Asırlar önce binlerce beyit şiir ve yüzlerce kitap yazmış olan Mevlana Celaleddin Rumi günümüzde Afganistan’ın sıcak bölgelerinde yer alan Belh şehrinde doğmuştu. Babası yörede tanınmış bir bilgindi. Din ilimlerinde şöhret sahiydi. Ailenin yaşadığı ülke o sırada pek çok kültürün kaynaştığı, birbirinden gıda aldığı, bazen de birbiri ile amansız bir mücadeleye giriştiği acımasız bir topraktı. İslam’a daha yeni adım atmış dağlı kabilenin ilkel yaşantısı ile buralarda yüz yıllardan beri var olan kültürlerden yetişme insan türleri, birbirine karışmıştı. Çeşitli ırklar, farklı karakter taşıyan uluslar, uçsuz bucaksız Asya topraklarında yan yana yaşıyordu. Yaşamlarını bağlı oldukları asırlık geleneklerin ışığında düzene sokmak zorunda olan bu insanların her biri ayrı bir gerçeğin peşindeydi. Bu durumda kimin doğru söylediği nereden anlaşılacaktı?
Düşüncelerin bulandığı, fikirlerin karıştığı, işlerin zorlaştığı, insan yaşamında gerek duyulan yeni düzenlemelerin henüz ufukta belirmediği, tarihin her çağında olduğu gibi on üçüncü yüz yıl toplumunda da bir şeylerin değişeceği anlaşılıyordu. Değişmek için, yenilenmek için, yeni yaşamın, yeni kurallarının belirmesi için malzeme yine insanın kendisiydi.. Denenmiş tüm usullerin iflas ettiği, gücünü yitirdiği, uygulama alanının dışına çıktığı bir zamanda insanoğlu, yeni bir düzen tutturabilmek için yine kendi içyapısına başvurmaktan geri durmayacaktı. Yaradılışın sırrı da buradaydı. İnsanoğlu’nun mükemmel yapısında onu devamlı olarak zinde tutacak ve daima yenileyecek bir sır yatıyordu.
Dağılan, çözülen, dibe vuran, tüm değerlerini yitiren o çağın toplumunda bir mucize bekleniyordu. Biri bir yol gösterecek, bir ışık belirecek ve dertli insan nesli kurtuluş ümidine kavuşacaktı. İslamî temelli Orta Asya Türk tasavvufu işte tam bu noktada yaşama girdi. Miladî IX. yüzyıldan itibaren Orta Asya’da görülen İslam dini, bu yörede uzun yüzyıllardır yaşayan yerli halklara yeni bir yaşam şekli olarak İslam dinini teklif ediyordu. Asya’nın en kudretli hükümdarlarından Selçuk sultanı Sencer, kendisine nasihat vermesi için bir adamını zamanın kutbu hace Yusuf Hemedanî’ye gönderdiğinde, Hace hazretleri gelen adama şöyle demişti: “Git sultanına söyle kendisini ve kavmini kurtarmak istiyorsa, bizim gibi yapsın..”
Tasavvuf insanlara örnek bir yaşam şekli va’ad ediyordu. Kitaplarda yazılı kuralların ötesinde yoğun biçimde duygu ve derin sezgilere dayanan bu yaşam şekli, aslında insan yapısının derinliklerinde gizli olan enerjinin dışa vurumundan başka bir şey değildi. Olay basitti. Ve bu basitlikte gizli bir azamet, gösterişsiz bir ihtişam ve muhteşem bir güç vardı. Tüm değerlerini kaybederek altı boşalan insanoğlu, şimdi ulaştığı eski kaynaktan yeniden dolacaktı.. Bunun için insanın yeni bir tarifi yapılacaktı. Bunu Mevlânâ Celaleddin başardı.
Pir’in anlatımında insan “melekle şeytanın karışımından” ibaretti. Bu karışım kaynaşma değil “yan yana var olma” şeklindeydi. . Şeytan yine şeytan, melek yine melekti ancak birbirlerine saygılıydılar. Birbirlerinin varlığından haberdardılar. Hz. Pir hayret ediyordu: “Bu nasıl iş ‘ şeytan ve melek aynı bedende buluşmuş..” diyordu. Ve ilave ediyordu: “İnsanın bedeni bir hamur teknesi kadardır ama ruhu kainata sığmaz..”
Yapılan yeni tarif ve üzerine kurulan yeni düzen, İslam alanında yüzyıllar boyu yaşadı. Atlantik kıyılarından Pasifik dünyasının derinliklerine kadar uzanan muazzam bir coğrafya’ya yayıldı. Dünyamızın bu yöresinde bir köşeden diğerine kadar hep “aynı ruha sahip “ insanlar yetişti. Bu insan kısaca Melek ve şeytanı birlikte korumaya azimli garip bir sentezdi.
Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin yolunda kurulmuş “Mevlevi tekkelerinden” İstanbul’da Yenikapı semtinde birkaç asır var olmuş Mevlevihane’nin son dedelerinden biri Osman Dede idi. Son Türk devletinin dağılıp ülkede laik Cumhuriyet kurulduktan sonra bir kanunla kapatıldığında, bu Tekkenin son Dedelerinden Osman dede’yi, 50’li yılların sonuna doğru tanıdım. Dede o sırada orta yaşları biraz aşmış, ihtiyarlığın basamağına gelmişti. Tekke kapandıktan sonra gidecek yeri olmamış pek çok derviş gibi o da yaşamını sürdürmek, üç beş kuruş ekmek parası kazanmak ve dost, ahbap arasında bulunmak üzere Çarşı’ya kapılanmıştı. İstanbul’da Beyazıt’ta Çadırcılar semtinde bir çarşıda yaymacılık yapıyordu. “Yaymacılık” bir çeşit eskicilikti. Yaymacılar, fazla parası ve eşyası olmayan küçük esnaf’ın en küçük takımıydı.
Bu kişilerin bütün malları her gün evden çarşıya, çarşıdan eve birkaç ufak çanta veya bez torba ile taşınan, üç beş parça kırık dökük kullanılmış eşyadan ibaretti. Dükkânları yoktu. Genellikle bir dükkânın caddeden görünen bir köşesine yerleşirler, fazla yayılmadan tezgâhlarını açarlardı. Akla gelebilecek her şey o tezgâhta yer alırdı. Ev aletleri, marangoz takımları, kesici, bükücü, delici araçlar, çalışmaz olmuş elektrikli aletler, anahtarı kaybolmuş kilitler, yakıtı tükenmiş, çakmaklar, yazmaz olmuş kalemler, bozuk ampuller, dişçi kerpetenleri, testereler, bıçaklar, çekiçler, tornavidalar, eğeler, keskiler , envai çeşit, her şey.. Bu pazarın temel esprisi sürprizdi. Bakmadan geçilemeyecek tezgâhta her insan mutlaka ilgisini çekebilecek bir şey bulabilir, ucuzca satın alabilirdi.
Osman Dede’nin “yaymacı” tezgâhının sürprizi “Ney” di. Dede ney satardı. Gençliğinde ney üflemiş olan Osman dede, Yenikapı Mevlevihânesi mutrıbında bulunmuştu. Tekke kapatıldığında “halilezen” di. Halile bandolarda da kullanılan sarı pirinç zillerin Mevlevi müziğindeki şekliydi. Bir çeşit vurmalı bir refakat sazıydı. Mevlevi tekkelerinde ney üfleyene “neyzen” kudüm vurana “kudumzen” dendiği gibi “halile” vurana da “halilezen” deniyordu.
Dede’nin tezgâhını açtığı küçük dükkân, Cavit veya Cahit isimli bir zatın çay ocağıydı. Sekiz on kişinin ancak sığacağı bu dükkânda iskemle yoktu, duvarın iki kenarına sığınmış tahta sedirler vardı. Sokağa bakan tarafta ise Osman Dede oturur müşteri beklerdi. Bir taraftan dükkânda çay içenlerde sohbet eder diğer yandan gelen geçene göz kulak olurdu. Dede’nin kulakları ağır işitiyordu. Bazen anlaşmada zorluk çekiyorduk. Fakat ne hikmetse, sağıra yakın kulaklarıyla o adam ney sesini duyardı. Neylerden çıkacak en ufak bir fısıltı dedenin tepkisine yol açardı. Bu nasıl olurdu? Anlamazdım. Hâlâ da anlamış değilim.
Dede’nin sattığı ney’leri çay ocağının devamlılarından Yahya isimli bir neyzen açardı. Yahya halktan gelme, eğitimsiz fakat sağduyulu, yiğit bir delikanlıydı. Nereden bulursa bulur, kamış keser getirir, dükkânda akşama kadar oturur, o kamışları deler, yontar, zımparalar, eğeler, yapıştırır, defalarca üfler, dener, uzun saatler süren sonu gelmez testlerle ortaya bir ney çıkarırdı. Sonra günlerdir özene bezene hazırladığı o neyi anlaşılmaz bir hareketle aniden kırar, parçalar, yok ederdi. Neden öyle yaptığını kimse ona soramazdı. – Sesleri beğenmedi, kırdı derlerdi. Yahya’nın bu şekilde pek çok ney kırdığı söyleniyordu. İmalatı sona erdikten sonra kırılmaktan kurtulabilme şansına ermiş neyler ise Osman Dede’nin tezgâhında boy göstermeye hak kazanıyordu. Başparesi hazırlanmış, parazvanesi takılmış gelinlik kız gibi sarı duvaklı kaliteli neyler, Dede’nin oturduğu pencerenin yanında durur, kaliteli müşteri beklerdi.
Dede’den benim para vererek satın aldığım ilk saz bir Mansur ney’di. 40 liraya taksitle aldığım bu ney’i yıllarca üflemiştim. O neyi bana hocam Kütahyalı ressam Ahmet Yakuboğlu almıştı.
