni düzenlemelerin henüz ufukta belirmediği, tarihin her çağında olduğu gibi on üçüncü yüz yıl toplumunda da bir şeylerin değişeceği anlaşılıyordu. Değişmek için, yenilenmek için, yeni yaşamın, yeni kurallarının belirmesi için  malzeme yine insanın kendisiydi.. Denenmiş tüm usullerin iflas ettiği, gücünü yitirdiği, uygulama alanının dışına çıktığı bir zamanda insanoğlu, yeni bir düzen tutturabilmek için yine kendi içyapısına başvurmaktan geri durmayacaktı. Yaradılışın sırrı da buradaydı. İnsanoğlu’nun mükemmel yapısında onu devamlı olarak zinde tutacak ve daima yenileyecek bir sır yatıyordu.

Dağılan, çözülen, dibe vuran, tüm değerlerini yitiren o çağın toplumunda bir mucize bekleniyordu. Biri bir yol gösterecek, bir ışık belirecek ve dertli insan nesli kurtuluş ümidine kavuşacaktı. İslamî temelli Orta Asya Türk tasavvufu işte tam bu noktada yaşama girdi. Miladî IX. yüzyıldan itibaren Orta Asya’da görülen İslam dini, bu yörede uzun yüzyıllardır yaşayan yerli halklara yeni bir yaşam şekli olarak İslam dinini teklif ediyordu. Asya’nın en kudretli hükümdarlarından Selçuk sultanı Sencer, kendisine  nasihat vermesi için bir adamını zamanın kutbu hace Yusuf Hemedanî’ye gönderdiğinde, Hace hazretleri gelen adama şöyle demişti: “Git sultanına söyle kendisini ve kavmini  kurtarmak istiyorsa, bizim gibi yapsın..”

Tasavvuf insanlara örnek bir yaşam şekli va’ad ediyordu. Kitaplarda yazılı kuralların ötesinde yoğun biçimde duygu ve derin sezgilere dayanan bu yaşam şekli, aslında insan yapısının derinliklerinde gizli olan enerjinin dışa vurumundan başka bir şey değildi. Olay basitti. Ve bu basitlikte gizli bir azamet, gösterişsiz bir ihtişam ve muhteşem bir güç vardı. Tüm değerlerini kaybederek altı boşalan insanoğlu, şimdi ulaştığı eski kaynaktan yeniden dolacaktı.. Bunun için insanın yeni bir tarifi yapılacaktı. Bunu Mevlânâ Celaleddin başardı.

mevlana.jpg

Pir’in anlatımında insan “melekle şeytanın karışımından” ibaretti. Bu karışım kaynaşma değil “yan yana var olma” şeklindeydi. . Şeytan yine şeytan, melek yine melekti ancak birbirlerine saygılıydılar. Birbirlerinin varlığından haberdardılar. Hz. Pir hayret ediyordu: “Bu nasıl iş ‘ şeytan ve melek aynı bedende buluşmuş..” diyordu. Ve ilave ediyordu: “İnsanın bedeni bir hamur teknesi kadardır ama ruhu kainata sığmaz..”

Yapılan yeni tarif ve üzerine kurulan yeni düzen, İslam alanında yüzyıllar boyu yaşadı. Atlantik kıyılarından Pasifik dünyasının derinliklerine kadar uzanan muazzam bir coğrafya’ya yayıldı.  Dünyamızın bu yöresinde bir köşeden diğerine kadar hep “aynı ruha sahip “ insanlar yetişti. Bu insan kısaca Melek ve şeytanı birlikte korumaya azimli garip bir sentezdi.

Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin yolunda kurulmuş “Mevlevi tekkelerinden” İstanbul’da Yenikapı semtinde birkaç asır var olmuş Mevlevihane’nin son dedelerinden biri Osman Dede idi. Son Türk devletinin dağılıp ülkede laik Cumhuriyet kurulduktan sonra bir kanunla kapatıldığında, bu Tekkenin son Dedelerinden Osman dede’yi, 50’li yılların sonuna doğru tanıdım. Dede o sırada orta yaşları biraz aşmış, ihtiyarlığın basamağına gelmişti. Tekke kapandıktan sonra gidecek yeri olmamış pek çok derviş gibi o da yaşamını sürdürmek, üç beş kuruş ekmek parası kazanmak ve dost, ahbap arasında bulunmak üzere Çarşı’ya kapılanmıştı.  İstanbul’da Beyazıt’ta Çadırcılar semtinde bir çarşıda yaymacılık yapıyordu. “Yaymacılık” bir çeşit eskicilikti. Yaymacılar, fazla parası ve eşyası olmayan küçük esnaf’ın en küçük takımıydı.

Bu kişilerin bütün malları her gün evden çarşıya, çarşıdan eve birkaç ufak çanta veya bez torba ile taşınan, üç beş parça kırık dökük kullanılmış eşyadan ibaretti. Dükkânları yoktu. Genellikle bir dükkânın caddeden görünen bir köşesine yerleşirler, fazla yayılmadan tezgâhlarını açarlardı. Akla gelebilecek her şey o tezgâhta yer alırdı. Ev aletleri, marangoz takımları, kesici, bükücü, delici araçlar, çalışmaz olmuş elektrikli aletler, anahtarı kaybolmuş kilitler, yakıtı tükenmiş, çakmaklar, yazmaz olmuş kalemler, bozuk ampuller, dişçi kerpetenleri, testereler, bıçaklar, çekiçler, tornavidalar, eğeler, keskiler , envai çeşit, her şey.. Bu pazarın temel esprisi sürprizdi. Bakmadan geçilemeyecek tezgâhta her insan mutlaka ilgisini çekebilecek bir şey bulabilir, ucuzca satın alabilirdi.

18.jpg

Osman Dede’nin “yaymacı” tezgâhının sürprizi “Ney” di. Dede ney satardı. Gençliğinde ney üflemiş olan Osman dede, Yenikapı Mevlevihânesi mutrıbında bulunmuştu. Tekke kapatıldığında “halilezen” di. Halile bandolarda da kullanılan sarı pirinç zillerin Mevlevi müziğindeki şekliydi. Bir çeşit vurmalı bir refakat sazıydı. Mevlevi tekkelerinde ney üfleyene “neyzen” kudüm vurana “kudumzen” dendiği gibi “halile” vurana da “halilezen” deniyordu.

Dede’nin tezgâhını açtığı küçük dükkân, Cavit veya Cahit isimli bir zatın çay ocağıydı. Sekiz on kişinin ancak sığacağı bu dükkânda iskemle yoktu, duvarın iki kenarına sığınmış tahta sedirler vardı. Sokağa bakan tarafta ise Osman Dede oturur müşteri beklerdi. Bir taraftan dükkânda çay içenlerde sohbet eder diğer yandan gelen geçene göz kulak olurdu. Dede’nin kulakları ağır işitiyordu. Bazen anlaşmada zorluk çekiyorduk. Fakat ne hikmetse, sağıra yakın kulaklarıyla o adam ney sesini duyardı. Neylerden çıkacak en ufak bir fısıltı dedenin tepkisine yol açardı. Bu nasıl olurdu? Anlamazdım. Hâlâ da anlamış değilim.

Dede’nin sattığı ney’leri çay ocağının devamlılarından Yahya isimli bir neyzen açardı. Yahya halktan gelme, eğitimsiz fakat sağduyulu, yiğit bir delikanlıydı. Nereden bulursa bulur, kamış keser getirir, dükkânda akşama kadar oturur, o kamışları deler, yontar, zımparalar, eğeler, yapıştırır, defalarca üfler, dener, uzun saatler süren sonu gelmez testlerle ortaya bir ney çıkarırdı. Sonra günlerdir özene bezene hazırladığı o neyi anlaşılmaz bir hareketle aniden kırar, parçalar, yok ederdi. Neden öyle yaptığını kimse ona soramazdı. – Sesleri beğenmedi, kırdı derlerdi. Yahya’nın bu şekilde pek çok ney kırdığı söyleniyordu. İmalatı sona erdikten sonra kırılmaktan kurtulabilme şansına ermiş neyler ise Osman Dede’nin tezgâhında boy göstermeye hak kazanıyordu. Başparesi hazırlanmış, parazvanesi takılmış gelinlik kız gibi sarı duvaklı kaliteli neyler, Dede’nin oturduğu pencerenin yanında durur, kaliteli müşteri beklerdi.

