-
Kategoriler
-
Fotoğraf
-
Arşivler
- Mayıs 2012 (4)
- Nisan 2012 (2)
- Mart 2012 (1)
- Şubat 2012 (7)
- Ocak 2012 (7)
- Aralık 2011 (21)
- Kasım 2011 (12)
- Ekim 2011 (23)
- Eylül 2011 (12)
- Ağustos 2011 (8)
- Temmuz 2011 (10)
- Haziran 2011 (13)
- Mayıs 2011 (16)
- Nisan 2011 (24)
- Mart 2011 (17)
- Şubat 2011 (9)
- Ocak 2011 (26)
- Aralık 2010 (14)
- Kasım 2010 (6)
- Ekim 2010 (2)
- Eylül 2010 (18)
- Ağustos 2010 (18)
- Temmuz 2010 (17)
- Haziran 2010 (5)
- Nisan 2010 (2)
- Mart 2010 (18)
- Şubat 2010 (27)
- Ocak 2010 (15)
- Aralık 2009 (23)
- Kasım 2009 (32)
- Ekim 2009 (20)
- Eylül 2009 (27)
- Ağustos 2009 (15)
- Temmuz 2009 (16)
- Haziran 2009 (6)
- Mayıs 2009 (3)
- Nisan 2009 (12)
- Mart 2009 (25)
- Şubat 2009 (5)
- Ocak 2009 (10)
- Aralık 2008 (27)
- Kasım 2008 (37)
- Ekim 2008 (17)
- Eylül 2008 (11)
- Ağustos 2008 (1)
- Haziran 2008 (6)
- Mayıs 2008 (14)
- Nisan 2008 (13)
- Mart 2008 (35)
- Şubat 2008 (7)
- Ocak 2008 (15)
- Aralık 2007 (13)
- Kasım 2007 (25)
- Ekim 2007 (21)
- Eylül 2007 (8)
- Ağustos 2007 (3)
- Mart 2007 (1)
- Şubat 2007 (5)
- Ocak 2007 (15)
- Aralık 2006 (28)
- Kasım 2006 (33)
- Ekim 2006 (18)
- Eylül 2006 (17)
- Temmuz 2006 (3)
- Haziran 2006 (1)
- Mayıs 2006 (1)
- Nisan 2006 (2)
- Mart 2006 (2)
- Şubat 2006 (1)
- Ocak 2006 (2)
- Aralık 2005 (5)
- Mayıs 2005 (2)
- Mart 2005 (1)
- Şubat 2005 (1)
- Aralık 2004 (3)
- Kasım 2004 (4)
- Ekim 2004 (1)
- Temmuz 2004 (4)
- Haziran 2004 (1)
- Şubat 2004 (1)
- Ocak 2004 (1)
- Ekim 2003 (8)
- Ağustos 2003 (1)
- Temmuz 2003 (2)
- Haziran 2003 (2)
- Mayıs 2003 (2)
- Nisan 2003 (2)
- Mart 2003 (6)
- Şubat 2003 (1)
Bir ümit versen
Sen varken ben vardım Yokluğuna dayanamadım Seni hep gelecek sandım Bir gün elbet gelir, dedim Gelmedin a kuzum, gelmedin
Gittiğin yeri söylemedin Bir işaret vermedin Ne oldu, neden gittin Gitmek senin huyun mu ?
Gelsen ne olur a kuzum Gelsen de hiç gitmesen Bir ümit versen Sonra yine gelmesen
Geldiğine yanmam Geleceğine kanmam Ben sana aldanmam Huyun kurusun e mi Artık gelme
Sarı Şeyh
Adliye’nin baş kaldırışı
Evren paşaya 12 soru, 28 şubatın mimarlarına 28 soru, 31 mart’ın tahrikçilerine 31 soru... Bunun sonu gelmeyecek.. Türkiye’nin yakın tarihinde yer alan rakamların sorumlularına soru yönetmeye hiçbir savcının gücü yetmez.. Burada rakamlar yaya kalır. Salt mantık iflas eder.
Rahmetli İnönü hayatta olsaydı ona ocak ve mart 1921, birinci ve ikinci İnönü savaşları için 21 soru yöneltilebilirdi. Dahası var.. eğer Atatürk sağ olsaydı ona da 19 mayıs 1919 Samsun çıkışı için 19 soru yöneltilebilirdi.
