Bu savaşın üzerinden 90 yıl geçti. Bu gün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır. “Havada çarpışarak eriyen makinelı tüfek mermileri…” Savaş alanına yayılmış, bunlardan yüzlercesi, hâlâ topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonla merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez.
Bu harika savaş makinesinin hangi zekâların ürünü olduğu pek sorgulanmaz.Makinelı tüfek çağının en önde gelen savaşıdır. Çanakkale savaşı. Kara ve deniz muharebeleri olarak anılan bu savaşta, Amerikan yahudisi Hıram Maxim'in’ın icat ettiği ve adını "fare kapanı” koyduğu makinalı tüfeği en etkili biçimde kullanan taraflar, bu silahı efsaneleştirmek için olağanüstü çaba harcamışlardır. Makinelı tüfek bu savaşta ve bundan sonraki cephe ve şehir savaşlarında adetâ Davud’un Câlût’u yere seren topuzu, Hektor’u yok eden Truvalı Aşil’in kalkanıydı.
Çanakkale savaşında kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar, bu savaşın bir “silah fuarı” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlar, müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve nasıl insan öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki kan sofrasının vazgeçilmez garnitürü…
Ordulara olağanüstü güç sağlayan makinelı tüfeğin kullanımı ile dünyadaki savaşların artık bir “soykırım” savaşına dönüştüğü görülmektedir. 1881 Paris fuarında bir İngiliz, Hıram Maxim’e “Öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin” demişti. Bu sözün ardından sadece 34 yıl geçti. Hıram vahşi tavsiyeyi yerine getirdi. Bu silahla artık insanlar "rahat rahat birbirlerini boğabilirlerdi"
Çanakkale savaşının gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır ? Nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal erkten uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşî bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir.
1900’lerin başında bir Avusturalyalı’nın, veya Borneo’lunun yahut bir Anzak’ın Çanakkale boğazında ne işi vardı ? Bu soru Çanakkale savaşlarının 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere prensi Charles’e sorulmuştu.
Çanakkale savaşlarında tarafların kayıpları yaklaşık olarak şöyledir: Türkler : 251.309 İngilizler : 205.000 Fransızlar : 47.000. Savaş, denizde ve karada 8.5 ay sürmüştü. Şair Mehmet Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği insan toplulukları bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan ve önlenemeyeceği varsayılan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi. Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları olmadığını düşünüyorum. Tarih sadece “dürüstlere” şeref madalyası verir.
Çanakkale savaşı her iki taraf için de bir “imha” savaşıydı. O zamana kadar savaşlarda birbirlerinin siyasal gücünü dize getirerek yasal isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şovalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale savaşı ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşlarıdır. Bu olayın savaş tarihi verilerinden hareketle “toplum bilim” açısından yeniden incelenmesi gerekir.
Bugüne kadar bu incelemeler yapılmamış, sadece kahramanlık destanlarıyla avunulmuş, 90 yıldır yeni bir görüş üretilmemiştir. Savaşın gözlerden uzak kalmış herhangi bir yönü ele alınmamıştır. Herkes birbirinin söyledİğini yazmış ve tekrarlamış bir asır böyle geçmiştir.. Türkler bu savaşı kazanmışlar, ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdi. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen Müttefik Donanması iki yıl sonra elli altı parça gemiyle İstanbul limanına demir atmıştır.
Müttefik donanmasını İstanbul’a getiren Mondros mütarekesinin imzalandığı sırada Rauf Orbay donanma kumandanı Amiral Caltrop’a gelecek gemilerin arasında “Yunan gemisi bulunmaması için” rıcada bulunmuştu. Caltrope bunu kabul etmekle birlikte Averof zırhlısını son dakikada işgalci donanmaya dahil etti, gemiye gözlerden uzak bir yerde demirlemesi için talimat verdiğini söylüyordu. Averof varsayılan bu talimatı dinlemedi. Dolmabahçe Sarayı’ nın önüne demir attı. Bu da yetmedi, Caltrope, Averof’ta bir resepsiyon verdi ve yenik Türkiye’nin başı yerde generalleri, devlet adamları, halk temsilcileri bu davete icabet ettiler. Savaş sonrasında muzaffer İngilizler, Türklere açıkça hakaret ediyorlardı.
Müttefik donanması ile birlikte 13 kasım 1918 günü İstanbul’a 3500 asker çıkarıldı. Bunlara daimi kalmaları için yer bulundu. Askerler şehre dağıldılar. İstanbul’un silahlı işgali ve 15 mart 1920 Letafet Apartımanı faciası bundan bir yıl, sekiz ay sonradır. İngilizlerle birlikte İstanbul’a İtalyanlar ve Fransızlar da gelmişti.
Fiili işgalden önceki iki yıla yakın zamanda Osmanlı İmparatorluğunun 450 yıllık başkenti İstanbul o yıllara kadar hiç bir zaman yabancı bir devletin işgaline uğramamıştı, şehir hiçbir zaman şerefsiz bir saldırı yaşamamıştı. İşgalden yüz yıl önce, yelken döneminde, Sultan III. Selim zamanı, birkaç İngiliz savaş kadırgası Çanakkale boğazını geçerek Marmara’ya girmiş ve bir sabah aniden Topkapı Sarayı’nın önünde görülmüştü ancak bu askerî olay, bir işgale dönüşmeden diplomatik yollarla halledilmişti, İngilizler 400 yıl hiç bir yabancı bandranın dalgalanmadığı bu suları bir günde terk ederek gitmişlerdi.
Yüzyılın başında İstanbul’un uğradığı gerçek işgal, bu şehrin tarihinde derin izler bırakmıştır. Bu işgal sadece askerî değil aynı zamanda sosyal bir hareket, şimdilerde moda olan değimle bir medeniyetler çatışmasıydı. Belki “medeniyetler karşılaşması” daha uygun düşecektir. Bu şehrin yakın tarihinde tartışmalı adıyla kendini gösteren İngiliz subayı Yüzbaşı John Godolphin Bennet, bu olayın mahsulüdür. Bennet makinelı tüfekle süslenen ve dağılmakta olan İngiliz Milletler topluluğunu, bu icat yüzünden olağanüstü başarıları ile yeniden hayata döndüren, İngiltere Kraliyet ordusunun başarılı bir neferiydi. O da geri kalanları küçümsüyordu. Hiç kuşkusuz o da tüm meslektaşları ve onların arkasında duran politikacıları, giderek tüm İngiliz kamu oyu gibi “üstün ırk” iddiasındaydı.
Osmanlı başkentini fiilen işgal edenler, yeryüzünde işte o üstün ırk iddiasında olanlardır. Bunlar kendi uygarlıklarının karşısına dikilen diğer uygarlıkları, insan topluluklarını ve farklı yaşam biçimlerini, arzın sathından silebildikleri ölçüde yasallık ve devamlılık kazanacaklarına inanmışlardı. Bu inançlarını daha sonra denemeye devam edecekler ve bu düşünce ve davranışlarını ekonomik ve endüstriyel çıkarların çok ötesine taşıyarak yeryüzü çapında bir sosyal reform düzeyine ulaştıracaklardı. Başarılı oldular. Bugün ulaştıkları nokta budur.