Dede’den benim para vererek satın aldığım ilk saz bir Mansur ney’di. 40 liraya taksitle aldığım bu ney’i yıllarca üflemiştim. O neyi bana hocam Kütahyalı ressam Ahmet Yakuboğlu almıştı.

Osman Dede’nin kahvesi 1950’lerin İstanbul’unda şehirdeki tüm neyzenlerin ve musiki meraklılarının toplandığı yegâne yerdi. Benzer bir kahve de Beşiktaş’ta neyzen Tevfik’in meşhur ettiği bir kahveydi. Ancak o kahve Neyzen’in vefatından sonra unutulmuş Osman Dede’nin ve kahveci Cavit’in Çadırcılar sokağındaki kahvesi öne geçmişti. Ben bu kahvede sırası ile Neyzenbaşı hocam Halil Can bey’i, kapatılmış Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi Abdülbaki efendi’nin büyük oğlu neyzen kudümzen Gavsi Baykara’yı, kardeşi Resûhi Baykara’yı, özellikle neyzen Ulvi Erguner’i, Niyazi sayın ve o sırada bir ayakkabı ustasının yanında çalışırken her fırsatta kahveye gelen sonraki yılların ünlü neyzeni Aka Gündüz Kutbay’ı tanıdım.Osman dede’nin kahvesi sadece neyzenlerin değil, tüm musikişinasların uğrak yeriydi. Tanburîler, udîler, kanunîler, musikinin her dalında nasip sahibi herkes, günün her saatinde oradaydı. Bu hal uzun süre devam etti. O yıllarda Şehirde musikinin adresi Osman Dede’nin kahvesiydi.

Bu kahvede ağırlık yine Yenikapılılarda’ydı. Başta son şeyhin büyük oğlu olmak üzere buraya toplananlarla dört asırlık Yenikapı Mevlevihanesi sanki o yıllarda o küçük kahvede yaşamına devam ediyordu. Tekke, yok olmuş, büyük Mevlevihane’nin asırlarca sürmüş kutsal hayatından geriye cılız bir su sızıntısı kalmıştı. O da yer altındaki gizemli dehlizlerden sessizce süzülerek Osman Dede’nin kahvesinden kendisine yol bulmuştu. Bu sızıntı sonraki yıllarda bir çağlayan olacak, Konya Mevlana İhtifalini doğuracak ve Mevleviliğin yeni şeklini dünyaya tanıtacaktı.

Osman Dede’den bir ney alıp onun yanında üflemeye çalışmak neyzenliğin başlangıcıydı. Dede musiki bilmez, seslerin ve makamların adını söyleyemezdi ancak bozuk bir sesi derhal fark eder o sesi çıkaranı uyarırdı. Böylece bu sanata meyleden daha başlangıçta yanlış bir yola uğrama tehlikesinden kurtulurdu. Bence musikinin özü de buydu. Dede bu özü yakalamıştı.

33.jpgOsman Dede 1953 yılından sonra Konya’da yapılmakta olan "Mevlana Anma toplantıları" nın sema törenlerinde, mutrıb hey’ etinde, Halilezen olarak görev aldı. Bir çift pirinç zil olan Halile, bu musikinin vazgeçilmez sazıydı. Osman Dede’nin halilesi ise nev’inin tek örneği olarak gümüşten’di. 1964 yılında Konya Mevlana İhtifalinde Mevlevi dünyasının ünlü ismi Ahmet Avni Konuk’uın “Ruyi ırak” makamında bestelediği ayin icra ediliyordu. Osman Dede bu ayinde yine “halilezen”di. Ayin, Fransız müzikolog Bernard Maugin tarafından kayda alındı ve Paris’te Birleşmiş Milletler’in kültür teşkilatı olan UNESCO’nun “Baron Reither” serisinde yayınlandı. Bu kayıtta Osman Dede’nin vurduğu halile, tüm ihtişamı ile fark ediliyordu. Bu vuruştaki, ahenk, eserin akışındaki sırrı yakalama ve ona yön verme, basit bir zil sesinden yayılan muhteşem ve asil bir musiki ve herşey olağanüstü değerlerdeydi.

Osman Dede 1974 yılının baharında bu dünyadan ayrıldı. Evliydi, Süreyya Hanım adında rumdan dönme bir hanımı ve Celaleddin isimli bir oğlu vardı. Ömrünün son yıllarını Ümraniye’de  kendi evinde geçirmişti. Onbeş yıl Dede’ye hizmet eden yakın dostu neyzen-ayinhan Nejat Tezcan, 1973 yılının Mevlana ihtifalinde Dede’yi Konya’ya götürmüştü. İstanbul’a dönüşte otobüste, ayinden alınan kayıt çalınırken Dede uyukluyordu. Birden uyandı ve “devrikebir vuruluyor.. ” dedi. Dede ses duymamasına rağmen anlaşılan, kudüm vuruşunu, bedenine ulaşan titreşimlerden fark ediyordu.

Yaşamının sonunda ney ve kudüm sesinden başka ses duymadan bu dünyadan ayrılan Osman Dede, Mevlana Celaleddin Rumi ve Yenikapı Tekkesinin gerçek varisiydi. Sırrını ve neş’esini levhi mahfuza götürdü.

7.jpg Yenikapı Mevlevihanesi yangını -Eylül 1961

Roma'yı hırıstiyanlık yıktı

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

19.jpg Putperest Roma İmparatorları 200 yıl, o  çağda gelişmekte olan diğer dinlere karşı acımasız bir işkence siyaseti yürüttü . İsadan 300 yıl sonra Nikomedia’ da (İzmit) hüküm süren  imparator Diokletianüs  zamanı bir günde 30.000 can’a mâl olan  tarihin en büyük katliamı yaşandı.

Eski çağlarda dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Roma, miladi dördüncü yüz yıla geldiğinde büyük bir sorunla karşılaşmıştı. Roma’nın yönettiği geniş topraklarda halklar gelişmiş, eski Roma kanunları geçerliliğini yitirmiş, ekonomik gereksinimlerin yanında insanoğlu, inanç ve anlayış vâdisinde olağanüstü farklılıklar yaratmaya başlamıştı. Romalı’lar artık eskisi kadar tanrı’larına güvenmiyorlardı. Kimse onlara inanmıyordu. Roma’yı ayakta tutan yaşlı tanrılar güçlerini yitirmişlerdi. İtibarları sona ermişti.. Kimse eski çağlarda olduğu gibi tanrılar için kurban kesmiyor ve çocuklarını devlet için askere göndermek istemiyordu. Bu iki ana kaynaktan beslenen Roma uygarlığı sarsıntılara uğruyor, otoritesi kayboluyor, vergi toplama gücü günden güne eriyordu. Roma’nın kan kaybettiğini gören merkez yönetim ise İmparatorların gölgesinde halkına karşı gittikçe daha fazla gaddarlaşıyordu.

hiristiyan_hac.jpg

Roma bütün diğer teolojik gelişmelerin yanında özellikle Ortadoğu'da Filistin’de Hz. İsa peygamber’ in tebliği ile doğan Hırıstiyan akımını karşısına almıştı. Roma imparatorları “ sizin dininize karışmak istemiyoruz ama Roma tanrıları kurban ve Roma devleti asker bekliyor” diyorlardı. Tek tanrıya bağlı yeni ve güçlü Hırıstiyan dini ise her şekliyle kurban geleneğine ve askerliğe karşı çıkıyordu. Kurban ekonomisi ve askerlikle ayakta duran Roma’nın sonu geldiği anlaşılmıştı. Bu dinin kan, ateş ve savaş sevmeyen peygamberi “Sana biri bir tokat atarsa diğer yanağını da ona uzat” diyordu. Bu iki nokta giderek muazzam Roma’yı yeryüzü haritasından silmeye yetmişti.

4. yüzyılda Büyük Britanya’dan Hindistan’da İndüs vadisine kadar uzanan etkisiyle Roma, Marmara denizinin kıyısında İzmit’ten yönetiliyordu. Devlet merkezi şeklen Milano olmakla birlikte İmparator Diokletianüs “Doğu illerinin yönetim güçlüğü” dolayısıyle  bu şehirde oturmayı tercih etmişti. Devlet erki yetkileri eşit, ikişer sezarı ile  dört imparator arasında paylaşılmıştı. Tarihte başka örneği bulunmayan bu yönetime "dörtbaşlı:Tetrark" adı verilmişti.