Aslına bakarsanız bu hal “adliyenin baş kaldırışı”ndan başka bir şey değildir. Bir gösteriden ibarettir. İkide bir darbe yapan Askeriye'ye karşı "Biz de varız" demenin özel bir şeklidir. Hiçbir savcı vaktiyle Amerikan Time Dergisinin “dünyanın en zengin 50 generalinden biri olarak” tanıttığı 12 Eylül 1980 darbesinin ünlü Hava Kuvvetleri kumandanı Tahsin Şahinkaya’nın üzerine yıkılan 23 milyon dolarlık rüşvet şaibesini kendisine soramaz. Sorsa cevap alamaz, cevap alsa Kamuya ait olması gereken bu parayı bulup ortaya çıkaramaz.
Bu ülkede kağıtlar açık oynanmakadır. Amerikan Kongresinde hakkında soruşturma açılan General Dynamics Şirketi'nin eski Başkan Yardımcısı Veliotis, Türkiye'ye 23 milyon dolar rüşvet verildiğini açıklamıştı. O zaman TBMM'de bir araştırma komisyonu kuruldu. Şahinkaya, ANAP'lı ve bağımsız milletvekillerinin oyu ile aklandı. Şahinkaya'nın adı, ünlü MİT Raporu'na da girdi: Raporda Tahsin Şahinkaya, Sarı Avni, Behçet Cantürk, Dündar Kılıç, Fahrettin Aslan ile inşaat ve ihale mafyasıyla ilişkili görünüyordu. Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı'nın verdiği bilgilerle yazılan bir mektup, Devlet Başkanı Kenan Evren'e gönderildi. Mektupta, Şahinkaya'nın rüşvet aldığı belirtiliyordu. Ancak, bu mektupla ilgili hiçbir işlem yapılmadı.
Türkiye’de Atatürk inkilabı, irtica tehdidi, insan hakları ve saire gibi laflarla hükümet darbesi yapmak kârlı bir iştir. İnsan bu yolla çok para kazanabilir. Adam, yedi sülalesine yetecek parayı Kamu’dan kaldırabilir. Burası zengin ülkedir pek çok hırsızı tüm çevresi ile birlikte uzun yüzyıllar besleyebilir.
Rüşvet, yani “Devlet erkini para ile satma” geleneği bu ülkede eskidir. Padişahlar kadar; vezirleri kadar, Devlet kadar eskidir. Rüşvet devletin bir gücüdür. Devlet rüşvetle ayakta durur. Sultan Abdülaziz devrinde maliye nazırı Yusuf Paşa, Beyoğlu’ndan tuttuğu bir kira arabasına rüşvet akçalarını torbalar dolusu yükleyerek Saray’a göndermişti. Padişahın anası Pertevniyal valide Sultan oğlu sultan Aziz’e gönderilen paraların rüşvet olduğunu bilmez “Layiktir arslanıma..”dermiş. Rüşvetin zirveye çıktığı dönem o dönemdir. Ülkenin para ile satıldığı, geniş toprakların para karşılığı düşman eline geçtiği zaman öyle bir zamandır. Plevne savaşı sırasında yayılan bir halk türküsünün uzun zaman sansür edilerek gizlenen iki satırı şunları söylüyor: “Uyan Sultan Aziz Uyan, Urum elleri satıldı…”
Kim sattı ? kaça sattı ? Kimin elinde kaldı ? Tarihimizde 93 savaşı adı ile ünlü 1977 Türk-Rus savaşı yıllarına rastlayan bu devir için hala yaşıyorlarsa sorumluların torunlarına adam başına 93 soru yöneltilebilir. Buyurun Savcılar, Hodri meydan..
