(Arşiv'den, ağustos 2001) Üsküdar'da Özbekler Dergahı şeyhi Necmeddin Efendi beni Küçük Hüseyin Efendi ile manen tanıştırdığında ben 20 yaşlarında kadardım. Bir gün beni kolumdan tuttu, Eyyub'de Pierre Loti Kahvesine çıkan dar yolu birlikte tırmanmaya başladık. Epeyi yukarıya çıktık. Aşağıda haliç ve ortasında kum tepecikleri, karşımızda uzanan manzaranın sonunda sisler içinde kaybolan İstanbul, bana doğrusu pek çekici gelmiyordu. Acaba nereye gidiyorduk ? Bir süre sonra sola döndük, taş bir merdivene sardırdık kendimizi... Acaba yoruldu mu? diye yan gözle şeyhe bakarken irkildim. Baba'nın yüzünde o zamana kadar görmediğim acaip bir neş'e dolaşıyordu.
Şeyh garip bir hal yaşıyordu. Adama birşeyler oluyordu. Ne olduğunu pek anlayamadım. Hâlâ da anlamış değilim... Bir Tepeye vardık. Şeyh bir mezarın önünde durdu, –Mareşal Fevzi Çakmak dedi. Fatiha okuduk. Biraz daha yürüdük. Bir demir kapının önünde durduk. Ben önden gidiyordum. Geriye bakınca Şeyh, –Kapıyı aç dedi. Açtım. Çakıl taşı döşeli bir yere girdik. Yürüdükçe çakıllardan sesler geliyordu. Tepe oldukça rüzgarlıydı, selvilerin doruğunda kopan rüzgarın uğultusu yerdeki çakıl seslerine karışıyordu. Birden rüzgar öyle güçlendi ki Şeyhin kafasındaki kahverengi şerit kurdelalı fötr şapka neredeyse Halic'e doğru uçacaktı...
Şeyh o sırada yaşlıydı, ama birden gençleşti, beli doğruldu, kamburu gitti, sanki on yaşında çocuk oldu, hızla yürüdü çakıllı avlunun ortasında yer alan bir mezarın başına çöktü, ben ayakta... Bakınıp duruyordum, Çok kızdı: –Otursana diye bağırdı. Oturdum. Rüzgarın tarakası kesilmişti. Bir an derinden bir ses işitildi. Şeyh o zamana kadar duymadığım bir tarzda konuşuyordu, yanımızda uzanan muhteşem mezarı göstererek: –Bu da bizim mareşalımız... dedi.. Şeyh biraz sonra kendine geldi ve dedi ki: –Başın sıkıştıkça buraya gel, mezarın içini görüyormuş gibi yap.. gelmesen de olur, uzaktan da ulaşabilirsin. Ne diyeceksen “yüz suyu” hörmetine diyeceksin.. İnandım ve denedim. Tuttu... Hâlâ da tutuyor. Buna “rabıta” diyorlar.
Şeyh'in "bizim mareşalımız" dediği kişi, Ankaralı Küçük Hüseyin Efendi'ydi. Asrın başında yaşamıştı. Kabri Bağdat'ta bulunan Mevlânâ Halit Efmz. yoluyla neş'esi Şahı Nakşibend Hz. ulaşan bir Nakşi-Halidî Şeyhiydi. O gün O şeyhin yoluna bağlanmak, Galatasaray Lisesi mezunu bu kemter kula nasip olmuştu.
Sonraki yıllarda pek çok insanla birlikte o çakıllı avluyu çiğnedik durduk. Her kesimden insanlar... Özellikle bayram sabahları... Bir zamanlar makarr-ı hilafet olan bu aziz sultanlar şehrinin agniyâ-i şâkirîn'i ve fukârâ-i sâbirîn'i hep o mezarın başında toplanırdı. Ağlar, sızlar, çırpınır ama oradan hep mutlu ayrılırlardı... Mezarlarında yatan dirilerle, sokaklarda dolaşan ölüleri ben orada farkettim.
Eminönü’nde Çiçek pazarında camcılık yapan Hulusi bey sağlığında, rahmetli Cahit Gözkan ve Özbek şeyhi Necmeddin ile Küçük Hüseyin Efendi’nin hizmetinde bulunmuş ondan el almıştı. Bir gün dedi ki: –Şeyhin boyu kısaydı... Hayır... Bence çok uzundu boyu... Hâlâ da uzuyor.
(Arşiv'den, Sapanca ağustos 2001)