Diokletianüs Hıristiyanlara uyguladığı “büyük işkence” ile tarihe damgasını vurmuştur. İmparator Roma’nın eski geleneklerini canlandırmak ve “tetrark” dörtlü yönetime tanrısal bir özellik katmak istiyordu. Sezarı Galerius’ün etkisinde Diokletianüs, 303 şubatı ile 304 şubatı arasında dört büyük genelge yayınladı: Bunlarla Hırıstiyan yazıtları ve tapınaklarının imhası ve Hırıstiyan din adamlarının malvarlıklarının dondurulması; hırıstiyan din adamlarının tutuklanması: Din adamlarının kurban kesmeye zorlanması, ve arkadan tüm hırıstiyan halkın kurban kesmeye zorlanmasını emrediyordu. Bu genelgelerden sonra Doğu ülkeleri “Büyük İşkence” adı ile başlayan bir dizi zulüm’den den büyük zarar gördü. Ancak asıl kanlı katliam İsa Peygamberin yaşadığı Filistin topraklarında ve Afrika’da meydana gelmişti.

iskence.jpg

“Büyük İşkence” nin en kanlı sahnesi bir günde 30.000 hırıstiyan’ın imha edildiği İzmit’te  yaşanmıştı. 303 yılının Terminalisler Şenliği’nin kutlandığı 23 Şubat günü, Hıristiyanlığın yayılmasını sınırlama tarihi olarak açıklandı. Bu şenlik, “Terminus” adı verilen Roma sınır taşı tanrısını anmak için her yılın 23 Şubat günü yapılan bir anma töreniydi. Tanrı Terminus, Roma İmparatorluğu’nun sınırlarının güvenliğini sağlayan bir taş tanrıydı.Pretorium prefectusu yani saray yöneticisi başta olmak üzere, generaller, tribonuslar, hazine temsilcileri, sabah erkenden, kentin en kalabalık ve en görkemli semtindeki yüksek bir yerde kurulu Nicomedia Kilisesi’ne geldi.

Onların önünde kapılar zorlanmaya başladı. Sunak bölümüne saldırıldı. Boş yere bir dinsel simge arıyorlardı. Böyle bir şey bulamayınca kızdılar. Kutsal kitapları ateşe atıp yaktılar. Üst düzey yöneticileri, savaş düzeninde yürüyen ve özellikle zorlu kentleri yıkmak için yararlandıkları tüm araç ve gereçlerle donanmış çok sayıda muhafız ve piyadelerden kurulu bir birlik izliyordu. Bir kaç saatlik uğraştan sonra, çatısı imparatorluğun sarayından da yukarı yükselen, bu nedenle de uzun süreden beri putataparların kıskançlığını, öfkesini üzerinde toplayan bu yapı, baştan aşağı yıkılıp yerle bir edildi.

81.jpgErtesi gün, uygulanacak işkencelere ilişkin hazırlanmış genel bir buyruk duyuruldu. Galerius, tanrılara kurban vermeyi reddeden kişilerin diri diri yakılmasını isterken, Diocletianüs kan dökmeye karşı çıkıyor, Hıristiyanlara verilecek cezaların çok sert olmamasını istiyordu. Bununla birlikte, taht ortağını daha fazla yumuşatamadı. İmparatorluğun bütün eyaletlerindeki kiliselerin tümden yıkılması buyruğu verildi.

Gizli olarak Hıristiyan meclisi toplamaya yeltenenler için ölüm cezası uygulanacağı bildirildi. Magistraların emirlerine göre; piskopos ve papazların elindeki kutsal kitaplar herkesin gözü önünde yakılacak, buna uymayanlar için en ağır cezalar uygulanacaktı. Aynı buyrukla Kilise’nin tüm mal varlığı ya artırma ile satıldı ya da zorlamayla satın almaya uğratıldı. Bunlar, ya kentlere ve topluluklara verildi ya da gözü doymaz saray üyelerine dağıtıldı.

111.jpg

Hıristiyan inancını ortadan kaldırıp, Hıristiyanların dinsel örgütlenmesini yok etmek için, Roma’nın ve atalarının dinine direnenlere dayanılmaz vergiler yükleme yoluna da gidildi. Hırıstiyanlar çoluk çocuk Arena'da aç arslanların önüne atıldı. Halk faciayı çepeçevre seyretti, çılgınca alkışladı. Ünlü bir soydan gelmiş olup da sonradan Hıristiyanlığı seçen kimselerin hiçbir saygınlık taşıyamayacağı, hiçbir görev alamayacakları kararlaştırıldı. Hıristiyan köleler, bundan böyle özgürlüğe kavuşma umudunu yitirmiş olacaktı. Hıristiyan halkın tümü, yasaların koruması dışında bırakılıyordu.

Hıristiyanlara karşı açılan her davaya bakmak ve onu karara bağlamak için yargıçlara olağanüstü yetki verildi. Hıristiyanlar ise, uğradıkları herhangi bir saldırı ya da haksızlık durumunda dava açamayacaklardı. Bu çok acı verici ve aşağılayıcı yeni şiddet türü, belki de inananların sabrını tüketecek en etkili araç oldu. Hıristiyan olana bir köpek kadar bile yaşam hakkı yoktu.

182.jpgBuyruk, Nicomedia’nın işlek bir yerine henüz asılmıştı ki, bir Hıristiyan koparıp parça parça etti. Bir yandan da en ağır sövüp saymalarla dinsiz ve zâlim hükümdarlar için beslediği nefret ve tiksintiyi dile getirdi. Yasaların en hafif hükümlerine göre bile bu davranışı büyük bir hıyanet suçu oluşturuyordu. Dolayısıyla, yakalanarak hemen oracıkta canlı olarak yakıldı. Bu işlem sırasında, imparatorların kişiliklerine yapılan saldırının öcünü almaya çalışan cellatlar, mahkumun bedeni üzerinde işkencenin her biçimini uyguladılar. Ama ne kurbanın sabrını yok etmeye ne de can çekişme sırasında koruduğu o hakaret saçan gülümseyişini, sarsılmaz kararlığını bozmaya güçleri yetmedi.

Hıristiyanlar, onun yapmış olduğu işi aykırı bulduysa da, davranışındaki kutsal çaba ve bu olağanüstü yüceliğe hayran olmaktan kendilerini alamadılar. Kahraman ve şehitlerin anısı için düzenledikleri övgüler Diocletianüs'ün üzerinde derin izler bıraktı. Bundan sonraki on beş günde Nicomedia Sarayı’nın iki kez ateşe verilmesi, imparatorların korkusunu arttırdı. Her iki yangın da büyük zarara yol açmadan söndürüldü.

Tarihçi Lactence, Diokletianüs, Maximianüs ve Galerius’ün sadece hırıstiyanları işkence etmekle kalmayıp yönettikleri kişilere karşı kriminel bir siyaset güttüklerini anlatıyor. Bu açıdan Diokletianüs'ün genelgesine dayanarak Tetrark’ı eleştiren Lactence, ordu’nun büyümesi, vergilerin artması ve eyaletlerin çoğalmasını kötülüklerin sebebi olarak gösteriyor.

62.jpg

Galerius neden böyle hareket etti ? Tarihçi Lactence çok basit diyor ve ilave ediyor: “ Galerius hırıstiyanlardan nefret ediyordu zira anası Romula, iğrenç bir kadındı. Tuna nehrinin ötesindeki vahşi yerlerde  yaşayan barbar kavimlerden geliyordu. Fanatik bir putperestti. Dağ tanrılarına tapan bir dinciydi. Hırıstiyanlara duyduğu kini kendi oğluna aşılayan ve onlara işkence yaptıran bu aşağılık fanatik kadındı”.

311 mayısında imparator Galerius amansız bir hastalık sonucu uzun süre can çekişerek öldü. Pek çok antik yazara göre Galerius Hırıstiyanlara reva gördüğü korkunç zulmün vebalini ödemişti.  Sanıldığına göre  Galerius ölümünden az önce Diokletien genelgelerini reddetmişti.

Sonunda işkence 305 yılının içinde bitti. Ancak  bütün bu olaylar kilisenin içini bir kere daha karıştırmıştı. Pek çok eski hırıstiyan zora dayanamayarak dinlerinden döndüklerini öne sürüyor ve tekrar Hırıstiyanlığa kabul edilmelerini istiyordu. Bazı Hırıstiyanlar ise ölerek şehit sayılmayı reddettikleri için onların affedilmesini istemiyordu. Bu arada belirtmek gerekir ki o çağda Hıristiyan olanların çoğu, ordu, yargıçlık mesleği ve tiyatro gibi paganizm gelenekleri saydıkları işlere bulaşmak istemiyorlardı.