Galatasarayın Kesilmeyen Rüzgarı
/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}
(arşiv’den)
Pazar günü Galatasaray’ın pilavı vardı...Okulun kurulduğu zamanlardan kalma eski gelenek, bu yıl yeniden yaşatıldı. Her sene haziran ayının ilk pazarında düzenlenen pilav günü, bu yıl yine Tanrı’nın lutfu güneşli ve serin bir havada yerine getirildi... Onbir yaşından seksen yaşına kadar en az sekiz nesil okulda toplandı...İhtiyarlar konferans salonunda, gençler avlularda, bahçelerde, ufaklar aralarda dolaşıyor...Erkekler kızlar... Sonradan evlenerek yuva kuranlar...Yanlarında yürüyen çocuklarıyle babalar... kucaklarında bebeleri ile anneler... torunlarıyla dedeler biler var...Oradan oraya koşuşarak sınıfları, koridorları çın çın öttüren yumurcaklar...Doğuştan Galatasaraylılar...gelecekte okuyacakları sınıfların tahtalarına daha şimdiden tebeşirle yazılar yazarak antraman yapıyorlar... Ev,okul, işyeri arasında geçecek uzun hayata başlıyorlar...
Bahçede ilk Mehmet Ali Birant’ı gördüm... –Konferans salonuna gitmiyormusun ? dedim...-Aman boşver vırvır ediyorlar ...dedi...-İyi gelir hadi gidelim dedim... - Sen git...dedi. Yürüdüm... Salon dolu. İnan kıraç kürsüde... -Vakfın parası yok...diyor. En sona oturdum.Yanımda bir koltuk boş... az sonra oraya gözlükçü Yüksel Toksoy oturdu...1949’ un eylül ayında Ortaköydeki binada, ilk akşam da yan yana oturmuştuk... 63 sene olmuş... –Ne çabuk geçti... dedim... -Evet hızlı gidiyor...dedi. Başını çevirip benden yana bakmamıştı...- Ne oluyor bu senelere ? dedim. –Bilmem, dedi... Anlaşılan konuşmak istemiyordu... Üstelemedim. Bazıları hatıra sevmez...Hele eskilerden söz etmeyi hiç sevmez... Bense bayılırım... sonra plaketler verildi...bekledik bekledik bize vermediler... mezuniyetin ellinci yılında vereceklermiş...Beş sene var. Bulurlarsa verirler...
-Haydi yemekhaneye, dediler, salon dağıldı...Dönüş yolunda Kütüphaneye uğradım. Konya’da uzun yıllar kütüphanecilik yapmış değerli insan Celal Kişmir birkaç yıldır Galatasaray Lisesinin kütüphanesine bakıyor... Herkesten biyografi istiyor...Üçbin Galatasaraylı’nın biyografisini topladı... Millet pilav yerken o sessizce ilimle uğraşıyor...
Kütüphaneden çıkarken Ayhan Macarlıoğlu’ na rastladım... fişeğini bulmuş tüfek gibi oldum...Mubarek adam sanki o koridorda kırkbeş yıldır benim geçmemi bekliyor... İmdat Herakles ! diyerek üzerine yürüdüm...Duvar kenarına sindi...Sanki radyasyona uğradı...Bu Ayhan Macarlıoğlu her dersi hiç çalışmadan bilir, hocasına anlatırdı...Hocalar hocalığı O’ndan öğrendiler...Bir gün Mösyö Coudert Ayhana bir şey sordu...O da söyledi...Coudert irkildi, bize baktı, penceren dışarı baktı...sonra tavana baktı, nihayet oturduğu kürsüden kalkarak cekedini ilikledi. Ayhanın önünde hürmetle eğildi... Coudert O’na ne sordu ? O ne söyledi, yıllarca kimse bilemedi...Ben de anlayamadım...Sormadım da, söylemezdi ki. Sonra o olay unutuldu...Biz dersleri Hocalardan değil Ayhan’dan öğrenirdik...Bu işin sırrını kimse çözemedi..
Sonraki yıllarda ben biraz anladım... Bize okulda eğitim diye okul genelinde yutturmaca öğretmişler... Bildiklerimizi unutturmuşlar... kafalarımızı dağlamış, Gözlerimizi oyup kulaklarımızı tıkamışlar... Ayhan tuzağa düşmemiş... Hepsi bu kadar... Eğitimciler bunu sadece Galatasarayda değil dünyanın her yerinde, her okulda yapmışlar... Daha da yapıyorlar... Eğitimin bir “ihtiyar diktatörlüğünden” başka bir şey olmadığını anlayacakları zamana kadar da sürdürecekler... Bir iki yüz yıl daha var... Bekleyin göreceksiniz...