Osman Dede’nin kahvesi 1950’lerin İstanbul’unda şehirdeki tüm neyzenlerin ve musiki meraklılarının toplandığı yegâne yerdi. Benzer bir kahve de Beşiktaş’ta neyzen Tevfik’in meşhur ettiği bir kahveydi. Ancak o kahve Neyzen’in vefatından sonra unutulmuş Osman Dede’nin ve kahveci Cavit’in Çadırcılar sokağındaki kahvesi öne geçmişti. Ben bu kahvede sırası ile Neyzenbaşı hocam Halil Can bey’i, kapatılmış Yenikapı Mevlevihanesi son şeyhi Abdülbaki efendi’nin büyük oğlu neyzen kudümzen Gavsi Baykara’yı, kardeşi Resûhi Baykara’yı, özellikle neyzen Ulvi Erguner’i, Niyazi sayın ve o sırada bir ayakkabı ustasının yanında çalışırken her fırsatta kahveye gelen sonraki yılların ünlü neyzeni Aka Gündüz Kutbay’ı tanıdım.Osman dede’nin kahvesi sadece neyzenlerin değil, tüm musikişinasların uğrak yeriydi. Tanburîler, udîler, kanunîler, musikinin her dalında nasip sahibi herkes, günün her saatinde oradaydı. Bu hal uzun süre devam etti. O yıllarda Şehirde musikinin adresi Osman Dede’nin kahvesiydi.
Bu kahvede ağırlık yine Yenikapılılarda’ydı. Başta son şeyhin büyük oğlu olmak üzere buraya toplananlarla dört asırlık Yenikapı Mevlevihanesi sanki o yıllarda o küçük kahvede yaşamına devam ediyordu. Tekke, yok olmuş, büyük Mevlevihane’nin asırlarca sürmüş kutsal hayatından geriye cılız bir su sızıntısı kalmıştı. O da yer altındaki gizemli dehlizlerden sessizce süzülerek Osman Dede’nin kahvesinden kendisine yol bulmuştu. Bu sızıntı sonraki yıllarda bir çağlayan olacak, Konya Mevlana İhtifalini doğuracak ve Mevleviliğin yeni şeklini dünyaya tanıtacaktı.
Osman Dede’den bir ney alıp onun yanında üflemeye çalışmak neyzenliğin başlangıcıydı. Dede musiki bilmez, seslerin ve makamların adını söyleyemezdi ancak bozuk bir sesi derhal fark eder o sesi çıkaranı uyarırdı. Böylece bu sanata meyleden daha başlangıçta yanlış bir yola uğrama tehlikesinden kurtulurdu. Bence musikinin özü de buydu. Dede bu özü yakalamıştı.
Osman Dede 1953 yılından sonra Konya’da yapılmakta olan "Mevlana Anma toplantıları" nın sema törenlerinde, mutrıb hey’ etinde, Halilezen olarak görev aldı. Bir çift pirinç zil olan Halile, bu musikinin vazgeçilmez sazıydı. Osman Dede’nin halilesi ise nev’inin tek örneği olarak gümüşten’di. 1964 yılında Konya Mevlana İhtifalinde Mevlevi dünyasının ünlü ismi Ahmet Avni Konuk’uın “Ruyi ırak” makamında bestelediği ayin icra ediliyordu. Osman Dede bu ayinde yine “halilezen”di. Ayin, Fransız müzikolog Bernard Maugin tarafından kayda alındı ve Paris’te Birleşmiş Milletler’in kültür teşkilatı olan UNESCO’nun “Baron Reither” serisinde yayınlandı. Bu kayıtta Osman Dede’nin vurduğu halile, tüm ihtişamı ile fark ediliyordu. Bu vuruştaki, ahenk, eserin akışındaki sırrı yakalama ve ona yön verme, basit bir zil sesinden yayılan muhteşem ve asil bir musiki ve herşey olağanüstü değerlerdeydi.
Osman Dede 1974 yılının baharında bu dünyadan ayrıldı. Evliydi, Süreyya Hanım adında rumdan dönme bir hanımı ve Celaleddin isimli bir oğlu vardı. Ömrünün son yıllarını Ümraniye’de kendi evinde geçirmişti. Onbeş yıl Dede’ye hizmet eden yakın dostu neyzen-ayinhan Nejat Tezcan, 1973 yılının Mevlana ihtifalinde Dede’yi Konya’ya götürmüştü. İstanbul’a dönüşte otobüste, ayinden alınan kayıt çalınırken Dede uyukluyordu. Birden uyandı ve “devrikebir vuruluyor.. ” dedi. Dede ses duymamasına rağmen anlaşılan, kudüm vuruşunu, bedenine ulaşan titreşimlerden fark ediyordu.
Yaşamının sonunda ney ve kudüm sesinden başka ses duymadan bu dünyadan ayrılan Osman Dede, Mevlana Celaleddin Rumi ve Yenikapı Tekkesinin gerçek varisiydi. Sırrını ve neş’esini levhi mahfuza götürdü.