"Büyük İşkence" imparator Diokletianüs için de büyük işkence olmuştu. Ağır psikoplojik travmalar geçiren talihsiz imparator, ömrünün son yıllarında gün ışığına çıkamaz oldu. Bir Hırıstiyan saldırısından korkuyor ve Sarayı ile Arena arasında yer altında dehlizlerde yaşıyordu.  Dört atın çektiği arabaların dolaştığı dehlizler, günümüzün İzmit şehrinin altında yer alıyor ve arkeologların keşfini bekliyor.

Saltanatının zorluklarından bıkan Diokletianüs sonunda tahtını terk ederek Doğduğu Dalmaçya’ya gitti ve 313’te Split’teki sarayında öldü Diokletianüs son yıllarında Salone’deki bahçesinde marul ve lahana yetiştiriyor ve her gün mârul yiyordu. Yakınları tekrar Nikomedia’ya dönerek tahta geçmesini istiyorlardı. Diokletianüs ise onlara “Siz buraya gelin, bakın mârullar ne güzel büyüyor…” diyordu. Diokletianüs'ün mârulları tarihe geçti. Yazar Apicius’a göre eskiler mârul’u   salamura balık, zeytinyağı, kimyon ve sakız çiçeği haşlaması ile yerlermiş.

212.jpg

Diokletien'in mârulları

Fetih Nasıl anılır ?

fetihcoskusu.jpg  (Arşiv’den) İstanbul’un fethinin 500. yılında on dört yaşında bir çocuktum. Hatırladığım tek şey ikinci dünya harbinden kalma ışıldakların göklere saldığı ışık huzmeleriydi. Fethin 500. anma gecesinde o ışıktan sütunlar Kız Kulesi üzerinde buluşarak şimdiki laser ışıkları gibi bulutlarla kaynaşıp hoş şekiller yaratmışlardı. Devrin ünlü fotografçısı Macar Othmar’ın bir klişesinde ebedileşen bu manzara, yıllarca akıllardan ve gözlerden silinmedi. O ışıldaklar Alaman savaşında gece İstanbul’u bombardıman etmeye gelecek Messerchimit uçaklarını karanlık gökyüzünde yakalayıp “uçaksavar” toplarına hedef göstermek üzere hazırlanmıştı. Savaş bittiğinde işe yaramaz oldular . Depolara atıldılar. Bazı geceler çıkarılıp İstanbul göklerini süslerlerdi. Fetih gecesinde ise daha başka bir coşkuyla şenliğe katılmışlardı...

Aslında o fetih sönük geçti. O zaman dedikodular çıktı. Bazıları dediler ki – Yöneticilerimiz Yunanlı dostlarımızı kızdırmamak için fethin 500. anma törenlerinin sönük geçmesini kasden sağlamışlar. Hatta o sırada hayatının son yıllarını yaşayan Osmanlı artığı ve Cumhuriyet başlangıcı eşrafından Hamdullah Suphi Tanrıöver, yetkilileri aşırı bir heyecanla uyararak – aman efendim siz ne gaflet içindesiniz, Bizans imparatorlarının ruhlarını muazzep etmeye ne hakkınız var diye bağırmıştı. Bu menkıbeyi rahmetli Münevver Ayaşlı Hanımefendi’den dinlemiş hayretler içinde kalmıştım. Bazı Türk aydınlarının Bizans merakı günümüzde de devam etmektedir...

Önceki kutlamanın üzerinden elli yıl geçti. Elhamdülillah şimdiki kutlamayı da gördük. İstanbul’un Osmanlı Sultanı II. Mehmed ve Ordusu tarafından fethedilişinin 550. yılı, 500. yıldan da sönük geçmiştir. Anlaşılan yine Yunanlıları darıltmak istemediler... Her yıl yapılan geleneksel kutlamalardan farklı olmayan bir tavır sergilerdiler... Mehter her zaman çaldığı havaları tekrar etti durdu. Üniversite profesörleri kürsülerde oluşmuş gelenekle ruhsuz konferanslar verdiler. Birkaç sokak bandosu o kadar... Oldu sana fethi anma...

Biz, şu nesil, İstanbul’un fethini kutlayacak yeterli kudrete sahip değiliz... Dava Yunanlıları kızdırmak falan değil... Önce kültürümüz yok... İstanbul’un fethini değerlendirmek bir “uygarlık” olayıdır. Samuel Hantington’un uyarmasıyla bu olayın, yaşanan Ango-Sakson Batı kültürüyle alakası yoktur. Dolayısıyle bu kültürün eteğine yapışmış çağdaş aydınlarımızın da böyle bir olaydan nasibi yoktur. İstanbul’un Fethi bir başka dünyanın ve bir başka zaman kesitinin zengin macerasıdır. Dar pencerelerden bakıldığında hiç bir yanı görülmez... Adamın mangal kadar yüreği, çalışan bir kafası ve işleyen vicdanı olmalı. Belki gelecek zamanlarda bir gün olur...

Fethin gelecek yıllarını doğru dürüst kutlayacaklar bulunur... Bu tren yine kaçtı. Yunanlı üzülmesin. Ama ben çok üzülüyorum. Mehter tiridine bandım türküsü çalacağına Fatih devri müziğini çalabilirdi. Bu müzik TRT arşivinde sıra dağlar gibi duruyor... TRT’nin kendisi de bilmiyor... Bilse çıkarır çalardı... Bir gün bir müzik arkeoloğu gelecek bunları TRT arşivinin dibinden bulup çıkaracak.. TRT'de şaşacak bu işe..

Fethi kutlamak için önce değerini anlamalı... Fetih ve Fatih olmasaydı. Türkiye şimdi Haymana’nın doğusunda kalırdı... Nallıhan’dan öteye geçemezdi. Unutulmasın. Müslümanlar Endülüsten 800 yıl sonra geri döndüler... Bizim fetih daha 550 yıllık... Korkuyorum... aramızda “ Keşke Türkler İstanbulu almasaydı” diyenler de var... Hak şerlerinden bizleri korur mu dersiniz ?  (Arşiv’den)

Amerika’da Türk korsanları

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

61.jpg

On altı ve on yedinci yüzyıllarda Osmanlı sultanlarının desteği ile Atlantik Okyanusuna çıkan ve Batı Akdeniz’i ele geçiren Türk korsanları,  İstanbul’dan izinsiz bayrak çeken gemilere göz açtırmamış, Amerika Birleşik Devletleri ticaret gemilerini yıllık haraca bağlamışlardı.

Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, ondört ile yirminci yüzyıllar arasında altı asır saltanat sürmüş olan Osmanoğulları devleti, topraklarının ortasında yer kalan Akdeniz’de tam bir egemenlik kurmuştu. Bu denizin kuzeyinde yer alan Latin’lerin “Mare İnternum:  iç Deniz” dedikleri bu denizde, Asyalı Türklerle denizci ırkların birleşiminden doğan güç ve bilgi dengesi, bölgenin tarihinde sonraki yüzyıllarda görülmedik bir siyasi birlik  sağlamıştı.

Malazgirt zaferinden sonra Küçük Asya’ya girerek Miladın bininci yılından itibaren Batı’da söz sahibi olmaya başlayan Türk ırkı, Osmanlı devleti çatısı altında bölgenin eski yeni tüm denizci devletlerini tek bir devlet çatısı altında örgütlemeyi başarmış ve bir kara-deniz imparatorluğu kurmuştu. Bu imparatorluk Doğu’da İpek yolu üzerinde İran ve Mısır’la , batı’da İtalya İspanya ve Fransa ve ile boy ölçüşüyordu. O çağda, o yerde Asya’nın mert delikanlısı, sıcak denizlerin haşarı genciyle bir araya gelmiş ve dünyaya yeni bir çağın kapıların açmıştı. Amerika Birleşik Devletlerinin iç istikrarı sağlayıp gelişmeye başlaması da bu tam bu zamana rastlar.