Bütün bunlara rağmen beni Galatasaray’a yazdıran ailemin aziz hatırası önünde hörmetle eğilirim... Galatasarayda şimdi çoğu toprak olmuş bazı hocalarımın hatıraları önünde hörmetle eğilirim. Sistemi aşan o hocalar ki, savaşta kumandan gibiydiler... Bizim cehlimizi yenmemiz için ne acaip sıkıntılara katlandılar... Galatasaray adama bilgiden çok ilgi verirdi...Herşeyle ilgilenir, Dünyaya adam gibi bakar, adam gibi oturur adam gibi kalkardık....
O değerli hocalar önce kişiliklerimizi yonttular... Sonra isteyen istediği şeyi oldu... Ama tam oldu... Asıl eğitim de işte tam buydu... Belki farkına varmıyorduk ama örs üstünde kızgın demir gibi eğilip bükülüyorduk... Bu sırrı da kimse çözemedi... Olsun ! böylesine sırlar çözümsüz kalsın. Varlıklarıdır bize hayat veren... Cümle Galatasaraylılar Pilavınız kutlu olsun..Seneye buluşuruz... (Arşiv’den )
(Güncel)
Aynı konuda 6 yıl önce yazdığım bir yazıyı tazeleyip getirdim. Yazı yedi yıl sonra güncelliğini kaybetmedi. Galatasaray Lisesi’nin pilavları hiç değişmeden sürüyor. Hiçbir yenilik getirmiyor, hep konuşmalar… hep nutuklar… Mehmet Ali’nin dediği gibi “vırvır da vırvır”.. insanın boğulacağı geliyor. O çıkıyor, bu çıkıyor hep yaptıklarını anlatıyor, yapmadıklarını ,yapamadıklarını anlatan yok. Halbuki asıl önemli onlar.. İnsana yaptığını değil yapamadığını sorarlar değil mi efendim ? Halbuki ne güzel şeyler olabilirdi, küçük animasyonlar, skeçkler sergiler, konserler daha neler neler ama bunlara sıra gelmiyor ki.. veya akıl erdiren çıkmıyor..
Galatasaraylılar: bu yıl “eşek ziya” ve “moruk doğan” rahmetli oldu, gelecek pilavlarda eksiksiz buluşalım.
Amerika’nın kan davası
Amerikan Para Uygarlığı’nın İki kulesi bir yıl önce terörist Müslümanlar tarafından saldırıya uğrayıp “ground zero” [yerle bir] olurken üç bin günahsız insanı ve ülkenin altın stoğunu da altına aldı. Ezdi geçti.. Sildi attı.. Kapitalizmin kâbesi 450 bin tonluk bir enkaza dönüştüğünde, üzerine Amerikan bayrağı diktiler...
Koca bayrak rüzgarda ağır ağır sallanırdı... Açılan çukurun önünde haftalarca tapındılar... Çeşitli din ve mezheplerden oluşan Amerikan inanç sistemi içinde bir de“Çukur” kültürü oluştu. Gelişti, büyüdü, yerleşti.
Geceleri mum yakıp ilahiler söylediler... gözlerini o karaltıdan ayıramadılar. Bazıları “burayı yeniden yapalım...” derken bazıları “ellemeyin böyle dursun...” dediler. Sonunda yoruldular...Boş verdiler. Şimdi işin adını tarih koyacak. Olayın kızgın saatlerinde Başkan Bush diyordu ki : “Anlamıyorum bu koca ülkeye bunu kim yapar ? ” Kimin sebep olduğunu değil de, kimin yaptığını ? uzun süre sorgulayanlar, nihayet Suudi Arabistan kökenli 19 müslümanın adını buldular...Ve Dünya Kamu Oyu Müslümanları hedef tahtasına koydu...
Örgütler bulundu çıkarıldı...Hesapları donduruldu. Mallarına haciz kondu... Yetiştikleri ülkeler yakıldı yıkıldı, dağlarında canlı kuş bile bırakılmadı. Üzerinde yüzyıllar boyu insan yaşamasın diye toprağına mayın döşendi... Sularına zehir atıldı... Hedefteki Müslümana saldıranlar, iyi Müslümanla kötü Müslümanı ayırmaya vakit bulamadılar... Kötüler camilere kaçınca iyilerle birlikte onları da ateşe verip yaktılar. Görüntü yasağı koydukları için kimse bunları görmedi, bilmedi, duymadı, konuşmadı, anlamadı, geleceğe bir ipucu bile kalmadı.
