Bu ülkenin şerefli aydınlarından Katip Çelebi üç yüz yıl önce yaşadı.O zaman şimdiki kadar gel-git yok ama, yine de Batı ülkelerinde de tanındı. Avrupalılar O’na Hacı Kalfa adını taktılar. İstanbul’da,Unkapanı köprüsünü geçerek Bozdoğan Kemeri’ne doğru yürüyenler,oradaki plakçılar çarşısının gürültülü dükkanlarını geride bıraktıklarında sol tarafta, salkım söğüt ve kavak ağaçlarının serin gölgesinde Efendi’nin açık türbesini görürler...Bir Fatiha-i şerife okumalı... Katip Çelebi bilgili, kültürlü, sezgili,doğuştan icazetli, feyizli ve vicdanlı bir adamdır.Devrin kötülüklerini yorulmak bilmeden yıllarca sayıp dökerek, kitaplara yazarak, vaazlar, nasihatler vererek o zamanın Devlet büyüklerine anlatmaya çalışmış ve bu alanda bir ölçüde başarılı olmuştur. Bu günkü dille şu sözler O’nundur: “Bu yazıp söylediklerimin devrin büyüklerinin kulaklarına gitmeyeceğini biliyorum. Ama yarın ahrette –neden sesini çıkarmadın diyecek olurlarsa kendimi kurtarmak için yazdım.”
* * * Katip Çelebi’nin düşüncesi sanırım bir hadis-i şerif’e dayanıyor. meali şöyle: “Bir yerde kötülük görürseniz onu önce elinizle düzeltin, olmazsa dilinizle düzeltin, yine olmazsa o kötülüğe kalben iştirak etmeyin” Bu hadisi yorumlayanlara göre kötülüğü eliyle düzeltecek olanlar sorumlu devlet adamlarıdır. Dili ile düzeltecek olanlar ilmi irfanıyle tanınmış bilge kişilerdir.Kalben iştirak etmeyecek olanlar da geri kalan insan neslidir. Bu inanca göre Katip Çelebi ikinci sınıfa, yani bilge kişiler arasına giriyor. Katip Çelebi görevini yapıyor. Uyarı sorumluluğunu yerine getiriyor.İşin üst tarafına karışmıyor.Hal dili ile demek istiyor ki : “Ben söylerim görevimi yaparım, sen dinlersin görevini yaparsın, dinlemez de görevini yapmazsan o’na ben karışmam.Yarın Huzuru İlahî’de ben kendimi kurtarırım, sen başının çaresine bakarsın...”
* * * Katip Çelebi’ nin eğriyi-doğruyu görüp göstermede zamanın büyüklerine ne derecede tesirli olduğunu elbette bilemeyiz.Ancak yaşadığı Devletin o çağda ve O’nu takip eden bir buçuk yüzyıl içinde; başarıdan başarıya koştuğu ve şimdiki Amerika Birleşik Devletleri gibi herkesin imrenerek baktığı bir Devlet olduğu göz önüne alınırsa, bunda belki de O’nun da payı vardır. Şimdi bâzılarının “yağmacı” dedikleri O Devlet, altı yüz yıl yaşamıştı. Osmanlı İmparatorluğu önce bir hukuk devletiydi... Korku devleti değildi. Öyle olsaydı o kadar uzun yaşamazdı. Yeryüzü insanları bir eşkıya devletini altı yüz yıl yaşatmazlar. Bu, eşyanın da eşkiyanın da tabiyatına aykırı olur. * * *
Kötülüklerin hep birlikte yok olduğu, iyiliklerin topluca öne geçtiği bir devlet kurmak dünyada bu güne kadar kimseye nasip olmamıştır. Devlet dediğin kötüleri sindirecek,iyilere yol verecek bir hayırlı kuruluştur.Bu kuruluşun öncelikle “kötüleri” tanımaya ihtiyacı var. . İşte yazarın görevi bu noktada başlıyor... Bir insan, yaşadığı toplumdan “yazar” diye bir görev almışsa o insan bu görevini hakkıyle yerine getirmek zorundadır. Yazılarının ne işe yaradığı artık onu ilgilendirmez. O yazmakla yükümlüdür. Yazı yazılıp yayınlanınca görev okuyana geçer. Hiçbir yazı boşluğa sıkılmış bir kurşun değildir. Bir gün mutlaka yerini bulur.
* * * Batılı’ların Hacı Kalfa, bizlerin Katip Çelebi adıyle tanıdığımız o ulu kişi, şu yaşadığımız çağda görev başında olan bu günün yazarlarına da ışık tutuyor. “Göreviniz yazmak, sonra kendinizi kurtaramazsınız...”diyor. Ve Hadis-i Şerifin doğrultusunda aydın ve vicdanlı olan herkese sesleniyor: “Kötülüklere kalben iştirak etmeyiniz...” Ayrıca Hazret oldukça çağdaş bir “demokrasi tekniğine” daha o çağda yeşil ışık yakıyor. Şimdi Batı’da hain iktidarlara onca korku salan “sessiz muhalefet” işte tam bu değil mi ? Bu Efendi, çok eski çağlarda yaşamış...Olsun. İnsan hayatının tam merkezinde yer alan gerçekleri bulup çıkarmanın eskisi yenisi mi olur ?
Not: Yazılarımın günlük görünüm oranı yüz'ü aştı. Bu mütevazı bir site için önemli bir sayıdır. Şükranlarımı sunarım. Ancak hiç yorum yok.. İlk zamanların yorum heyecanını özlüyorum. Emeklerin maksadına ulaşması için lütfen yorum yapınız.