16.jpg Türkler ilk defâ olarak 1516’da bir Anadolu çocuğu olan Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e çıkmışlardı. Az sonra Cezayir bey’i olan ve kendisi gibi kızıla çalan sakalından dolayı Avrupalıların ona da “Kızıl sakal: Barbaros” adını taktıkları kardeşi, Hızır Reis, 1533’te Kânûnî Sultan Süleyman Hanın talebi üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi ve Cezâyir Beylerbeyi hil’atini giyerek kaptan-ı deryâ unvânını aldı. Kanuni bu görüşme sırasında Hızır Reis’e “Bu kadar gazayı bir ömre nasıl sığdırdın, sen dinin hayırlısısın, adın “Hayreddin” olsun dedi. Aynı yıl İstanbul tersânelerinde Barbaros Hayreddin Paşa’ya verilmek üzere 61 parça gemi inşaa edildi. Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idaresinde bulunan Cezayir vilayeti, beylerbeylik olarak kendisine verildi. Şehrin muhâfazası için de İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilerek Cezayir Ocağının temeli atıldı (1533). Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.

Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı, 1574’te de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı. Osmanlı Devletine katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesi de başlangıçta, klâsik eyâlet teşkilâtı kurularak beylerbeylik şeklinde doğrudan doğruya merkeze bağlandı. Zamanla yarı muhtar bir şekle giren ve İstanbul’un onayı ile seçilen yöneticilere teslim edilen  bu vilayetlere “İmparatorluğun “Garb Ocakları” adı verildi. Yöneticilerine "Dayı" dendi. Ocakların yönetimi sertti 1689-1830 arasında başa geçen 30 Cezayir dayısından 14'ü Osmanlı yönetimince idam edilmişti. Böylece Osmanlı hükümdarlarının etki alanları on sekizinci yüz yıla kadar İstanbul’dan Fas’ın Tlemsen şehrine kadar uzanıyordu.

O çağda Akdeniz’de Osmanlı bandırası çekmemiş ve İstanbul’dan izin almamış hiçbir gemi serbest dolaşamazdı. Sultanın bayrağını taşıyan gemilere dokunulmaz diğerleri yağma etmekte serbestti. Elde edilen ganimet eski Osmanlı kanunu  olan “pençek” usulüne göre beşe ayrılır ve bir kısmı ilgili ülkenin yoksul ve ihtiyaç sahibi olan halkına, bir kısmı âlim ve sanatkarlarına, bir kısmı zadegan sınıfına bir kısmı padişaha bir kısmı da gemi kaptan ve savaşçı personeline ayrılırdı.

5.jpgGarb Ocaklarının emrindeki Türk Korsanlarının İslam dinine ve etnik örf ve özelliklerine sıkıca bağlı sağlam kanun ve gelenekleri vardı. Bunların “deniz uğrusu” adı ile denizlerde dolaşan, hırsızlık yapan, kanunsuz ve nizamsız serseri denizci grupları ile benzer yanları yoktu. Disiplinliydiler. Hareketleri İmparatorluğun yönetmelik ve kanunlarıyla sınırlıydı. Bu şekilde olanlar Osmanlı Devletinin himayesine ve bayrağını çekmeye hak kazanıyordu. Sefer sırasında İstanbul’dan gönderilen “emirnamelerle” Osmanlı Donanmasına katılırlar savaş halinin  dışında kendi bağımsız inisiyatifleriyle hareket ederlerdi.

Korsanlar Avrupa’yı asırlarca korkutmuş Türk akıncılarının denizlerdeki devamıydı. Kaptanlar sık sık İstanbul’a gelerek denizcilik konusunda bilgilerini geliştirir ve Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre devamlı olarak harita satın alırlardı. On yedinci yüzyılı büyük Osmanlı bilgini Kâtip Çelebi’nin “Tuhfet ül kibar i esfar-il bihar: Deniz seferleri hakkında kibar kişilere hediye” isimli kitabı başlıca aradıkları eserler arasındaydı.  On yedinci yüz yıldan sonra Türk korsanlarının arasına Müslüman olmuş batılı intikamcı maceracılar da katılmış ve kaptanlık ve reislik derecelerine kadar yükselmişti. Bunlara Avrupalı’lar “ihanet” edenler anlamında “renegado” derlerdi. Deniz savaşlarında özellikle kendi ırkdaşlarına karşı pek gaddar davranan bu renegadolar dehşet saçarlardı.

1776'ya kadar İngiliz sömürgesi olan Amerika, bağımsızlık savaşını kazanmış ve mücadelenin lideri George Washington, yeni devletin ilk başkanı seçilmişti. Amerika artık diğer kıtalara açılmak, ticaret ve deniz yollarında faaliyet göstermek zorundaydı. Kongre'nin bu maksatla görevlendirdiği kişiler, Akdeniz'deki ilk anlaşmayı 1786 Temmuz'unda Fas ile imzaladılar. Fas Sultanı, Amerika ile dost olduğunu duyuruyor ve Amerikan gemilerinin Fas limanlarını kullanmalarına izin veriyordu. Osmanlı Devleti ile henüz benzer bir anlaşma yapılmamış olmasına rağmen, Amerikan ticaret gemileri Akdeniz'de seyretmeye başlamışlardı. Cezayirli korsanlar, 1785'ten itibaren rastladıkları Amerikan gemilerine el koyuyor, mallarını yağmalıyor ve denizcileri esir olarak satılmak üzere Cezayir'e götürüyorlardı.

32.jpg

1785'in 25 Temmuz'unda İspanya'nın Cadiz limanına gitmekte olan kaptan İsaac Stevensen idaresindeki Maria adlı Amerikan gemisi Cezayirli korsanlar tarafından zapt edildi. Bundan 5 gün sonra da kaptan Richard O'Brien komutasındaki Dolphin adlı gemi Cezayirlilerin eline geçti. Her iki gemide toplam 21 kişi vardı. Cezayir'e götürülen esir Amerikalılar, mesleklerine ve uğraşlarına göre çalıştırılmaya başlandı. Amerikalılar, Sabah 09.00'dan akşam 16.00'ya kadar demirci, marangoz veya inşaatlarda amele gibi çalıştırılıyorlardı. kendilerine iki somon ekmek veriliyor ve tüm günü bununla geçiriyorlardı. Bazı genç delikanlılar da Dayı'nın hizmetine verilmişti. Özgürlüklerine pek düşkün Amerikalılara esaret oldukça zor geliyordu. Esirler, mektupla durumlarını Cadiz'deki Amerikan büyükelçiliğine ve Paris’te bulunan Büyükelçi Jefferson’a  bildirerek, kurtarılmalarını talep ediyorlardı.

Amerika bu tarihlerde çok zengin bir ülke değildi. esirleri kurtarmak için Cezayir'e John Lamb adında bir temsilci gönderdiler. Lamb, Cezayir Dayısı Mehmed Paşa'ya her esir için 200 dolar ödemeyi teklif etti. Ancak dayı, kaptanlar için 6 bin, her gemici için de 400 dolar fidye istedi. Amerika bunu karşılamayı kabul etmedi. Temsilci Lamb, İspanya'ya elleri boş olarak döndü. Amerikalılar uzun süre esirlerini almak için girişimde bulunmadı. Bu sırada Amerikalı kaptan O'Brien Paris büyükelçisi Jefferson'a gönderdiği mektubunda, korsan devletlere vergi verilerek barış anlaşması yapılmasında ısrar ediyor, yoksa ticaretin durma noktasına gelebileceğini belirtiyordu. O sırada Jefferson'da Akdeniz’de kuvvetli bir donanma kurulması fikri doğdu. Daha sonraları Birleşik Amerika’ya cumhurbaşkanı olan Jefferson  Londra elçisi Adams'a gönderdiği bir mektupta, "Mesele silah kuvvetiyle halledilebilir. Amerika tarafından hazırlanacak 150 topa sahip bir donanmaya Napoli ve Portekiz devletleri de katılırsa, Ocaklar yola getirilebilir" diyordu.