Batı’nın ve özellikle Yani Dünya insanlarının, İslam hakkında hiçbir bilgileri yoktu... Onbeş asırlık bu medeniyet halkası üzerinde düşünce üretecek güce sahip olmayanlar, bu ağırlıklı insanlık geçmişinin tarihine de merak sarmış değillerdi... İslamın ilk yıllarında defalarca görülmüş silahlı isyan hareketlerinden birinin ve belki de en vahşî olanının yeni bir “eylemi” karşısında olduklarını anlamadılar. Birkaç radikal eylemci uğruna tüm İslam dünyasını karalamaktan bir an geri durmadılar...
Önce bir Din, sonra bir “yaşam biçimi” ve nihayet genel elemanlarıyla bir uygarlık olan İslamı, 1900’lerin Bolşevikleriyle karıştırdılar... İş sonunda post modern bir “uygarlık çatışması” oldu çıktı... Yeniden “Haçlı Seferleri... gibi. Modern zamanların haçlı seferi... Elektronik aygıtlarla donanmış, uzay çağı Nukleer Haçlı Seferi... Olay şimdi bu noktada... Ne var ki olumlu kıpırdanmalar yine her zaman olduğu gibi yaşlı ve olgun Avrupa’dan çıkıyor... Amerikan fikir dünyasının şeytani paniği yanında Avrupanın yapıcı temkini, insanlığın geleceği için ümit ışığı oluyor... Sömürgecilik çağında, endüstrileşme döneminde, ham madde alanları kapışmasında ve şimdi pazar sarmalında İslam dünyası ile iç içe yaşamış Avrupa, belki bir şekilde Amerikanın kan davasını yatıştırabilecektir...Tehlike geçmiş değil. Yakında anlaşılacak.
Fransa’da çıkan“Science et Vie: Bilim ve Hayat” isimli yaşlı ve saygın dergi, “Bağdad Halifesi zamanı İslamın Altın Çağı” başlığıyla bir sayı yayınladı. Derginin bu sayısında, bilim adamları tarafından kaleme alınmış pek çok makalede, Milattan sonra 8. Ve 13. Yüzyıllarda Bağdad anlatıldı. İslam uygarlığının en parlak devrinin yaşandığı o çağda Abbasi Halifesi el-Me’mun’un “beyt ül hikme : Bilgelik evi” isimli bir ilim yuvası kurduğu ve burada, o çağa kadar Doğu’da ve Batı’da yaşamış ve ömrünü tamamlamış tüm uygarlık halkalarından kalan başlıca eserlerin tercüme edildiği anlatıldı. Aristo ve Platon’un böylece yaşamına devam edebildikleri ve eski çağlara ait pek çok bulgunun yeni zamanlara aktarılması sağlandığı belirtildi...
Cebir ve logaritmayı keşfeden matematikçi el-Harezmi, Tıp ve sağlık alanında ibni Sina ve el-Birunî tanıtıldı. 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar Bağdad’ın beş asır dünyaya ilim yaydığı, bu şehirde Müslümanlar kadar Hırıstiyanlar, Yahudiler, Saba’lılar’ın ve tüm eski dünya halklarının birlikte çalışarak hür ve rahat bir dünya kurdukları dile getirildi...Bu akımın etkilerinin halen devam ettiği belirtildi. Science et Vie dergisinin bin yıllık İslam uygarlığına ayırdığı sayısının baş makalesini yazan Pierre İcikovicks: “ İslam altın çağında, yeryüzünün en yüksek kültür ve teknolojik değerlerini bir araya getirmişti,...” dedi...
Adı geçen derginin oldukça yaygın etkisi göz önünde bulundurulursa,tedirgin Batı kamu oyuna Bağdad’ın sadece Tigritli Saddam Hüseyin’den ibaret olmadığı belki de anlatılabilecektir. O zaman Amerikalı’nın akıllı füzeleri, Irak’ta gaz depoları ve atom sığınaklarını ararken İslamın bin yıllık eserlerine uğramaz, yanından geçer... Füzelere bir aygıt bağlamalı ki o füzeler hedefe giderken Amerika keşfedilmeden önce yükseltilmiş en eski ve en değerli uygarlık eserlerini tanısın...Dokunmasın.(Arşiv'den)