Aslında Amerikalılar'a yapılan saldırının perde arkasında İngiltere ve Fransa'nın da parmağı vardı. Çünkü bu iki ülke ticari menfaatleri gereği Amerikalıların tecavüze uğramasına ses etmiyorlardı. Esirlerin kurtarılması meselesini Amerikan Kongresi ancak 1790 yılında görüşebildi. Jefferson, bu günlerde Dışişleri Bakanı'ydı. Ve bu konudaki düşüncelerini bir raporla Kongre'ye sundu. Raporunda Jefferson, Türk denizcilerinin gözü pek ve atılgan insanlar olduklarını ve gemilerini düşman gemilerine bindirerek yakından savaştıklarını da belirtti. Kongre, meselenin çözümünde Cumhurbaşkanı George Washington'a tam yetki verdi. weash.jpgAmerika'daki bu gelişmeler Cezayir'deki esirleri de fazlasıyla memnun etmişti. 1791'de Cezayir Dayı'sı Mehmed Paşa ölmüş, yerine yeğeni ve hazinecisi Hasan Dayı geçmişti. Amerikan ajanı hemen durumu ülkesine bildirdi. Hasan Dayı'nın iş bilir, akıllı bir kimse olduğunu söylüyor. Kongreden izin çıkarsa, Hasan Dayı ile iyi bir barış anlaşması yapılabileceğini bildiriyordu.

Nihayet 20 Şubat 1792'de senatodan yılda yüz bin doları geçmemek üzere Cezayir, Tunus, Trablusgarp ile barış yapılması ve esirler için de azami 40 bin dolar verilmesi hususunda Başkanın meseleyi halletmesine dair bir karar çıktı. Bununla beraber ayrılan para, sadece Cezayir Ocağı için bile yeterli değildi. Cezayir, cimri Amerikalılar'ın teklifini kabul etmedi. 5 Ekim 1793'te Cezayir filosu, Cebelitarık Boğazı'nı geçerek Atlas Okyanusu'na açılınca Amerikalıların etekleri tutuştu. Artık Cezayir'in barışa yanaşması daha güç bir ihtimaldi. Barışa karar verseler bile daha çok para isteyecekleri kesindi. Amerikalı'ların korktuğu olay bir süre sonra gerçekleşti. Tüm alarm durumuna karşın Cezayirli denizciler, tam 11 Amerikan ticaret gemisini ele geçirmeyi başardılar. Bu gemilerde 105 denizci vardı. Ülkenin ticaretini durma noktasına getiren olay, büyük yankı buldu. Amerikan kamuoyu, her ne olursa olsun bu sorunun çözülmesini istiyordu.

navy_sealsvg.png

İlk olarak, Amerikan ticaretinin korunması için bir filo meydana getirilmesine karar verildi. Kongre, 27 Mart 1794'te altı gemiden oluşan bir filo oluşturmak için Başkan'a yetki verildiğini bildiren bir karar aldı. Bir yıl sonra altı gemiden mürekkep olan Amerikan filosu harekete geçmeye hazır bekliyordu. 1795'te Joseph Donaldson başkanlığındaki bir Amerikan heyeti görüşmeler yapıp anlaşmaya varmak üzere Cezayir'e gitti. Joseph Donaldson ile Cezayir Dayı'sı Hasan Paşa, 5 Eylül 1795 günü Cezayir'de bir “Dostluk ve Barış Anlaşması” imzaladılar. Metin Türkçe olarak kaleme alınmıştı ve daha önce Fas ile imzalanan ve Arapça olarak kaleme alınan 1786'daki anlaşmadan sonra, Amerikan tarihinin İngilizce olmayan ikinci metniydi. Cezayir Anlaşması'na göre Amerika, Cezayir'de bulunan esirlerin bırakılması için Dayı'ya 642 bin 500 dolar “haraç” ödeyecek ve her sene 12 bin Cezayir altını karşılığı 21 bin 600 dolar vergi verecekti. Amerikan Kongresi, anlaşmayı 1796'nın 7 Mart'ında onaylayınca, metin yürürlüğe girdi. Kongre, böylelikle Osmanlı Devleti'ne resmen vergi mükellefi oluyordu.

Kutular

  • Amerika, 1796'nın 4 Kasım'ında Trablusgarb'ın, 1797'nin 28 Ağustos'unda da Tunus'un Dayı'ları ve Beyleri ile anlaşmalar imzaladı. Trablusgarb ile varılan anlaşma uyarınca Amerikan tarafı Trablusgarp Bey'i Yusuf Paşa ile Divanı'na Amerikalı esirlerin iade edilmeleri karşılığında 40 bin İspanyol doları ödüyor, Trablusgarb'ın ileri gelenlerine altın ve gümüş saatler, elmas yüzükler ve pahalı kumaşlardan yapılmış kaftanlar vermeyi taahhüt ediyordu. Osmanlı sultanı III. Selim’in hükümdarlığı sırasında imzalanan ve Türkçe olan bu anlaşmanın ilginç taraflarından biri, besmeleyle başlayan metnin hemen girişinde 'Bu belge dünyanın hâkimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han'ın oğlu Sultan Selim Han'ın dikkatli nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O'nun hükmünü daimi kılsın' şeklindeki ifadelerin yer almasıydı ve bu ifadeler, metni Türk tarafının dikte ettirdiğini göstermekteydi. Amerika, “Garb Ocakları” vergisini 19. asrın ilk çeyreğine kadar ödemeye devam etti ama bu mükellefiyetten daha sonra güç kullanarak kurtuldu.

  • 1800 yılı Eylül ayında Amerikan hükümetine ait George Washington gemisi Cezayir'e geldi. Gemi Cezayir'e vergi getirmişti. Dayı, bağlı olduğu Osmanlı padişahına bir jest yapmak istedi. Gemi kaptanı William Bainbridge idi. Dayı geminin, kendi elçilik heyetini İstanbul'a götürmesini istedi. Kaptan ve konsolos buna yetkileri olmadığını anlatmak istedilerse de başaramadılar. Dayı ısrarcıydı. Hatta Amerikalılara kendi sözünü yerine getirene kadar gemideki bayrağı indirmelerini ve kendi bayrağını çekmesini emretti. Amerikalı'lar çaresiz kaldılar, hükümetlerine "İstanbul'a gitmeye mecbur kaldık" dediler. 17 Ekim'de yola çıkan Amerikan gemisi, 11 Kasım'da İstanbul limanına girdi. Gemiyle Cezayir elçilik heyeti Padişaha şu armağanları getirmişti: "100 zenci köle, 60 cariye, 4 at, 150 koyun, 25 sığır, 4 aslan, 4 kaplan, 4 antilop, 12 papağan, ayrıca elmaslar ve para" Amerikalılar bu armağanların bir milyon değerinde olduğunu hesaplamışlardı was.jpg

  • Bu tarihlerde bütün Cezayir Ocağındaki öz Türklerin sayısı 14 bindi. Kuloğulları (Türk babadan ve yerli anadan olanlar) topluluğundan ise herhangi bir savaş halinde atlı ve yaya olmak üzere 60 bin kişi çıkıyordu. Savaşlarda koluğulları tercih ediliyor, ülkenin yerli halkına öncelik tanınmıyordu. Ocaklarının Türk halkı genellikle Batı Anadolu, Aydın ve çevre illerden gelen Ege’nin işsiz fakat yiğit delikanlılarıydı. Cezayir Ocağının muhafazası için ilkin İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilmişti. Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.

  • Amerikalılar uluslararası ilk andlaşmayı Fas sultan ile yapmışlardı. Bunun sonucunda Fas’ta bir  elçilik binası kurulması kararlaştırıldı. Amerikalılar binanın bahçesinde bir de kilise inşa etmek istediler. Fas sultanı buna karşı çıktı, ancak baskılara dayanamadı. İsteği dışında verdiği izin  belgesinin altına şu şerhi koydu: “ Din-i âtıl ve âyin-i bâtıllarını icra etmek üzere..” (Geçerliliği kalmamış ve anlamını yitirmiş âyinlerini yapmak üzere)

  • Prof. Robert Mantran’ın verdiği bilgiye göre on altıncı yüzyılda, Osmanlı Devletinin baskıları ile Marsilya Ticaret odası hayat kadınlarının İstanbul’a gitmek üzere Marsilya limanından İstanbul’a gidecek gemilere binmelerini yasaklamıştı

  • Birleşik Amerika kurulduktan az sonra kültürel kökeni ve ekonomik gelenekleri dolayısıyla yüze yakın bir filo ile yoğun bir deniz ticaretine başlamıştı. Ancak o sırada gemileri Osmanlı egemenliği altında bulunan Akdeniz’de rahatça dolaşamıyordu. Amerikan Kongresi her çareye başvurarak Akdeniz’de bir donanma vücuda getirdi. Altı parçadan ibaret olan bu ilk donanma ilk zaferini bu günkü Libya, Trablusgarb’da Türklere karşı kazandı ve Amerikan Deniz piyadeleri Marşına şu satırlar eklendi: “Montezuma’nın dehlizlerinden Tripoli kıyılarına kadar vatanımız için her yerde savaştık”

  • Amerika Birleşik Devletlerinin ülke dışında ilk kurduğu donanma 6 gemilik Akdeniz donanmasıydı. Kendi ticaret gemilerini Türk korsanlarından korumak üzere kurulmuştu. Amerikalılar bu gün de Akdeniz’de dolaşan savaş gemilerine 6. filo adını vererek bu anıyı yaşatıyorlar.

[

donanma.jpg

](../uploads/2011/05/donanma.jpg "donanma.jpg")

Neyi yasak ediyorsun

masolet-kelepce.jpg

Neyi yasak ediyorsun Kelebeklerin uçmasını mı Bülbüllerin şakımasını mı ? Suların çağlamasını Anaların feryadını mı , Bebelerin ağlamasını mı Babaların hicranını mı Evlerin aydınlığını mı

Kafaların düşündüğünü mü Kulakların duyduğunu mu Gözlerin gördüğünü mü Dillerin söylediğini mi Neyi yasaklıyorsun

Hafızların okumasını mı ? Duaların kabulünü mü Zikirlerin heybetini mi ? Dervişlerin gayretini mi Sadıkların sıdkını mı Zahitlerin sabrını mı ? Neyi yasaklıyorsun

Sofraların yayılmasını mı ? Uyuyanların uyanmasını mı Çöllerin yeşermesini mi yaraların kapanmasını mı

Sözün sohbetin çoğalmasını mı Evlerin, yerlerin dolmasını mı Aydınlıkların azalmasını mı Gel gitin sıklaşmasını mı

Dünyanın dönmesini mi Suların akmasını mı Ateşin yakmasını mı ? Toprağın üretmesini mi

Neyi yasak ediyorsun söyle ? Yoksa benim susmamı mı, yasakladın Evet, kapadın gözünü… Yere baktın. Utanıyor musun

Sarı Şeyh

Çöl’ün şehre başkaldırışı

/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}

omer.jpg

Yaşadığımız günlerden 250 yıl önce Arap yarımadasının Necid bölgesinde Kerbela vak’asından sonra İslam tarihinin en kanlı olayı yaşandı. Asırlardan beri bölgede yaşayan beni Teym kabilesinden Abdülvehhab, büyük İslam şehirlerine karşı bedevi başkaldırısını başlattı.

1703 yılının baharında Necid ’de Uyeyne kasabasında beni Teym kabilesinden Süleyman bin Vahhab’ın bir çocuğu oldu. Adını Muhammed koydular. Muhammed, ailesinden ilk dini eğitimi alarak büyüdü.  Necid o sırada Osmanlı toprağıydı. Yavuz Sultan Selim’in fetihlerinden beri Cidde’ye tayin edilen bir Osmanlı Paşası’nın eliyle yönetiliyordu.

Aile Hanbelî mezhebindendi. Muhammed yetişme sırasında Mekke'ye gitti. Medine'de iki yıl kaldı. Bu sırada İbni Teymiyye'nin (1263-1328) eserlerini okudu ve tesirine girdi. Hanbelî Mu****ammed bin Abdülvehhab bu yolda bilgilerini ilerletti ve Hanbelî hukuk ve dünya görüşü ile hayat tarzı konusunda derece kazandı.

Abdülvehhab bir Necid'liydi. Arabistan'ın ortasında Medine'nin kuzeyinden Bahreyn'e uzanan bu bölge, tarih boyunca doğudan batıya pek çok kavmin gelip geçtiği yerdi. Yörede eski yeni pek çok gelenek birbirine karışmıştı. Sahte ve yalancı peygamberlerin kaynaştığı, sahte kurtarıcıların rahatça cirit attığı bu yerde insanlar, âbid ile mâbud'u karıştırmış, mâbed mabuda dönmüştü. İnsanoğlu bu ülkede melekle şeytanı ayıramıyor, İmanla küfrü birbirinden fark edemiyordu.

alaeddinbeyturbe.jpgMadde ile mânâ çelişkisini bilmez olmuşlardı. İyiliği kötülük, kötülüğü iyilik zannediyorlardı. Ağaçlara, kuyulara, mağaralara, çalılıklara, duvarlar tapıyorlardı. Bölge İslam ülkesi olmasına rağmen İslam uygarlığı bu yörede sislenmiş, dinin adı değişmiş, Kur’an, Hadis, Kıyası Fukaha, İcmai ümmet şeklindeki dört esasa dayalı temel İslamî yönetim ve yaşam biçimi unutulmuş, yaşam eski ilkel kabile geleneklerine ve putperest inanışa geri dönmüştü. İnsanlar mutlaka kurtarılması gereken büyük felaketin içine düşmüşlerdi

Abdülvehhab dört yıl Basra'da kaldı. Daha sonra Hureymile'ye geldi. Burada “Kitap-el Tevhit” isimli eserini yazdı. Abdülvehhab bu eserde Kur'an ve Hadis dışındaki her şeyi reddetti. Din'e sonradan sokulan tüm gelenekleri tartışmasız küfür saydı. Öncelikle, ibadet yeri iken yanlışlıkla put'a dönüşen mezarların ve türbelerin yıkılmasını istiyordu. Bunların er veya geç yıkılacağını ilan etti.

Dinin emirlerine uymayanı, bid'atlere sapanı, müzik çalgı dinleyeni, ibadette kusur edeni Müslüman saymayacağını ileri sürerek gereğinde bu gibilere karşı silah kullanacağını açıkça belirtti. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini ve ameli ile imanını ispatlamayanın, canı ve malının helâl olduğunu açıkladı. Böylece ibadet etmeyen ve ameli zayıf olan kişinin dinden çıkmış sayılamayacağını, sadece kusurlu olduğunu öne süren ehlisünnet anlayışına ters düştü.

sehit.jpg

Abdülvehhab Hureymile'de tanındı, az sonra Uyayne'ye döndü burada bölgenin emiri Osman bin Hamr bin Muammer'in himayesine girdi. Bu sırada kadılık yapıyor, fetvalar veriyor, davet işine devam ediyordu. Bir süre sonra Halife Ömer bin Hattab'ın 634'te Yemame harbinde şehit düşen kardeşi Zeyd'in, Der'iyye ile Uyayna arasındaki el-Cabila isimli köyde bulunan türbesini yıkmak için Emiri ikna etti. Zeyd'in türbesi, yanında bulunan diğer şehitlerin mezarları ile birlikte yıkıldı, ağaçlar kesildi. Yakınlarda bulunan bir mağaranın girişi tahrip edildi. İslam dünyasında Vahhabi'lerin ilk yıktıkları türbe ve mezarlık budur.

Emire sözünü geçiren Abdülvehhab 'ın şöhreti artmıştı. Ancak verdiği sert fetvaları ve aldığı katı kararlarıyla korku ve kuşku uyandırmaya başladı. Halk Necid'in güçlü kabilelerinden Benî Halid'in emirine şikâyette bulununca bu kabilenin emiri yardımda bulunduğu Uyayna emiri Osman'dan Abdülvehhab' ı hemen bölgesinden uzaklaştırmasını istedi. Muhammed bin Abdülvehhab Uyayna'dan ayrılarak Der'iyye'ye geldi. Burada Emir Muhammed bin Suud'la tanışarak O'nun himayesine girdi.

Bu karşılaşma ve tanışma daha sonra krallığa dönüşerek ikiyüz elli yıl sürecek ve günümüze kadar ulaşacak Vahhabî-Suudî emirliğinin başlangıcıdır. Bu tanışma ile Muhammed bin Abdülvehhab fikirlerine, amacına ve siyasi savaşına askeri destek bulmuş, yüzyıllardır çölde yaşayan bir Necid kabilesinin emiri olan Muhammed bin Suud'ta Abdülvehhab' ın desteğiyle iki buçuk asır sonra dünya siyasetinde denge unsuru olacak bir devlet görüşünün temelini atmıştı…

selim.jpgAbdülvehhab, ibni Suud'la 1744 yılında bir araya gelmişti. Araştırmacılar bu tarihi Suudî ailesinin siyaset sahnesine çıkışı sayarlar. Nitekim aynı yıl ibni Suud, Abdülvehhab'ın kızı ile evlenerek O'na damat olmuştur. Bir başka rivayete göre de Abdülvehhab, ibni Suud'un kızkardeşiyle evlenmiştir. Muhammed bin Abdülvehhab Der'iyye'den Necid bölgesi emirlerine, din bilginlerine ve Medine ileri gelenlerine davet mektupları gönderiyor ve mezhebini savunan kitaplar yazmaya devam ediyordu. Bu arada Osmanlı Sultan III. Selime de bir mektup gönderdi. O çağda iç meselelerle uğraşan Osmanlılar buna pek aldırmadılar. Abdülvehhab Mısır'ı ele geçiren Napolyon Bonapart'a da yazmıştı. Bonapart'ın Akka savaşı sırasında Vahhabî'lerle ilişki kurduğu söylenir.

bonapart.jpgDinden uzaklaşan Müslümanlar'la kâfirleri bir tutup bunların can ve mallarını helal sayan yeni mezhep-devlet hızla yayıldı. Onbeş yıl içinde Necid, Asir ve Yemen Vahhabî oldu. Abdülvehhab, İbni Suud'la beraber cihat saydığı savaşlara katılıyordu. Bu sırada Vehhabî-Suudî alanı içine giren her yerde tam bir devlet gücü kullanıldı. Muhammed Bin Abdülvehhab'ın ele geçirilen şehirlere tayin ettiği Vahhabî kadılar, mezhebin hukukunu geliştirdiler. Vahhabî valilerinin görevlendirdiği kolluk kuvvetleri halkın başına tam bir din polisi kesildiler.

Tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek elbise giymek yasaktı. Din polisi yasaklara uymayanı yakalıyordu. Sabah namazından sonra camilerde yoklama yapılır üç defa özürsüz olarak camiye gelmeyene, içki içene yapıldığı gibi kalabalığın önünde kırk değnek vurulurdu. Muhammed Bin Abdülvehhab kendi şehrinde oturanlara ensar, dışarıdan gelenlere muhacirin derdi. Bu tutumundan dolayı bilgin bir kişi olan kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab ona bir reddiyye yazdı.

15.jpg

Muhammed bin Suud 1766'da öldü. Yerine oğlu Abdülaziz bin Suud geçti. Devletin manevi lideri Muhammed Bin Abdülvehhab o sırada hayattaydı. 26 yıl daha yaşadı ve 1792'de öldü. Vahhabi-Suudi devleti 1790'dan sonra güçlendi. Şeklen Osmanlı'ya bağlı olduğu halde başkent İstanbul'a uzaklığı dolayısıyla merkezi otoriteden sıyrılan bu bölgede gelişen yeni siyasi birlik, arka arkaya zaferler kazanıyordu. Abdülaziz cihat adını verdiği savaşlardan elde edilen ganimeti eski Osmanlı pençek usulüyle beşe böler, bir bölümünü kendi alır kalanı adamlarına dağıtırdı. Bu yöntem savaşların çekiciliğini artırıyordu.

13 Mayıs 1802'de, Emir Abdülaziz'in oğlu Suud'un kumandasında Vahhabî savaşçıları Kerbelâ' da 10 Muharrem ayini yapan Şiiler'in üzerine saldırdılar... Bir rivayete göre 2000, bir başka anlatıma göre 10 bin Şii bu saldırıda öldü. Hz. Hüseyin'in türbesi yağma oldu. Kerbelâ yandı, yıkıldı, tarihte bir kere daha mateme büründü. Bu savaşta ölen bir Şii'nin yakını daha sonra 4 Ekim 1803 günü mescitte namaz kılan Abdülaziz'i sırtından hançerleyerek intikamını alacaktı. Vahhabîler, ortaya çıktıkları ilk yıllardan itibaren, İslam'ın içinde eski Sasanî imparatorluk gelenekleriyle yaşayan İran’ lıları en büyük düşman bellemişlerdi.

31.jpgVahhabîler 18 Şubat 1803'te Taif'e girdiler. Her yeri yakıp yıktılar, halkı öldürdüler. Topladıkları kitapları meydanlara yığarak ateşe verdiler. Peygamber'in amcaoğlu Abbas'ın türbesini yıktılar. İki buçuk ay sonra 30 Nisan 1803'te Mekke'yi aldılar. Suud bin Abdülaziz Kabe'yi tavaf etti. Ulema biat etti. Abdülaziz onlara şöyle konuştu: "Sizin dininiz bu gün kemal derecesine ulaştı. İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakk'ı kendinizden razı kılıp hoşnud ettiniz. Artık âbâ ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzre vefat ettiler... Hz. Peygamber'in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim ve salat-ü selam getirmek, mezhebimizce gayri meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece [es-Selâmu âlâ Muhammed] diye selam vermelidir..." İbni Suud bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın doğdukları evleri yıktırdı.

Suud'un torunu İbni Suud, 1805'te Medine'yi, 1806'da Mekke'yi zapt ettiğinde mezhebin inancı gereği bütün mezarları dümdüz etti. Medine'de Baki Mezarlığı'nın taşlarıyla kaleler inşa etti. O zamana kadar bilinen tüm İslam büyüklerinin mezarları tahrip edildi. Araştırmacılar bu tahrip hareketine balıksırtı adını verdiler. Vahhabîler yanında türbe olan mescitleri dahi yıkıyorlardı. Bu yüzden onlara "mâbed yıkıcıları" adı verenler çıktı. Bu katliamdan sadece Makam-ı İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Peygamber Efendimiz' in türbesi Ravza-i Mutahhara kurtuldu. Mezarlık ziyaretine daha sonra izin verildi.

Vahhabî-Suudî isyanı Osmanlı Devleti'ne karşı yapılmıştı. Osmanlı’lar devlet muhaberatında onlara Hz. Ali zamanında olduğu gibi “Yeni Haricîler” adını koydular. Kutsal topraklarda yapılan bu başkaldırı hem devlet otoritesine hem de Müslümanlar 'ın halifesine karşı idi. Buna İstanbul'un sessiz kalması düşünülemezdi. Ancak altı asırlık mağrur Osmanlı siyasi yapısı, teolojik devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn'e herhangi bir yerli saldırısına ihtimal vermiyordu.

2mahmut.jpgOsmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet etmiş, kanı ve canıyla bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden sökebilirdi ki.. O sırada İstanbul'da II. Mahmut tahta çıkmış, devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı. Vahhabî meselesinin hallini 1805'te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun'a verdi. Tosun'un kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811'de gemilerle Yanbu limanına vardı. Mısırlılar 2 Kasım 1812'de Medine'ye, 23 Şubat 1813'te Mekke'ye girdiler. Kavalalı Paşa Suudîler'den geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813'te İstanbul'a gönderdi.

O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında bulunan ibni Suud 1814'te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti. Suudîler'in yeni lideri Abdullah sakin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla ilgilendirmiyordu. Aciz ve silik bir kişiliğe sahipti. Ancak Mısırlı’ların hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa'nın büyük oğlu Tosun'un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah ibni Suud'u Eylül 1818'de yakalayarak dört gün Mekke'de halka teşhir ettikten sonra İstanbul'a gönderdi. Suud bütün ailesi ve yakınlarıyla birlikte Osmanlı başkentinde görüldü. Devlet-i Aliyye'ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında, mevkufen, tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah İstanbul'da zamanın şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin fetvasıyla idam edildi.

42.jpg

Abdullah ibni Suud'un ölümüyle 1744'te Arap Yarımadası'nın Necid bölgesinde kurulan Vahhabî-Suudî Devleti'nin ilk bölümü sona ermektedir. Osmanlı Sultanı II. Mahmud'un Mısır Paşası Kavalalı ile bozuşmasından sonra Mısırlılar, Hicaz'dan çekilecekler ve Arabistan yeniden Suudîler'in eline düşecektir. O sırada Mısırlılar'dan ve babasıyle birlikte İstanbul'a posta edilmekten kendini kurtarıp kayıplara karışan Abdullah'ın küçük oğlu Turkî ortaya çıkacak, 1820-34 arasında aileyi toplayacak ve Suudî Devleti'ni ikinci defa yeniden kuracaktır.

“Suudi-Vahhabi mezhep devleti” bu gün devam etmektedir. Ancak yeni zamanın Suudileri “namaz kılmayanın katli vaciptir” ilkesini terk etmiş görünüyorlarsa da “müzik dinlemek küfürdür” ve benzeri yasaklara uymaya devam etmektedirler.